Ekşi Sözlük Debe Listesi

Rastgele
Hepsini aç
  • 1. dyatlov geçidi vakası

    hakkında çekilen belgeselde aslında büyük kısmı açığa çıkarılmış gizemli vaka. uzaylı muzaylı yok kardeşlerim. anladığım kadarı ile mantığa en uyanı yazalım:

    şimdi , 9 dağcı gece çadırlarında uyurken havadan bir şey düşüyor. bu rusların silah denemesi olabilir , ya da bir silahtan düşmüş büyük radyoaktif bir madde olabilir.

    bu silah ya da madde bir mini çığ , kar kütlesinden kayma gibi bir şey yapıyor ve çadır bir ağırlığın etkisi altında kalıyor. dağcılar önce yatış pozisyonlarına göre yaralanıyor. yani sırt üstü yatan kadın dağcının her iki kaburgası kırılırken yan yatan dağcının sadece tek taraflı kaburgası kırılıyor. insan üşürken çok deli pozisyonda yatabileceği için başka bir dağcı boyun muhtemelen çok kıvrık yatıyor ve kafa bölgesinden yaralanıyor.

    bu patlama anında dağcılarda bence tam değil ama kısmi ,etrafı flu görecek bir körlük oluşuyor. tam ayrıntıları göremiyorlar .ama bu çadırın içinde mi oluşuyor dışarı çıktıkları zaman mı oluşuyor bana göre ortada .bu da radyoaktif bir madde. o nedenle de giysilerinde daha sonra radyasyon bulunuyor.

    o anda çadırdan çıkmak için iki sağlam dağcı çadırı içeriden yırtmaya ve dışarı çıkmaya karar veriyor. o nedenle de giysilerine ulaşamadan dışarı fırlıyorlar.

    gözleri tam görmediği için o sırada arkadaşlarının ölü olup olmadıklarını bilmiyorlar. yaralarını tam göremedikleri için kaç insan varsa tekrar çığ ya da neyse tekrar olur diyerek hepsini olabildiğince uzağa taşımaya çalışıyorlar. bu uzaklık neden 1.5 km neden 300 metre değil ? bana göre koku, körlük, belki bir tenlerinde , ki cesetlerde turuncu lekelerden bahsediliyor ,yanma nedeni ile bu etkinin geçeceği en uzak noktaya gitmeye çalışıyorlar.

    bu sırada da sağlam dağcıların seyahatin başlarında metrelerce karda daha hızlı hareket edebilmek için kullandıkları ,günlüklerine de yazdıkları başka bir taktiği kullanmaya çalıştıklarını düşünüyorum. daha önce çantasız bir dağcı önden gidip yolu açıyor . daha sonra geri dönerek çantaları yüklenip ilerliyorlar. bu durumda dağcı çantasız bir şekilde önden gittiği için daha hızlı hareket ediyor ve ekibin hepsi çantalarla yorulacağına bir kişi çantasız hem daha az yoruluyor hem de yolu daha hızlı açıyor.

    en ağır yaralıları ya da ölüleri ,çünkü gözleri çok iyi görmüyor ,en uzağa taşımak için de bu taktiği kullanıyorlar. muhtemelen iki kişi dondurucu soğukta olabildiğince yol açıp geri dönüyor sonra yaralıları bir yere kadar taşıyorlar .o da sedir ağacının orası. oradan başka ekip devam ediyor. sonra o ekipte sedir ağacının oraya geri dönüyor. o tipi ve kar altında sedir ağacı bir nirengi noktası oluyor.

    böyle böyle en ağır yaralıları çadırdan 1.5 km öteye taşımayı başarıyorlar. fakat bu arada aşırı soğuk ve iyi görmeyen gözler nedeni ile yaş ağaç dallarını yakıp ısınmaya çalışan, gözleri nedeni ile kuru dalları bulamadılar , iki dağcı ateşin başında donarak ölüyor. diğer dağcılar da belki çadırdan birşeyler alıp yaralıların yanına dönmeye çalışırken soğukta donarak ölüyor .

    özetle cesetlerin bulunma aralıklarını düşünürsek bence çadıra en yakın dağcı en sağlam dağcı. o son ana kadar kendilerini kurtarmaya çalışıyor. çadırdan uzaklaştıkça da hayatta kalma ihtimali giderek azalan belki de ölmüş olan dağcılara doğru ulaşıyoruz. ve en uzaktaki dağcılar ya zaten ölüydü ya da orada son nefeslerini verdiler.

    kopuk dil de bana göre sadece bir kar faresi işi bile olabilir. o da neden bu kadar dikkat çekti çünkü işin içinde bir de rus istihbaratı var. kgb' nin bu olayla bu kadar çok ilgilenmesinin nedeni de işte o gökten düşen cisim. muhtelemen devlet sırrı olduğu için açığa çıkmasından korkuyorlar. ve olayın uzun süre gizemini korumasına neden oluyorlar.

    zaten bir yerde açığa çıkmamış bir olay varsa emin olun onun arkasından devletler , ajanlar , istihbaratlar çıkar. bu olay da ne yazık ki bunlardan biri.

  • 2. olmayan şarkının spotify'da 11k dinlenmesi

    birgün gazetesi yazarı anıl aba'nın "tıklanma" şarlatanlığını ortaya koymak için yaptığı bir deney. olmayan bir şarkıyı spotify isimli müzik ortamına yükleyerek 11.000 tıklanma satın alıyor. bu şekilde çeşitli "sanatçı"ların veya "influencer"ların kayıtlarının nasıl milyon tıklamalara ulaştığının bir kanıtını sunuyor.

    yazının tamamı: https://www.birgun.net/…sfetmeye-hazir-misin-266854

    edit: mevzubahis kayıt için tıkayınız --> https://open.spotify.com/…si=qbpseccoqaqipazxr1xxgq

  • 3. zeynep bastık

    yavuz bingöl'ün bir sonraki eşi.

    öykü gürman'dan sonra, böyle oturduğu yerde gereksiz bir neşe içinde şarkı söyleyen kadınlara karşı bir psikoz oluştu bende. hepsinin yolu yavuz bingöl'e gidiyor gibi hissediyorum.

  • 4. elektrikli süpürge alacaklara altın tavsiyeler

    öncelikle elektrikli süpürgeyi kullanacağız alan, yaşınız, varsa özellikle bel rahatsızlığı gibi sorunlarınız elektrikli süpürge almakta sizin için ana etkenler olmalıdır.

    biraz teknik gidelim,
    evvela anne - babamızın evinde gördüğümüz üzerinde 2000w, 2500w yazan elektrikli süpürgeler dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi bizde de yasak. orada yazan watt süpürgenizin halıdan ne kadar çabuk sürede toz çektiğini değil, fişten ne kadar elektrik çektiğini, yani ay sonu ödeyeceğiniz faturayı belirlemektedir. bu yüzden süpürgeler en fazla 899 watt olabilir. üstünü arayarak yorulmaktan kurtulduğunuza göre devam edelim.

    olumsuzdan başlayarak gidiyorum. eğer ağır astım hastası değilseniz su bazlı (suyun içine çeken) süpürgelerden uzak durulmalıdır. bu ürünler kullanılırken genelde daha fazla ses çıkarır, daha fazla elektrik harcar ve kullanım sonrası suyunu hemen boşaltmazsanız yoğun bir koku yapar. fakat tekrarlamakta fayda var, ağır astım hastaları için ise bu ürün birebirdir. tozu tamamen emdiği için kişi direkt kullanımda sorun yaşamaz.

    toz torbalı süpürgeler:
    bu süpürgeler aslında ortalama düzeydeki markalarda bile çok iyi verim veren, ağırlıkları yine ortalama olan fakat toz torbası dolduğunda döküp yeniden kullanılamayan, yerine yenisi takılmak zorunda olan bir ürün olduğu için sizi torba masrafı ile uğraştırır, eksi yönü yalnızca torba satın almaktır. burada tüketicinin ekonomisi adına yapması gereken temel şey toz torbasını ürünün servisinden değil, bildiğimiz halk pazarlarından alması olacaktır. örneğin serviste 5li paket 40 lira ise aynı 5li paket pazarda 10 liraya satılır ve sizi yaklaşık 6 ay boyunca idare eder.

    unutmayalım, bir kısım istisnalar dışında en fazla çekim gücü veren süpürgeler bunlardır.
    (bkz: beko 2250) , (bkz: arçelik 5250)
    yukarıda yazdığım örnek modellerin kodları bazen değişir ama firmada bu iki ürün sürekli bulunur. toz torbalı tercih edilecekse ortalama 600 tl. civarı fiyatı ve 10 yıla yakın kullanım ömrü ile mutlaka tercih edilebilir.

    son olarak toz torbasız, tozu direkt hazne içine çekenler.

    bu süpürgeler sulu süpürgenin aksine astım hastası kişilerin kesinlikle uzak durması gereken modellerdir. tozu çöpe dökme esnasında toz dışarıya yayılır ve aslında sağlıklı bir kişiyi bile rahatsız eder.

    torbasız süpürge alırken dikkat edilecek hususların en başında filtre kalitesi gelir. "hepa" diye adlandırılan toz filtresi hemen motorun önüne iliştirilmiştir ve olması gereken filtre numarası "hepa 13" olanıdır.

    ikinci husus ise toz haznesidir. en az 2.7 litre civarında bir hazne seçimi sizi rahatlatır. daha küçük olanları sık sık dolduğu için her kullanım sonrası dökmekle uğraşmak yorucu olabilir. bu süpürgeler tercih edilirken ses seviyesi de bir o kadar önemli. hazne önü boş olduğu için motor, sesini dışarıya daha rahat verir. bu yüzden 70, 72 db aralığının üstüne çıkmamak sizi evde rahat ettirecektir.

    şahsi kanaatim torbasız süpürgeler içinde her yıl en çok satan marka olan philips gerçekten bu işin önderidir. hem fiyatları diğerleri gibi çok yüksek değildir, hem de özellikle maraton serisi sizi uzun yıllar memnun eder. servis ağı olarakta yaygın olduğu için olası bir problemde daha kolay muhattap bulursunuz. en azından satış noktası bile diğer markalara göre çok daha fazla.

    yok ben bu markaların dışında, gerçekten çok üst segment bir ürün arıyorum diyorsanız üzerinde yoruma çok fazla gerek olmayan o markaya bakmanız en iyi seçenektir.
    (bkz: dyson)

  • 5. intermittent fasting

    oğlum durun lan diyetisyenlik mesleğini bitireceksiniz. bu kadar çabuk yaymayın şu işi. yıllar önce keşfettiğim ve özellikle abartmadan yapılacak ketojenik ya da düşük karbonhidratlı beslenme ile birleştirilince çok rahatlıkla ideal kilo daha da önemlisi sağlığa kavuşturacak mucize.
    biraz okumayı sevenlere önerim dr. jason fung kitaplarını ve dietdoctor.com daki herşeyi okuyun çok faydalanırsınız.
    sonuç olarak üç sektör bitiyor arkadaşlar. diyetisyenlik, abur cubur ve bilimum çöp gıda ile ilaç sektörü. benim için sevindirici ancak fazla yaşatmazlar bu beslenme türünü kesin bok atarlar

  • 6. e. güleryüz'ün diyanet'i eleştirince sorgulanması

    diyaneti eleştirince karakola çekiliyorsun.
    bundan alâ faşizm mi olur?

  • 7. doğudan gelirken ankara civarında gbt yapılması

    kürt kardeşlerimizin, alınganlığın bokunu çıkarma durumudur. şu an türkiye'de gbt yapılmayan tek bir nokta var mı?
    aydın girişinden tut da, izmir çiğli'ye kadar. marmaris, çeşme vs.. her yerde...

    açık tenli ve sarışınım. arabada eşim, kayınvalidem, oğlum varken durdurup arama yapıyorlar.
    daha ne diyim..

    edit: açık tenli ve sarışın olmamı belirtmeme bazı yazarlar takılmış. işim gereği sürekli seyahatteyim. 3 saatlik ortalama bir yolda en az 2 çevirmeye takılıyorum. şehir içindekileri saymıyorum bile.
    polisin tipe baktığını hepimiz biliyoruz. bunu vurguladım.

  • 8. ikinci dünya savaşı

    evet adolf hitler büyük dehaydı.

    o kadar büyük dehaydı ki alman orduları ukrayna içlerinde sovyetler'den nefret eden ukraynalılar tarafından çiçeklerle karşılanırken ukraynalıların untermensch oldukları için katline izin verdi, einsatzgruppen ukrayna'da terör estirdi ve ukrayna halkı partizan örgütlenmeler kurup almanların başına bela oldu.

    o kadar büyük dehaydı ki stalingrad'da alman 6. ordusu kuşatmadan kurtulabilecekken olduğunuz yerde kalın diyerek koskoca 300.000 kişilik alman ordusunu telef ettirdi.

    o kadar büyük dehaydı ki almanların savunma için harcayabilecekleri son kaynakları ardenler taarruzu'nda harcadı.

    o kadar büyük dehaydı ki kuzey afrika'yı tamamen göz ardı edip sadece sembolik bir kuvvet gönderdi ve ingilizlerin sömürgeleri ile bağlantısını kesemedi. o sembolik kuvvetle bile ingilizleri duman eden erwin rommel'e rommel'in bütün ısrarlarına rağmen ne tank ne de yeterli mühimmat göndermedi. rommel'i yenen montgomery değil, ikmalsizlikti, ikmalsizligin sebebi de deha hitler'di. halbuki kuzey afrika üzerinden ortadoğu'ya girecek alman ve italyan kuvvetleri savaşın seyrini ciddi manada değiştirebilecekti, ki böyle bir durumda muhtemelen türkiye de almanların yanında savaşa girecekti.

    o kadar büyük dehaydı ki ne heinz guderian'ı ne erich von manstein'ı ne de başka bir generali dinlemeyip görevden aldı, üstüne himmler gibi vasıfsızları ordu komutanı olarak atadı.

    o kadar büyük dehaydı ki abd'ye savaş ilan etti, oysa ki abd sadece japonya ile savaş durumundaydı.

    o kadar büyük dehaydı ki 400.000 ingiliz'i dunkerque'te sıkıştırmışken ve imha edebilecekken güçlerine ağırdan almalarını emretti.

    o kadar büyük dehaydı ki moskova'ya 20 kilometre uzaklıktaki guderian'ı geri çekip ukrayna'ya gönderdi. ha hakkını verelim, bu hamleyle neredeyse 1.5 milyon rus askerini esir aldı ama moskova düşse herşey çok başka olabilirdi, belki de teslim olacaklardı. aradaki sürede ruslar moskova savunmasını güçlendirdi ve sonradan gerçekleşen moskova saldırısı başarısız oldu.

    kendisine atfedilen en büyük askeri başarı fransa harekatıdır. almanlar'ın fransa'yı ardenler üzerinden geçerek 6 haftada ele geçirmesi hitler'in planı değil, zaten birinci dünya savaşı'nda da benzer bir plan uygulanmıştı, hatta adı schlieffen planı'ydı. o planda da almanya belçika üzerinden girmişti fransa'ya. ikinci dünya savaşında erich von manstein bu planı revize ederek zırhlıları ardenler üzerinden geçirebileceğini düşündü ve bu planını hitler'e açtığında hitler tarafından büyük destek gördü, zırhlıların önemini ve manevra kabiliyetini pek anlayamamış bazı yüksek rütbeli generaller itiraz etse de hitler manstein'e güvendi. evet hitler manstein'in yanında durdu ama bu hitler'in deha olduğu anlamına gelmez, o başarıdaki asıl deha von manstein'ındır.

    anschluss, südet bölgesinin ve çekoslavakya'nın ilhakı*, rheineland'a asker çıkarılması, almanya'nın yeniden silahlanmaya başlaması gibi şeyler hitler'in askeri başarısı değil diplomatik başarısıdır, kaldı ki bu başarılarda ingiltere'nin aman ağzımızın tadı kaçmasın ali rıza bey tavrının payı büyüktür. fransa aynı dönem sürekli olarak ingiltere'yi almanya'ya savaş açmak için ikna etmeye çalışmış ama ingilizler savaşı göze alamamıştır. en son hitler'in danzig'i istemesiyle birlikte fransa ve ingiltere almanya'ya ültimatom vermiş ve polonya'ya olası bir saldırıda kendilerinin de savaşa gireceğini söylemiştir ama önceki tehdit politikalarının sonuç almasından cesaret bulan hitler "kimse danzig için dünya savaşı çıkarmaz" deyip ülkesini dünya savaşına sürüklemiştir.

    savaşın başında almanlar'ın gücü iki cephede birden savaşmak için yeterli değildi. ingiltere ve fransa çabuk davransa ve alman orduları polonyada savaşırken almanya'yı işgal etse bu savaş çok çok kısa bir sürede bitebilirdi. o dönem için sizi şöyle alalım:

    (bkz: phony war)
    (bkz: sitzkrieg)

    ben tarihçi değilim, daha ayrıntılı bilenler daha iyi analiz edeceklerdir. ama bir şeyi 6. kattan aşağı bırakınca yere düşeceği ne kadar kesinse tek adam rejimlerinin uzun vadede bu tip şeylere yol açacağı da o kadar kesindir. stalingrad faciasından sonra alman ordusunun kontrolünü tamamen ele alan bir onbaşıdan bahsediyoruz. kimse korkudan sesini çıkaramıyor, aksi bir şey söyleyemiyordu. hatalı emirlere muhalefet eden iyi generaller de geri plana atılıyor ve pasifize ediliyordu. bu da başarısızlık getirdi. iki kere iki kadar açık. istersen iq'su 300 olsun, güç yozlaştırır, kör eder, en basit şeyleri göremez hale getirir. öyle olduğunu ülkece görüyoruz.

    hitler olsa olsa politik dehadır, manipülasyon dehasıdır, halkı kontrol etmeyi iyi becermistir. geri kalan her konuda muadilleri gibi boktur, ittir, bir an önce ölmesi istenendir.

    edit: bir mesaj gelmiş ve entryde genelde eğer öyle olsaydı şöyle olurdu gibi what if bir yaklaşım olduğunu söylemiş. ona özelden cevap vermek yerine buradan yazmak istedim aynı şekilde düşünen başkaları da olabilir diye. bahsi geçen tarzda bir değerlendirmeyi iki yerde yaptım, ilkini türkiye'nin axis safında savaşa girmesi üzerine yaptım ama bu pek hayal ürünü ya da what if değil, o zamanlar türkiye'nin almanya'nın yanında savaşa girmek için fırsat kolladığı bilinen bir şey. stalingrad'da alman zaferi gelse türkiye savaşa girecekti. ortadoğu'daki bir alman başarısı da aynı mekanizmayı tetikleyebilirdi gayet.

    ikincisi ise ingilizler ve fransızlar almanlar polonya'da savaşırken almanları batıdan vursa savaş daha kısa sürede bitebilirdi dediğim yer. bu da pek what if kapsamına girmiyor çünkü rakamlar belli. 1939'da almanlar iki cephede 3 farklı devlete karşı savasabilecek güçte değildi.

    https://www.quora.com/…-powerful-militaries-in-1939

    şurada rakamlar var.

    bir edit daha: yahu sabahtan beridir hitler diyoruz, sözlüğün gelmiş geçmiş en iyi entrylerinden birini vermemisiz:

    (bkz: #56576191)

  • 9. tayyip erdoğan'ın alkole fahiş zam yapması

    sol frame'de ekrem imamoğlu ve mansur yavaş için oluşturulan algıya bakınca bundan sonra başlıkların böyle açılması gerektiğine kanaat getirerek başlığını açtığım durumdur.

    durumu izaha da gerek yoktur.
    1 aralık 2002'de 8,25 tl olan 70'lik yeni rakı bugün 153 tl'dir.

    sizler de mesela benzer başlıklar açabilirsiniz, şöyle ki:

    (bkz: tayyip erdoğan'ın mtv'ye fahiş zam yapması)
    (bkz: tayyip erdoğan'ın sigaraya fahiş zam yapması)
    (bkz: tayyip erdoğan'ın doğalgaza fahiş zam yapması)
    (bkz: tayyip erdoğan'ın elektriğe fahiş zam yapması)
    (bkz: tayyip erdoğan'ın akaryakıta fahiş zam yapması)

  • 10. lübnan cumhurbaşkanının osmanlı'ya hakaret tweet'i

    hani osmanlı'yı çok yüceltmeyin eyvallah bir devirdi kapandı gitti ama böylesine yalan şekilde gömmek de ayıptır, suçtur. şimdi öncelikle sir edmund allenby'e bakmak lazım. kendisi, britanya imparatorluğu'nun en donanımlı lordlarındandır ve mısır komiseridir, yani filistin ve sina cephesi komutanıdır. bu adam, sina çölünün şarkına sarkmaya henüz başlamışken bugünkü lübnan topraklarını çoktan kaynatmıştı. ticari engeller, vaadler, sözler ve para, arapların en büyük cezbedicisiydi.

    beyrut, devamında arap isyanına fiilen de katılacaktı. bu arada o acındırıcı entryler cidden gülünç. neymiş osmanlı 20.000 lübnan arabını cepheye göndermiş, hiçbiri dönmemiş. şimdi osmanlı arşivlerinde askere alım adı ile tutulan kayıtlarda, lübnan'dan katılan asker sayısı bu değildir*. kaldı ki beyrut'tan harbe katılanların da çoğunluğu türk'tür. lübnan savaş sırasında ihanet olan arap isyanı'na fiilen destek de vermiştir.

    lawrence'ın arapları, akabe'de bekledikleri, söz verilen ganimeti bulamadıklarında beyrut'a girişlerinde yağma yapmışlardır. beyrut'a zarar veren yine araplardır, türkler değil. cemal paşa'nın, suriye'de iken özellikle demiryolu sabotajları nedeniyle diğer bölgelerle bağı neredeyse kesilmişti, yani beyrut'a ordu gönderip şehrin "anasını" sikecek bir konumda değildi. megiddo-nablus'taki ordular zaten çakılı kımıldayamaz haldeydi çünkü britanya tehdidi kocamandı. ingiliz ordusu sina'yı aşıp şimale yöneldiğinde, beyrut limanları itilaf kuvvetlerince çoktan ablukaya alınmıştı. şehirdeki ölümlerin sebebi, kıtlıktı. hatta yamyamlık söylentileri bile vardı. atıp tutuyorsunuz ama biraz araştırın herkes mazlum, herkes naif, herkes mağdur, herkes ağlıyor anasını sattığımın orta doğusunda. bir tek türk suçlu değil mi? babamın dedesinin üç kardeşi orta doğu çöllerinde yağma için şehit oldu, koca ordunun neredeyse yarısı, çöllerde kendi kendine, arap'a acı çektirmek için şehit düştü değil mi? geçiniz baylar, kaç türk genci o çöllerde vefat etti haberiniz yok ama iki dram hikayesi ve gözyaşı ile koca milleti suçlamak ayıptır.

  • 11. eljif elmas

    juventus maçında 74. dakikada oyuna giren ve oyuna girdikten 6 dakika sonra napoli 3-3lük beraberliği yakaladığı halde takımı batırdığı iddia edilen futbolcu. kolubaily kendi kalesine jeneriklik bir gol atmasa napoli 3-0dan 3-3lük bir skorla ayrılacaktı. ancelotti 3-2 geride olduğu maçta kurtarıcı olarak oyuna eljifi alacak kadar güveniyor ama 16 milyon euro’nun acısını çıkaramayanlar bu başlıkta ağlıyor. bu arada eljif oyunda değilken juventus 3-0 yapmıştı. eljifin takımı batırması için önce takımın çok güzel performans göstermesi gerekir.

    hadi canım falcaonuz da geldi gidin şu başlıktan artık.

  • 12. ismet özel

    yaklaşık 6 ay önceki hastalığından sonra ilk kez bugün derneğinin panelinde görebildiğimiz şair. daha yapılacak çok iş var! evet, link

  • 13. murat kosova

    sırbistan milli takımında abd'de olmayan bir kadro genişliği var dememiş olan spiker.

    sırbistan mili takımında abd'ye göre daha fazla pozisyon çeşitliliği var dedi, yani gard pozisyonunda 6 iyi basketbolcu, pivotta 1 iyi basketbolcu yerine her pozisyonda 2-3 iyi basketbolcusu var anlamı taşır.

  • 14. iz bırakan kitap cümleleri

    “insan bir et parçası olarak geldiği şu dünyadan mezarlık gübresi olarak mı gidecek? bütün sevinçler ve üzüntüler birer abartı mıydı? hiç manevra kabiliyeti yok mudur insanın? şu morgda yatan zavallı mesela. doğmayı o seçmemişti. ölmeyi de istemedi. iteklenerek girdi bir kapıdan, kıçına bir tekme yiyerek bir başka kapıdan dışarı çıktı şimdi. iki kapı arasında geçen zaman onun eseri olabilir mi? başını ve sonunu seçmediği yaşamını farklı ve özel yapabilecek ne kaldı geriye? rolex marka saati mi? kokmuş çoraplarını bile çıkardılar. ölüm ne acayip ülke, yolcuların kredi kartları ve iç çamaşırları gümrüğe takılıyor.”

    jean-paul sartre
    varlık ve hiçlik

  • 15. islam slimani

    2 haftada 2 gol. gerçek islam bu değil.

  • 16. yaşar ipek

    özellikle ünlülerden kim kandil, cuma vs muhabbeti yapıyorsa ona karşı ön yargılı oluyorum. bknz. ceceli, gülben vs.
    bu adamın da instagramında böyle paylaşımları var. fakat son paylaşımında yazdığına göre allah’ı yukarda sanıyor. magazine verdiği röportajın bir yerinde ‘ben allah’a şirk koşmaktan korkmam’ diye bir sürçmesi var ki freud okuyanlar bunu anlar. bir de annesini kaçırdığını söylediği türkücüden, öyle bir şey olmadığı üzerine özür dilemiş. ama o videoda allah şahidim diyor. tehditleri ve küfürleri zaten herkesçe malum oldu.
    dindar biri değilim ama dindarlık taslayanlara özellikle dikkat ediyorum. çünkü en büyük sahtekarlık buradan dönüyor.
    mitokondri olayında da haberi olmadan böyle bir şey yapılması mümkün değil ki zaten bile isteye birlikte gitmişler kıbrıs’a da. seren bunun uyuşturucu mevzusuna çomak soktuğu için gümlediler. bence daha fazla açıklama yapıp kendini iyice batırmaması gereken kişi.

  • 17. atatürk'ün bildiği yabancı diller

    ataturk dusmani degilim, iki ustteki entariyi duzeltmek icin yaziyorum.

    osmanli turkcesi isimli bir dil hic olmadi, bildigimiz turkceyi turk alfabesindeki sesleri cikararak konusuyorlardi, sadece yazarken arap alfabesini kullaniyorlardi.

    selanik, ataturk'un dogup buyudugu yillarda yuzde yuz bir turk sehriydi ve tamamen turkce konusulurdu.

    bulgarista'nin baskenti sofya'da o donemde yogun turkce konusulan bir sehirdi. kaldi ki bu gun bile bulgaristanin her sehrinde turkce konusan insanlar bulabilirsiniz.

    tedavi icin gittigi almanya'da kaldigi sure icinde almanca dersleri almaya basladigi ve almancanin, ozellikle belli bir yastan sonra ogrenilmesi son derece zor bir dil olmasi sebebyle pes ettigi ve dersleri kendigi istegiyle sonlandirdigi bilinmektedir.

    ingilizce, o yillarda dunyanin lingua franca'si olmadigi icin ne avrupa'da ne de osmanli topraginda kimsenin ogrenmeye caba sarf ettigi bir dil degil.

    fransizca, genc yasta egtimini aldigi okuyup, yazabildigi ve konusabildigi dil.

    japonca konusunu yeni duydum ancak koniciva diyecek kadar benim de japoncam var. bu japonca bildigimi iddia etmem icin yeterli degil. sanirim ataturk icin de ayni sey gecerli.

    rusca ve latince dilleri konusunda da uyduruk ve temelsiz fikirlerini sallamaya devam eden troll kardesimiz "muhtemelen" kelimesini iki kez kullanarak konuyu bilmedigini ve uydurdugunu zaten kendisi de belirtmis.

    gelelim ataturk'u seven ya da sevmeyen troll kardesimizin yaptigi hataya. motivasyonun ister yuceltmek ister kendince karikaturize etmek, gercekle ilgisini koparmak olsun, ataturk'un senin uyduruk, yalan ve yanlislarla dolu destegine ihtiyaci yoktur. bir, iki dili eksik ya da fazla bilmek ataturk'un degerinden hic bir sey kaybettirmez. cok sevdigin icin bu aptalca seyleri yazarak sukran gostermek istiyorsan yapma, hayatini oku dogrusunu ogren yeter. kucuk aklinla dalga gecmek pesindeysen o mesele senin boyunu asar rezil olursun, yapma.

    edit : bazi andavallar ''selanik yuzde yuz turk sehriydi'' sozume takilmislar. mulki idaresinin turk oldugu toprak turk topragidir. bin sekiz yuzlu yillarda istanbulda yogun rum (rumeli kokenli), ermeni ve yahudi nufus vardi, nufusun tamami turk olmadigi icin istanbul'a yuzde yuz turk sehridir diyemeyecek miyiz? bahsi gecen yillarda selanikte bulunandan cok fazla sayida yabanci okul da istanbulda bulunmakta idi. ayrica selanik topraklari kaybedildiginde turk nufusun durumuna baksinlar. selanigin ne sekilde savasmadan teslim edildigini de bir arastirsinlar.

    edit : https://www.turk.org.au/ataturk-kac-dil-biliyordu/

    yukaridaki linkte de ataturk'un yedi dil bildigi iddia edilmis. imparatorlugun yikilisina kanli canli sahit olan, omru savaslarla gecmis, cebinde bes parasi olmayan, annesine ''evdeki kilimleri satin cunku bu ay size para gonderemeyecegim'' diye mesaj gonderen idealist bir askerin o calkantili donemde yedi dil ogrenecek vakti ve imkanlari yarattigini dusunmek enayiliktir. ama siz derseniz ki, telefonuna indirdigi aplikasyonlardan geceleri yabanci dil calisiyordu, amazondan verdigi kitap siparisleri cepheye ayagina kadar gidiyordu...

  • 18. galatasaray

    sene 2006.

    "rakiplerinin aksine" 100. yılında şampiyon olamamış, üstüne ezeli rakibi 2 sene üst üste şampiyon olup hegemonya kurmaya yaklaşmışken hasan kabze'nin 90'daki füzesiyle son haftaya umutla giriyor. rakibine o sezon iki maçta da yenilmesine rağmen 4 "türk" forvetinin yanında asist kralı hasan şaş ile 83 puanla 4 sene sonra şampiyon oluyor.

    bu 4 senelik arada cimbomun gizli güçleri napıyor bilinmiyor.

    sene 2008.

    30. hafta trabzonspor'u, 32. hafta şampiyonlar liginde çeyrek final oynamış fenerbahçe'yi, 33. hafta şampiyonluğun diğer adayı sivasspor'u deplasmanda 5'leyerek yeniyor.

    yine şampiyon oluyor.

    sene 2012.

    4 senelik bir ara daha. bursaspor'un bile şampiyon olduğu ligde nedense gizli güçler galatasaray'ı bu 4 senelik arada "yine" yalnız bırakıyor.

    sonra fatih terim'in gelişiyle gizli güçler derhal devreye giriyor ve cimboma bir şeyler oluyor!

    emre çolak ve engin baytar'ın ilk 11 çıktığı sezon 9 maçlık galibiyet serisinin yanında 9 puan fark atıyor. 12 derbi maçında bir kez yeniliyor ki o yenildiği maçta da 29 şut çekiyor.

    federasyon başkanı yıldırım demirören oluyor.

    sene 2013.

    ilk yarıyı 33 gibi vasat bir puanla lider bitiriyor. gizli güçler allem edip kallem edip cimbomu liderlikten indirmiyor. fatih terim 8 maç ceza yiyor.

    içerde beşiktaşı, feneri, trabzon'u yeniyor. ama kesin bir şeyler dönüyor bu doğru olamaz. 2-0'dan maç çeviriyor, "federasyonun yardımıyla" drogba ve sneijder ile şampiyonlar liginde yarı finalin kapısından dönüyor.

    yine şampiyon oluyor.

    sene 2015.

    bir sezonluk mancini arası. sezona prandelli ile başlıyor. 90'da sneijder federasyonun özel izniyle bir değil iki füze yolluyor. prandelli gidiyor, hamza geliyor. muslera türk futbol tarihinin gördüğü en iyi kalecilik performansını gösteriyor.

    kasımpaşa maçı 2-0'dan çevriliyor. kuyt 81'de atıyor, beşiktaş 3 maç üst üste puan kaybedince cimbom başa geçiyor. (tabii ki de gizli güçler!)

    son 6 hafta cimbom gol yemezken muslera devleşiyor, yasin diye bir çocuk beşiktaşın defansını yerlerde süründürüyor. sene 3 kupayla bitiyor. teşekkürler demirören, teşekkürler türkiye.

    sene 2018.

    iki senelik ara. bu arada şenol güneş ile berbat futbol oynayan ve şampiyonlar liginde 2 sezonda 0 çeken beşiktaş, gizli güçler sayesinde şampiyonluğa yürüyor. mario gomez, talisca, atiba, fabri gibi beş para etmez futbolcularla nasıl şampiyon oluyorlar bir düşünmek gerek...

    neyse bu böyle gider. kısacası her şampiyonluğu bir hikayenin parçasıdır. şampiyon olmuşluğu kadar olmamışlığı da vardır. taraftarı ve yönetimi bunun bilincindedir ve bunun için de rakiplerinden çok ötede bir konumdadır.

    ülkenin en büyük finans ve gündem mekanizmalarından biri olan futbolda tek başına hakimiyet kurma şansı yüzde 1 bile olsa onu kovalamaktadır. onun bunun yardımıyla değil bileğinin hakkıyla başarılarını kazanmıştır.

    vizyonunun, duruşunun ve evet seksiliğinin meyvesini son 30 yılda almaya başlamış ve almaya devam edecektir.

    sene 2019.

    nihat özdemir federasyon başkanı olmuştur.

    başı dik yürür.

  • 19. canı istemiyorsa telefona yanıt vermeyen insan

    canı istemiyorsa ıspanak yemeyen insan savunma yapmak zorunda değil.

    canı istemiyorsa ruj sürmeyen insan savunma yapmak zorunda değil.

    öte yandan canı istemiyorsa işe gitmeyen insan hesap vermek zorunda. kime? patronuna. çünkü bir iş akdi imzalamış.

    canı istemiyorsa kira ödemeyen insan savunma yapmak zorunda. kime? mülk sahibine. çünkü bir sözleşme imzalamış.

    canı istemiyorsa borcunu ödemeyen insan da hesap vermek zorunda, çünkü sözlü bir anlaşma yapmış.

    bu siktiğimin telefonunu alırken her çaldığında açacağıma namusum üzerine söz veririm falan diye bi sözleşme mi imzalamış bu insan acaba ki, bunun için açıklama yapmak zorunda kalıyor. değişik. ben telefon alırken sadece para istemişlerdi.

  • 20. vergeetboek

    türkçeye unutmanın kitabı adıyla çevrilen douwe draaisma kitabı.
    draaisma kitaplarından daima bir edebiyat lezzeti aldığım için de çok sevdiğim bir yazar. üstelik ilgilendiğim sahada* çalışıyor.

    onun da dediği gibi dünyada bir "hatırlama sanatı" (ars memoriae) varken bir "unutma sanatı" (ars oblivions) yok. bu da kitabı nadir bir çalışma yapıyor. unutmayla ilgili aklınıza gelen pek çok sorunun cevabını örnekleriyle birlikte veriyor. örneğin kriptomneziyle ilgili öğrendiklerim içime biraz olsun su serpti, "şu şundan çalmış" demeden önce bu ihtimali de göz önünde bulundurmak lazım.

    her kitabında olduğu gibi bu kitapta da psikoloji tarihinden kafaya balyoz gibi inen sahneler var. "esterhazy ailesinin belleği"yle başlayıp "ölü portreleri"yle devam eden bölüm böyle. fotoğrafın öncülleri olan sistemleri ve bunların çıkış noktalarını derinlikle ele almış. özellikle fransız ihtilali sonrasında idam edilenler ve onlardan geriye kalanlarla ilgili kısım tüyler ürpertici.

    henry molaison veya nöroloji âleminde bilinen kısaltmasıyla "h.m."nin hikâyesi çok ilginç. epilepsi hastası zavallı adama "lobotomi" ameliyatı yapıldıktan sonra hayatı kayıyor. hafızası ameliyatı olduğu 1953 yılına takılı kalıyor. daha neler neler...

    yalnız, kapakta yazarın adını mesajınız var yeşili zemin üzerine kırmızıyla yazan yky'nin renk körlerine veya benim gibi astigmatlara bir mesaj vermeye çalıştığını sanıyorum! kitaptaki bolca imla hataları içinse buradan editöre selam ediyorum.

    --alıntı--
    "anılar insanı nadiren teselli eder. çünkü onlar bir zamanlar yaşanan şeylerin bir daha asla öyle olmayacağını hatırlatır bize." bir zamanlar titizlikle korunan anılar artık acı vermektedir. (251)
    --alıntı--

  • 21. sadun boro

    1965-1968 yılları arasında 10,5 metrelik kısmet adlı teknesiyle dünya turu yapması ile tanınan, amatör türk denizciliğinin en ünlü ismi. kendisinden sonra gelen türk denizcilerinin piri.

    1960'ların şartlarında, ne gps, ne gelişmiş navigasyon, ne otopilot, ne o ne bu olmayan şartlarda, küçük bir tekne ile okyanusları aşıp dünya turu atmak her babayiğidin harcı değildi elbette. türkiye'de böylesi bir turu ilk tamamlayan olması bir yana, dünyada da adı anılan, bilinen öncü isimler arasındadır.

    dünyayı gezerken, bir yandan kaleme aldığı anılarının, gezisine sponsor olan hürriyet gazetesinde peyder pey yayınlanması ile dünyanın, hele hele pasifik adalarının bilmem nerelerin hiç bilinmediği o yıllarda çok büyük ilgi görmüş, türkiye'ye dönüşünde milli kahraman gibi karşılanmıştır.

    bir de tabi kendisinden sonra dünya turu yapmış -istisnasız- tüm türk denizcilere ilham kaynağı olmuş olması durumu vardır. gidip onunla konuşmadan, önerilerini ve hatta icazetini almadan bu işlere kalkışan ve onun pupa yelken'ini okumadan dünya turu hayaline kapılan olmamıştır. denizle falan hiç alakası olmasa bile, o kitabı okuyup kendi teknesine sahip olma ve uzaklara açılma hayaline kapılmayan var mıdır? hiç zannetmiyorum.

    2011 yılında, eşi oda ve 70'lerde yaptıkları ve abd'ye gidip geldikleri ikinci atlantik seferleri esnasında ölen kedileri miço'nun da yer aldığı büyük bir heykeli kadıköy belediyesi tarafından kalamış'a dikilmiştir. bu heykelde diğer dünya turunu tamamlamış türk denizcilerin de isimleri ve rölyefleri yer alır. yenileri için de bol bol yer vardır.

    bizde ölmeden değeri bilinen adam azdır malum. sadun boro bu değeri layığıyla yaşamında görmüştür. bunda denizcilerin vefası ve dünyaya, karadakilerden daha farklı bakmalarının etkisi vardır muhakkak.

    sadece denizciler için değil, türkiye için hakikaten çok önemli bir isimdir. hayatını denizlere adamış, bu memleketin yetiştirdiği hakiki değerlerden birisidir sadun boro. böyle isimler hiç ölmez.

    bir de yaşamındaki en büyük isteğini yerine getirebilir, o dünya güzeli koylarımızı betonlaşmadan, saçma sapan inşaatlardan ve bitmek bilmeyen kirlenmelerden koruyabilirsek, işte o zaman neptün'e hakkını verip kadehimizi martılara doğru kaldırırken keyifle diyeceğiz ki "çok yaşa sadun ağabey".

  • 22. gülben ergen

    emine bulut gibi nice kadınlar bu ülkede kocası tarafından kanıtlı destekli ağır ölüm tehditleri alırken, magazinde sadece kendisi hakkında konuştuğu için(bakın tehdit küfür hakaret asla yok. konuşmayı dinledim seren sadece "yemin ederim ki onu görmedim çok üzgünüm." diyor.) bir kadını hapse attıran kişi. demet akalın'la da tanıştırmış aynı savcıyı. ece erken çok güzel anlatmıştı kendi programında. bu ülkede gerçekten şiddet gören kadınlar var. ama yasak gele gele ece erkene, seren serengil'e geliyor. ece erken savcının adını da söylüyor.
    ha magazinsel kişilikleri de pek sevmem o da ayrı.
    unutmayın ki ona hiç bir şey olmaz kişisidir.

  • 23. atatürk posterini indirmeyen trabzonlu

    trabzonlu ali sait yılmaz, yaklaşık 20 yıldır yenimahalle incirlik camii yaşatma derneği başkanlığı yapıyor.

    her milli bayramda camiye türk bayrağı astıklarını söyleyen yılmaz, 29 ağustos akşamı zafer bayramı için cami duvarına atatürk posteri de astı. ama 30 ağustos sabahı yılmaz'a müftülükten “o resmi kaldırın” telefonu geldi.

    iki kez arandığını anlatan yılmaz, “indirmiyorum” dedi, 30 ağustos boyunca bayrak ve atatürk posteri cami duvarında asılı kaldı. yılmaz, olayı şöyle aktardı:

    “atatürk bayrağımız bugüne kadar yoktu. bir arkadaşımdan 30 ağustos için ödünç aldım. 30 ağustos'ta önce cami imamını aramışlar. sonra ben il müftülüğü'nün telefonundan arandım. müdür olduğunu söyleyen kişi ‘o resmi kaldır' dedi. ‘hangi resmi?' diye sordum. atatürk denilmedi, ismini dahi söylemediler. ben de ‘kaldırmam' dedim. saat 19.00 gibi trabzon müftü yardımcısı olduğunu söyleyen bir kişi, özel cep telefonundan aradı. ‘o resmi kaldırın. bayrak dursun orada. yola asın o resmi de' dedi. ‘neden?' diye sordum. ‘bayrak bizim simgemiz' dedi. ‘atatürk bizim kurtarıcımız, cumhuriyet'in kurtarıcısı' dedim. bana ‘terbiyesizlik yapma' dedi.”

    kaynak~

  • 24. spotify

    platform içerisinde neler döndüğünü şu yazıdan okuyabileceğiniz müzik dinleme platformu.

  • 25. geceye bir belgesel öner

    ilk olarak ömrümün sonuna kadar her yerde öveceğim, herkese önereceğim bir belgesel;

    dear zachary a letter to a son about his father: sevgilisi tarafından öldürülen bir adamın çocukluk arkadaşının o adam için çektiği bir belgesel. üstelik öldürüldüğünde kız arkadaşı ondan hamile olduğu için bir bakıma aslında arkadaşının oğlu için yapmış. beni en fazla etkileyen belgesel. izlemek istiyorsanız asla ama asla internetten bir araştırma yapmayın.

    https://www.youtube.com/watch?v=dzxatzq1kzg

    (bkz: genel)

    - three identical strangers: izlediğim en enteresan ve en etkileyici belgesellerden biri. tüylerim diken diken izlemiştim. röportaj yapılan gazetecilerden biri olayı öğrendikten ve olayı deştikten sonra "hikaye şaşırtıcı olmaktan çıkıp inanılmaz hale geldi." diyor. gerçekten de öyle. doğduktan sonra farklı farklı ailelere verilen üçüzlerin tamamen tesadüfen birbirlerini bulma hikayelerini anlatılıyor. olay bu kadarla sınırlı değil. bu üç kardeşin farklı ailelere verilerek aslında bir deneyin içinde olduğu anlaşılıyor. film gibi belgesel. muhteşem. bunların dışında belgeselin kurgusu da mükemmel.

    https://www.youtube.com/watch?v=c-of0oak3o0

    filmdeki çalışmanın şu an erişilemeyen arşivleri;

    https://archives.yale.edu/…tories/12/resources/3434

    - the mask you live in: erkeklerin çocukluklarından itibaren toplum tarafından erkeklik maskesi takmak zorunda olmalarının hikayesi. röportajlar falan çok etkileyici gerçekten. erkekliği takıntı haline getirmiş red pill'cilerin, mgtow'cuların ve radikal feministlerin izlemesi gerektiğini düşünüyorum.

    https://www.youtube.com/watch?v=hc45-pthmxo

    (bkz: spor)

    - losers: her biri yaklaşık yarım saatlik altı bölümden oluşan netflix belgeseli. en sevdiğim bölüm ligde kalma mücadelesi veren futbol takımıydı. ahahaha. anlatıcıların da kendileriyle dalga geçerek anlatması müthişti. adamlar bana 271 gol yemiş ama hiç atamamış takımı hatırlattı.

    belgesel serisi adından da anlaşıldığı üzere sporla uğraşan ama şampiyon olamayanlarla ilgili. çok güzel gerçekten.

    https://www.youtube.com/watch?v=909qosdbalu

    - basketball or nothing: kızılderili yerlilerinin yaşadığı chinle kasabasının lise basketbol takımının bir sezonluk hikayesi.

    https://www.youtube.com/watch?v=sfnelev2lnk

    (bkz: sinema)

    - hayao miyazaki ile 10 yıl: ponyo filminin yapım aşamasından itibaren rüzgar yükseliyor filminin de anlatıldığı, miyazaki'nin 10 yılını kapsayan geniş bir belgesel. çalışanları ile arasındaki ilişkisi, oğluna davranışları, filmlerine bakış açısı çok güzel yansıtılmış.

    belgeselin tamamı şu adresten izlenebilir;

    https://www3.nhk.or.jp/…aomiyazaki/?type=tvepisode&

    - stanley kubrick's boxes: kubrick öldükten sonra, evinde bulunan ve yaptığı filmler için toparladığı/araştırdığı belgelerin üzerinden kubrick'in sinema anlayışının anlatıldığı belgesel.

    belgeselin tamamı;

    https://vimeo.com/322890808

    - bana bir film anlat: nuri bilge ceylan'ın bir zamanlar anadolu'da filminin konuşulduğu, belgesel diyemeyeceğim ama gerçekten kaliteli bir söyleşi. kendi yaşadığı bir anıdan yola çıkılarak yazılmış olan filmin senaristi ve oyuncusu ercan kesal'la yapılan bir sohbet diyebiliriz. ayrıca ercan kesal'ın bu filmin senaryo süresini anlattığı evvel zaman kitabı da çok güzel.

    https://www.youtube.com/watch?v=n3thhz-4byi

    bir de yine nuri bilge ceylan'ın ahlat ağacı filminin kamera arkası belgeseli vimeo üzerinden yayınlandı. ücretli. izlemedim ama iyi olduğunu tahmin edebiliyorum. en kısa zamanda da izleyeceğim. satın alma ücreti biraz pahalı. bir zamanlar anadolu'da için verirdim, ama ahlat ağacı için kiralayacağım. hayat pahalı.

    https://vimeo.com/…/makingofwildpeartree1/327476534

    (bkz: sanat)

    - fake or fortune: sanat eserlerinin sahte mi gerçek mi olduğunun anlatıldığı bbc'nin belgesel serisi. yeni sanatçılar tanımak açısından ufuk açıcı. diğer yandan da insana sanat eseri nedir kavramını düşündürüyor. o eseri kıymetli yapan şeyin günümüz dünyasında para olduğunu görmek insana bazı şeyleri sorgulatıyor gerçekten.

    https://www.youtube.com/watch?v=cz5k9a4xxhs

    - cutie and the boxer: amerika'da yaşayan 40 yıldır evli olan sanatçı japon bir çiftin sanata bakışının anlatıldığı belgesel. her ikisi de sanatçı. ama her ikisinin de sanata bakış açıları, sanatlarını sergileme biçimleri, planları çok farklı. çok tatlılar gerçekten.

    https://www.youtube.com/watch?v=yxs6aby5aug

    (bkz: müzik)

    - söz ve müzik 90'lar: türk pop'unun 90'ların başından sonuna kadar gerçekten ayrıntılı bir şekilde anlatıldığı çok güzel bir belgesel.

    https://www.youtube.com/watch?v=z85wobu6uxk

    - şarkılar seni söyler: bülent ortaçgil hakkında mini belgesel. 10 dakika. insan ister istemez, izlerken durdurup bülent ortaçgil şarkılarını defalarca dinlemeye başlıyor. belgeselde benimle oynar mısın albümünün tirajının bin olduğunu öğrenmek şok etmişti beni.

    https://www.youtube.com/watch?v=4rol7im45-w

  • 26. radamel falcao garcia

    3. dünya ülkesi muhabbeti yapanlar siktirsin gitsin 2. dünya ülkelerine

    adama saldırma yok, linç yok, izdiham yok. adam çıkmış yüksek yere taraftarı coşturuyor, coşuyor. kendi rahatsız değil, taraftar rahatsız değil gayet eğlenceli geçiyor. hatta ilk defa eğlenceli bir karşılama görüyorum.

    bu tür olaylar ülkeden soğutmaz aksine sempatiyi arttırır, başka futbolcuların daha kolay tercih etmesini sağlar, turistlere bak biz adam yemiyoruz, vahşi insanlar değiliz de der.

  • 27. kurutulmuş et

    kendi mezenizi çantanızda taşımak istiyorsanız reçetesini verelim.

    1 kg bonfile etimizi once yag ve sinirlerinden bicak yardimiyla temizliyoruz, temizlerken etin parcalanip dagilmamasina butun bir et parcasi halinde kalmasina dikkat ediyoruz, temizledigimiz etimizin dışımı tuzladıktan ve bir tülbente sardıktan sonra +4 derece dolaba koyuyoruz, etimizin suyunu cikarmasi icin yaklasik 20 kg lik hijyenik bir ağırlığı etmizin uzerine koyarak etimizi bastiriyoruz, 24 saat bekletiyoruz.

    100 gr karabiber 100 gr taze cekilmis kisnis 50 gr tuz 30 gr kimyondan bir baharat karisimi hazirliyoruz, 24 saat bastirilan etimizi dolaptan cikartiyoruz, hazırladığımız baharat karisimiyla etin tamamini bosluk kalmayacak sekilde kapliyoruz, kapladigimiz eti strece alip etle hava temas etmeyecek sekilde etimizi sikica strecle 10-15 tur sariyoruz, etimizi tekrar +4 derece dolaba alip 24 saat bekletiyoruz, bu islemi de tamamladiktan sonra etimizi kapladigimiz strecten çıkarıyoruz, tül yada tulbent gibi ince hava gecirgenligi yuksek bir bezle etimizi bir tur sararak rüzgar alan ve hava sicakligi yuksek olan bir yere asarak kurumaya alıyoruz, etimizi ara ara kontrol ediyoruz, ilk 30 saatte kuruma gozlemlenmezse firinimizi 50 derecede calistirip etimizi 2 saat firinda kurutup tekrar doğal kuruma ortamina aliyoruz, hava sicakligi ve nem oranina bagli olarak yaklasik 7 ila 10 gun arasında etimiz yeterince kurumus olacaktır.

    bu eti makarnalarda, salatalarda ve bira tabağında kullanabilirsiniz. canınız isterse tereyağında da soteleyebilirsiniz.

    artık etinizi kurutmayı biliyorsunuz.

  • 28. ikna

    patates, avrupa kıtası'na ilk geldiğinde, açlıkla mücadele eden ve kolay yetişen ve pişirilen patatesi sevinçle karşılayan irlanda dışında, çiftçinin direnciyle karşılanmış.

    almanya'da 2. frederick ve rusya'da çariçe katerina halkı ekime zorlamak durumunda kalmış. fransa'da 16. louis ise farklı bir strateji izlemiş.

    patatesin besin değeri yüksek olduğu için yaygın şekilde ekilmesini öneren eczacı parmentier'i dinleyen kral, marie antoinette'in saçına, kendisinin ise yakasına patates çiçeği takmaya başlamış. bu davranış hızla soylular arasında moda olmuş.

    daha sonra kraliyet arazisine patates ektirip sonrasında başına en seçkin muhafızlarını dikmiş. bu halkta büyük merak uyandırmış. muhafızlar geceyarısı araziden ayrılmaları yönünde emir aldığı için halk gece gelip patatesleri çalıp arazilerine ekmeye başlamış.

    birini bir şeye ikna etmenin yolu nadiren çatışmadan ya da tartışmadan geçiyor.
    ülkenin kralı bile olsanız, o şey halk için faydalı bile olsa, bir eylemi zorla yaptırmak her zaman sıkıntılı bir süreç oluyor.
    bir insanı bir şeye ikna etmenin belki tek yolu var, karşıdakine bu şeyi istediğini düşündürmek.

    * bunu salt kendi ajandanız için yapmaya zihinsel manipülasyon deniyor. kötü niyetle kullanmayınız. soğuk içiniz.

  • 29. türkçe dil bilgisi takıntısı olan ruh hastaları

    ülkede iyi şeyleri eleştirmeye meraklı bir güruh var. kendilerinde olmayan veya eksik olan özelliklerinden rahatsız olmalarından dolayı, bu özelliklere sahip olanları eleştiren bir güruh. bunun diğer örneği kitap okuyan insanlardan rahatsız olanlardır.

    edit: özellikle eklemek istediğim bir şey var. milliyetçi geçinen insanlarda çok görüyorum dil bilgisi hatalarını. adam milletini, ırkını, bayrağını çok seviyor ama diline gelince "önemli değil yea" moduna giriyor. dilini doğru kullanmayı bilmiyor ve öğrenmesi zor geliyor. bayrağı, milleti sevmek kolaydır ama, bunun için çaba gerekmez çünkü.

  • 30. arçelik tiryaki'nin alev alması

    makineyle ilgili değil elektrik tesisatıyla ilgili bir durumdur. aksi halde makine içeriden alev alır. prizden alev aldığına göre binanın elektrik tesisatı makinenin çalıştığı gücü kaldıramayıp ısınmış.

    eski binaların elektrik tesisatlarında daha ince teller kullanıldığı ve topraklama olmadığı için bazen günümüz şartları için tasarlanmış cihazları çalıştırırken sorun çıkabiliyor. benzer bir olayı elektrikli kaloriferle yaşamıştım. bilhassa ısıtıcı özelliği olan aletler yüksek akım çeker. bu da ince kablolarda ısınmaya ve alev almaya yol açar. prizin alev almasına rağmen sigorta otomatik atmadıysa zaten o ev devamlı surette bir yangın tehlikesiyle karşı karşıyadır. konut sigortasının bu durumu karşılamaması da şaşılacak bir şey değildir.

    hep bir ağızdan "arçelik hölö hölö hölö" yapmadan önce bir araştırın.

    edit: mesajla küfreden herkese selamlar. şuna kâni oldum ki mesajlar fasilitesinde "yolla" butonunun yanına bir de "umurumda değilsin" butonunun konması elzem. sözlük yönetimini göreve çağırıyorum. cahil olmadığını iddia edip daha tanımadığı insanla iletişim kurma temellerinden bile yoksun at ağızlılara vermediğim cevapları üşenmeyip buraya yazacağım ki hem bilgilenin hem de mesaj atıp kafa sikmeyin.

    evvela arçelik'te çalışmıyorum. çalışsaydım muhtemelen işimden ve maaşımdan memnun olmaz, gelip burada çalıştığım şirketi savunmazdım. benim olayım yanarak ölmeyin, hem boşa karbon emisyonu hem de daha acısız yolları var, ne bileyim.

    üşenmedim, aletin kullanma kılavuzunu buldum. çektiği güç 1650 watt. ayrıca sigorta kutusunda maksimum 30 miliamperlik röleniz olması gerektiği yönünde uyarı da yapmışlar. bu değerlerin üzerine çıkmadığı sürece plastiğin alev alacak kadar ısınması mümkün değil. binanın yeni olması, her katında yangın söndürücü bulunması soruyu cevaplamıyor. soru: priz doğru bağlandı mı? benim cevabım: hayır.

    öncelikle dikkatinizi ilk görselde prizin üzerindeki kırık fayansa çekmek istiyorum. bu kırık kenar daha öncesinden bu prizin içerisinden kabloyla başka bir yere elektrik çekildiğini gösteriyor. panikle asılma anında fayansın orasının kırılmasına imkan yok çünkü prizler sıvayı yanlardan tutan vidalı klipslerle sıkıştırılır. yani böyle bir asılma durumunda fayansın o kısmı kırılmaz. bu da prizin daha önce en az iki kez açıldığı ve belki de doğru bağlanamadığı ihtimalini doğuruyor.

    ikinci konu prizin deliklerinden gözüken erimiş plastik parçalar. bu parçalar çocuk koruması. prizin dışından başladığı iddia edilen yangının içerideki üzeri tamamen kapalı parçaları eritmesine imkan yok. diğer bir nokta; iki deliğin ortasında kalan üçüncü delik. bu delik, plastik kapağı prizin iç aksamına bağlayan vidanın deliği. ortada vida da yok çünkü ya hiç takılmamış (mümkün değil) ya da ısıdan genleşip eriyen delikten kurtulup çıkmış. eğer ısı içeride başlamamış olsaydı alevler en az tezgah üzerindeki muhtemelen sunta malzeme dolapların kararmasına sebep olacak kadar büyümedikçe bu parçalar erimezdi.

    üçüncü nokta yangının başladığı yer olduğu iddia edilen fiş kafası. ısının kaynağı olan kabloların bulunduğu içeriden başlayıp dışa doğru erimesi gerekirken sanki üzerine pürmüz tutulmuş gibi dıştan içe doğru erimiş. bir diğer iddia ise arçelik'in yanlış ve kalitesiz kablo kullandığına yönelik. bu görselde görebildiğim kadarıyla (eğer arçelik kaos tandanslı bir sosyopat tarafından ele geçirilip görünürde kalın, içinde ince kablo kullanmıyorsa) kablo standart 16 amperlik bir kablo. çoğu topraklamayla çalışan cihazda kullanılanla aynı. üstelik bu işin hesabına göre gösterilen değerlerde 1,63 mm kalınlığında kablo kullanmak bile yeterli. bunun daha incesiyle kapı zili bağlıyorsunuz zaten. 16 amperlik kablo bu değerin iki katı kalınlıkta bir kablo.

    simbo'nun bile tüv sertifikalı kablo kullanıp arçelik'in bu standartta kablo kullanmadığına inanıyorsanız bu aletin (kazazedenin beyanına göre) üç yıl sorun çıkarmadan çalışıp neden şimdi bu sorunu yarattığını da açıklamanız gerek. ya da aynı partide üretilen diğer çay makineleri de 3+ yıldan sonra aynı sorunu çıkardılar mı? çıkardılarsa hiçbir kullanıcı arçelik'e başvurmadı mı? hiçbirinin şikayetini herhangi bir yerde görmedik mi? yahut arçelik'te bu kadar gerizekalı mühendisler mi çalışıyor da maliyetten kısabilecek onca parça varken en başına dert açabilecek olanı marka değeri pahasına ucuz seçiyor?

    yani insanlara "siktir, mal, gerizekalı mısın, ibne misin, arçeliği savunma orospu çocuğu" falan demeden önce kendinize bunları sorun.

    "bilmiyorsan bu boku git mektebini oku."

    bir de koro halinde çaydanlıktaki kireç lekesine laf etmişsiniz, kireç neticede içtiğiniz sudaki kireç. o kadar da pis bir şey değil. yalnız benim merak ettiğim, kazazede olay yaşandıktan sonra fotoğrafı çekmeden önce mi makinedeki suyu boşaltmış yoksa aleti minimum su seviyesinin altında suyla üstü açık biçimde çalıştırıp mı bu aleti yakmayı başarmış? yangınlar nasıl çıkıyor, evler nasıl yanıyor anlamak istiyorsa http://itfaiye.ibb.gov.tr/ adresine girsin, "güvenliğiniz için" bölümünde yangınların nasıl çıktığı anlatılıyor. su testisinin su yolunda kırılmasını beklemeye gerek yok.

  • 31. boşanmış bir kadınla evlenmek

    boşanmış kadının sürekli evlenmeye çalışan, muhakkak tekrar evlenme hayalleri kuran, damsel in distress modunda kurtarıcısını bekleyen bir kadın olduğunu varsayarak açılmış bir başlık bu. bunu bu ülkedeki dört yıllık boşanmış kadın kariyerim ve çevremdeki boşanmış arkadaşlarımın deneyimlerinin neticesinde fark etmiş bulunuyorum.

    boşanmış kadın olan sevgilisine "keşke karım olsaydın" diyerek "lütfeden" mi ararsın, "biliyor musun başka şartlar olsaydı evlenirdim ben senle" deyip kadını "onore" edenler mi ararsın, işi iyice ileri götürüp "keşke çocukların olmasaydı en azından" deme çirkinliğine kalkışanlar mı. evet tabii sen öyle bulunmaz bir hint kumaşısın ki, koca kadın çocuklarının varlığına yeğleyecek seninle evlenme ihtimalini.

    "mutlu olmak senin de hakkın.."
    valla gayet mutluyum?
    "aslında boşanmış kadınlarla da evlenilmesi gerekiyor ya"
    allah razı olsun <3
    "çocukları babasına verseniz aslında pbkc hanım? hayatınızı yaşayamıyorsunuz.."
    hayatımı yaşamak bir erkeğin varlığıyla mümkün çünkü..

    ben kendi adıma boşanmış ve çocuklu kadının tekrar evlenmek riski almasını, kendi hayat düzeni ve çocuklarının huzuru bakımından, burj dubai'nin tepesinden paraşütle atlamak gibi görüyorum. yürek yemiş olmak lazım. gerçekten yürek yemişseniz ve bir şeylerden eminseniz, düzeniniz temelinden sarsılmayacaksa, yapın sevgili boşanmış arkadaşlarım ama lütfen karşınızda bunu size lütuf gibi gören bir hödük olmadığından emin olun. kendi başına olsan sorun değil, elli kere evlenip boşanırsın sonuçlarını da kendin yaşarsın ama beyaz atlı prensi de gelse çoluk çocuğun huzurunu bozmaya, binbir emekle toparlanmış düzeni dağıtmaya değmez.

  • 32. spotify'ın dinlenme sayıları

    birgün'den anıl aba yine ortaya koymuş bombayı.

    https://www.birgun.net/…4?__twitter_impression=true

  • 33. seren serengil

    hikayeler ayniydi, jonler degisiyordu.

    surekli ayni kisir dongulerde yasiyorsan hayatta yasadiklarindan dogru dersleri almiyorsun demektir seren.

    kendini kurban ve zavalli ilan ederek, "bunlar hep benim basima geliyor" diyerek iyilesemezsin seren.

    "sevmistim, o yuzden katlandim" diyerek 40li yaslarinda yanlis iliski secimlerini aklayamazsin artik seren.

    anne olmamak veya hayat arkadasin olmamasi seni hicbir kadindan daha az degerli yapmiyor seren.

    senelerdir bitmek bilmeyen kosulsuz sevgi arayisinin bitmek bilmemesi bu sevgiyi disarida aramandan kaynaklaniyor seren.

    terapiye git; icindeki kucuk kiz cocuguna sahip cikmayi ogren. ve gercek dedigin sevgini ucuncu bir kisiden, bir cocuktan, bir adamdan once kendine goster seren.

    seni en cok sen uzuyorsun. su kisacik hayatta bos yere, yok yere uzuyorsun. lutfen artik iyiles seren.

  • 34. insanın enerjisini emen insanlar

    bu türün başını, iletişim kurma özürlüsü, dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanan ve pireyi deve yapan insanlar çekiyor. dün başıma gelen olayda, saydığım üç özelliğin birleşimi bir organizmayla karşılaştım. yav arkadaş, dört duvar arasında bunalıp orada burada dolanmak, yorulunca da oturup bir kahve, birkaç dal da sigara içmek istiyorsun, onda da denk geldiğin insanlara bak.

    yaklaşık bir senedir sık sık gittiğim bir kahveci var. kafede, tek başıma oturup kitap okumak dışında hiçbir şey yapmıyorum. dün, kafe bomboştu şansıma, gittim sünepe gibi köşeye çömdüm. çizgi romanımı açıp okumaya başladım. derken, sekiz kişilik bir grup gelip yan masaya oturdu. sekiz kişilik grupta yabancı bir adam, bir de onun eşi türk kadın var. kadın, adama menüdeki tatlıları, kahveleri anlatmaya çalışıyor. göt göte olduğumuz için (masaları birleştirdiler) her şeyi duyuyorum ister istemez. neyse, bunlar sipariş verdiler, siparişleri geldi. kadın, masadakilere bakıp "offf yaa, biz sıcak istemiştik, bu soğuk geldi pffff :sssss" demeye başladı. masadakilerden biri, "önemli değil, hava sıcak zaten, ben içerim. siz başka bir şey sipariş edin." dedi. kadın ne yaptı dersiniz? ırkçılık kartına oynamaya başladı.

    "geçen, bilmem ne mekanına gittiğimizde de aynı şeyi yaptılar. masadaki herkesin siparişi tam geldi. bir tek benim eşime bakan olmadı. bilemeyeceğim artık." dedi. well, that escalated quickly. cümleyi bitirir bitirmez, masadakiler "canım, duymamışlardır, yanlış anlamışsındır." deseler de kadın, hususi olarak yabancı eşinin hedef alındığı konusuna kafayı takmıştı bile. "ben, sıcak sipariş etmiştim, değiştirebilir misiniz?" deyu insan evladı gibi rica etmek yerine, masadaki arkadaşlarını ve ailesini gerdi. ha beni de gerdi ama, ben kimim? dış kapının dış mandalı. kadının dediğini duyar duymaz aha tam şuna döndüm.

    halbuki, gerçekte olan şey neydi? garson kız, orada birkaç gündür mü ne çalışıyor. uğultudan dolayı siparişi yanlış aldı. bakın, ne kadar basit. ne bileyim ya, sen git o kadar akıcı ingilizce konuş, kocanın dediğini ailene, ailenin dediğini kocana aktar; ama bir "siparişim yanlış gelmiş" diyeme, hıncını masadakilerden çıkar, öfle pöfle, olayı ırkçılığa bağla.

    allah affetsin, üç günlük enerjimi emdi kadın.

  • 35. dario moreno

    aydın’da tren istasyonunda işçi olarak çalışan babası bir kaza sonucu vefat etti. sonra evleri bir yangında kül oldu. anne çocuğunu alıp iş bulma ümidiyle izmir’e taşındı. ama iş bulamayınca çocuğunu yetimhaneye bırakmak zorunda kaldı.

    çocuğun babası ölmüş, annesi de bırakıp gitmişti. okuldan arta kalan vakitlerinde kah hırdavatçıda kah elektrikçide çıraklık yaptı, fransızca öğrenmeye çalıştı. gitar dersleri aldı.

    askerliğini akhisar orduevi’nde müzisyen olarak görev yaptı. tezkereden sonra izmir kordon’da marmara gazinosu’nda şarkılar söyleyip, gitar çalarak para kazanmaya başladı .

    izmir’den sonra istanbul’da çeşitli gazinolarda boy gösterdi. ankara’dan davet aldı.maltepe’deki bomonti gazinosu’nda çalıp söyleyecekti.henüz tanınan bir şarkıcı değildi, az kazanıyordu. “nerde kalabilirim? en ucuz yer neresi?” diye sordu, “hergele meydanı’na git” dediler. gitti kötü bir pansiyonda, tek göz oda buldu. fakat bir oda arkadaşıyla kalmak zorundaydı. bu, kirayı bölüşecekleri için iyiydi, fakat kim olduğunu bilmediği bir adamla kalacağı için de endişeliydi.

    sabaha kadar bomonti’de çalıp söylüyor, gün ağarınca pansiyona gidip yatıyordu. oda arkadaşı tam tersi saatlerde kullanıyordu odayı. adam memurdu, sabahın köründe işe gidiyor, gece gelip yatıyordu. biri memur, diğeri müzisyen…

    aylarca birlikte kaldılar ama bir türlü denk gelip tanışamadılar. birbirlerini göremiyorlardı çünkü. sonunda bir gün denk geldiler, konuştular, sevdiler birbirlerini; memur, bir gün bomonti’de dinledi şarkıcıyı ve büyülendi.

    “yurt dışına gidersen sesinin kıymetini bilirler, imkânın varsa git!” dedi oda arkadaşına..

    şarkıcı ankara’dan sonra istanbul maksim’de çıkmaya başladı. ünleniyordu yavaş yavaş. patron 20 lira maaş veriyordu o zaman, şarkıcı ise maaşının 30 lira olmasını istiyordu. velhasıl anlaşamadılar. şarkıcının aklına pansiyondaki memurun sözleri geldi, şansını denemek için fransa’ya gitti.

    paris’te jezabel şarkısıyla dikkatleri üzerine çekti, monte carlo’da ses müsabakasında birinci oldu. şöhretin kapıları açılıyordu artık. fecri ebcioğlu onun için şarkılar yazdı. yetimhanede kalırken öğrendiği o fransızcasıyla, fransızlara fransızca şarkılar söyledi, tüm dünya bizim yetimhanede büyüyen şarkıcıyı tanıyordu artık.vatana, millete, izmir’e, haliyle atatürk’e aşıktı.

    fransa’da 15 yıl içinde 32 film çevirdi, brigitte bardot ile birçok filmde başrol oynadı, bardot’nun en yakın arkadaşlarından biri oldu.sonra ülkesine, şarkılar yazdığı izmir’ine döndü.sahnelerde boy gösterdi.

    birgün şarkıcı istanbul yeşilköy havalimanı’nda beyin kanaması geçirerek hayatını kaybetti, memur da çukura düşüp beyin kanaması ile bu dünyadan göçtü.

    kim miydi bu kişiler? şarkıcının adı dario moreno’ydu. peki ya pansiyondaki oda arkadaşı? o yıllarca ptt’de memur olarak görev yapan orhan veli..

    ruhları şad olsun ????

    -alıntıdır-

  • 36. efes pilsen'in cinsiyetçi biraları

    sanırım son zamanlardaki en sinir bozucu tabir duyar kasmak. tabirin çok da üzerine düşünülmeden uydurulması, kulak tırmalaması, ergence olmasıyla da ilgili değil mesele. bu tabiri kullananlarla ve kullanım amaçlarıyla ilgili benim için bu sinir bozuculuk. ortada hoşuna gitmeyen bir eleştiri mi var "duyar kasmak" kelime grubunu yapıştır geç. karşındakinin düşüncesini kendince değersiz kıldın demektir. bu tabiri sık kullananlardan bilumum ayrımcı tipler. hah işte bu ikisi bir araya geldi mi benim için ölümcül ikili ortaya çıkmış oluyor. eh yılların kaşarlanmış duyarcısı olarak da bu duyardan eksik kalmamalıyım sanırım.

    1- dil çok önemli bir konu, özellikle kültürün yahut verili düzenin aktarılmasında, yeniden üretilmesinde en önemli araçlardan birisi. bu sadece cinsiyetçilik konusuna özgü bir durum değil. her türlü verili eşitsizlik, asimetri, ya da baskı unsuru dil yoluyla taşınıyor veya yeniden üretiliyor. bu yüzden işte kullanılan her kelime son derece önemli. bir kelime tercih ettiğimizde yaptığımız tercih tek bir kelimeden ibaret kalmıyor, onun tarihsel bağlam içerisinde yüklendiği bir sürü anlamı, tavrı, düşünceyi de tercih etmiş oluyoruz. o yüzden dille ilgili her itirazda duyar kasmak tabirini kullanmanız sizin bu konuda hiç düşünmemiş olmanızdan kaynaklanıyor olmasın?

    2- hadi kadın ve erkek için ayrı ürünler üretmeye karar verdiniz, bunlara da kendinizce esprili böyle isimler koymayı da düşündünüz de, delikanlı kelimesinin kadınlar için muadili zilli mi acaba? hayır muadili olmayı geçtim, delikanlı kelimesi olumlu anlamlar içerirken, zilli kelimesi tam tersine olumsuz bir kullanıma denk düşüyor. bu kelimelerin tercihinde gerçekten bir sıkıntı görmüyor musunuz? neden ikisi de olumsuz çağrışımları olan kelimeler yahut olumlu çağrışımları olan kelimeler değil? bu bana kalırsa ilginç bir şey. aslında bu tip kelimeler verili kullanımların altını boşaltmak için de kullanılabilir, ama bu oldukça riskli, zor bir şeydir. zekice yapılmazsa, altı yeterince doldurulmazsa, bu yeterince iyi ifade edilmezse bu işlevi üstlenemediği gibi tam tersine verili durumu yeniden üretmeye yarar. ama bu kampanyada böyle bir çaba var mı emin değilim, sözlükten okuduğum kadarıyla pek yok gibi görünüyor, ki savunanlar da bu yüzden duyar kasma kelimesine sarılıyorlar. zencilerin birbirlerine negro demesi gibi, eşcinsellerin birbirlerine ibne demesi gibi kullanımlar yanılmıyorsam en temelde bahsettiğim altını boşaltma negatif anlamlardan arındırma işlevi görüyor fakat dediğim gibi bunu yapmak çok zordur, risklidir.

    3- efes gibi kurumsal bir firma, bir ürün çıkartırken, bu ürünün pazarlama çalışmasını yaparken bu fikirlerin bir kaç departmandan hatta başka şirketlerden (reklam şirketi gibi) geçmesi gerektiğini sanıyorum. işte işin fecaat kısmı zaten burada, hepimizin aklına bazen bir fikir gelebilir, berbat bir fikirdir ama çok iyi olduğuna inanıveririz. bu olabilir bunda sıkıntı yok. ama işte birden fazla kişinin onayından geçiyorsa böyle bir fikir orada sıkıntı var. yani koca firmanın, kelimelerin anlamlarını, alt metinlerini düşünmeden böyle garip bir işe girişip sonra da hiciv yaptık diyerek işin içinden çıkmaya çalışması enteresan. anladığım kadarıyla, türkiye reklam sektöründe çok ciddi bir çok boyutlu düşünebilen, strateji geliştirebilen insan eksikliği var. markanın yanına olumlu etiketler eklemek varken bu şekilde markayı zedelemek ilginç tercihler. (hoş bu şekliyle de tutar. gördüğüm en saçma kampanyalardan biri olan kola ambalajlarının üstüne şehir isimleri yazma fikri bile tuttu. insanlar gidip belirli şehirleri falan arıyorlardı bir ara marketlerde, bakkallarda. bu işlerden pek de anlamıyor olabilirim ama bana en amaçsız, en saçma kampanya gibi gelmişti. ) reklam işine girsem, köşeyi dönmem an meselesi, bana ulaşın reklamcılar, hep beraber zengin olalım. *

    4- gelelim zurnanın zırt dediği yere. sanırım mesele bazı yorumlarda kadın cinayetlerine bağlanmış, bizim ota boka duyar diyen tayfa da aslında buna karşı çıkıyor sanırım. duyar diyerek değersizleştirmeye çalıştıkları itiraz bu olmalı. defalarca dillendirilen bir şey ama yeniden, defalarca dillendirmekte hiçbir sakınca yok. sizler anlayana kadar hatta dillendirmek zorundayız sanırım. kadına karşı şiddet, yahut daha kadın cinayetleri tam da kadın cinselliğiyle alakalı bir konu. inanın, bir çok defasında kadın cinayeti haberlerine bakmıyorum. çünkü içeriğini gayet iyi biliyorum. bu benim çok zeki olmamdan falan da kaynaklanmıyor, çünkü içerik üç aşağı beş yukarı belli. eğer cinsel saldırı sırasında gerçekleşmemişse bir adet eski koca, eski sevgili, koca, sevgili, kardeş yahut baba; terk edildiği için, boşandığı için, başka birisi olduğu için veya namusa halel geldiği için işliyor bu cinayetleri. bunların bu kadar tek düze, tahmin edilebilir olması hiç de şaşırtıcı değil. işte mesele tam da burada bağlanıyor. tam da bu yüzden tahmin etmek hiç de zor değil. çünkü cinsel olarak aktif olan kadına yönelik bu tip kelimelerin aşağılayıcı bir tonda, olumsuz manada kullanımı alttan alta besliyor bu olayları. ve böylesine bir kelimeyi bu bağlamdan bağımsız düşünemezsin, ya bu kelimenin altını oyacaksın, ki dediğim gibi bunun için ince düşünmek lazım, ya da böyle bir kelime tercihi yapmayacaksın. bu tip kelimelerin yaygın kullanımıyla bir sorunumuz olmalı bana kalırsa çünkü ortada çok ciddi bir toplumsal sorun var. bunu görmezden gelmek, yok saymak, ya da bu konudaki itirazları duyar kasmak olarak görmek bunun yeniden üretimine dolaylı yoldan da olsa katkıda bulunmaktır başka bir şey değil. buradaki bu bağlantıyı görmeyen, bunu duyar kasmak olarak niteleyen insanlarla ilgili bir kaç tezim var. birincisi ideolojik yüklenmeleri buna uygun olmayabilir veya ideolojik olarak konuya art niyetli yaklaşıyor olabilirler. ikincil olarak, bu tip kelimelerin kullanımındaki sıkıntıyı anlamamaları muvazenelerinde, muhakemelerinde, muhayyilelerinde, dimağlarında ve benzeri bilumum uzuvlarındaki yetersizliklerden kaynaklanıyor olabilir. ya da üçüncü bir ihtimal olarak düşünmeyi sevmiyorlardır yahut yüzeyseldirler. olabilir. ama gerçekten şu duyar kasma kullanımı kadar insanı entelektüel yetilerden uzak gösteren başka bir kullanım yok her halde.

    neyse bugün de duyarımızı kastık allaha şükür. iyi geceler.

  • 37. masterchef türkiye

    memo şef bugüne kadar yüzlerce restorana gittim, bir tanesinin menüsünde bile bakla çorbası görmedim, cemre seni güzel rezil etti türk mutfağı’nda kaç yemek var, binlerce, 7.200 yemek olsa her gün 1 tanesini yapsan tamamını yapıp öğrenmen 20 yıl alır, cemre kaç yaşında? sıkışınca da hemen kes kes diyorsun kıza, inşallah bir gün şefi olduğun mekana yemeğe gelirim de memo, o tabaklarda 1 hata göreyim, gör bak senin bu millete attığın fırçanın kat katını sana atacağım herkesin ortasında masama çağırıp...

  • 38. ilginç etimolojik bağlantılar

    kurt sözcüğünün türkçede hem büyük kurt, hem de elma kurdu anlamına gelmesi bir batıl inançtan kaynaklanıyormuş.

    kurt'un öz türkçesi malum börü/böri. fakat eski türklerde kurdun adının anılmasının kurtları çağıracağına inanılırmış, tıpkı anadolu'da bazı yerlerde yılandan söz ederken yılanları çağırmamak için "uzun" dendiği gibi. bir iddiaya göre de kurtlar kutsal kabul edildiğinden adları açıkça anılmazmış. bu yüzden de nedense börü yerine küçük ve zararsız, ama sevilmeyen bir canlı olan kurdun adı kullanılmaya başlanmış. zamanla börü oğuz türkçesinde unutulmuş.

    edit: aynı durum "hayır" için de geçerliymiş. olumsuz yanıt sert geldiği ve belki de kötü şans getirdiğinden olumsuzlama için arapça "hayır = iyilik" anlamındaki ifade kullanılmaya başlamış ve sonra yerleşik hale gelmiş. @fakeinvoice'e teşekkürler.

  • 39. chp'li belediyelerin 700 milyon tl tasarruf etmesi

    --- spoiler ---

    250'yi aşkın belediyede başkanlığı kazanan chp, tasarruf politikalarıyla türkiye ekonomisine beş ayda 700 milyon tl kazandırdı. tasarruftan memnun olduklarını ifade eden chp genel başkan yardımcısı torun, "ekim ayında başkanlarımızın performanslarını değerlendireceğiz" dedi.
    --- spoiler ---

    kaynak

    sabah sabah güne iyi başlamamı sağlamış haber. verdiğim oylar helal olsun.

  • 40. joker

    ya herkesin ağzında " jokerin deliliğinin sebebi yok" lafı almış gidiyor. olm hiç mi duymadınız hikayeyi. joker evli bir adam. karısı halime. komedyen olmaya çalılıyor ama başarısız. çalıştığı kimyasal fabrikası soyulacak. mafya teklif yapıyor içeri girmek için. para için anlaşıyor. sonra o gün evde yangın çıkıyor ve karısı ölüyor. polis haberi veriyor. joker işi yapmaktan vazgeçiyor. hayatının acısını yaşıyor. mafya bunu zorluyor geri dönüş yok diye. red hood kıyafeti ile gidiyorlar depoya. batman baskın yapıyor. bizim komedyen kazana düşüyor. o muhteşem kahkasını ilk o zaman atıp cinnet geçirip, deliriyor.

    hala daha niye aynı şeyi söyleyip duruyorsunuz. delirmesinin sebebi var. al yazıyorum daha ne yapayım. gidin izleyin inanmıyorsanız

    alın izleyin. gidin çizgi romanı da okuyun. cahil misiniz nesiniz ya

    https://tafdi.org/…ili/3144-batman-the-killing-joke

  • 41. daire

    tanım: misafir olup bir kahve içecek kadar oturmaktan çok keyif alacağım ama içerisinde yaşamak istemeyeceğim evleri tanıtan güzel bir youtube kanalı.

    bugün yayınladıkları videoyu taze taze izleyip hakkında birkaç kelam etmek istedim. mottosu "gerçek insanların gerçek evleri" ama gerçek insanların önüne kalburüstü sıfatını ekleseler bence herkes rahat eder. kanalın kurucusu eda hanım'ın dediği gibi belki direkt holding sahibi x bey ve karısının evini göstermiyorlar ama onların çocuk, torun, yeğen gibi uzantılarının evlerini gösteriyorlar, bunda anlaşalım.
    gelin evi programının beyaz yakalı versiyonu demek haksızlık olur. birincisi bu evlerde yaşayan insanlar beyaz yakalı değiller, üstte belirttiğim gibi herhangi bir yakaları yok aileden zenginler. çünkü kimse çanta, obje tasarlayıp bitki aranjmanı yaparak o evlerdeki yaşamı döndürecek parayı kazanamaz, yemeyelim birbirimizi. mesela şu beyoğlu'ndaki yüksek tavanlı evi özel demircisiyle tasarlayan hanımefendi çok büyük bir iplik fabrikasının veliahtı. kanaldaki herkesi tek tek araştırmasam da pek çoğu yine bizim adını bile duymadığımız şirketlerin sahiplerinin bir şeyleridir eminim.
    ikincisi, o programdaki evlerle bunları kıyaslamak olayı duygudan arındırıp, sadece paranın satın alabileceği şeyler vs. zevkin satın alabilecekleri düzeyine indirgemiş olur fakat bu kanalda ben aynı zamanda kök ve bağlılık gibi duyguları da görüyorum.

    bu kanaldaki evler bir kez daha şunu anlamama yardımcı oldu: türk evi çok kalabalık. yaşanmışlık veya gösteriş adına evi tepemizden eşyalar dökülecek kadar doldurmaya bayılıyoruz (neden kendimi kattıysam? nefret ederim). kredi çekerek masko'dan biçimsiz oturma odaları satın alıp evi instagram'da gördükleri kıvır zıvırla dolduran orta-dar gelirlinin evi de, evindeki her objenin, her kullanım alanının üzerinde uzun uzun düşünecek kadar vakti olan çok zenginin evi de insanda boğulma hissi yaratacak kadar sıkış tepiş. şahsen tanıtılan evlerde yaşayan insanların hiçbirinin kendi evini kendisinin temizlediğine inanmıyorum. duvarlar, komodinler, sehpalar üzerindeki o kadar objenin, bitkinin, dekorasyon amaçlı açıkta bırakılan kitap yığınlarının arasında tek kişi yaşasa bile toz oturmaması mümkün değil. bazı sabahlar, televizyon ünitesinin üzerindeki kadın figürünü hareket ettirince etrafında biriken tozu gördüğü için kriz geçirerek temizlik yapmaya başlayan ben, 3-4 gün bile şu kanalın içinde yaşasam obsesyondan hastaneye kaldırılırım mesela. ayrıca hep şunu merak ediyorum, çoğu home office çalışan bu insanlar bu renk ve desen cümbüşünün içinde nasıl huzurla oturabiliyor ve dikkat dağınıklığı yaşamadan çalışabiliyor, her yerden bir renk patlar ve bir şeyler sarkarken hem de?
    sanıyorum sadece tiny house bölümündeki ailenin 2 çocuğu vardı. gösterilen evler çocukla yaşarken çok kolay kaza mahaline dönüşebilecek yerler. buradan tam bir varoş gibi çocuksuz aileleri kınadığım fikri çıkmasın, şu yüzden belirttim, evli ve çocuk sahibi olmayı planlayan çiftler için pek sürdürülebilir olmayan bir tarz bu.

    kanal üstte yazdığım gibi sebeplerden gerçek insanların gerçek evleri sloganındaki gerçekliği biraz yitirse de, izlemekten keyif almamı sağlayan çok nokta var. en önemlisi şu, evlerde oturma grubu yok. bir eve dair beni oturma grubu kadar geren ve irrite eden başka bir şey yok sanırım. genel olarak evdeki oda sayısına göre alınmış takım mobilyalardan nefret ettiğim için bu evlerdeki o takım dışılığı seviyorum. düğüne 3 ay kala büyük bir mobilyacılar çarşısından vakit ve maddiyat kısıtının, ailelerin ve evin şeklinin yarattığı baskı altında "eh bunu beğenelim bari" çaresizliği içinde satın alınmış toplu oda takımlarından ne kadar rahatsız olduğumu sabaha kadar yazabilirim. masko'dan da roche bobois'dan da alınsa fark etmez, takım halinde alınmış her şeyi istisnasız ruhsuz buluyorum. bu sebeple kanaldaki parça toplayarak yaşam alanı oluşturma trendi hoşuma gidiyor. evli ya da değil, bir evi paylaşan çiftler için bir alanı birlikte peyderpey yaratmak bence çok anlamlı. kanaldaki insanlar kadar büyük bütçeler ayırmadan, dünyanın çeşitli yerlerinden koltuk, halı toplamadan da yapılabilecek bir şey bu.
    ikinci sevdiğim nokta da kanalın konuklarının aileye, köke, anıya verdikleri değer. barış bey'in izmir'deki dairesini izlediğimde, annesinden bahsederken sesinin tınısının değişmesinden çok etkilenmiştim. kanalda belki dışarıda veya sosyal medyada görseniz ailesiyle hiçbir bağı olacağını düşünmeyeceğiniz insanların aile yadigarlarına verdiği önem çok hoşuma gidiyor.

    özetle, kalburüstülüğün ve kaosun dozu biraz yüksek olsa da pazar günleri yeni videolarını izlemekten keyif aldığım bir youtube fikri, en azından o evlere uğrasam mezar taşı rahatlığında bir koltuğa oturtulup zorla düğün videosu izletilmeyeceğini bilmenin huzurunu veriyor. uzun soluklu olmasını dilerim.

  • 42. fatih terim

    kendisine laf söyleyen gs'liler ağır gerizekalıdır kusura bakmayın. kulüp başkanlarının gs maçları sonrası ağlamaları, seri'ye kırmızı kart gösterilen pozisyonun benzerinde bjk'ye kart çıkmaması, daha ilk haftalardan başladılar. adam tecrübeli, olayı anlıyor ve bunların nasıl organize olduklarını gayet net bir şekilde ifade ediyor ve anladıkları dilden konuşuyor. şu ortamda guardiola' yı getirsen bu şebekeyle başa çıkamaz. fatih terim' e destek olun, giderse çok ararsınız benden söylemesi. ayrıca adamın bir oyun oturtamamasının nedeni de forvet krizinin çözülememesidir. takım geçen sene forvetsiz ve yalancı forvet onyekuru ile bir oyun bulup şampiyon oldu. böyle bir başarı dünyada azdır. falcao gibi pozisyon almayı bilen katil gibi bir forvet geldikten sonra görün bu takımı.

  • 43. hem seks hem yemek sırasında söylenecek söz

    peçeteyi uzatır mısın.?

  • 44. martin skrtel

    elin italyanı nasıl bir sözleşme yapıyorsa ,
    adamı fiziksel açıdan yetersiz görüp , takımdan gönderebiliyor.
    bizim mallar ise oynatamadıkları adamlara bile yıllarca maaş ödüyor.

    tanım : transfer döneminin bitmesine saatler kala , kulüpsüz kalmış eski fenerbahçeli defans oyuncusu.

  • 45. dikey tarım

    nüfus artıyor ve dünyada kişi başına düşen kalori miktarı 2017’de kırılma noktasını geçti ve düşmeye başladı.

    bunun ne demek olduğunu biliyoruz... su ve yiyecek kıtlığının yanında petrol/çıkar savaşları devede kulak kalır. aç kalan dünya birbirini yer ve şu anki gidişat bunu gösteriyor.

    doğanın bu denli tahrip edildiği, geleneksel tarımın su kaynaklarını hızla tüketip kirlettiği (bkz: verimsizlik) ve tarım alanlarının veriminin düştüğü (sarmal olarak beraber ilerledikleri) bu devirde geleceğin tarım adına en önemli kırılımı çok daha verimli olacak olan dikey tarım diyebiliriz.

    kapalı alanda, böceklerden (ve haliyle böcek ilaçlarından uzak) ve çevre etkilerinden uzak yapıldığı için geleceği parlak, ancak elektrik maliyetleri yüksek çünkü suni ortam yaratılıyor ve elektrikle besleniyor (led’ler ile).

    yenilenebilir enerji kaynakları yüksek olan ve elektrik enerjisini zamanla aşağı çekebilecek ülkeler için (bkz: türkiye) oldukça mantıklı bir yatırım.

    şu an softbank’ın bu konuda ciddi yatırımları var (yanlış hatırlamıyorsam birkaç sene önce bu işi başlatan bir start-up’ı 200 milyon dolara falan almışlardı).

    uzun vadeyi düşünen yöneticilerin ülkeleri için bu atılımı yapmaları elzem.

    uzun vade özürlü türk politikacılar için böyle bir ihtimal iş işten geçene kadar zor gibi (başkaları bu işe başlar, alır yürür; muhtemelen türkiye’de ise 10 sene sonra bir politikacı bunun üzerinden propaganda falan yapar yani klasik türkiye).

    yine de biz söylemiş olalım.

  • 46. aşk için gidilen en uzun mesafe

    bundan yaklaşık 30 yıl önce rahmetli dayım tarafından kat edilen mesafe. bana miras bıraktığı atölye eşyaları (kendisi marangozdu) içerisinde tahta bir kutu içerisinde günlüğünü buldum ve okudum. açıkçası anlatıp anlatmamakta kararsızdım fakat böylesi bir hikayeyi anlatırsam, dayımın ruhunun ölümsüz olacağını düşündüm. entrye dökmem yaklaşık dört saatimi aldı. yazı biraz uzun olacak şimdiden söyleyeyim

    *****

    bundan yaklaşık 4 sene öncesine tekabül ediyor. her şey bir gün arkadaşım nurettin ile birlikte deniz kenarında taş sektirip, "ne iş yapsak ki?" düşüncesiyle aylak aylak gezinirken başladı. televizyondan mı görmüş ne, hararetli bir şekilde "şişeye not yazalım. belki birine falan ulaşır ne dersin?" dedi. bu eylemin gereksizliğine vurgu yaparcasına alaylı bir şekilde yarım ağız güldüm. "ne gülüyorsun oğlum?" dedi, hafif sinirli bir tonda. elinden kalem ve kağıdı çıkardı. içtiğimiz şişelerin içine notları yerleştirdim. o zamanlar telsizlerde "arkadaş arıyorum!" koduyla gençler birbirleriyle iletişim kurarlardı. birden aklıma o eski günler geldi ve kağıdın üstüne ingilizce "ben hüseyin. arkadaş olmak istersen bu adrese mektup yaz..." yazdım. şişenin mantarı olmadığı için şişeyi kapağıyla sıkıca, hava almayacak şekilde kapattım. nurettin'e "uğraştığımız şeye bak" şeklinde gülümsüyordum. fakat bu muzip gülüşün ardında, aslında nurettin'e teşekkür etmem gereken bir gülüş olduğunun idrâkine varmam aylar alacaktı. şişeleri attık.

    her zamanki gibi, sabahleyin çalıştığım fırına doğru yol aldım. ustanın yine bir şeye küfrettiğini duydum. usta zaten hep küfrederdi. ama bu ettiği küfür, kendi dimağını dahi zorlayacak seviyede bir küfürdü. onu hiç bu kadar sinirli görmemiştim. yanına yaklaşmaya çekinerek, onu sanki dünyaya inmiş bir yabancı mahluk gibi uzaktan gözlemlemeye başladım. siniri geçer gibi oldu ve yanına gidip sualimi söyledim. hususi bir sebebi yokmuş. birden fazla derdini içine atması ve sonunda dayanamayarak toptancıya çatmasıymış durum. zavallı toptancı adam, fatih'in surları topa tuttuğu gibi küfür yağmuruna tutan bu iri yarı küfürbaz adam karşısında eli ayağı boşalmış ve fırını derhal terk etmişti. usta yaptığı bu kabul edilemez davranışın farkına varmış olacak ki, bir eli dizinde, diğer eli yüzünü kapamış dertli dertli oturmaya başladı. "artık normal ekmek de yemiyorlar!" diyerek haykırdı. çalıştığımız fırın, lordlar kamarasından hallice insanlara sakinlik ediyordu. hiçbir şeyden memnuniyet duymayan, hep daha fazlasını isteyen. elde ettiği nimetler karşısında şükretmek şöyle dursun, müsrifliğin cılkını çıkaran, aslında karmaşık görünmeye çalışsalar da, birbirinin kopyası olmaktan kaçınamayan koyunumsu varlıklardı. bu yüzden bakkal ekmeği değil de, fransızın, ingilizin ekmeğini yiyorlardı. eşref usta da, bu insanlara ekmek yedirmek için türlü kitaplarla meşgâle oluyor, değişik tarifler deniyor ve sürekli ekmek pişiriyordu. bazen şakayla karışık: "bizler aslında birer simyacıyız oğlum, simyacılar envai çeşit maddeyi karar ve altın elde etmeye çalışır. bizlerse kusursuz ekmeği üretmeye çalışırız" derdi. o akşam usta da keyifsiz olduğu için erkenden çıkıp dükkanı kapattık.

    eve girdiğimde, babam abdes alıyordu ve annem de akşamcı ağabeyimi ayıltmaya uğraşıyordu. böylesi ulvi bir hacı babanın nasıl böylesi puşt ve dirlik düzen kâle almayan, beynamaz bir oğlu olduğuna hep şaşırırdım. yılın yüz günü anca çalışıp, elde ettiği meblağı, karı kız müessesine harcamaktan asla imtina etmemesine, etrafındaki aile eşrafına da olgun ağabey cakası satmasına da oldum olası sinir olurdum. küçüklükten beri neticesinin yemediği mahalle kavgalarından onu çekip çıkaran, borçlarını kayıtsız şartsız ödeyen, karıya kıza söylediği toz pembe yalanlara yardım ve yataklık eden yine ben olurdum. bu durumda dışarıdan gelen bir göz, ağabey kim, kardeş kim anlamak şöyle dursun, böylesi bir edepsize hak ettiği köteği atmamak için zor durur, sinirden dudaklarını ısırırdı. çoğu zaman kavga ederdik fakat onun bu ayakta bile duramayan sarsak bedenini görünce acır, yerine oturttururdum.

    anam, "hüseyin! oğlum sana bir mektup geldi" dedi. gidip posta kutusunu eşeledim. üzerinde "hüseyin ..." yazılı olan mektubu aldım. içimde ne olduğunu anlayamadığım esrarengiz bir heyecan vardı. kalp atışımın sesleri kulaklarımda yankılanıyor ve göğsümde şu an bu satırları yazarken bile hayal meyal hissettiğim o nefes darlığını beraberinde getiriyordu. o anda şişe-mişe mevzusu da aklımın ucunda değildi. zarfı yırttım ve içini okumaya başladım. okurken, hemen her satırda heyecanım bir basamak daha fazla artıyordu. her cümlede "eh, oha, vay" gibi ünlemler kullanıyor ve gözlerimi mektuptan ayıramıyordum. hasılı, şişe içindeki mektup, ukrayna'dan 'yana' isminde bir kıza ulaşmıştı. mektup vasat bir ingilizce ile yazılmıştı fakat kaligrafisindeki muazzamlık, latin harflerine bu kadar hakim oluşu ve naifliği beni büyülemişti. kızı görmemiş olsam bile, bende bıraktığı bu ilk intiba, yani yazısının naifliği-güzelliği beni kendisine aşık etmişti. tabiatım gereği, karşı cinsten merhaba alsam, o ufak merhabanın bile onun benden hoşlandığını düşünmeme yeterdi. hatta çoğunlukla ileri gidip, o kızda ileride evlenirsem, nasıl bir geleceğin beklediğini düşünüp hayal bile kurduğum olurdu.

    kağıtta mektup arkadaşı olmak istediğini ve sürekli konuşmak istediğini yazmış, kendisinin oralarda hiç arkadaşının olmadığını da belirtmişti. uzun bir yazıydı fakat yazının ortalarında, ilk başta kullandığı kendinden emin üslûbun, sonlara doğru, ileride daha dostane ve duygulu oluşundan, benimle arkadaşlık kurmak ümidinde olduğunu anlamıştım. ve yazının sonlarında ise, muhakkak geri dönüt yapmam gerektiğini tekrar tekrar vurgulamıştı. 18 yaşında olduğunu, iki kardeş olduğunu ve ukrayna'da yaşadığı dışında herhangi bir malumat bırakmamıştı. mektuplaşarak tanışacaktık. öyle de yaptık.

    yaklaşık dört ay boyunca yazıştık. ilk başlarda, her ilişkide olan karşı tarafı tartmak ve fazla sırnaşmamak adetini uygulamıştık. birbirimizden oldukça az söz ediyor, karşımızdaki kişinin nasıl bir duygu haline haiz olduğunu, ne gibi zevklerle uğraştığını, hobilerini konuştuk. yine her ilişkide olduğu gibi birbirimizin, aslında kendimizce tasvip etmediğimiz, fakat insanı insan yapan o farklılıkları hoş gördük. ben de karşımdaki bu kapalı kutu gizemli kızı tanımaya çalıştım. bir ara küçük bir fotoğrafını zarfa koymuş. konuştuğum bu kız aslında çok da güzel bir slav kızı değildi. fakat benim için güzel bir kadın, yalnızca fotoğraflarda güzel olmamalıydı. çünkü bizim esas güzelliğimizi, karşımızdaki gözler belirlerdi. fotoğraflar ise sükseli bir yanıltıcı, olduğumuzdan daha sahte gösteren imgelerdi. en azından ben böyle düşünür ve fotoğraf çekinmek arzusundan nefret ederdim.

    nurettin de benimle beraber mesaj göndermesine rağmen, ona bir cevap gelmemişti. o da benim bu uzak mesafe ilişkimde, ilişkinin en yakın üçüncü şahsı konumunda benim mektuplarıma dahil oluyor ve sürekli "şunu yaz, bunu yazarsan iyi olur" diye talimatlar veriyordu. nurettin'in yazmamı istediği alengirli cümlelere hem ingilizcemin yetmeyeceğini, hem de daha önce yazdığım üsluba ters düşeceğini ve bu durumda kıza karşın havai-güvenilmez bir erkek olduğum izlenimi aksettirecek ve belki de bu ilişkinin bitmesine sebep olacağını söylerdim. buna rağmen yine de talimat vermekten geri kalmıyor sürekli bir fikir veriyordu. evvelden beri anam babam dahil kimseden, karşımdaki insanlar karşısında nasıl konuşmam gerektiğinin dersini almaktan nefret eder ve bu muhakemeyi yapabilecek olgunluğa sahip olduğumu düşünürüm.

    bir gün yine mektup geldi. annem ve babam, mahalleden kızlarla mektuplaştığımı düşünüyorlardı. oldukça açık fikirli insanlardı ve benim gönül işlerime evvelden beri karışmazlardı. acaba mektubun içine bakıp "bu ne ola ki?" diye düşünse ve dahil olduğum bu garaip gönül meselesini görseydi ne tepki verirdi diye düşündüm. muhakkak ki, bu işin imkansızlığından dolayı beni o anki hışımla tıpkı çocuk gibi azarlar ve çocukça haraketlerimden dolayı, akılsız evlat muamelesi gösterirlerdi.

    mektubu açtım. artık yazdığı yazıları, en baştaki cümlelerinden anlayabildiğim için az sonra okuyacağım mektubun bir çekingenlik, ürkeklik içereceğini, yine en baştaki birkaç cümle içerisinden kestirdim.

    benimle görüşmek istiyordu. bu mevzuyu oldukça normal buldum. aylardır konuşuyoruz bir kez bile beni görmemişti. fotoğrafçı rıza'nın stüdyosuna gitmiştim. evde sanki 1800'lü yıllarda çekilmişçesine karanlık karanlık görünen, uzaktan bakan adamın muhakkak ki bir osmanlı dönemi yaşamış bir istanbul eşkıyasına benzeteceğini düşündüğüm bir vesikalıktan başka yeryüzünde hiçbir fotoğrafım yoktu. derhal bir tane çektirdim. ellerim ceketimde, bıyıklarım burulmuş, iskarpinlerim ayaklarımda, arkadaki ormanlık fonla iğrenç bir uyumsuzluk hissettirecek türden kaba saba bir fotoğraf çektirmiştim. ellerimle ceketimi tutmamı da, mevzuyu daha önce açtığım için, kıza daha havai görünmemi sağlayacağını düşünen rıza abi salık vermişti. böylesi iğrenç, görenlerde tiksinti oluşturacak türde bir fotoğrafı, göndersem mi göndermesem mi ikileminde uzunca bir müddet kaldıktan sonra, gönderme fikrinde karar kıldım. gönderdim sonra.

    kız benden iyiden iyiye etkilenmişti. ben de ondan etkileniyordum yalan olmasın. bir gün nereden esti bilmiyorum -gençlik deliliği desek yeridir- onun yaşadığı memlekete gitmeyi teklif ettim. neyime güvenip de bu sorumsuz mektubu attığımı, postaneden gelirken fark ettim. artık iş işten geçmişti. muhtemelen yana, bu mektuptaki teklifi kâle almayacak ve benim beş parasız bir adam olduğumu bildiği için, zor durumda bırakmamak maksatlı gelmemi istemeyecekti. fakat işler hiç de olumlu ilerlemedi.

    attığı son mektupta, kendisini kırk yaşında, yani neredeyse babası yaşında diyebileceğimiz, asker emeklisi bir it oğlu it istemeye gelmiş. annesi olacak kadın da bu yağlı kapıyı kaçırmaması için, yana'ya sürekli teşvik edici cümleler sarf ediyormuş. dediğine göre annesi ve babası aslında bu herife çoktan onay vermiş ve formaliteden kendisinin fikirlerini alıyorlarmış. olayın ciddiyetini anlamam için, cümlelerini sert bir dille yazıyor ve beni oraya gelmem için katı bir ikazla davet ediyordu.

    içinde bulunduğum bu onulmaz durumdan nasıl kurtulacağımı ve kızla nasıl buluşacağımı düşünüp, tasarlayıp duruyordum. ailem ve ustam da bu değişikliği, iştahsızlığı fark edip sürekli "yemeğini yesene evladım" diyordu. ustan nispeten kurnaz bir adam olduğu için, bir kızla mektuplaştığımı biliyordu. mutfakta birkaç kere gizlice mektup yazarken, kapının aralığından izlemişti. kendisini fark etmiş fakat görmemiş gibi bozuntuya vermemiştim. yine bu buhranlı günlerde, her zamanki kayalıkta nurettin'le içerken, nurettin'in de "bu hayata bir kez geliyorsun, o da neden aşk için olmasın" cümlesi ile kesin kararımı vermiştim. en derin filozofların bile söyleyemediği bu derin sözün, nurettin gibi basit, insan ilişkilerinde beceriksiz bir adamın ağzından dökülmesi şaşırtmıştı doğrusu. dedikleri beni oldukça etkiledi ve şevklendirdi. ertesi gün, kısa bir not bıraktım mutfağa ve birikimim olan 650 bin liranın 200'ünü onlara bıraktım. yufka yürekli olan annem, babamı benim arkamdan gönderdiğine eminim. aslında onları endişelendirmemek için, olabildiğince basit bir şekilde bu gönül işini aktarmış ve gitmemin ehemmiyetini vurgulamıştım. ustamdan, nurettin'den ve bilhassa kendilerinden helallik aldığımı da eklemiştim. icazetimi aldıktan sonra da gemiye atladım ve karadeniz sularına açıldım.

    uzun yolda deniz serüvenim olmadığı için, sürekli istifra ediyordum. kaptan bizim bu halimize gülüyordu. benim gibi böylesi çelimsiz bir bünyeye sahip bir miço vardı. onu da benim gibi deniz tutuyordu. yolculuğum esnasında devamlı, bu millete talimatlar yağdıran ak sakallı, kavruk tenli herifin nasıl böyle domuz gibi dirayetli olduğunu düşünüp durdum. söz konusu yelken direği, iskele tarafından böğrünün altına sertçe çarpmış ve bu şişman mahlukatı neredeyse gemiden fırlatacak denli güçlü bir şekilde savurmuştu. bu celseden kalkan herhangi bir adam, hiç değilse yerde bir müddet kıvranması gerekirken, bu yaban azmanı herif, hiçbir şey olmamış gibi piposunu yerden alıp o üsturupsuz emirlerini yağdırmaya kaldığı yerden devam etmişti.

    gemide günlüğümü yazıp duruyordum. boş vakitlerim oldukça fazlaydı. gemi yolculuğuna dair bildiklerim yalnızca, mektepte okuduğum moby dick isimli bir kitaptan ibaretti. orada da tıpkı bu domuz herif gibi bir kaptan vardı ve etrafındaki tayfayı ölüme götürmek için elinden geleni yapmaktan geri kalmıyordu. sonumuzun kitabın sonundaki gibi olması durumundan korkuyor ve ilahi hak ne zaman tecelli eder merak ediyordum. bir de bir başka merak ettiğim husus, bu güzel kızın akibetinin ne olacağıydı. mektuplarda ileriye dönük aşk yaşamımızdan bahsetmiş, hatta türkiye'de kuracağımız yaşamın nasıl ve ne gibi olacağını düşünüp durmuştuk. o da benimle evlenmek gayesindeydi. o herifle evlenmemek için evden kaçacağını birkaç kere söylemişti. ihtiyatlı davranmasını ve ailesini oyalamasını söyledim. yakında geleceğimi de eklemiştim.

    gemi sürekli hareket halinde olduğu için yaklaşık iki haftaya orada olacağımızı düşündüm. gemi kırım'a gidiyordu. açıkçası iğrenç bir yolculuk çekiyordum. benim gibi çelimsiz olan ve sürekli istifra eden çocukcağız ile birlikte kalıyordum. altlı üstlü yatıyorduk. her gece annesini özlediğini anlatıyordu. küçücük yaşamına ne kadar çetin zorluklar sığdırdığını, nasıl fakirlikler çektiğini anlatmıştı. hikayesinin kimi yerlerinde ağladığımı, fakat ona ağabeylik yapmam gerektiği için ağladığımı aşikar etmemem gerektiğini düşündüğümden, bunu hissettirmeyip, onu teselli edecek türden cümleler ile geçiştirdim. kaldığımız odanın rutubetsiz havası, en sonunda çocuğu hasta etmişti. her gece iğrenç bir koku duyuyorduk. kaptana ve makiniste bunu defalarca kez ikaz etmemize rağmen kâle alınmamış ve "icabına bakacağız" gibi aptal oyalayıcı sözlerle geçiştirildik. çocukla, benim dışımda kimse ilgilenmedi. sonunda onu deniz havasından mıdır nedir, iyi etmeyi başardım.

    gemiden inmeye yakın ona türkiye'deki adresimi verdim ve başı sıkışınca istediği zaman evime gelebileceğini söyleyerek birkaç ağabey nasihatı verip, cebine para sıkıştırıp gönderdim.

    indikten sonra icazetimi sovyet askerlerine gösterdim ve huduttan girmem için, gerekli belgeler halletmem için yabancı binasına gönderdiler. bir müddet kiev'de kaldım. dilini bile bilmekte zorlandığım ve sürekli lugattan kopya aldığım bu ülkede yol ya da iz namına hiçbir şey bilmiyordum. bir gece, gece gürültüyle uyandım kaldığım hostel'de. saat gece iki suları olmalıydı. ikinci bir ihtilal mi oldu acaba diyerek uyku sersemi kalktım ve bir bardak su içtim. dışarıda askeri araçlar ve itfaiye arabaları dışında herhangi bir şey yoktu. inzibatlar dışarıda bir o yana bir bu yana koşturan insanları tutup, evlerine girmelerini salık veriyorlardı. bazılarını sertçe ikaz ediyorlardı ayrıca.

    sere serpe yatmanın manasız olduğunu düşünüp, hostel'in sahibi sonja hanımı aradım. tabii böylesi bir durumda malumatı olup olmadığını idrak edemediğimden, sanki konuyla ilgilenmiyormuş gibi kayıtsızca sordum. konu hakkında bir malumatı yokmuş fakat sivil halk, araçların doğrudan pripyat şehrine gittiğini söylüyormuş. ertesi gün erkenden kalktım ve yola çıktım. otobüs durağında askerler vardı ve pripyat'a giden bütün otobüslerin iptal edildiğini söylediler. hostel'e girdiğimde, sonja hanımın "tesiste yangın çıkmış" dediğini duydum. ne tesisi diye sorma teşebbüsünde bulmadım. tesis dediğimde aklıma sıradan bir fabrika dışında herhangi bir şey gelmiyordu.

    bir gün sonrasında nükleer tesisin patladığını öğrendik. birkaç gün içerisinde şehri, insan sıhhatıne zarar verebilecek olası ışınlardan korumak için tahliye edeceklermiş. şehir dışındakileri, adli kontrol şartıyla içeri alacaklarını fakat çabuk olmalarını tembih etmişler. yurtdışından gelmiş bir şahıs olarak beni almayacaklarının idrakindeydim.

    hostele geldim ve ne yapacağımı düşünmeye başladım. bu apansız durum karşısında hemen her insan yapacağı gibi ben de aval aval karşımda sanki hayali bir duvar varmış gibi gözlerimi dikerek baktım. sevgilimi düşünmekten başka aklıma giren hiçbir şey yoktu. bu düşünceler zihinime hücum ediyor ve beni her saniye ruhen parçalıyordu. uzun bir süre ne yapacağımı düşündüm. kız benim burada olduğumu bile bilmiyordu belki de. hızlıca gidersem belki onu yakalayabilirdim. sonunda, asabi biri olmasına rağmen belki yumuşar da, mucizevi bir şekilde bana yardımcı olur ümidiyle sonja hanımla konuştum. bu garip memlekette tek tanıdığım ve ümidim bu kadındaydı.

    ustaca ve aşıklara has bir acındırma ile kendisine meramımı ingilizce aktardım. kadın bir ara ağlamaklı oldu fakat toparladı. cama kollarını dayayıp. "eh gidelim o halde bay a..." dedi. böylesi altın kalpli bu bayana karşı hislerimi nasıl aktaracağımı bilemediğim, sevinçten, oldukça çocukça göründüğünü düşündüğüm bir hamleyle, ellerinden tutup öptüm. kadın da yaşının verdiği oturaklı bir gülümseme ile dostça kolumu sıvazladı.

    ertesi güne hazır olmam gerektiğini söyledi ve odama kadar yemeğimi çıkardı. böylesi bir inceliğe nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyor ve her seferinde alçalabildiğim kadar alçalıyordum. bunca iyiliğe karşı, her namuslu insanın olduğu gibi benim de yüzüm kızarmıştı. "gavur" diye ötekileştirilen bu deniz aşırı kentin insanları da senin gibi benim gibi insanlardı. hepsi de iyisiyle, kötüsüyle varlardı. zaten ömrüm boyunca bu afaki durumu tasvip etmemiştim.

    hostel'den çıktık. kendisinin himayesinde pripyat'a girebilecektim. sınır kapısında bize daha önceden hiç duymadığım radyasyon denen bir illetten ve tedbirlerinden bahsettiler. içeri girdiğimizde ilk tahliyeler başlatılmıştı. çok kısa bir süre içerisinde tamamıyla ölü şehir olacağından en ufak bir şüphem yoktu. yıllar sonra da ebediyen ölü bir şehir olarak kalacağını öğrendim.

    elimde adres vardı. sonja hanım, adresin doğrudan pripyat'ın merkezinde olduğunu söyledi. bu kasvetli binalar arasında yolumuzu bulmak için epey uğraştı. kadın da zaten buranın yabancısı olduğu için, o da devamlı birilerine soruyor, sora sora bağdat bulunur düsturuyla ilerliyorduk. sevgilime kavuşacağım için, kah tatlı kah tatsız geçen bu uzun serüvenin sonuna geliyor. bir yandan da heyecanlanıyordum. fakat hiçbir duygu, beni "ya şehri çoktan terk ettiyse?" sürümcemesi kadar sarsmadı. böylesi bir ihtimal karşısında, buna yolu tepmem bir yana dursun, artık hayatımı idame ettirmenin mümkün olmadığını düşündüm ve düşündükçe de onulmaz bir ürkme ile karşı karşıya kaldım.

    adresi nihayet bulmuştuk. sonja hanım aşağıda bekliyordu. zile bastım. kapı hızlıca açıldı. kapıyı açan muhtemelen gayrı ihtiyari bir şekilde ayaktaydı ve sesi duyunca hemencecik açmıştı. bu kadar kısa sürede ve sertçe açıldığına göre birini bekliyor olmalıydılar.

    kapıyı yana açtı. beni görünce irkildi. donup kaldı. hoş, ben de donup kalmıştım. hayatımızın en uzun yirmi saniyesini geçirdik. yirmi saniyelik o uzun bakışmaya kim bilir kaç şair, kaç külliyat sığdırırdı...

    hıçkırarak ağlamaya başladı. "gidelim hüseyin! boşver ardımızdakileri!" dedi. bu cümlenin manasını o anda anlayamamıştım. yıllar geçti, anca anladım.

    aşağıya indik. camdan annesi "yana!" diye bağırdı. anlamadığım fakat kızına beddualar ettiğinden emin olduğum ecnebi birkaç cümle haykırdı. hızlıca kaçtık. valizi bile yoktu. zavallı kadın sonja hanım, aşağıda bizi beklemiş ve bizimle birlikte koşturmaya başlamıştı. kız, kadına güler gibi oldu. sonja hanım ise, "ne hallere düştük" dercesine muzip bir sinirle gözlerini bize dikmiş ardımızdan koşuyordu.

    üçümüz kiev'e geri döndük. hiçbir eşya getirmediği ve tamamıyla hazırlıksız olduğu için, üstlük elbiselerimden birkaç tanesini verdim. giyinmesi için arkamı döndüm. tekrar arkamı döndüğümde, sarı saçlarını topuz yapmış, benim beyaz, fitilli gömleğimi ve sümerbank alt pijamamı giymiş ufak tefek bir çocuk gördüm. evet 18 yaşında olmasına rağmen zıpır bir çocuk gibi görünüyordu. kahkahayı patlattım. benim gülüşüme dayanamayınca, o da kahkahayı koyvermişti. sonra bir anda üstüme atlayıp beni öpmeye ve histeri geçirircesine nefes alarak hıçkırarak ağlamaya başladı. bir süre yatakta debelendi ve sonunda yastığa yüzünü gömdü.

    "biliyor musun hüseyin?" dedi, "uzun zamandır seni, bu anı bekliyordum." saçlarını okşayarak, her şeyin düzeleceğini söyledim. bir ebeveyn yumuşaklığında onu teselli ediyordum. bu yabancı adamdan, ailesini her şeyi bırakmış bu zavallı kıza hiçbir kötülüğün gelmeyeceğini bilmesini istedim. uyumuştu artık. çok geçmeden, her ne kadar dirayet göstersem de, benim de göz kapaklarım inmişti.

    ertesi sabah uyandığımda belimin epey ağrıdığını hissettim. muhtemelen kızı rahatsız etmemek için yerdeki yatağa uzanmıştım ve karşı koyulmaz bir tutuklukla kendimi incitmiştim. bir anda kızın bana bakmasıyla irkildim. suratı kıpkırmızı ve çilliydi. önce ne olduğunu anlayamadım. bu mütecavız bakışlarım karşısında anlam verememiş ve doğruca banyoya koşmuştu. bir feryattır koptu gitti. ağlıyor ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. ağlayarak konuştuğu için, cümlelerini seçmem çok zor oldu. "ne olacak şimdi, ölüyorum ben, ölecek miyim ben?" diyordu. dışarıdan gören bir göz, trajik bir tiyatro oyununun acıklı bir finalini canlandırıyoruz sanırdı. fakat ortada ne shakespeare, ne de trajedya vardı. her şey su gibi gerçekti.

    kızın çığlıklarını duyan sonja hanım, kapıyı tıklatma gereksinimi duymadan içeri daldı. bu işin böyle olmayacağını ifade ederek hastaneye götürmemiz gerektiğini söyledi. bu fikri kabul ederek kafamla onayladım. o anda dilim tutulmuştu ve korkaklara has bir vücut refleksi ile ellerimi çeneme yerleştirip hareketsiz bakmaya başladım. hastaneye gittik. kızı gözlem altında tutular. kimse giremiyordu. ellerinde ne iş anlam veremediğim birtakım defterler tutan hemşireler ve her an birilerine çatacakmışcasına, yanındaki askerlere güvenen fırdöndü doktorlar vardı yalnızca. en sonunda birisi "yakını mısınız?" diye sordu sonja hanıma. "evet biz yakınlarıyız" dedi doğal olarak. içeriye girdik. gözyaşlarımı tutamadım ve elimi kuvvetlice ısırarak yana'ya bakıyordum. elimi ısırarak kanattığımı, sonja hanım elimi elindeki bezle, üstünkörü sardığında fark edebilmiştim. üzeri tamamen çıplak, yer yer radyasyon yanıkları oluşan bu zayıf bedene bakakalmıştım. ne yapacağımı bilmiyordum. saatlerce başında bekledim. zor dakikalardı doğrusu. fani ömrümün hiçbir döneminde ağlamaktan susuz kaldığımı bilmezdim. kızı morfinle uyuttukları için, bizi duymuyordu. bu dünya, onun için hiç var olmamıştı sanki. hoş, o olmadan bu dünyanın bana ne gibi bir katkısı olacak bilemiyordum doğrusu. şu an bu satırları yazarken, üzerinden dört yıl geçmiş olmasına rağmen hala unuttuğumu söyleyemem. insanoğlu acıların hissini unuturmuş, acıyı değil... bunu yıllar içerisinde tahlil etme imkanı bulmuş biri olarak söylemekte yeterli erginliğe ulaştığımı düşünüyorum.

    hastanede sürekli sovyet flamalı askerler gezdiği için ziyaret etmemiz onların kontrolünde oluyordu. şunu söylemek gerekir ki, hastanelerdeki genel bakım iyi olsa da, pripyat şehrinden gelen hasta akını, gerek doktorların gerekse hemşirelerin elini ayağını bağlıyordu. yana, uyandığı zaman benimle konuşuyordu. ilaçların yan etkisiyle iyiden iyiye halüsinasyonlar görüyor olacak ki "seninle hiç operaya gidemedik." dedi. en sevdiği notre dame müzikaline birlikte gitmemiz hayalini kuruyordu. mektuplarda sürekli böyle zevklerin bizim kültürümüzde olmadığı söylerdim de gülerdi.

    bir gün hastaneden çıktım ve sonja hanıma borcumu ödemem gerektiğini hatırlayıp odamdaki tahta valizimden bir miktar parayı kadına verdim. kadın bir müddet istemese de, en azından bugüne kadar bana yaptıkları büyüklüklere karşın bir gönül vazifesi olduğunu ve vermemin gerektiğini direttim. o da sonunda razı oldu ve borcumu ödedim. "seni kutsayayım çocuğum" dedi ve elindeki gümüş haçla kutsayıp öptü. "yolun açık olsun" dedi. bu kendi ufak, kalbi dağlar kadar geniş kadıncağıza veda etmek beni üzmüştü. fakat küçük meleğimi bırakamazdım.

    birkaç gün hasta odasında bekledim. durumu gitgide kötüleşiyordu. hemşireler morfin vermeye devam etse de vücudundaki, daha doğrusu derisindeki gözenekler, güneşin ışınlarını sürekli aldığı için onulmaz acılara sevk ediyordu hassas bedenini. günün birinde de gözlerini yumdu. uzunca bir bekleyiş ve birtakım işlemler ardından, demirden bir kabine bırakıp toprağa gömdüler. hastalıklı bir insanmış gibi de üstüne gri beton attılar. o anda mikserden dökülen sesler hala kulaklarımda acı bir sada şeklinde çınlamakta. muhtemelen gördüğü manzara karşısında dehşete düşmüş olacak ki, bir çocuk pantolonumun paçasından tuttu. başını okşadım.

    bu hayata bir kez gelmiştim. o da aşk için oldu.

    bu olaydan sonra kendimi toparlama sürem iki haftayı buldu. yine sonja hanımın hostelinde kalıyordum. beş parasız kaldığım için kendisinden bir miktar borç para aldım. türkiye'ye gittiğim zaman kendisine vereceğimi söyledim. melek kadın bunu şefkatle onayladı. sonra türkiye'ye gittim. ne anneme ne babama, ne de ağabeyime bu durumdan bahsettim. konu açılmaya yakın, işin oluru olmadığından bahsederek onları geçiştirdim. onlar da "gençlik arzusu işte..." diyerek payımı verdiler. bu yazdığım satırlar dışında beni tanıyan hiç kimse yok. bir insana bakıp da, esas özünü görmek ne kadar mümkün ki zaten.

    30 temmuz 1990

    *****

    günlük burada bitiyordu. bundan sonraki yazılarında, kastamonu'daki esnaflık dönemlerine ait notlar var. birkaç kelime düzenlemesi ve okunmayan yıpranmış kelimelerin restorasyonu dışında herhangi bir düzenleme yapmadım.

    edit: imla.