Değerli ziyaretçilerimiz,

Öncelikle, sitemize gösterdiğiniz ilgi ve destek için hepinize teşekkür ederiz. Sizlerden gelen geri bildirimler ve beğeniler bizim için büyük bir motivasyon kaynağı oldu.

Sozlock olarak tam 9 senedir her gün ekşisözlük'den okumaya değer içerikleri filtreleyip günlük listeler oluşturduk. Bu işi yaparken kişisel davranmadık, günün en popüler başlıklarının en beğenilen entrylerini aldık listelerimize. Üstelik bu gayretimiz hiç bir zaman ticari bir kaygı taşımadı. Yayına başladığımız ilk günden beri en ufak bir reklam yayınlamadık, sponsorluk anlaşmaları yapmadık. Sozlock üzerinden tek kuruş kazanmadık.

Bütün bunlara rağmen, ne yazık ki son dönemde ekşisözlük yönetimi tarafından alınan bot koruma önlemleri nedeniyle, ekşisözlükten entry çekme ve beğenilen entryleri listeleme hizmetimizi maalesef devam ettiremiyoruz. Bu durum ekşisözlük yönetiminin aldığı bir karar olup, tamamen bizim kontrolümüz dışında gerçekleşmiştir. Bu zorunlu durumdan ötürü yaşanan aksaklık nedeniyle anlayışınıza sığınıyoruz.

Sozlock Ekibi

Ekşi Sözlük Debe Listesi

Rastgele
Hepsini aç
  • 1. recep tayyip erdoğan

    asagidaki sebeplerden dolayi, kendisinden hic hoslanmadigim politikaci.

    • dindarligindan, yasam seklinden, hayat gorusunden degil aman ha, senin otoriter karakterinden haz etmiyorum. cunku sen hizmet icin goreve gelmis oldugunu soylesen de, demeclerin halki emir erin gibi gordugunu dusundurtuyor.

    • sana oy verenlerden, ak partiden, temsil ettigin halktan degil, senin ayarsiz, insanlari ayristiran lisanindan hic hoslanmiyorum.

    • ulkemi yurt disinda temsil ederken, trump benzeri baska liderler gibi, diplomasiden, seviyeden, gorguden uzak sekilde, onune gelene artislik yapmana gicik oluyorum. sayende turk halki, ayni sekilde biliniyor. bunun icin seni ayipliyorum. kimseye boynunu egme, ama uslubunu da bozma, sen goreve gelmis bir politikacisin sadece.

    • sirf oy kazanip, tribunlere oynamak adina, cahil kesimin hosuna gittigi icin, ayarsizca kullandigin atarli giderli tavrindan hic ama hic hoslanmiyorum.

    • sakin, agresyondan uzak, pozitif ve seviyeli siyaset yerine, ofkeli, kulhanbeyi tarzi tavir ve demeclerinle, bir kisim vatandasa ornek olup, halki farkli kesimlerini birbirine karsi biledigin, zaman zaman hedef gosterdigin icin senden hic ama hic hoslanmiyorum. kisisel fikrinden bagimsiz olarak, sen toplumun her kesimini temsil edecek sekilde objektif olmak zorundasin. kisisel yaklasimlarini, alenen acik edecek bir merci degil senin bulundugun makam.

    • vaktiyle sana ya da senin hayat gorusune sahip insanlara yanlislar yapilmissa (ki tartisilir) dogrusunu ve olmasi gerekeni gosterecek guce sahip oldugunda bile, halki ayristirip kutuplastirmaktan, bunlar, sunlar diye etiketlemekten vazgecmedigin icin senden hoslanmiyorum.

    • bunlari yuzune soylesem, israrla hakliligini savunup, ulkeme ve halkin butunlugune vermis oldugun zarari (bence, yani sahsi gorusume gore) kabullenmeyecegini, ustune beni suclayacagini bildigim icin senden hoslanmiyorum. elestiri kabul etmeyen tavrin, kendi ongordugun buyuklugunle celiski icinde.

    • eskiden de benzer seviyesizlikler vardi turk siyasetinde, ama ne ozal, ne demirel, ne baska liderler, sirf siyasi ustunluk ve politik algi icin, senin kadar taraftarlik ve karsi tarafi dusman addedecek bir tohum ekmedi bu halkin kalbine. yani sen, zaten yarim yamalak olan seyi, darmadagin ettigin icin senden hoslanmiyorum.

    • oysa ki, butun bu yaptiklarini, guzellikle ve sevgiyle yapabilecekken, bunu secmemis oldugun icin senden hoslanmiyorum. inandigin islam dini, insanlara guzellik, sevgi ve barisi tavsiye eden bir dinken, senin bunu gormezden geliyor olman, cok ama cok buyuk soru isaretleri doguruyor senin karakterin hakkinda.

    • bu yazdiklarimi, 2. kez israrla mahkeme karari ile sildirmis olman daha da uzucu. sen her sildirdiginde, ben tekrar yazacagim recep bey. bu vatandas olarak benim hakkim. sana hakaret etmiyorum, sadece hakkinda dusunduklerimi yaziyorum.

  • 2. netflix

    kişiselleştirme adına hiçbir yenilik yapmayan servistir.

    örneğin:
    -ayrı ayrı listeler oluşturmak istiyorum ama sadece tek liste var. dizi listesi, film listesi şeklinde bile ayıramıyorsunuz, tüm ekledikleriniz tek bir listeye karışık şekilde ekleniyor, sırası da yok.

    -ben filmlerin orijinal isimlerini görmek istiyorum. demir adam, siyah kristal gibi çevirileri görmek istemiyorum, orijinal adı neyse onu görmek istiyorum ama böyle bir seçeneğim yok. (dili ingilizce yapmak sorunu çözüyormuş ama bu bir seçenek değil maalesef, hem türkçe kullanıp hem orijinal dil istiyorum)

    -uygulamayı açtığımda anında bir bölümün otomatik oynamasını istemiyorum, bazen izlediğim dizinin ileriki sezonundan bir sahne oluyor ve spoiler içerebiliyor.

    -daha önce izlediğim bir içeriği izledim olarak işaretlemek istiyorum ama bu seçenek de yok. her gün önüme izlesene izlesene diye öneriyor, halbuki seneler önce izledim istemiyorum izlemek. eğer tıklarsanız daha fena, izlemeye devam et listesine giriyor ve hep orda görünüyor. (izlemeye devam et bölümü viewactivity kısmına girip silinebiliyor ama tarayıcıdan girip kaldır falan demek gerekiyor, yine kullanışlılıktan çok uzak)

    -dizi bölümlerinin açıklamalarını ve fotoğraflarını görmek istemiyorum. diyelim ki bir dizinin 4. bölümünü izliyorsunuz, tam sonunda adam ölmek üzere bitiyor. acaba ölecek mi diye merakla diğer bölümü açacağınızda adamın hastaneden kocaman bir fotoğrafını görüyorsunuz. resmen tek fotoğrafla spoiler verebiliyor. trakt.tv adındaki sadece izlediğiniz bölümü işaretlediğiniz site bile bunu düşünüp kapatma ayarı koymuş, siz düşünememişsiniz pes. (2 sene önce bu konuda defalarca destek ekibine mesaj attım, ilgileneceklerini söylemişlerdi ama değişen yok)

    bunun gibi kişiselleştirmeleri yıllardır yapmayarak ne amaçlıyorlar bilmiyorum, insanlar kolay erişebildikleri için kullanıyor bu uygulamayı. bir süre daha inat ederlerse rarbg'ye geri döneceğim gibi görünüyor. izlediğim filmi diziyi de itunes'tan kiralayarak parasını öderim, korsancı olmamak adına.

  • 3. arıza tiplere aşık olma eğilimi

    ne kadar eğitimli, tecrübeli, akıllı, sağduyulu vs. olunduğunun önemi yoktur. çok az insanın dark triad bir karakterin cazibesine karşı bağışıklığı bulunur. işleri insan psyche’si olan profesyoneller bile ağlarına düşer zaman zaman. hatta kişiliğiniz ne kadar sağlamsa, ne kadar bilgiliyseniz, ne kadar akıllıysanız, o kadar ışıltılı ve bu avcıların hedefi olmaya o kadar yakınsınız demektir.

    her şeyden önce, kişi kendinden bilir. yani kendi vicdanınızı, empati alışkanlığınızı ve ahlaki eğilimlerinizi karşınızdakine projekte edersiniz. siz ne kadar “iyi” bir insansanız, karşınızdaki de gözünüze o kadar iyi görünür. bu da sizi bu tür yırtıcılar için uygun bir av yapar. “the sociopath next door” adlı kitabında dr. martha stout der ki başlıbaşına “insan” olmak, yani vicdan sahibi olmak, kişiyi vicdan yoksunu muhataplarına karşı savunmasız bırakır. karşımızdakinin bizden çok farklı kodlanmış olduğunu, pişmanlık ya da empati gibi duygulardan yoksun bir manipülatör olduğunu görmemiz, buna ikna olmamız için ciddi bir re-programming gerekir.

    bu talihsiz eğilimin bir başka nedeni de geçmiş yaralarınızdır. bir şekilde bilinçaltınızda sevgiyi istismarla ilişkilendirecek bir travmanız varsa bunu suistimal edecek birileri muhakkak çıkacaktır.

    fakat bütün bunlardan da önce, dark triad tipler en ilkel dürtülere hitap ederler. vücut dilleri, konuşmaları, yaklaşımları, özgüvenleri vs. “iyi birer eş” olacakları izlenimini yaratır arkaik bilincimizde. “eş” derken evlilik gelmesin aklınıza. en primordial haliyle soyunuzun devamını bu karakterlerle sağlamak istersiniz. michael corleone’yi düşünün... ya da dr. gregory house’u, hatta batman’i... hepsi dark triad karakterlerdir ve hepsi ilgimizi gıdıklar. ışığa uçan pervaneler gibi güle oynaya gideriz felaketimize...

  • 4. this is us

    son 2 yıldır her insanın sıradan ama özel olduğu gerçeğiyle yüzleşiyordum. evrende gelmiş geçmiş milyarlarca canlı arasında bir nokta olarak ne tür bir değerim olabilir ki bunalımıyla kendimi boşluğa atmışken, her noktanın kendi içinde bir yeryüzü olduğunu öğrenmeye başladım. tüm bu süreç içinde bu düşünceyi destekler nitelikte filmler, diziler, kitaplar çıkmaya başladı karşıma. this is us da bunlardan biri oldu. fox tv'deki versiyonunu olabildiğince güzel bulup bir merakla orijinal yapımını izlemeye başladım.

    bence bu diziyi bu kadar özel kılan şey her ailenin bir tarih olduğunu göstermesiydi. 5 kişilik pearson ailesinin; ne yaşadıkları ülkeye, ne dünyaya çok büyük katkıları yok. çoğumuz için sıradan, belki de her gün karşılaşabileceğimiz tipte insanlar. ama kendi içlerinde kocaman bir dünyalar. bir tarihleri var. jack ve rebecca'nın tanışması akabinde üçüzlerin dünyaya gelmesiyle kuruluş dönemi başlıyor, çocukluktan ergenliğe doğru bir yükselme devri, babanın ani vefatıyla gerileme dönemi ancak dağılmıyorlar, yıkılmıyorlar. çocukların üçü de farklı yollara sapsa da o aile her zaman yumruk gibi bir arada, hiç yıkılmayan bir imparatorluk gibi.

    başka imparatorluklara bariz bir faydası olmayan pearson imparatorluğu inişlerle çıkışlarla ama her zaman çoğalarak 40 yıldır devam ettiriyor varlığını. olaya bu taraftan bakınca o kadar güzel ki. kendi ailemin de bir imparatorluk olduğunu düşünüyorum. belki kitleleri etkileyecek kadar gözde bir insan olmayacağım ama ailemin yolculuğu var, benim yolculuğum var ve bu yolculukta yapmam gereken bana değer katacak şeyler var.

    konuyu daha çok bulandırmadan biraz karakterlere geçmek istiyorum. en sevdiğim karakterin açık ara farkla rebecca pearson olmasıyla beraber hiçbirini de kusursuz ya da mükemmel olarak görmüyorum. zaten özellikle böyle gösterilmiyor. 3. sezona kadar pür ve pak gelen jack'in bile geçmişinde, kırılmasında pay sahibi olduğu bir kardeşi mevcut. üstelik onun yaralarını saracak vakti bile olmamış. o işi istemeden çocuklarına bırakmış.

    randall'ın "fazlalık" olarak hissettiği bu mükemmel ailedeki "mükemmeliyetçilik" hırsı, bunu kendi bedenindeki tepkilere ve eşine yansıtması bunlar çok daha iyi işlenemezdi galiba. çocukluk ve ergenlik döneminde aslında gayet sakin, sorun çıkarmak istemeyen bir birey olan randall muhtemelen hayatına beth'in dahil olmasının rahatlığıyla tepkilerini biraz daha serbest bırakıyor, daha heyecanlı ve daha aceleci birine dönüşüyor. aslında bu noktada beth'in üzerine bu kadar yük almasını çok sindiremiyorum, zaten bunun patlamalarını da zaman zaman yaşıyor.

    hayatı boyunca fiziği, atletikliği ve şeytan tüyü özelliği üzerinden sayısız iltifat almış ve fazla uğraşmasına kalmadan tüm kapıların kendisine açıldığı kevin'in 36 yaşından itibaren farklı seçeneklerin de olduğunu keşfetmesi ve bencilliğinden yavaş yavaş sıyrılması, izlemeyi çok sevdiğim sahneler. (sahi number one ne iyi bölümdü!) bir de bu yaş meselesi var ki çok rahatlatıyor aslında beni. 26 yaşında sanki bir şeylere geç kalmışım hissini yoğun yaşadığım dönemlerde bir insanın 36 yaşında bile değişime gidiyor olması bana umut verdi. 46 yaşında da olabilir bu değişim, 56'da da. önemli olan buna kapalı olmamak.

    ve kate... kardeşlerden bana en çok benzeyen ve bu yüzden hiç sevemediğim kate. şöyle ki kate ile birçok çakışan özelliğimiz var. ben de kate gibi kilo problemi olan bir insanım. son yıllarda kafamı çok başka meselelerle meşgul edip bunu baya derine gömsem de ara ara karşıma çıkıp "bu problemi çözmeyi ne zaman düşünüyorsun" dediği oluyor. ama kate'de benim hiç sevmediğim ve bende de olmasından deli gibi korktuğum bencillik. "ben kiloluyum, ben şişman, çirkin, işe yaramaz bir kadınım. bu yüzden kimse beni sevmez. annem sevdiğini söylüyor ama yalan söylüyor." kate'in özeti bu aslında, annesine aman vermiyor. halbuki rebecca'nın kate'e karşı çok büyük hataları yok ama kate annesinin bu denli sevgisine katlanamıyor, kendisini layık göremiyor belki de ve tüm hırsını da yine zavallı annesinden çıkarıyor.

    babasını da erken ve ani bir şekilde kaybetmesinin de tüm bu hırçınlıklar üzerinde etkisi var. burada ayrılıyoruz ama 3. sezon ilk bölümlerindeydi sanırım toby'nin koleksiyonunda en değerli parçayı verdiği öğrencisine "çocukluğum çok kötü geçti" demesi oha, gözün doysun kate dedirtti.

    kate ve bizim problemimiz şu. hayatı yemek yer gibi yaşıyoruz, hızlı yiyoruz, hızlı olsun istiyoruz. doymuyoruz, daha fazlası olsun, daha fazlası gelsin. şimdi kate bir bebek sahibi oldu, bakalım bu ona yetecek mi yoksa daha fazlasını isteyebileceği yeni bir şey bulacak mı? umarım sakinleşirsin kate, umarım sakinleşiriz..

    ve rebecca pearson... muhtemelen ikinci evliliğini eşinin en yakın arkadaşıyla yaptığı için seyirciler tarafından anlaşılmasına bile lüzum görülmeyecek karakter olarak kalacak. aynı ölçüde mandy moore'a da haksızlık yapılıyor. bu kadın 3 sezondur, aynı anda 3 farklı zaman dilimindeki kadını çok başarılı bir şekilde canlandırdı ve hala ödüllendirilmedi. ayıp!

    rebecca aşkla, jack'e duyduğu sonsuz güvenle evliliğe ve anne olma yolculuğuna çıkıyor ama bu yolculuğun direksiyonu başına geçmekten gocunmuyor. zaman zaman bu kontrolcü ebeveynliğe gitse dahi yine de jack'in ve çocuklarının yaşam sevinciyle toparlanıyor. eşinin ölümü ve üç ergen çocuğunun sorunlarıyla baş başa kalsa da yine toparlanıyor bir şekilde. tüm hayallerini ve aşık bir eş olmayı geride bırakıp sadece anne sıfatıyla var olmaya başlıyor. aslında bu sağlıklı ve takdir edilesi bir duruş mudur tartışmalı ama rebecca'nın bu fedakar özelliği bana biraz annemi anımsattığı için sanırım ayrıca çok seviyorum. anne ve baba arasında ayrım olmaz ama bu ailenin kahramanı jack olarak görülse de gizli kahramanı ve direği rebecca pearson'dur.

    yeni sezondan isteğim randall ve beth'in daha çok kavga etmeleri. çünkü sorunsuz bir çift olarak görünseler de aslında patlamaya hazır bombaları çok ve tartışmayla sorunları gün yüzüne çıkaran bir çift. rebecca fedakardı ama ben beth'in rebecca kadar fedakar olmasını istemiyorum, aynı yükü randall da sırtlasın istiyorum.

    kate'in anne olmasıyla olgunlaşması ve artık annesini anlamaya başlamasını istiyorum. hatta keşke şöyle ağlaya ağlaya annesinden özür dilediği bir sahne olsaydı da. daha önce de özür diledi ama tüm bu özürleri annesinin burnundan getirmeyi de bildi.

    kevin'in de artık sürekli değişen sevgili trafiğine bir son vermesini diliyorum. annesiyle çok daha yakınlaşmasını isterdim ama yeniden toparlanmaya dair motivasyonu amcasında bulacak belli ki. bu hikayeyi izlemesi çok keyifli olacak.

    ve son olarak 24 eylül'de "you don't know us" diyerek pearson ailesi geri dönüyor. bugün 31 ağustos, big three ve jack pearson da yeni bir yaşa girmiş bulunmaktalar... iyi ki varsınız...

  • 5. 30 ağustos 2019 kayserispor galatasaray maçı

    fenerliyim. dışarıda skora baktım 2-2. kayseri 3 kırmızı ve 1 aleyhte penaltı. dedim bu lig bitmiş. herif gol atanı oyundan çıkarmış bir de utanmadan 8 dakika uzatma verip 9.dakikada gol vermiş. ana avrat sövüp geldim eve.. özeti izledim. ulan hakemin her kararı doğru neredeyse. galatasaray hak etmiş 3 puanı, helali hoş olsun. ama asıl soru şu: 8 kişi kayseriyi son saniye golüyle ve penaltıyla yeniyorsan bu haftadan sonraki maçları nasıl kazanacaksın? 3 puanı kayserili futbolcular yaptıkları mallıklarla hediye etti bu hafta. onu bile zar zor kazanırken sağlam anadolu takımlarına karşı ne yapacaksın? bence yönetimin ve teknik ekibin bu maçı mağlup olmuş gibi yorumlayıp gerekli tedbirleri alması lazım.
    bir de kardeşim artık alın şu falcao'yu. bezdim artık her okuduğum haberde şu adamın sıfatını görmekten.

  • 6. intermittent fasting

    ketojenik denen düşük karbonhidrat sistemiyle beraber 17 gündür uyguluyorum.. aslinda sadece bi bakip cikacaktim. cikamadim. (asiri rahatima geldi)
    16/8 le başladım, günler içinde öğünü teke düşürmenin vakit ve enerji anlamında daha avantajlı olduğunu farkettim. şu an 22/ 2 filan yapıyorum. (spor sonrası whey extra)

    bi kere ne angaryaymis arkadaş, günde 3-5 kere acıkıp yemek! yemek düşünmek, en kallavi yemekten 2-3 saat sonra bile midende kazinma hissetmeye başlamak!

    şu an tek öğünde vurup çıkıyorum. makrolara gore tabii. %5 carb. %20 protein, %70 yağ olacak şekilde 1380 kalori.

    çok daha sağlıklı, enerjik, pozitif hissediyorum.
    en önemlisi de hatırlayabildiğim kişisel tarihçem boyunca (35 yil) ilk kez bu 17 gün hiç şeker kullanmadım. ve aramıyorum da.
    inanılmaz, ama gerçek. bütün abur cuburlara olan iştahımı ve şevkimi kaybettim. zaten zehir gibi biseymis onlar. okuyun, hak vereceksiniz.

    işte yani ben "keto mu ne mi, bakayım bi neymiş" dedim ve içinde buldum kendimi. ketonun arkasından if paşa paşa geliyor... geliyormuş yani.
    yaşadık gördük.

    çok tavsiye ederim. bende durum -5 kg ama tartı çok da önemli değil, spor yapıyorum çünkü.
    ama spor yapmasanız bile eriyorsunuz yani. çok net

  • 7. mülaki

    can semtinde kulağına aşk fısıldanan
    efsunlu güzel,
    sözlerin derinliği
    gönül deryasından haber
    seni uzaktan sevmek de vardı
    ama,
    ru-be-ru olmak çok daha özel.

  • 8. norveç

    trondheim, oslo, stavenger, bergen vb. şehirlerinden çeşitli insanları ile yeterince münasebet kurunca size doğasından, müzesinden değil de biraz da insanından bahsedeceğim ülke. ben daha sıkıntılı bir tipe denk gelmedim. kendi halinde yaşayan insanlar, bu da başkalarına soğuk geliyor ama ben ekstra bir soğukluk hissetmedim. başkalarının işine hiç karışmıyorlar, son derece nazikler ve yardım lazım olunca da ediyorlar canhıraş bir şekilde. iş ahlakları düzgün, iş varsa yapıyorlar. başkası yapsın amk bana ne modunda değiller. sosyal ortamda muhabbetleri iyi, keyifli insanlar. aşağılık komplekseleri olmadığı gibi tersi de söz konusu değil. poz kesmeden, gerçekten mütevaziler.

    eksilere gelince, çok basit bir hayat görüşleri var. simplicity bu adamlar için bir numaralı prensip. bu güzel bir şey ama küresel eğilimlerin egemen olduğu çağda çok fazla tek tip insan doğmasına sebep oluyor. karşılaştığınız norveçlilerin yüzde 98i travelling, ski, netflix ve hiking hobilerine sahip. marjinal insan sayısı az. çevrilen kitap sayısı az ama dil bilen çok. sanat hayatı diğer ülkelere göre bir tık sönük vs. yine de güzel insanlar. ha dış güzelliğine hiç girmiyorum, ilah ve ilahe amk çocukları.

    oslo özelinde bence yaşaması en güzel yer frogner, bygdøy alle civarıdır. bir de fornebu tarafları. gelirseniz bu muhitleri de turlayın. kopenhag frederiksberg gibi buralar muhit olarak. insan gezerken orada yaşayanların huzurunu hayal edip keyifleniyor. asker sonrası bærum'a doğru vardıkça bir olayı kalmıyor bence west oslo'nun. bir de bu var. akerselva'nın batısında kalan kısımlar west oslo diye geçiyor denebilir ve west oslo daha "tiki mekanı" diyebileceğimiz kısmı. tam ortada grunerløkka bulunuyor ki şehrin hipster kalbi. gelirseniz blå, mathallen, crow vb. mekanları tavsiye ederim.

    not: turist olarak geldiyseniz çekip herhangi biriyle konuşabilirsiniz, özellikle oslo'da. sıcak insanlardır.

  • 9. house m.d.

    şu yaşıma kadar onlarca dizi izledim ama hiçbiri şu dizi kadar hayatıma yön verip insanları tanıma konusunda aşama kat etmemi sağlamadı. zamanında 5 sezonu izleyip bitireceğim diye yaklaşık 1 hafta evden çıkmayıp okulu falan komple asmıştım da arkadaşlar merak edip iyi misin diye aramışlardı. bittiği günü de hala hatırlarım, öyle büyük bir boşluğa düşmüştüm ki günlerce sevdiğim biri ölmüş gibi üzülmüştüm.

    ayrıca house's head ve wilson's heart adlı 2 bölümü vardır ki hem kurgu hem sinematografi açısından hala her izleyişimde orgazmik anlar yaşatır. bu 40'ar dakikalık dizi bölümleri nice milyon dolarlık holywood yapımlarına taş çıkartır.

    büyüksün reyiz, özledik.

  • 10. 2019 ekonomik krizi

    yeter lan.
    gecinemiyorum amk. evim yok. boktan bir arabam var. bir tane oğlum var ellerinizden öper 3 yaşında. sabah akşam çocuğun gözlerine bakıp gelecekte nasıl bir hayat yaşayacak onu düşünüyorum..

    köpek gibi çalışıyorum. hala da yetmiyor. rahmetli babam yıllık izinlerini ekim ayında alırdı ki elma hasat dönemi. milletin elmaların toplayarak eve 3 kuruş daha girsin diye uğraşırdı adam.

    eskiden kömür torba ile alınmazdi. kamyon ya da traktör her neyse evin önüne döker millet de onu komurluge taşırdı. rahmetli babam annem ile birlikte gece yarılarına kadar milletin kömürünü tasirlardi. biraz olsun gecinebilmek için.

    biz de aynı şeyleri yaşayacağız herhalde. az kaldı.

    öyle birşey olursa asla utanmam. yaparım. çalışırım çünkü oğlum benim yaşadıklarımı yasamasin. benim gibi sıkıntı cekmesin.

    bakın 3 yıldır ciddi tasarruf halindeyim. resmen tlc'deki aşırı pintilere döndüm ama hala yetmiyor. yetiremiyorum.

    bunları bana yaşatanlara hakkımı haram etsem ne değişecek . hiç bir şey. adamlar mutlu mesut yaşayacaklar.

    asıl hakkımı tercihleri ile beni bu cendereye sokan menfaatci şerefsiz vatandaşa helal etmiyorum.

    bu adamlara yandaslik eden en yakınım bile olsa konuşmuyorum. ne düğünlerine gidiyorum ne cenazelerine. ne yardım istiyorum ne yardım ediyorum. yoklar benim için. sagolsunlar sıfır akraba ile hayatıma devam ediyorum.

    geçen google uyduruk blogumdan dolayı bana 200 tl adsense parası yatırmış. o kadar mutlu oldum ki.

    neyse zaten çok ofkeliyim. yazdikca öfkem azalacağına daha da artıyor.

  • 11. kendini kandırmak

    epey başarı kaydettiğim eylem.

    yogadan nefret ediyorum. (bkz: yoga/@istenc) ama çok da yararlı bir pratik, geçtiğimiz altı haftada özellikle denge konusunda büyük aşama kaydettim. psikolojik olarak mutsuz etse de fiziksel katkısını yadsıyamam. ayrıca öz disiplin önemlidir benim dünyamda. sevdiğin şeyi yapmak kolay, mesele sevmediğin ama iyiliğine olan şeyi düzenli yapabilmekte.

    neyse artık, ben her sabah kalkıyorum ve kendi kendime diyorum ki "hayır, bugün kesinlikle yoga yapmayacağım." bunu duyan kendim çok mutlu oluyor.

    sonra ya koşuya çıkıyorum ya yüzüyorum ya da evde şınav mınav bir şeyler yapıyorum. "neyse" diyorum bitirince "hadi biraz da yoga yapayım."

    artık her gün yoga yapıyorum. ama her sabah güne, o gün kesinlikle yoga yapmayacağıma kendimi temin ederek başlıyorum. garip bir şekilde işe yarıyor.

    hatta sanırım tuhaf bir şekilde dışarıdan da anlaşılmaya başladı yoga yaptığım. ya da bilmiyorum işte, anca benim başıma gelecek saçmalıkta bir olay yaşandı diyeyim. geçen hafta kedilerimden biri öldü. veterinere götürdük, otopsiye girdim, koydum poşede çöpe ben attım. moralim yerlerde ama insan içinde tutuyorum kendimi. o sırada kendi hayvanı için orada olup vaziyeti baştan sona izleyen bir kadın yanıma yaklaşıp "siz yoga mı yapıyorsunuz?" diye sordu. ben de nereden anladı acaba diye şaşırarak "evet bir aydır falan yapıyorum, nereden bildiniz?" diye sordum. "ölümü çok kolay kabullendiniz. yoga yapanlardaki iç huzuru, dengeyi yakalamışsınız" dedi. he canımın metrobüs köşesi, kafası yeni geldi yoganın. çarpıcam elimin tersiyle iki tane, ondan sonra görecek asıl, iç huzuru da dengeyi de. 20 yıllık ateistim, ama benimle taşşak* geçmeyi çok seven bir güç olduğuna inanıyorum. sırf piçlik olsun diye yolluyor şu yarım akıllıları bana.

    neyse işte gördüğünüz gibi yoganın ruh halime olumlu bir etkisi olmadı. ama fiziksel olarak fayda gördüm yukarıda da yazdığım gibi. "yapmayacağım" diye kendimi kandırarak "acı yok rocky acı yok!" kafasıyla her gün yapmaya devam :/

    yani var ya, şunları uzata uzata, az biraz bilim soslu, çekim yasası kuantum falan saçmalayarak, afili kelimelerle kaleme alabilseydim, skindirik bir kişisel gelişim kitabı yazıp yolumu bulabilirdim. kapak resmi gözümün önüne geldi şu an: saftiriklerden yolacağı paraları düşünerek geleceğe umutla bakan, i hate yoga tişörtü giymiş bir istenc. olamaz mı, olabilir. dını nı nım.

  • 12. şehzade osman'ın ilker başbuğ'a hakaret etmesi

    arkadaşlar bu arkadaş osmalı ailesi tarafından sevilmeyen dışlanan şamda büyümüş düşük eğitimli soyadının ekmeğini yemeye çalışan bir kişidir. gerçek osmanlı ailesi pariste bulunmakta iyi eğitimli piyanodan operaya hepsiyle ilgili aydın insanlardır. bu kişiyi dikkate alıp paylaşıp popülerliğini arttırmayın.
    linkler:
    https://tr.sputniknews.com/…li-osmanliyim-dememeli/
    https://www.yenicaggazetesi.com.tr/…pki-224455h.htm

  • 13. reynmen

    bunun "ela" şarkısını hiç youtube'da açıp dinlememiştim. ama sağda solda "yalan söy-le-me gözlerime baaak" kısmını 58 kere tekrar ettiği bölümü duymuştum. bugün markette şarkının tamamına maruz kalınca, marketin ortasında kendi kendime gülme krizine girdim yeminle.

    "yardımet yardımet yardımet yardımet yardımet yardımeeeeet.bilirsin bu çocuk dalgın hep dalgın hep dalgın hep dalgın heeeeep". bu ne oğlum? yemin ediyorum ve abartmadan söylüyorum, bunu dinleyen ve beğenen bir insana ne saygı duyarım ne de hayatın herhangi bir alanın yaptığı herhangi bir yorumu ciddiye alırım. çünkü bu bambaşka bir şey. 8-10 yaş altı çocukların ritminden dolayı beğenmesini kabul edebiliriz ama 16-17 yaşı geçmiş birinin bunu beğenerek dinlemesi kabul edilemez.

    bunu beğenen 16 yaş üstü bir insanı, hayatın hiçbir alanında ciddiye almamak gerek. çünkü bu sayede, zihinsel ve kültürel olarak ortalamanın çok altında bir seviyede olduğunu, düşüncelerine önem verilebilecek seviyeden çok uzak olduğunun anlayabilirsiniz. bir şarkı ile bunu nasıl anlayabiliyorsun derseniz şöyle düşünün; posta gazetesi şiirleri toplanıp bir kitap olarak basılsın ve sonra da adamın biri gelip "abi bu şiir kitabı çok iyi, çok kaliteli. ben beğendim" desin. siz bu adamın, daha sonra edebiyat, şiir ve kitaplar üzerine görüşlerini ne kadar ciddiye alabilirsiniz?

    bu elemanın müzik diye yaptığı "ela" şarkısının şiirdeki karşılığı da tam olarak "posta şairler köşesi". hatta bir sonraki şarkısı için şu sözleri kullanabilir. " tutuldum bir güzele güzele güzele güzele güzeleeeee. tutundum bir gazele gazele gazele gazeleeeeeeee". yemin ederim bu daha iyi.

  • 14. tanzimat için evlenmek

    (bkz: şair evlenmesi)

  • 15. real madrid ile yarım kalmış bir hesabımız var

    bence affedelim gitsin başkan. durup dururken ağzımızın tadı kaçmasın.

    tanım: açılmaması gereken hesap.

  • 16. hem seks sırasında hem cenazede söylenecek cümle

    (bkz: birlikte kaldıralım)

    edit : yazar olalı girdiğim az sayıda başlık içinde (bilgilendirme,tanım vb.) en çok favlanan başlığın bu olması eksi sözlükteki yazarlar hakkında çok ipucu veriyo.

  • 17. öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler

    son zamanlarda recreational mathematics'e merak sardığım için, 'child prodigy' olarak da nitelendirilen srinivasa ramanujan ile birlikte matematiğin bu alanına -muhtemelen- en büyük katkıyı yapmış bir dehadan, john horton conway'dan bahsetmesem olmaz kanaatindeyim. kendisi, aynı zamanda mezunu olduğu university of cambridge matematik bölümünde ve de princeton university'de hocalık yapmış, john von neumann emeritus professor unvanına sahip bir süperstar. conway yıllarca sayılar teorisi, oyun teorisi ve kodlama teorisi üzerine uzun süre çalışmış ve bu kuramlarla ilgili hatırı sayılır sayıda makale yayınlamıştır.

    princeton.edu'daki sayfası ve oldukça mütevazı cv'si için lütfen:

    https://www.math.princeton.edu/people/john-conway
    https://www.math.princeton.edu/…017-03/conwaycv.pdf

    çalışmaları ve bulgularından bazıları:

    i) en bilinen ve önde gelen çalışması, tabii ki: conway's game of life*.

    "sıfır oyunculu, aslında deterministik ancak başlangıç koşullarındaki ufak değişikliklerin çok farklı sonuçlara yol açmasından ötürü kaos teorisinden de payını alan, bu anlamda bir nevi hayat simülasyonu olarak da gösterilen mükemmel bir oyun.

    oyunun kuralları şöyle: sonsuz büyüklükteki iki boyutlu, matrix şeklindeki bir düzlemdeki kare şeklindeki hücreler için, 2'den az komşusu olan hücre yalnızlıktan ölür, 2 ya da 3 komşusu olan hücre yaşamaya devam eder, 3'ten fazla komşusu olan hücre kalabalık için kaybolarak ölür, 3 komşusu olan ölü hücre dirilir; herhangi bir andaki ölü ya da diri bütün hücrelerin kaderi aynı adımda belirlenir."

    (bkz: öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler/#84705332)

    oyun: http://web.mit.edu/…16/www/6170/gameoflife/gol.html
    onlarca nefes kesen simülasyon: https://www.youtube.com/watch?v=c2vgicfqawe

    deterministik: https://gfycat.com/dearfairazurevasesponge
    stokastik: https://gfycat.com/…alouswarlikeblackrussianterrier

    ii) conway dizisi: tamsayılar için soldan başlayarak ve sağa doğru giderek, denk gelinen sayıdan -sonda sayının kendisiyle birlikte- kaç adet yazıldığını içeren look and say sequence'in 3 ile başlayan versiyonuna conway dizisi adı verilir (oeis - a006715). aynı zamanda söz konusu bu sequence için -dejenere olarak nitelendirilen, başlangıç sayısı olarak 22 hariç- ardışık iki eleman orasındaki oran conway katsayısı olarak adlandırılır ve 1.303577269034... 'e eşit bu değer, katsayıları aşağıda verilen 71. dereceden polinomun tek pozitif reel köküdür:

    0 = -6 + 3x - 6x^2 + 12x^3 -4x^4 + 7x^5 - 7x^6 + x^7 + 5x^9 - 2x^10 - 4x^11- 12x^12 + 2x^13 + 7x^14 + 12x^15 - 7x^16 - 10x^17 - 4x^18 + 3x^19 + 9x^20 - 7x^21- 8x^23 + 14x^24 - 3x^25 + 9x^26 + 2x^27 - 3x^28 - 10x^29 - 2x^30 - 6x^31 + x^32 + 10x^33 - 3x^34 + x^35 + 7x^36 - 7x^37 + 7x^38 - 12x^39 - 5x^40 + 8x^41 + 6x^42+ 10x^43 - 8x^44 - 8x^45 - 7x^46 - 3x^47 + 9x^48 + x^49 + 6x^50 + 6x^51 - 2x^52 - 3x^53 - 10x^54 - 2x^55 + 3x^56 + 5x^57 + 2x^58 - x^59 - x^60 - x^61 - x^62 - x^63 + x^64 + 2x^65 + 2x^66 - x^67 - 2x^68 - x^69 + x^71.

    https://oeis.org/a137275
    http://mathworld.wolfram.com/conwaysconstant.html
    https://www.ams.org/…26-7/s1079-6762-97-00026-7.pdf

    iii) doomsday argument. bir diğer ifadeyle: (bkz: bir tarihin hangi güne denk geldiğini bulmak)

    john horton conway, her 400 senede tekrarlanan gregoryen takvim için gün/ay/yıl formatında verilen her tarihin hangi gününe denk geldiğinin zihinden bulunabileceği bir kural geliştirmiştir. söz konusu algoritmanın daha detaylı anlatımı için:

    (bkz: bir tarihin hangi güne denk geldiğini bulmak/#56651265)
    (bkz: öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler/#74340292)

    iv) poligonal conway - coxeter friz düzeni çözümü.

    en üst sıranın 1 - 1 - 1 - 1 - ... şeklinde ilerlediği, sonraki sıralardaki elemanların değerinin doğu * batı - güney * kuzey = 1 eşitliği kullanılarak hesaplandığı ve en alttaki sıranın yine 1 - 1 - 1 - 1 - ... biçiminde olduğu iki boyutlu matematiksel friz düzenleri için çözümün aynı zamanda çokgenler yardımıyla da hesaplanabileceğini gösteren bu yöntem için:

    https://www.youtube.com/watch?v=0mxz-np-ray
    https://pdfs.semanticscholar.org/…43f0f295ef7fa.pdf
    https://arxiv.org/pdf/1412.1726.pdf
    https://en.wikipedia.org/wiki/frieze_group

    v) conway - paterson topolojik sprout oyunu.

    oyun alanı üzerinde muhtelif yerlere yerleştirilmiş n sayıda nokta ile başlanan iki oyunculu bu oyunda amaç, noktaları, kendisini ya da bir diğerini kesmeyen doğrusal ya da eğri çizgilerle birleştirerek (bir noktada en fazla üç tane çizgi birleşebilir) ve de bir sonraki adımda çizginin üzerinde bir başka nokta işaretleyerek rakibi hamlesiz bırakmak. conway ve paterson bu oyunun maksimum 3n - 1 adımda biteceğini ve deterministik olduğunu (yani birinci oyuncunun ilk hamlesi sonrası hangi tarafın kazanacağının aslında belirlenebileceğini) göstermiştir:

    https://www.youtube.com/watch?v=xkstgdn-4_m
    http://library.msri.org/…3/files/131105-lemoine.pdf
    https://en.wikipedia.org/wiki/sprouts_(game)
    https://nrich.maths.org/2413
    http://homepages.math.uic.edu/~kauffman/conway.pdf

  • 18. zeynep bastık

    dün gece hasbelkader izleme gafletinden bulunduğum insan.
    kızın boyu o kadar kısa ki sahneden 3-4 metre geride bile kızı göremiyorsunuz. biri kafasını çekecek ki yüzünü görün. bu arada sahne yerden yüksek sakın yanlış anlaşılmasın.
    mustafa sandal'dan sertap erener'e kadar herkesin şarkısını söyledi. şarkıların çok büyük kısmı 90'lı yılların sonuna ait. telif ödüyor mu çok emin değilim.
    mekana gelenlerin çoooook büyük kısmı 20-26 yaş arası en hızlı tüketen gurup. bu da demek oluyor ki sıfır üretim ile çok uzun bir soluğu yok.
    bildiğiniz 2. muazzez ersoy vakası o kadar.

  • 19. evlerinde zorla tutulan %50'nin bugün ne yaptığı

    bi sigara yakıp gündemi takip ediyorlar diyeceğim ama sigaraya zam geldi. siyasal islamcı oldukları için gizliden içki içtikleri aşikâr. içki içip gündemi takip ediyorlar diyeceğim ama bugün bi rakı neredeyse çeyrek altın parası. her şeyden bunalıp pencereleri kapatıp doğalgazı açıp intihar ediyorlar diyeceğim ama gelen zamlardan sonra bir gülme geliyor.

    arabalarına binip filmlerdeki gibi hız yaparak depresyon etkisinden kurtulmaya çalışıyorlar diyeceğim, akaryakıt fiyatları ortada. köprüye gidip intihar edecekler desem, köprü fiyatları zaten intihar ettirecek pahalılıkta. kafa dağıtmak için tatil yerlerine gidiyorlar desem, otoyol fiyatlarından hiç bahsetmeyeyim.

    kafa dağıtmak için kendilerini mutfağa kapattılar yemek yapıyorlar yiyip içiyorlar desem etin, soğanın, patatesin, limonun, meyvenin fiyatlarına hiç girmeyeyim. sahi, bu yüzde 50 napıyor?

    debe editi: madem debe döndü, editi de dönsün değil mi? daha ikinci günden debeye merhaba dedim. debeye girmeme vesile olan tüm yazarlara ve evde zorla tutulan %50'ye teşekkürler.

  • 20. avrupa'yı avrupa yapan değerler

    babam, hastalığı türkiye'de tedavi edilemediği için çok uzun süre bir fransız hastanesinde yattı.
    o süre içinde ameliyat olduğundan ve biz de yanında refakatçi olarak bulunamadığımızdan fransız hastabakıcılar bakımını yapmışlar.
    orayla ilgili anılarını paylaşırken utanarak anlattığı bir ayrıntıyı hiç unutamam.
    kadın bir hastabakıcı babamın altını temizliyormuş. babam hizmetinizin karşılığı diye 20 (yanlış hatırlıyor olabilirim o civardı bişi) frank vermiş. (oldukça eski bir dönemdi. henüz euro kabul edilmemişti fransa'da)
    hastabakıcı babama "ben hizmetimin karşılığı olarak devletten maaş alıyorum beyefendi." diyip parayı reddetmiş.
    babam burda da ameliyat olmuştu. çarşafı değiştirmeleri için bile hastane çalışanlarının cebine para tutuşturuyorduk. yoksa ayak sürüyorlardı.
    babamın fransa'daki tedavisinden bu yana çok uzun yıllar geçti.
    ama türkiye'de hiçbir şey değişmedi. bir adım daha atıp, azcık bile daha ahlaklı bir toplum olma yolunda ilerlemedik.
    sorsan manevi değerlerimize toz kondurmayız.

  • 21. spotify

    bu nasil bir illettir, kim bununla uğraşıyor bilmiyorum ama spotify'da bulunmayan neredeyse her şarkının adını taşıyan bir çalma listesi var. ve de her defasında belki o şarkıyı bulabilirim diye listeye girdiriyor. hainsiniz oğlum.

  • 22. kötü günlerde kişiye güç veren sözler

    . . . rahmetli babam derdi ki.

    - ne kadar hızlı koşarsan koş sorunların her zaman senden hızlıdır. sadece karşılarına dikildiğin zaman yavaşlarlar.

    . . . kulağıma küpedir.

  • 23. götü kalkmış türk kızları ile instagram deneyimi

    (bkz: selection bias)
    (bkz: confirmation bias)

    örneklem seçimi sıkıntılı, elde etmek istediğin sonucu sana verecek bir örneklem almışsın, "türk kızı" diye adlandırdığın şeyi temsil edecek bir rastgelelik yok seçiminde, dolayısıyla ulaştığın sonuç da köküne kadar biased.

    ulaştığın sonucu şöyle yorumlamak daha doğru olur; instagram profillerine bakarak, gösteriş meraklısı oldugunu düşündüğün kızların büyük bir çoğunluğu gerçekten gösteriş meraklısıdır. bu kadar.

    şöyle anlatayım. 100 adet gösteriş meraklısı değil, 100 adet kilolu insana yapmış ol bu yaptığını. vücut, para, araba yerine de kilo verme ürünü olsun senin profilinde. tabi ki bu 100 kilolu insan, senin kilo verdirme vaadinde bulunan ürününe daha çok talep gösterecek. bunu; "türkiye popülasyonu, kilo verme ürünlerine yüksek ilgi gösteriyor" diye yorumlamak ne kadar yanlışsa, yukarda ulaştığın sonuç da bir o kadar yanlış.

  • 24. sivas 1850'leri yaşıyor

    dogru söylenmiş, ama sadece sivas için değil anadolu sehirlerinin %80 i için geçerli sayilabilecek bir teşhis. bu şehirlerdeki tek güzellikler doğadan gelen tabii güzellikler. biz türk milleti olarak insan eliyle hic bir guzellik katamadik. ama olduğundan daha çirkin gözükmelerini sağlayabildik.

    kültür yok, sanatsal faaliyetler yok, eğlence yok. yok oğlu yok yani. estetik şehirleşme yok, bir şehri şehir yapan parklar, yeşil alanlar yok. yemek yemek, uyumak ve sıçmak üçgeninde geçmesi için tasarlanmış şehrimsiler. işin kötü yanı aynı zihniyet, sırf para kazanma imkanı için geldikleri istanbul'u da, kendi geldikleri zamandan itibaren kurduklari ilçeler, yerleşim yerleri bazında kendi geldikleri anadolu şehirlerine benzettiler.

    çok kültürlü, özellikle istanbul'da sosyo kültürel ve ekonomik anlamda ağırlığı fazla olan ve estetik kaygıları ve zevkleri yüksek azınlık gruplarına sahip osmanli'nın mirası olan beyoğlu, galata, pera, cihangir, balat vs. gibi yerleşim yerleri hiç olmasaydı, anadolu insanı istanbul'a bu güzelim estetik ve tarihi yerleşim yerlerini ve zengin sosyo kültürel hayatı kazandirabilir miydi saniyorsunuz? şimdiki tarihi beyoğlu'nun olduğu bölgede koca bir esenler var olmuş olurdu anadolu insanina kalsa.

  • 25. joker

    bugün itibariyle venedik film festivalinde prömiyerini yapmış olan; 2019’un en çok merakla beklenen filmi. ilk kritiklerse gayet olumlu. her ne kadar kritik puanlar kadar kıstas olmasa da filmin an itibariyle imdb puanı ise 9.7. (bkz: https://www.cinemablend.com/…r-for-this-masterpiece)

    tüm kritiklerden bağımsız olarak tartışmasız gerçeklikse, muhteşem bir oyunculuk performansı izleyeceğimiz hususu; robert de niro üstadın varlığı da cabası.

    şahsi olarak filme pozitif önyargıyla bakmamı sağlayan husus ise; yönetmenin filmi çekerken en çok esinlendiği filmler listesine scorsese üstadın ragging bull, taxi driver ve the king of comedy başyapıtlarını koyması oldu. bu yönüyle film adeta scorsese üstada saygı duruşu niteliğinde.

    yine son kıstas olmasa da joaquın phoenix’in bu filmle sonunda oscar heykelciği kapacağı da gerçekleşmesi çok muhtemel bir öngörü sanırım.

  • 26. kyk borçlarının silinmesi kanun teklifi

    faizlerin silinmesi ve kişiler işsiz iken erteleme yapılması durumunda ek faiz getirilmemesi mantıklı olan istektir. öğrenci iken herkes kafede yemez bu paraları ama bu para ile geçinip belki bir kısmı ile de oturup eğlensin insanlar bir zahmet. milletçe herkes eziyet çeksin istiyoruz sanki . başkaları bir tık kaliteli yaşayınca ama o da paraları yedi demek çok mantıksız. insanlarımız özellikle gençlerimiz iyi yaşasın bu duruma kızmayınız. aksine sevininiz.

  • 27. ekrem imamoğlu'yla görüşen gariban işçi temsilcisi

    garibanliktan neredeyse ölecek olan, yüreklere dokunan, vücud diliyle gözlerimi yaşa boğan işçidir. ekrem imamoğlu'nun işten cikarilan işci temsilcileriyle görüşmesinde bu iç burkan pozu vermiştir.

    yapma kardeşim, etme kardeşim bu kadar mahsun ve gariban durma, yürekleri dağlama...

    ...derdim ama ben değil patronumun karşısında oturmak, şu şekilde toplu taşıma aracında dahi oturmam. hatta new york'ta toplu taşımada bu şekilde oturmak yasak. bu cesaret nereden geliyor ? ulan böyle bir sey nasil olabiliyor ?

    bir tarafta, değil muhataplarinca makaminda kabul edilmek, sesini cikardiginda gaza, suya, sopaya boğulan diğer tarafta seçime 1 ay kala girdigi işten cikartilinca (yasal haklari da verilmis) bunlar. ya siz hayirdir ?

    şimdi bu arkadaş belpark'ta işçi diyelim. belediye başkaninin karşısında şu şekilde oturan adam vatandaşa ne yapmaz ? sirf şu duruş bile bu adamin işe liyakatin "l" harfi olmadan alindiğinin ispati degil midir ? adam kameralar olmasa başkana girişecek gibi. ayrica goren de der ki başkan degil de kendisi lutfedip makaminda agirlamis. baskanin bacaklar kapali elleri dizlerine yakin, kulhanbeyi pardon isci arkadassa nazi kartali gibi her uzuv bir kosede. hele bakislar... ulan madem bu kadar nefret ediyorsunuz basin istifayi gidin. biraksak oldurecek misiniz adami ?

    sizin bu kibrinizin kaynagi nedir aciklayin da bilelim. ben de isinden atilmis bir isciydim ve oyle secime bir at kala sisirme kadrolara alinan bir isci degil, tum performans degerleri en ust seviyede cikan bir isciydim. ben su pozu veremezdim.

    kaldi ki beni sms'le attilar bir de. kimligimi teslim ettigimde herkes cuzzamliymisim gibi kaciyordu, en ust idarecimle konusmak, izahat almak nire ?

    neyse. fotograftan goruldugu uzere zaten atilmasi gereken bir arkadasmis. bundan sonra yeni ve gercekten calisacagi bir isi olacagi icin kimin karsisinda nasil oturup kalkmasi gerektigini ogrenmesini tavsiye ederim kendisine.

    bundan sonra da rica ederim kimse "gariban" edebiyati yapmasin. bir "gariban" varsa o hala biziz. masallah siz magdurken bile makamlarda agirlaniyor, sozunuzu soylemeyi gectim 4.600.000 oy alan adama bile "şeklinizi" koyuyorsunuz.

    aha bu da ikinci arkadas. tuhaf yani ne bileyim. hadi makami falan gectim, insan misafirlige gitse su sekilde oturur mu kafam basmiyor. hele karsindaki adam bir sey anlatirken. ben cok geri kafali kalmis olabilirim bu genc arkadaslarin yaninda, bilmiyorum.

    ekleme : bak hemen "o tek kare anlasilmaz bi kere algi yapiyorsun" diyen bir aktroll arkadas geldi. evladım ben goruntudeki arkadaslar rencide olmasin diye videoyu koymadim. al aha video da burada. 2 dakika 20 saniye. gor bakalim algi mi kasmisim yoksa olani "ayip olmasin" diye mi kesmisim. sansinizi cok zorluyorsunuz bence yapmayin. cunku biz videonun son cumlesinde baskanin da soyledigi gibi üzülsek de adil olmak zorundayiz. ki ben bu arkadaslara uzulmedim de. uzulmesi ekrem imamoğlu'nun kendi insanligi.

    duzeltme : vücut* mahzun* hâlâ* tesekkurler
    @intrigante

  • 28. emine erdoğan'ın salda gölü'nü incelemesi

    kaynak: https://twitter.com/…tatus/1167704701804175362?s=20

    --- spoiler ---

    cumhurbaşkanı recep tayyip erdoğan'ın eşi emine erdoğan, çevre ve şehircilik bakanı murat kurum'un davetlisi olarak, 2 eylül'de salda gölü'ne gidecek. emine erdoğan, "gölün ve çevresinin korunmasına yönelik yapılması planlanan projeyi" yerinde inceleyecek.

    --- spoiler ---

    ciddi konuları sulandırmak için hanımefendi elinden geleni yapıyor. üstünde 1 milyon liralık kıyafet ve aksesuarlar ile çıkıp "israfın ne denli kötü" olduğu hakkında konuşma yapıyor.

    şimdi de salda gölü'nde incelemelerde bulunacakmış. kim olarak? hangi vasıfla? küçümseme amacıyla söylemiyorum ancak bu kadın ilkokul mezunu.

  • 29. rambo'nun tank sürmesi helikopter uçurabilmesi

    ilk filminde amerikaya sistem elestirisiyken (bkz: rambo 1), ikinci ve ucuncu filmlerde bariz bir amerikan propagandasi filmine donusmustur rambo. artik araya nasil insanlar girdiyse, nasil oneriler geldiyse stallone'ye, tukurdugunu bir guzel yalamistir stallone.

    90'larda afganistan abd'nin dostuydu, brzezinski politikalarinin propagandasiydi rambo 2 ve 3. 2000'lere gelindiginde afganistan'a gerek kalmadi zira 90'larda sovyetler coktu. 2000'lerde yapilan filmlerde afganlar bu sefer eskisi gibi cesur savascilar olarak sunulmadilar piyasaya, aksine islamci terorist olarak sunuldular. halbuki afganlar hep ayniydi. degisen, anti komunist propagandanin miyadini doldurmasiyla ortaya cikan farkli hesaplardir.

    kitleler gerzektir, o kitlenin icindeki eziklige oynayarak tank da surdurursun esas oglana, helikopter de surdurursun ne olacak. maksat bilincaltina oynamak ve bilincdisi gudulenmeleri tetiklemek. hani "beyin kontrolu" falan diyorlar ya gerizekali komplocular, en buyuk komplo aygiti medyadir, sinema endustrisidir, bu dunyada her sey olabildigine aciktir, nettir. kitle profiline gore bir analiz yaparlar, akabinde o kitleyi kontrol etmek icin olabildigince populist, onlarin ezilmislik duygularini kendi cikarlarina gore yonlendirebilecekleri filmleri piyasaya sunarlar. parasini da kazanir, propagandasini da yapar bu akla sahip adam, sen de izlersin, kendini bir kukla olarak izlersin iste.

  • 30. abuzer kömürcü

    taşaklarını tekmeleyerek aldığı evladı erdal'a, "sen itsin oğlum, adam değilsin."

    diyerek beni gülme krizlerine sokan. son derece kalender, vefalı bir baba gibi babadır. tek derdi vardır, o da erdal itini meslek erbabı yapıp aç kalmamasını sağlamaktır. bunun için gecesini gündüzüne katar; sabahın erken saatlerinde çakı gibi ayaktadır. teorik-pratik her türlü eğitimi verir oğluna. döver... zira testi kırılmadan yapar ne yaparsa. testi kırıldıktan sonra istersen kes! ne fayda...

    ileride evlendiğimde karıma ve çocuklarıma böyle bir baba olacağım. böyle vefalı, candan, bilgi birikimi yüksek, duygusal... bir baba!

  • 31. babanın ölmesi

    üçüncü yıl...

    bir akşam öncesinde arayıp, o bitkin ve kısık sesiyle "gel, burada kal" dedi. annemi ve ablamı arayıp, hemen yanına gittim. elini tuttum. bir yıldır palyatif tedavi gördüğünü bilmiyordum. son zamanlarında öğrenmiştim. kemoterapi seanslarında birlikteydik. evet, sorunlarımız vardı. olsun, olur böyle şeyler, önemi yoktu. arabada, yanımda o'nun için aldığım yeni hastahane kıyafetleri vardı. eskileri artık bol geliyordu. erimişti o koskoca adam. biraz daha durduktan sonra annem ve ablam geldiler. onlara malzemeleri bıraktığımı, ertesi gün sabah erkenden geleceğimi söyledim.

    ertesi gün yanına vardım. bizimkileri eve gönderdim. onlar da dinlensin diye. durumu nasıldı? ne konuştuk? konuşabildik mi ki? hatırlayamıyorum bile. tek hatırladığım elini tuttuğumdu. öğleden sonra ağrıları arttı, bilinci kaybolmaya başladı. doktor "artık hazır olmanız lazım" dedi. bizimkileri aradım. geldiler. o arada düzensiz solumaya başladı. ağrılarını dindirmek için sıklıkla morfin verdiler. elimi sıkıyordu. bi ara başını yastığından kaldırıp gözlerimin içine baktı.

    son nefesini verdi...

    son nefesini eli elimdeyken verdi. yanındaydım. yalnız bırakmadım. öylece kalakaldım. üzülmesin diye gözyaşlarımı içime akıtıp, birlikte saatlerce muhabbet ettik. tek konuşan bendim oysaki. bir kaç saat sonra cenaze işleriyle ilgilenenler geldiler. üzerindeki, o'na yeni aldığım giysileri çıkarttılar. işlemleri hallettiler ve babamı, ertesi sabah almak üzere morga teslim ettik.

    babasız ilk gece...

    dayanamadım. hastahaneye gittim. yalnızdı. yalnız kalmasın. morgdan almamıza daha üç, belki de dört saat var. her nefes göğüste ayrı bir baskı.

    babasız ilk sabah...

    bak güneş doğdu. hayatımda ilk defa güneşin doğuşunu hissettim. bu, görmek, bilmek gibi değil. güneş doğuyor. o ışıklar... o renkler... o ısı... o his... sabah rüzgârının tendeki o ağırlığı. oluyormuş gerçekten. dünya gerçekten de dönüyormuş. nefes alıyormuşsun... ve inanır mısın? nefes verebiliyormuşsun da. hayat işte. sadece varsın. aldık babamı morgdan. o artık bana emanetti, toprağına kavuşturana kadar. cenaze işlemleri, yıkama ve namaz. kim vardı ki orada? kalabalıktı... ama yüzleri belli değildi. hiç birisini hatırlamıyorum.

    sonra havaalanı, uçuş, memlekete varış, oradan köye yolculuk. annesini zaten sevmem. buna rağmen o'nun evine götürülmesini kabul ettim. oğluyla vedalaşsın ama emanetime saygılı davransın. oradan da aile mezarlığına. öncesinde cenaze namazı. sonra defin.

    toprağa teslim ettiğimiz anda hissettiğim hafiflik... görevimi yerine getirmiştim. yolculuğu esnasında rahattı. annesi hariç, kimse de rahatsız etmedi. bir de sevmediği insanları ortamdan s!ktir etmenin rahatlığı.

    görevimi yerine getirmiştim...

    üç gün uyumamışım. olur böyle şeyler. bunlar daha ne ki? bak güneş yine yeniden doğdu. biz var olduk. hayat ise devam etti...

    yazarın dediği gibi (#3281475), "o sonsuz güven duygusunu veren adam" artık kendinsin.

    tartışmıştık, kavga etmiştik. sorunlarımız vardı. alkolikti. sorunlarımız derken, sanırım tek sorunumuz bu idi. benim için varlığı ile yokluğu birdi. buna rağmen çalışkandı, her zaman lâfının eri idi. yalan söylemezdi. ne olursa, ne olacaksa olsun, yalan söylemezdi, yalan söyleyenden de nefret ederdi. adildi. haksızlığa gelemezdi. son zamanlarında alkolü de bırakmıştı. o müthiş değişiklik. zaten güleryüzlü olduğunu biliyordum da... böylesi şakacı ve eğlenceli olduğunu da bize gösterdi ya... inanılmaz.

    böyle bir adam geçti dünyamdan... tüm çelişkileri ile...

    hem yazdım...
    hem ağladım...
    seni andım...

  • 32. kaygı

    görünmeyen, gerçekleşmemiş, belki de hiç gerçekleşmeyecek; gerçekleşmesinin bize iyilik getirmeyeceğini düşündüğümüz olaylara dair hissettiğimiz endişe, korkulu beklenti, yoğun stres.

    deniz ve denize dair her eylem; izlemek, içinde olmak, yüzmek, dalgaları ya da kulağı suya sokup denizi dinlemek, suya gömülüp gökyüzüne bakarken maviyle kaplandığımı ve kendime o an uzaydan bakıyor olsam, uzaktan görünen o büyük mavilikte bir nokta olarak bile görünmeyecek olduğumu düşünmek, benim için meditatif bir eylem. sırf bunu yaşamak için olabildiğince tenha tatil beldelerini, mümkün olan en tercih dışı dönemleri kovalayabilirim. denizdeyken yakınlarda kimseyi görmeyeceğim saatlerin de takipçisi olurum; zira bahsettiğim dalma hali insan gürültüsünde yaşanabilecek bir eylem/duygu durumu değil.

    bu sabah erkenden denize giderken yaşamayı umduğum, istediğim hâl de tam olarak buydu. bir şey yapmanıza gerek yok; sadece gelen dalgaları karşıladığınızı, kendinizi o ana bıraktığınızı, spor yapmayı değil de tüm varlığınızı denize teslim ettiğinizi düşündüğünüz zaman kendiliğinden gerçekleşiyor. hareketleriniz yavaşlıyor, yüzmüyor da süzülüyorsunuz, bir süre sonra tatlı bir uyku bastırıyor ve genelde o duruma geçtiğimi de gözlerimi kapatmaya başladığımda hissediyorum. iç sesim, "bir dakika ne yapıyorsun? sudasın, uyuma, ölebilirsin!" diyor ve kendime geliyorum.

    yine böyle bir an oldu. bu defa büyüyen dalgalar beni o durumdan çıkardı. dalgalar büyüdükçe, üzerime geldikçe, dalgayla hareket edersem hiçbir sorun yaşamayacağımı düşündüm ama kıyıdan fazla uzakta oluşum ve dalgaların arkasının kesilmemesi bir miktar canımı sıktı. sıkıntılı düşünceler sıkıntılı düşünceleri çekiyor. suyun temiz olması ve dibinin görünmesi şahane bir durum olsa da normalde hoşumuza giden durumlar stres anlarında çok da hoşumuza gitmeyebiliyor. o an suyun içine baktım ve suyun dibindeki bitkileri görmek beni dalgalardan da fazla strese soktu. oldukça derinde olduğumu bilmeme rağmen, ayağımın onlara dokunmasından ne kadar rahatsız olacağımı düşündüm ve içimi küçük bir panik duygusu kapladı ya da kaplamaya hazırdı. rasyonel verileri zihnime çağırdım; ne kadar derindeyim? korktuğum şeyin gerçek olma ihtimali nedir? kendi kendimi mi strese sokuyorum yoksa gerçek bir stres kaynağı mı var ortamda? cevaplar beni rahatlattı ve tam bu anda akışına bırakacak kadar suya güvenmek kavramı geldi aklıma, kendimi bu düşünceye bırakıp sakince yüzdüm. henüz kıyıdan uzaktaydım ve paniklersem kıyıda gördüğüm kızımı son kez görüyor bile olabilirdim. insan bazen kendi zihninde hapis ve böyle bir şeyin gerçekleşmesi aslında hiç de zor değil; kendi düşüncelerimle kendimi -hiçbir mesnetli sebep yokken- boğabilirim, diğer herkes gibi. bu düşüncelerle kıyıya yaklaşırken, hangi anlarda -aslında gerçek bir sebebim yokken- kendimi kaygıyla baş etmek zorunda bıraktığımı hatırlamaya çalıştım. kızımın ateşinin 41.5 olduğu gece geldi aklıma, kulak rahatsızlığı geçirdiği günler geldi; işler korktuğum gibi gider miydi gerçekten? insanın çok sevdiklerine bir şey olma ihtimali içinden rahatça kurtulamadığı bir sıkışıklık hissini beraberinde getiriyor.

    ardından bu düşüncelerin aslında hayatımızın her anına sirayet ettiğini düşündüm. evlenmeden önce, boşanmadan önce, çocuk sahibi olmadan önce, yeni bir ilişkiye veya işe başlamadan önce; henüz yaşamadığımız ve ne yaşayacağımızı bilmediğimiz pek çok anda bu duyguyu hissediyoruz. "acaba nasıl olacak?" sorusu zihnimizin hakimi oluyor; biz durumun farkında olup kendimizi oradan uzaklaştırmadığımız sürece. boğulmak sadece denizde gerçekleşebilecek bir tehlike değil; hayatın içinde fazlasıyla var. herhangi bir günde kendimizi akıntıya bırakıp, hatta olmayan akıntıların varlığını düşünüp, kendimizi yaşarken boğabiliriz.

    kıyıya birkaç metre kaldığında, ayağımı yere basmadan hemen önce hatırladım; ayağımda deniz ayakkabısı vardı, ayağım dokunursa diye korktuğum hiçbir şeye ayağım istese bile dokunamazdı aslında ama bunu tehlike geçtikten sonra hatırladım. bunu hayatımıza uyguladığımızda, ayağımızın korunaklı olduğunu günler, haftalar, aylar, belki yıllar sonra hatırlamamız ne büyük kayıp olmaz mı?

    gelecek bir bilinmez ve hayat ne getirirse, getirdiği an onlarla karşılaşıp, mücadele etmemiz gerekiyorsa edeceğimizi ama hâlâ yaşayacağımızı; hayatın pek çok iyi ve kötü dönemin toplamı olduğunu ve kötü olursa da geçeceğini düşündüğümüz zaman sakinliğimizi daha rahat koruyabiliyoruz.

  • 33. cyberpunk 2077

    oyunun popüler olmasının sebebi marketing veya pr değil, arkasındaki şirketin aşırı saygı gören, oyuncular tarafından çok sevilen ve özellikle son oyunu çok beğenilen cd project red olmasıdır. bence çok güzel olacak oyun. çünkü witcher 3 aksiyon odaklı rpg iken aksiyon-rpg iken. bu rpg odaklı aksiyon-rpg olacak. iple çekiyorum. :)

  • 34. hoşlanılan kızın dortmund'a yüklü girdim demesi

    komik başlık ama ben ilk bakışta yanlış anladım. sandım ki yengemiz avrupaya çalışan bir tır şoförü ve başka bir şehirde doldur boşalt yapıp dortmund il sınırlarına kasası yüklü olmak suretiyle girmiş...

  • 35. basketbol milli takım marşını reynmen'in yapması

    o bitişteki sıçışa marş diyenin kafasına sokayım. kroluk hiçbir zaman bu kadar yükselişe geçmemişti bu ülkede. iyice çomarland oldu ülke.

  • 36. seren serengil

    pazartesi söylemezsem olmaz başlıyor. siz asıl muhabbeti o zaman görün.

    ikinci sayfa ve gel konuşalım'da kendisinden bahsedileceğini düşünmüyorum çünkü tv8'de eylem ipek (yaşar ipek'in kardeşi yer alıyor) var, kanal d'nin ikinci sayfa'sının ablaları ise "kendisini sevmedikleri için" ambargo uyguluyorlar. zaten bu sebeple yok seyhan soylu'nun youtube kanalı, yok bilmem ne magazin'in youtube kanalı gibi yerlerde kendine yer buldu bu haber... yoksa 55 kere magazin masalarında tarumar edilmişti bu konu...

    başka bir insan olsa "kadına şiddet, hamile kadına bu yapılır mı?" diye ayağa kalkacak ünlülerin sesini çıkarmaması da bu konuda çok enteresan oldu. gülben ergen lobisi mi dersiniz, seren serengil'e arkadaş görünen herkesin dalkavuk ya da boktan insanlar olması mı dersiniz bilemem. tek gördüğüm korkunç bir ikiyüzlülük... seren serengil'in de yaşar ipek'i ifşa ettiği videoları instagram sayfasından kaldırması da bu konuda ayrı bir soru işareti oluşturuyor, sanki adam özür dilese geri dönecek gibi... belki de insanlar bu yüzden karışmıyordur. ancak bu yine de ikiyüzlülük durumunu değiştirmez.

  • 37. uzun süreli ilişkinin sırrı

    yarışmaya iki buçuk yıl ile istanbul’dan katılıyorum. eklemek istediğim birkaç şey şöyle;
    -aynı anda sinirlenmemek. kavgalar tartışmalar kaçınılmaz. fakat aynı anda sinirlenirseniz kötü sonuçlanır. bir taraf sinirliyken diğeri sakin kalmalı, gerekiyorsa alttan almalı.
    -en sinirli olduğunuz anda bile karşınızda sevgiliniz olduğunu unutmamak. dil yarası kapanmaz. ağzınızdan çıkana hakim olmalısınız.
    -canlılık. bu sizin kendi kendinize yaşadığınız anlar için de geçerli. güzel vakit geçirmek için bir şeyler yapmazsanız kendinizden de sıkılırsınız. dolayısıyla ilişkiyi de dolu tutmak gerektiğine inanıyorum.
    -fedakarlık. aslında sadece bu ya. diğerlerinden vazgeçtim. sadece fedakarlık demek istiyorum. şu iki buçuk yılda yapmam dediğim o kadar çok şey yaptım ki. bir arkadaşım bunları kendi ilişkisinde anlatsa hiç acımaz “derhal ayrılıyorsun!” u basardım. ama kazın ayağı öyle olmuyormuş yaşayarak öğrendim. kendinizden vermeden uzun süreli ilişki olmuyor. her ilişkide de bu fedakarlığın alanı başka. ama hepsinde aynı şekilde var olması gereken şey: denge. sizin kadar o da yaparsa bunu, işte o zaman yolunda gider.

    zor azizim. tahmin ettiğimden çok daha zor.

  • 38. fırında tavuk

    tavukları fırına sürmeden önce tuzlu su ile bir gece bekletmek gerekmektedir. tuzlu su ile bekletilmediğinde tavuklar kendi ağırlıklarının %30’unu kaybederken tuzlu su ile bekletildiğinde bu oran %15’e düşer çünkü tuzlu su proteinlerin o sert lifli yapısını kırarak su kaybını önler. bazı ustalar tuzlu su karışımının içerisine soya sosu ve şeker de eklerler. bu biraz daha karamelimsi bir lezzet kazandırır. tuz ile su oranımız ise iki lt suya yarım su bardağıdır.

    tavukları beklettikten sonra kurulayarak -eğer parça ise- tavada ön kızartma işlemine tabii tutabiliriz. bu işlemin etlerin öz suyunu içerisinde barındırması ile uzaktan yakından alakası yoktur. tavuğun dış kısmının daha lezzetli olmasını sağlar o kadar. bence o kadar uğraşmaya gerek de yok. yalnızca lezzet düşkünlerinin yapmasını tavsiye ettiğim bir işlemdir. ben bazen yapar bazen yapmam. ailenizde rahatsızlığı olan var ise ön kızartma sanılanın aksine yemeğin daha hafif olmasını sağlar.

    fırına atmadan önce bir miktar tereyağımızı istediğimiz taze baharatlar ile karıştırıp çok hafif eritiyoruz. macun kıvamına gelen tereyağını tavuğun derisinin altına masaj yaparak yediriyoruz. bu işlemi duyunca gerilebilirsiniz ama tavuğun dersinini. altına tereyağını sıkıştırırken bu işlemin basitliğine çok şaşıracaksınız.
    ek: tamam len tamam siz dışını tereyağ ile ovun sadece.

    neyse şimdi tavukları fırına attık. ilk derecemiz 110. eğer elimizde et termometremiz varsa tavuğun buduna saplıyoruz. buradaki ısı 70 dereceye gelince işlem bitti demektir ama termometremiz yoksa bana küfretmeden önce sakinleşin. işimiz daha da basitleşti.

    termometre yoksa etimizi 100 derecede ısınmış fırına dış kısmını tereyağ ve taze baharatlar ile ovduğumuz tavuğu fırına attık. (aranızda hala buz gibi fırına atıp 100 dereceye ayarlayanlar var. çapsızlığın lüzumu yok) burada yaklaşık olarak 2,5 saat pişmesini bekledikten sonra fırından çıkarıp üzerini folyo ile kapatarak sıkılaşmasını bekliyoruz. bu şu demek: ısının etkisi ile tavuğun iç kısmında toplanan öz suyu fırından çıkarınca tekrar tavuğa dağılması için bir miktar soğuması gerekir. eğer bir çok tarifte verildiği gibi önce 110, sonra 200 derece yaparsak tavuğun orta kısmı sulu kalırken dış kısmı (gögüs ve butlar) kurur ve hiçbir şeye benzemez. bu yüzden soğutma işlemi önemli.

    soğuttuktan sonra tekrar 220 dereceye attığımız tavuğumuzun dış kısmının çıtor çıtır olmasını hep birlikte izliyoruz. istediğimiz kıvama geldiyse işimizi garantiye almak için but kısmını (işte bunlar hep püf noktası) deliyoruz. çıkan su berraksa işlem tamam. eğer pembemsi ise bir 20 dk daha pişirmemiz gerekebilir.

    bu yöntem açık alanda pişmiş tavuk satışı yapan ve yapacak olan arkadaşlara gelsin. sabah yerleştirip akşam çıkarıp satmayın şunları. lütfen rica ediyorum.

  • 39. hem seks hem ders sırasında söylenebilecek cümle

    hep aynı parmaklar!

  • 40. yaşar ipek

    mitokondri nakliyle soyuna başka soyun karışmadığını anlamayan bilim öküzü adam.
    sözelcisiniz, şarkıcı türkücü olacaksınız, öss'de gerek yok hatta öss'ye gerek yok ve hayatınızda ne işe yarayacak diye biyolojiyi es geçince böyle manyaklar olarak yetişiyorsunuz işte. soyun dna'yla geçtiğini öğrenmiş en azından, kanla geçtiğini de sanabilirdi hala geçen yüzyıldan kalma bir mantıkla.

    o halde biz açıklayalım: mitokondri dediğin enerjiden sorumlu hücre bakanı. kendi içinde ufak bir dna'sı olduğu doğru. ve bu dna sadece annelerden geçer. hatta y kromozomu ortak atayı bulmayı sağlarken, ortak anaları bulmak için mitokondriyal dna kullanılır. detaylı bilgi için tık

    seren serengil 48 yaşında bir kadın, muhtemelen yumurtalarını dondurmuştur, başka bir şekilde tüp bebek bile deneyebilecek bir yaş olduğunu sanmıyorum. üstüne, dondurduğu yumurtalar da yeterince yaşlı olduğu için muhtemelen enerjiyle ilgili sorunlar yaşıyorlar, ve bilim adamları böyle bir duruma başka bir kadından nakledilecek bir "enerjiden sorumlu organel"le çözüm sunmayı başardılar. ve seren serengil de işinin ehli bir klinikle çalışıyormuş ki bu çözümü hizmet olarak alabilmiş.

    teoride, bu şekilde döllenen bir bebeğin asıl çekirdekteki dna'sı yaşar bey'le seren hanım'a ait olmaya devam ediyor. fenotipi - genotipi bu şekilde gelişecek. çocuk genlerinin izini geriye doğru sürmeye karar verirse, yaşar bey'in turbo hırbo soyuna rastlamakta hiç sıkıntı çekmeyecek. mitokondriye bakıp anasının izini sürmeye çalışırsa durum karışabilir ama seren buna alınmıyorsa yaşar'a ne oluyor afedersiniz.

    ki son çare olmasa böyle işlere gireceklerini zannetmiyorum, yani evlilik yemininde ciddiyse turbo hırboluğunun tek devam yöntemi bu, azıcık taviz verebilir.

    ayrıca bu ihtimal de gerçekleşmeyebilirdi, soy sop takacaklarına ailelerini tamamlamak için taşıyıcı anne, toptan yumurta nakli, sperm donörü, evlat edinme gibi diğer yöntemlere başvurabilirlerdi de. hatta seren gibi tehlikeli hamilelikler ve sorunlu evlilikler geçirmiş olsaydım, tutardım bir taşıyıcı anne bulurdum bir sperm. yaşar bey'lerin soyu kurumayı hak ediyor zaten.

  • 41. efes pilsen'in cinsiyetçi biraları

    sözde ileri görüşlü ekşi çomarlarından inciler:

    bunu içip, cinsiyetçiliğe maruz kalıp, eve gidip karımı bıçakladım ehuehue.

    hayatı bu kadar takmayın gülün geçin ya kehkeh.

    yaw bende duyar sewiyorum ama ezan bayrak olununca, bağzışey lerin duyarı kasılınmaz.

    oo meriçler am arıyor ahuahahaua.

    toplum denen yapıyı binlerce parametreden oluşan bir organizma olarak göremeyen, kronik toplum sorunlarının da ufak görünen ama zihniyeti yansıtan bu tür filizlerine oluşan tepkiyi anlayamamakla kalmayıp, bir de tepki gösterene cehalet kusan sizin gibi çomarların ülkesine yakışır bir durum.

    umarım çoğunluk olduğunuz gibi burnunuz boktan çıkmaz. bu zihniyetin kadın cinayetiyle alakasını göremeyen davarlara da toplum baskısıyla eciş bücüş olan karakterleri ile sefalet dolu bir hayat diliyorum. siz eğitilmezsiniz.

  • 42. bartu ben

    tolga karaçelik her ne kadar sevdiğim bir yönetmen olsa da bartu ben, biraz ön yargılı olduğum bir diziydi. bunun nedeni de bartu küçükçağlayan'ın etrafında gezindiği "kadıköy kafası (ki kadıköy'ü severim normalde) yada alternatif müzik yapıyoruz tavırlarının bana pek hitap etmemesiydi. dizinin böyle konuları işlediğini düşündüğüm için de izlemeyi sürekli erteliyordum.

    ancak geçen hafta diziyi izlemeye başladım ve baya şaşırdım. çünkü bu iş sadece alternatif komedi olsun diye yapılmış bir dizi değildi. bazı anlarda komik olsa da söyleyecek şeyleri olan ve bunu iletmek için metaforlar kullanan iyi bir metindi.

    peki dizinin derdi tam olarak ne? bartu küçükçağlayan bu diziyi yazarken, belli hayalleri ve vizyonu olan, farklı bir şeyler arayan herkese uyarılarda bulunmuş. yazarlık, müzisyenlik, oyunculuk, fotoğrafçılık, yönetmenlik gibi yaratıcı bir alanda çalışmak istiyorsanız yada hayatın genel akışından rahatsız olan bir insansanız, geçeceğiniz süreçler bunlardır, o yüzden bunlara hazırlıklı olun demiş.

    bu alanda yapılan yolculuk uzun olduğu için de yine başarılı bir tercih ile her bölümü bir uyarının etrafında kurmuş. şimdi hazırsanız, dizinin verdiği mesajlar nedir bölüm bölüm birlikte bakalım.

    --- spoiler ---

    1. bölüm

    bu bölüm aslında dizinin hikayesini ve ortamını kurmak için yapılmış. başlangıçta bartu küçükçağlayan'ın kariyeri olduğundan daha kötü bir durumdaymış gibi anlatılmış. bunun nedeni de insanları uyarmak için kötü bir örnek göstermenin iyi bir örnek göstermekten daha etkili olması.

    zaten bartu, ben kariyerimde şöyle şöyle yaptım bu yüzden başarılı oldum diye bir dizi yazsaydı, bu proje çekim aşamasına geçmezdi bile. bu nedenle bartu'yu kariyeri yükselmiş ancak henüz bartu'nun yada bizim bilmediğimiz bir nedenle düşüşe geçmiş bir halde görüyoruz.

    bölüm bir uyarı etrafında kurulmamış ancak verdiği mesajlar da yok değil. örneğin ilk sahnede bartu'yu bir audition'da görüyoruz. metnin burada bize söylediği şey siz istediğiniz kadar farklı işler yapın, bu işler istediği kadar kaliteli olsun (bkz: kelebekler) içinde bulunduğunuz şey en nihayetinde bir ticarettir ve sizin değeriniz karşı tarafın talep ettiği şey ile ölçülür. bu nedenle sizden en ana akıma hitap eden şeyleri (karadeniz şivesi) isteyebilirler. bunları yapmayı reddederseniz de o işi alamazsınız.

    bir de bu bölümde bartu'nun menajeri ile yaptığı görüşmede metin size; yine istediğiniz kadar kaliteli işlerde yer alın yada en ana akım işlerde yer alıp ünlü olun insanların baktığı yerlerde bulunmazsanız zamanla sizi unutacaklardır diyor. yani ben sadece oyuncu olmak istiyorum diyemezsiniz aynı zamanda da reklamcı olmanız gerekir mesajı veriliyor.

    2. bölüm

    bu bölümün başında bartu'yu, şaban bey ile birlikte banyoda tamirat yaparken görüyoruz. bartu'nun banyosundaki gider tıkanmış ve açılması gerekiyor. bu da bartu'nun psikolojik durumunu anlatmak için kullanılmış. onun da aynı şekilde akması gerekiyor ama hayatındaki tortular birikmiş bu nedenle işleri tıkanmış durumda.

    bu bölümün asıl anlatmak istediği ise yaratıcı bir iş yaparken şikayet ettiğinizde insanların sizi anlamayacak olması. çünkü şöyle düşünün gerçek hayatta insanların yaptığı işlerin kendi kişilikleriyle ilgisi çok yoğun değildir. yani bir kasiyerin işi belli saat aralıklarında gelen ürünleri kasadan geçirmektir. bu adam işten çıktığı anda kasiyer değildir artık ancak durum sizin için öyle değil.

    çünkü yaratıcı bir işte çalışan insanın ürettiği şey karakterinin bir parçasıdır. mesela bir nakliyecinin aldığı irsaliyenin rengi onu ilgilendirmez ama bir fotoğrafçının çektiği fotoğraf onun kişisel tercihi olduğu için yapmayı tercih ettiği yada etmediği iş direkt olarak kendi karakterinin sonucudur.

    bu temel farklılık nedeniyle eğer yaptığınız işten şikayet etmeye başlarsanız insanlar sizi anlamayacaktır. mesela atıyorum hikaye yazarısınız ve bir dergide köşeniz var. böyle işlerde çalışmayan bir insan ile konuşup "abi çok sıkıldım aynı şeyleri yapmaktan farklılık arıyorum." derseniz ne dediğinizi anlamazlar. çünkü sonuçta işiniz var ve her hafta bir yazınız yayınlanıyor işte. yazının a basitliğinde yada a+xy+(3z.1/2t) karmaşıklığında olması onlar için bir şey ifade etmez. bu yüzden bu işlere girerken derdinizi anlamayacak insanlar buna hazırlıklı olun diyor bu bölüm.

    3. bölüm

    bu bölüm işe yeni başlayanlar için değil de yaptığı işte ilerleyip iç sıkıntısı yaşayan insanlar için yapılmış. burada bartu'nun evini kaybetme riski ortaya çıkıyor ve bartu kafasını dağıtmak için kendisini eğlenceye vuruyor.

    eğer diziye karşı ön yargılı iseniz "işte biz çok eğleniyoruz, çok marjinaliz, çok farklıyız." diyen bir bölüm gibi duruyor bu ama aslında bölümün mesajı bu değil. çünkü bölümün anlatmak istediği; eğer bir şeyler üretme hevesiniz varsa şöhret, para, ün, seks, evler falan sizi zamanla mutsuz edecektir. hatta partiler, eğlenceler falan sizin için bir dikkat dağınıklığıdır, bu tür şeylere fazla önem verirseniz ne istediğinizi göremez hale gelirsiniz diyor.

    bu kısmı da bölümün sonundaki terapist sahnesi ile görüyoruz. sürekli "ne istiyorsunuz?" diye soran terapist karşısında bartu önce eski hayatındaki dikkat dağıtıcıları istiyor ancak terapi devam ettikçe fark ediyor ki aslında istediği bunlardan çok daha farklı. bu yüzden eğer yanlış şeylerin peşinde koşarsanız kendinizi hiç bulmak istemediğiniz bir yerde bulabilirsiniz uyarısı yapılıyor.

    not olarak da şunu söyleyeyim ikinci ve üçüncü bölüm birincisi kadar güldürmüyor ancak bu bölümün başında söylenen "yüzünde başakşehir'i göreyim." repliğini baya beğendim ben.

    4. bölüm

    bu bölümde üçüncü bölümde başlayan ev sıkıntısı devam ediyor. dayısı bartu'ya bir teklif sunuyor. bu teklife göre dayısı evi satın alacak ancak bartu ve kuzeni gizem birlikte yaşayacak.

    bartu burada bir ikileme düşüyor. çünkü çok uzun zamandır tek başına yaşıyor. bu yüzden ya "aile yanına" dönmemek için yoksulluğu tercih edecek yada hayatının işgal edilmesine müsaade edecek.

    burada izleyiciye, eğer kendi fikirleriniz üzerinde diretecekseniz bazı lükslerinizden vazgeçmeye hazır olun deniyor. erdi ile yapılan diyalogda yoksulluk üzerine de bir şeyler söyleniyor ancak bartu bunu istemiyor. ayrıca işin sonunda kiranızı yada faturalarınızı ödeyemez hale gelebilir, kendi özgürlüğünüzden olup "aile yanında" yaşamak zorunda kalabilirsiniz şimdiden bilin diyorlar.

    ayrıca bu bölümde kariyer ile de ilgili gelişmeler oluyor. bartu bir audition'a çağrılıyor. bartu küçükçağlayan'ın oyunculuğunu sevmeyebilirsiniz ancak sektör için gerekli referanslara sahip kendisi. burada ise, siz ne kadar başarılı olduğunuzu düşünürseniz düşünün, yeteneğinizi insanlara tekrar tekrar kanıtlamanız gerekecek haberiniz olsun deniyor.

    5. bölüm

    beşinci bölüm biraz iş ilişkileri ile alakalı. bu bölümde deniliyor ki siz bir şeyler üretmeye çalışırken karşınıza şermin gibi insanlar çıkabilir. bunlara dikkat edin. çünkü bu bölüme kadar gördüğümüz kadarıyla şermin'in, bartu'nun kariyeri yada hayattan istedikleriyle bir gram alakası yok. onun tek istediği alacağı komisyon. bu yüzden bartu'yu olabildiğince çok yere göndermek istiyor.

    ayrıca mercimek ve bartu arasında geçen sahneler ile de arkadaşlar iyidir; sizi anlamıyor olabilirler, sizden çok farklı olabilirler ama destekleri çok önemlidir bu süreçte sizi ne olursa olsun destekleyecek insanların kıymetini bilin deniyor.

    bu bölümün sonunda bir de şebnem bozoklu'nun konuk olduğu kısım var. burada söylenen de şu; yaptığınız işi siz yetenek, çok çalışmak, kendini adamak olarak görebilirsiniz ancak herkes bu şekilde görmeyecek. bazı insanlar sadece para için orada ve sizin idealizminiz istenilen bir şey değil. bazen insanlar bir şeyler yapıyormuş gibi davranarak para kazanacak bu duruma da alışın.

    bu bölüme de not olarak şunu söyleyeyim. atölye sekansı başladığında şebnem bozoklu, mastürbasyon ile ilgili bir şey anlatıyordu. ben bunu garip, rahatsız edici bir ortam kurmak için yaptılar sandım. ancak bölüm biterken şebnem bozoklu'yu tekrar gösterdiler ve kolunun o ritmik hareketini görünce gülmekten içtiğim kahve boğazımda kaldı. espriyi o kadar güzel hazırlayıp gömmüşler ki ortaya çıktığında şaşkınlık faktörüyle birlikte yerlere yatıyorsunuz gülmekten.

    6. bölüm

    bu bölümde bartu kendisine yeni bir menajer arıyor ve her ne iş yapıyorsanız yapın çevre sizin için çok önemlidir mesajı veriliyor. çünkü bartu, başarılı bir menajere ulaşmak için telefon görüşmeleri yapıyor ancak insan ilişkileri iyi olmadığı için beraber çalıştığı insanlar bile kendisini hatırlamıyor. bu kısım da bize yaptığınız işte iyi bile olsanız eğer sektörden arkadaş çevresi edinmezseniz istediğinizi elde edemezsiniz deniyor.

    daha sonra bartu, ezgi mola ile karşılaşıyor ve ezgi mola ona bir iş teklifinde bulunuyor. ancak bu bir rol değil, yapımcısı olduğu bir filme yatırım yapmasını istiyor. burada, zor zamanlarınızda karşınıza çok iyi teklifler ile gelen insanlar olacak ancak bu insanların planlarının tamamını dinlemeden kendimi kurtarayım diyerek balıklama atlamayın deniyor.

    bu bölümde gizem karakterinin iyice irrite edici bir hale geldiğini de görüyoruz ancak bu tabi planlı yapılmış bir şey. hatta dizinin verdiği en önemli öğütlerden biri diyebiliriz buna. gizem, bartu ile ev arkadaşı olamayınca istediğini elde edememiş oluyor ve bu durum onu sinirlendiriyor. burada metin size diyor ki; yaptığınız iş ve bulunduğunuz durum kırılgan olacak. bu yüzden bir insan size saldırmak istediğinde, sizi üzmek yada sinirlendirmek istediğinde ilk vuracağı yer yaptığınız iş olacak, burası sizin günlük hayattaki yumuşak karnınız buna hazırlıklı olun deniyor.

    7. bölüm

    bu bölümde sanırım en sağlam uyarıyı yapıyorlar. bartu, kendisine yeni bir menajer bulamayınca tekrar şermin ile çalışmaya başlıyor ve dizi burada eğer bir yerden çıkıp giderseniz, geri dönmek istediğinizde çok daha ağır koşullar sunulur size diyor.

    bu bölümde bir de "mütevazi olma gerçek sanırlar." lafının test edildiğini görüyoruz. bu yaratıcı işler yapan herkese söylenir normalde. dizide de bartu'nun dayısı tarafından söyleniyor ama bartu bunu başka bir sahnede denediğinde işin ters teptiğini görüyor.

    ayrıca dizi size bir kaçış butonu da sunuyor. bazı işlere ihtiyacınız olduğunu düşünebilirsiniz ancak koşullar çok çok kötü ise para için bile orada kalmayın deniyor.

    bartu bölümün sonuna doğru da kabulleniş sürecine başlıyor. ilk altı bölümde gördüğümüz üzere daha öncesinde şermin, bartu'yu böyle bir seçmeye gönderseydi, çıkışta aradığında bartu'dan kalayı yerdi. ancak burada bartu "çok iyi geçti." diye yalan söylüyor. çünkü sektör ile bağı olan şermin'i kaybetmek istemiyor.

    8. bölüm

    bu bölümde bartu'nun kabulleniş sürecinin ilk evrelerini görüyoruz. çünkü mercimek ile yaşarken evini özlüyor ve "bir takım teknikler" ile dayısını evi almaya ikna ediyor.

    evi geri aldıktan sonra bartu, rahata ermiş gibi görünüyor. çünkü hem kiradan kurtulmuş hem aidat ikiye bölünecek falan ama artık özgürlüğü de yok. yani "aile yanına" dönmüş durumda artık.

    9. bölüm

    bu bölümde kabullenmenin ikinci aşaması anlatılıyor. çünkü bartu girdiği mücadeleye ne için girdiğini bilmiyor. yani dizi yapmak istemiyor evet ama ne yapmak istediğini de bilmediği için mücadeleyi boşa verdiğini düşünüp konfor alanına geri dönebilmek adına gelen her rolü kabul edecek bir vaziyete ulaşıyor.

    kendisine türk dizilerindeki en klişe rollerden biri teklif ediliyor ve bartu düşünmeden evet diyor buna çünkü dirense bile karşısına onun istediği şeyin çıkmayacağını biliyor artık.

    bu kısımdan sonra öner erkan ile buluşuyorlar ve bartu ona nasıl idare ettiğini soruyor. öner, bartu gibi dertleri olan ancak buna bir çözüm bulmuş biri. dizi para getiriyor, rahat olmak için de arada sinema falan yapıyorum diyor. bu çözüm onun için işe yarıyor. bartu da kendisi gibi olup da idare edebilen bir insan gördüğü için rahatlıyor burada.

    10. bölüm

    final bölümü bu tür fikirleri olan insanlar için bir nevi hayat tavsiyesi ile başlıyor. mercimek ve erdi üzerinden diyorlar ki, eğer sürekli kendi hayatınızdan şikayet ederseniz sonunda arkadaşlık ilişkileriniz zedelenmeye başlar. bu yüzden arkadaşlarınızı yıpratmayın deniyor.

    ayrıca gizem üzerinden nasıl hayatta kalınır onu görüyoruz. gizem'in sete başladıktan sonra oportünist bir insan olduğunu daha iyi anlıyoruz. çünkü o bir şeyler üretme hevesiyle değil "bir şeyler" olma isteğiyle orada. bu yüzden baş role yakın duruyor ve kendisine verilen içi boş işi sevinçle kabul ediyor. bu tavırları nedeniyle ben gizem'in zamanla bartu'nun sevmediği ne varsa ona dönüşeceğini düşünüyorum ileride.

    dizi de güzel bir ironi yapıyor bu bölümde. yeni dizide başrol olan ömür arpacı, önce dizi tutsun diye her şeyi yapacağım falan diyor ancak daha sonra sektör içinde iş yapmanın o kadar da kolay olmadığını fark ediyor.

    dizi geldiği noktada güzel bir final sekansı yapıyor. setteki yemek sahnesinde bartu'nun gizem'e bakarak ağlaması, ne aradığımı bilmiyordum ama aradığım bu değildi. farklı bir şey de bulamadım, mücadele de edemedim o yüzden mecburen buradayım diyor ve hüzünle karışık garip bir mutluluk ile bize veda ediyor.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak şunu söyleyeceğim; bu dizide işlenen şeyler çok büyük dertler mi? aslında değil. kimse yasak aşk yaşamıyor, kimse kaçırılmıyor, büyük holdinglerde büyük ihaleler dönmüyor, intikam için kimse kimseyi vurmuyor. ama dizi değerli çünkü bir derdi var ve bunu anlatıyor işte.

    bartu küçükçağlayan belki dizideki sıkıntıları çekmiyor, belki cidden güzel paralar kazanıp istediği projelerde yer alıyor ama dizinin söylediklerini, bir şeyler üreten yada farklı şeyler arayan insanları uyarmasını, kendine ait bir iç sıkıntısını düzgün bir senaryo ile anlatabilmesini ben değerli buldum.

    dizi mükemmel değil. kimi kısımlarında çok güldüm, çok uzatılan diyaloglarda içim bayıldı, kabullenişin yaşandığı o son üç bölüm de çok hüzünlendim. çünkü dediğim gibi bartu küçükçağlayan'ın gerçek hali bu olmayabilir ama karşımızda bir bartu var ve bu karakter bambaşka şeyler peşindeyken istemediği şeyleri kabullenmek zorunda kalıyor. bu da sadece bir şeyler üretmeye çalışan insanların değil aşağı yukarı hepimizin başına gelebilecek bir durum. yani aslında oyuncu olmanıza gerek yok, jenerik akarken siz de bartu ben, tolga ben, windweaver ben diyorsunuz.

  • 43. yaparsın aşkım

    "davul bile dengi dengine" atasözünün ne denli kıymetli bir tespiti işaret ettiğinin kanıtıdır. seviyesiz kadınların seviyesiz erkeklerle birliktelik yaşadığını gözler önüne seren, %1 ihtimalle bile denklik tablosunun bozulmadığının sağlamasını yaptıran yarışma programıdır. kocasına denyo diyen bir kadın ve camlı bölümden gülümseyerek bakan bir koca. tez elden tükenerek yok olmasını diliyorum.

  • 44. whatsapp'a eklenmesi gereken özellikler

    mesajı silince bu mesaj silindi diye kabak gibi görünmemesi. karşı tarafta oluşan bu ne yazmıştı da sildi şüphesi silinen mesajdan daha beter sıvıyor. artık ayarlansın bu.

  • 45. büyük taarruz

    mustafa kemal ve fevzi çakmak tarafından planlanıp ismet inönü tarafından mükemmel şekilde uygulanan türk tarihinin en önemli savaşıdır.

    taarruz planı gerçekten büyük risk alınan bir stratejiye dayanıyor. düşmanın en güçlü noktasına neredeyse elindeki tüm kuvvetlerle hızlı ve şimşek gibi bir hücum ile cepheyi yarıp süvari ile de geriden gelecek takviye ve ikmalleri kesmek. akabinde düşmanı kuzeye iterek kuzeydeki birliklerin de ileri harekatıyla çembere almak.

    mustafa kemal ve fevzi çakmak dışındaki tüm paşalar plana büyük eleştiriler getiriyorlar. fakat son aşamada mustafa kemal tüm sorumluluğu üstleniyor ve plan hayata geçiyor.

    plan çok riskli çünkü ordumuzun kuzey siklet noktası güney’e kaydırılan birlikler nedeniyle çok güçsüz bırakılıyor. büyük taaruz esnasında minicik bir olay ters gitse yunan ordusu kuzeyden hattımızı geçerek bizim yapmak istediğimiz gibi bizi arkadan kuşatabilirdi.

    buna engel olmak için sonradan genel kurmay başkanı olacak albay salih (omurtak) (bkz: salih omurtak)güçlü bir savunma yapıyor ve yer yer ileri çıkışlarla düşmanın orta bölgesini yerinden kıpırdatmıyor.

    yine süvari komutanı tümgeneral fahrettin (altay)’ın (bkz: fahrettin altay) zaferin kazanılmasındaki rolü çok büyük. süvari kolordusuyla geçilmez denilen ahır dağı’ndan aşarak 25-26 ağustos gecesinde düşmanın geri hatlarına şimşek gibi iniyor ve lojistik ve takviye birliklerini engelleyip üstüne bir de kuşatmaya dahil oluyor.

    netice de yaklaşık 4 gün gibi kısa bir sürede yunan ordusu dumlupınar’da kuşatılıp bizzat mustafa kemal tarafından yönetilen meydan savaşıyla yok ediliyor.

    büyük taarruz başladığında anadolu’nun tüm dünya ile bağlantısı kesiliyor. gazeteci falih rıfkı (atay) (bkz: falih rıfkı atay)istanbul’a öncesinde küçük küçük bilgiler geldiğini, ordumuzun bir saldırı başlattığını haber aldıklarını söylüyor. fakat ayrıntı bilmiyorlar. özellikle yunanlıların belli yerlerde küçük çatışmalar yaşandığına dair haberler verdiğini anlatıyor. sonraki 1-2 günde ordumuzun büyük bir taarruza giriştiğini anlayıp heyecan içinde beklemeye başlıyorlar.

    falih rıfkı bu bekleyişi kendi hatırasında şöyle yazıyor.
    “eylülün biriydi, akşamüstü ada’ya gidiyordum. vapurda büyük bir rum kalabalığı vardı. eski yeisleri gitmiş, bir şeyler konuşuyorlar, gülüşüyorlar, bize garip bir tarzda bakıyorlardı. merakla soruşturdum, acaba ani bir musibete mi uğramıştık? arkadaşlarımdan biri, çeneleri kilitlenmiş, yanıma sokuldu, kulağıma eğilerek: “- güya bozulmuşuz uşak’ta mustafa kemal paşa’yı esir almışlar. ”
    o dakika nasıl ölmediğime hayret ediyorum. geceyi nöbet içinde kendini kaybeden bir ağır hasta gibi, hezeyan içinde geçirdim. sabahleyin matbaaya can attık, kimimiz hilal-i ahmer’e, kimimiz beyoğlu’na koştuk. şehirde büyük yağmurlardan evvelki boğucu hava vardı, teneffüs edemiyorduk. hilal-i ahmer ankara’ya sordu. akşama kadar heyecan ve ateş içinde dolaştık, durduk.
    nihayet hilal-i ahmer'e bir şifre geldiğini haber verdiler. bu şifre adeta türk tarihinin anahtarı idi; gittik, şu haberi okudular: ‘yeni yunan başkumandanı general trikopis, erkan-ı harbiye reisi, levazım reisi, 13. fırka kumandanı 2 eylül akşamı uşak civarında esir edilerek mustafa kemal paşa hazretlerinin karargahlarına gönderilmiştir. başkumandan mustafa kemal paşa hazretleri esirlerine nezaketle muamele ederek yeni başkumandanı mukadderatın bu cilvesinden dolayı teselli eylemiştir."
    güya havadisi gizli tutacaktık, ankara’nın tenbihi böyle idi. mümkün olsa gazeteyi bir tarafa bırakıp münadi (bkz: münadi) gibi sokaklarda bağırırdık. susmak ve saklamak mümkün mü idi?”

    yine falih rıfkı herkesin okumasını şiddetle tavsiye ettiğim çankaya kitabında şöyle yazıyor.

    “nemiz varsa; bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu batı'nın, vicdanımızı doğu'nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak; hepsini, her şeyi 30 ağustos zaferi'ne borçluyuz.”

    varolsun atatürk’ümüz.

  • 46. umut sarıkaya

    (bkz: benim de söyleyeceklerim var)

    --- spoiler ---

    kapıyı remzi açtı. remzi avurtları içine çökmüş, gözünde, hani siz de bilirsiniz ya, yalnızca çocuklara özgü olan o meraklı bakışların zerresi bulunmayan embesil yaradılışlı bir çocuktu. zaten çocukları sevmeyen ben, geçen bayram, bayramın dördüncü günü olmasına karşın hâlâ siyah çizgili gri takım elbisesini giyip bizden şeker istemeye geldiğinden beri remzi'den tiksiniyorum. yalandan bir başını okşayıp içeri, babası menderes abi'nin yanına gittim. menderes abi oğlundan yana çok dertliydi. remzi'ye karşı hırpalayıcı bir davranış sergileyerek oğlunun derslerinin çok kötü olduğunu, mümkünse yardımcı olmamı istedi. ve karşışığında reddedilmeyecek bir meblağ sundu. meblağı duyunca birden remzi'ye karşı büyük bir sempati besledim ben. hatta öyle sempati besledim ki remzi gibi pırlanta bir çocuğa karşı sert çıkışlar yapan babası bir anda düştü. ama sonra meblağı ödeyen şahsın remzi değil de babası menderes abi olduğu idrak edince her ikisine karşı da nötr bi tutum sergiledim

    --- spoiler ---

  • 47. elektrik-elektronik mühendisliği

    bizzat %100 ingilizce bitirdiğim ve diplomasına sahip olduğum meslektir. işsiz kaldım. şimdi de üstüne yağlı ballı kaymaklı master (control, microsystem, microelectronics) yapıyorum. ömrüne yazık, okuma bence. ben bir faydasını görmedim, devamlı acısı ile kıvranıyorum.

    ekleme: para kazandırmaz diyenleri dikkate alma denilmiş. ben para kazanmayacaksam, meyvesini yemeyeceksem neden calculus ı ve ıı, system theory ı ve ıı, circuit system ı ve ıı, electronic ı ve ıı, (unutmuşum ekleyeyim) device electronic ve multiprocessor, control thepry ı ve ıı derslerinden aa almak için kastım? autocad, 3dsmax, lumion neden öğrendim? olasılık dersi neden aldım? öğrendiğim devreye bi’ kontaktör takıp onun laplace’nı alıp götüme mi bağlayacağım amk? aç kalınca kapasitöre dil atıp, babamdan utana sıkıla para isterken kapasitörün laplace ya da fourier transformunu mu alacağım?

    hadi ordan bi’ siktirip gidin. vizyonsuzmuşuz. lan yaşıtlarım fink atarken, sizler burada “alaçatı’da bi’ su on lira” mevzusunu tartışırken ben iğrenç fakülte binasında gözlerim it sikine dönmüş bir vaziyette sabahlıyordum.

    siz burda “sözlüğün şaka maka 35lik teyze kaynaması” başlığında şeyinizi sıvazlarken ben bitirme projemin siktiğim sinüs dalga üreticisiyle soktuğum triangular form dalgasını çakıştırıp görüntü almak için ıkınıyordum.

    biz/ben mi vizyonsuzum? bir şeyler öğrenirken zevk alacakmışım. hadi ordan!

    ekleme iki: bu konuda çok sinirliyim; sözlük tarihimde ilk defa küfürlü yazdım, artık tertemiz kafayı yedim, saldıran mesajlar atmayın, ağzımızın tadı bozulur, kalbinizi kırmak istemem.

    ekleme üç: ingilizcen berbattır diyenler için: stajlarım ingiltere’de bir firma, ikinci stajım mısır’da bir firma, üçüncü stajım haifa intel. toefl notumum ortalaması 91-93 civarı. gre filan da var ama girmek istemiyorum. gereksiz.

    ekleme dört: onur belgesiyle mezun oldum.

    ekleme beş: türkiye’de bu alanda iş aradınız mı? hayır. çok konuşmayın bence. tüm bu dersleri almış bir adamın karşısına bilmem hangi sikko üniversiteden mezun olmuş ik elemanı çıkarıyorlar ve soru şu şekilde: “iletişim gücünüz nasıl?” ben: “ekstra olarak kitap yazıyorum, edebiyatla da içli dışlıyım, türkçeye de ingilizceye de hakimiyetim yüksektir.” ik: “hmm anladım.” ebeninki. anlamış. evet anladın, eminim anladın.

    ekleme altı: “bu kadar kalifiye isen neden işsiz kaldın o zaman?” diye soruluyor, genel bir cevap vereyim: ekonomi bu kadar iyi olduğu söylenirken neden iki ayda bir doğalgaza zam geliyor? acaba iyi olduğunu düşündüğünüz bir sektör içinde olmayınca, yeni mezun olarak savaşmayınca anlaşılmıyor olabilir mi?

    ekleme yedi: çok para beklentisi içindesindir ondan işsizsindir diyenler, mastera başlamadan önce içinde bulunduğum durum tam olarak şöyleydi: (bkz: #94683014)

    ekleme sekiz: arkadaşlar bu yazının karamsarlıkla, umut kesmekle alakası yok, sadece amk bölümünde bu kadar vizyoner görünmek için kasmayın. siz on yıl önce-beş yıl önce mühendis olduğunuzda şirketler bu denli batık değildi. ben mezun oldum, eleman çıkarmaya başladılar. insanlara gerçekleri söyleyin. aka ak, boka bok diyebilin. ben boka boku çok rahat diyebiliyorum, üstüne master yapıyorum.

    ekleme dokuz: bilgi üniversitesinde burslu okudum. üç üstü ortalamayla mezun oldum. (bkz: #94720301) arkadaşın bahsettiği "sik" gibi üniversite nedir bilmem ama, iyi ki işsiz kalmışım da bunun gibi birisine dönüşmemişim. çünkü işsiz de kalabilirsiniz, babanızdan para isterken laplace alıp da mı isteyeceğim boynumu bükeceğim diyebilirsiniz, ama bir insanın kendini övmesi, "1800 euro maaş aldım ben stajdayken xd" ve "ab vatandaşlığım da var zaten," demesi (bu konuşmalarla alakalı düşüncelerim bu entaridedir (bkz: #94434673) ) diğer şeylerden daha büyük bir sorun ve sendromdur. ayrıca "halbuki itü mezunu olacaktınız, üç üstü ortalama koyacaktınız"dan sonrası götün götün gidip bir de ıngilizce öğrenecektiniz. onu eklemeyi unutmuş. ingilizcesiz bu bölüm felakettir, akademiyi takip edemezsin, güncel konuları yakalayamazsın. ingilizceden sonra almanca gereklidir. "mülakatlara çağırılacaktın"dan sonra oturur memur kafasıyla mezun olduğun dönemin bilimini/işini yapar, sen yerinde sayarken okuduğun bölüm ilerlerdi.

    son eklemem: insanları içinde bulunduğunuz farklı denklemlerle kandırmayın. kimsenin ab vatandaşlığı yok (bu bir övünç meselesi değil ayrıca, olup olmaması sikinizde bile olmasın), kimsenin sizin sahip olduğunuz "x", "y"ye sahipliği yok. ortalama bir türk genci denklemini "v" ve "y" ve "z" harfleriyle kuruyor. üç bilinmezin içinde yüzüyor. yazdıklarıma karamsarlık, isyankarlık diyebilirsiniz ama bunlar gerçekler. bunlar türk gencinin savaşmak durumunda kaldığı gerçekler. istisna olabilirsiniz, hatta bu istisnalık size bir övünme güdüsü ve kibir bahşedebilir; ama kaidelerin içinde yüzen başkaları da var. ben kaide olan şeylerden bahsediyorum beğenin beğenmeyin ya da inanın inanmayın, ben bu bölümde bunları yaşadım, istisnalar zerre sikimde değil!

  • 48. lionel messi

    reddit'teki asperger sendromu konulu yazıyı oldukça sığ ve yetersiz bulduğumu söylemek isterim. öncelikle messi'nin asperger sendromlu olduğuna dair hiç bir klinik kanıt yok. reddit'teki teori tamamen bir varsayımdan ibaret. teorinin sahibi teorisini messi'nin dış dünyayla ilişkilerinde çekingen olması gibi son derece genel bir psikolojinin üzerine inşaa etmiş. kanıtlar o kadar yüzeysel ki ben ve çevremdeki insanların %90'ı asperger sendromlu çıkıyor bu kanıtlar doğrultusunda.

    yazı en sade şekliyle şöyle diyor,

    "messi aslında yaratıcı bir oyuncu değil. asperger sendromunun ona kazandırdığı bir özellik olarak beyni yaptığı iş konusunda ne zaman ne yapacağını çok iyi hesap ediyor. aslında bakarsanız messi benzer durumlar karşısında her zaman aynı şeyleri yapıyor. rahatsızlığı ona tüm tercihlerini ezberletmiş durumda. bu yüzden ronaldo ve neymar gibi yaratıcı bir oyuncu olduğu söylenemez. messi yaratmıyor, onu sonuca götüren şeyleri ezberden yapıyor. ronaldo ve neymar ise aksiyonu tamamlamak için yaratıcılıklarını kullanıyorlar ama yaratıcı olurken de sıkça hata yapıyorlar."

    teoriyi ortaya atan kişinin yukarıdaki tespitlere dair elle tutulur hiçbir kanıtı yok. tek kanıt messi'nin evlilik hayatı ve içine kapanık bir insan olması. bu messi'nin tamamen bir makine olmasından bahsederek onu aşağılayan bir yazıdan ibaret. messi'nin duyguları yok, messi'nin yaratıcılık özellikleri yok. messi sahip olduğu asperger sendromunun beynine kodladığı şeylerden başka bir şey yapmıyor. en saçma olanı da messi'nin hep aynı şeyleri yaptığını iddia ederken argümanını sağlamlaştırmak adına onun hep panenka penaltısı kullandığını söylemesi. yazıda bu penaltıdan cavadinha olarak bahsedilmiş. oysa messi'nin kariyeri boyunca kullandığı panenka penaltısı sayısı sadece 4!

    bence bu fikri ortaya atan kişi messi'yi hiçbir şekilde takip etmemiş. messi'nin futbol hayatını xavi ve iniestalı dönem vs sonrası olarak ikiye ayırabiliriz. bu adam bu iki dönemde çok farklı iki futbol stili izletti dünyaya. ilk döneminde bir oyun kurucudan çok forvet oyuncusu gibi oynarken ikinci döneminde orta sahanın gerisinden topu alıp oyun kuran bir maestroya dönüştü. ilk döneminde frikikleri ortalama seviyedeyken ikinci döneminde top class seviyeye çıktı. neredeyse iki maçta bir frikik golü atmaya başladı. kısacası messi öğreniyor, futbolunu geliştiriyor, farklı özellikler kazanıyor... teoride bahsedildiği gibi sadece ezberden futbol oynamıyor. eğer bu iddialar gerçek olsaydı kariyerinin başından sonuna kadar aynı şeyleri yapan bir messi izlemiş olurduk.

    kaldı ki benzer durumlarda aynı şeyleri yapmayan futbolcu mu var? her futbolcunun kendine ait bir oyun felsefesi, tarzı ve şut tekniği vardır. futbolcu aynı şeyleri yapar, aynı şeyleri dener. başarılı olarak yaptığı ne varsa onu sürdürmeye çalışır. kendini yeni bir özellik katmak için yaratıcı şeyler dener. başarırsa bunu ileride de kullanır başaramazsa denemekten vazgeçer. messi topu hep sağa çekiyor, topa aynı şekilde vuruyor bu yüzden yaratıcı bir oyuncu değil asperger sendromu olduğu için her hamlesini ezberden yapıyor demek ve bunu boktan temelsiz bir iddiaya dayandırmak çok büyük ahmaklıktır.

  • 49. zafer gazoz

    (bkz: #93554420)

    halam bizimle yaşardı, cimri hatta pinti denebilecek kadar tutumlu bit kadindi. eve giren her meyveyi, çerezi ya da zafer gazozunu ilkin biz 6 kardeş arasında azıcık pay ettikten sonra, kalanı saklardi. ben ve erkek kardeşim uyanıktik. halamın zulasini bulup patlatirdik, patlatamadiklarimiz saklandıkları yerde durur ve cururdu çünkü.

    evvelden kaloriferler bu kadar yaygın değilken evlerde sobalar yanardi. soba için de odun ve kömür lazım tabii. kömürler hadi binanın komurlugunde dururdu da, odunları evimizin balkonunda sıralı şekilde tutardık. her kış odunla dolu balkonumuz, yaza doğru kullanıma açıldıkça odunların altından halamın bizden sakladıkları çıkardı çürümüş, kuflenmis ya da nemlenmis halde. bozulmayan tek şey zafer gazozlari olurdu. allah'ım o ne bayramdi bizim için. annemizin itirazları arasinda tiksirana kadar icerdik. açlığımi zafer gazozuyla giderdigim çoktur, öyle bir içmek...

    kız kardeşim yukarıdaki entry'de yazmaya çalışmış. zafer gazoz, tadı ve icimi olarak bir sürü şekilde anlatılır. hepsi de doğrudur, lezzetli bir gazozdur. -da bizim için biraz daha farklidir. ne zaman adı geçse babamı ve denizli'de o her şey bozulmadan önceki halimizi hatırlarım. hepimizin çocuk, bekar ve son masum halimizle birarada oldugumuz 1989 yılbaşını hatırlarım.

    ah babam, o kadar sessizce siyriliverdin ki aramızdan, hala inanamıyorum gittiğine...