Değerli ziyaretçilerimiz,

Öncelikle, sitemize gösterdiğiniz ilgi ve destek için hepinize teşekkür ederiz. Sizlerden gelen geri bildirimler ve beğeniler bizim için büyük bir motivasyon kaynağı oldu.

Sozlock olarak tam 9 senedir her gün ekşisözlük'den okumaya değer içerikleri filtreleyip günlük listeler oluşturduk. Bu işi yaparken kişisel davranmadık, günün en popüler başlıklarının en beğenilen entrylerini aldık listelerimize. Üstelik bu gayretimiz hiç bir zaman ticari bir kaygı taşımadı. Yayına başladığımız ilk günden beri en ufak bir reklam yayınlamadık, sponsorluk anlaşmaları yapmadık. Sozlock üzerinden tek kuruş kazanmadık.

Bütün bunlara rağmen, ne yazık ki son dönemde ekşisözlük yönetimi tarafından alınan bot koruma önlemleri nedeniyle, ekşisözlükten entry çekme ve beğenilen entryleri listeleme hizmetimizi maalesef devam ettiremiyoruz. Bu durum ekşisözlük yönetiminin aldığı bir karar olup, tamamen bizim kontrolümüz dışında gerçekleşmiştir. Bu zorunlu durumdan ötürü yaşanan aksaklık nedeniyle anlayışınıza sığınıyoruz.

Sozlock Ekibi

Ekşi Sözlük Debe Listesi

Rastgele
Hepsini aç
  • 1. bilge karasu

    ümit kayalıoğlu'nun 1963'te londra'da çektiği bilge karasu fotoğrafları, ben ilk kez gördüğüm bu fotoğrafları çok sevdim.

    https://eksiup.com/p/me98745hxwj9
    https://eksiup.com/p/rk99045eg9fn

    şu hikayeyle birlikte paylaşılmış.

    londra 1963, o günlerde londra’da olan bir arkadaşımla piccadilly circus’ta *yürüyoruz.neye kızmış olduğumuzu hatırlamıyorum, ama galiba biraz yüksek sesle sövüyorduk.arkamızdan bir ses “oha” dedi.döndük bilge o muzip gülümsemesiyle bize bakıyor. “ulan”dedi “daha bugün geldim koca londra’da karşıma ilk çıkan türklerin küfrettiğini duydum, baktım ve onlar da siz çıktınız.” tabii sarmaş dolaş olduk.rockefeller bursuyla bazı ülkeleri geziyordu,londra’da bir ay kadar kaldı.hiç unutmam bir gün kadıköy’de bizim evde müzik konusunda sohbet ediyorduk. “bak” demişti bana, “müziği gerçekten seven biri er geç bach’ın enginliğine ve mozart’ın büyüsüne ulaşır. “elimdeki külüstür fotoğraf makinesiyle londra’da çektiğim resimlerinin birkaçını sizlerle paylaşmak istedim.” ümit kayalıoğlu

    kaynak:
    https://twitter.com/…tatus/1168173384510902272?s=21

    edit:imla

  • 2. halkımızın mutmain olmasını tavsiye ediyorum

    "su çok mutmain, sen de gelsene..." kadar anlamlı bir cümledir.

    (bkz: ağlıyorum ama üzüntüden değil)

  • 3. türkiye'nin üzümü en iyi ilçesi

    üzümün kralı il olarak manisa, ilçe olarak salihli-sarigöl ilçesi ve manisa ishakçelebi kasabalarından çıkar.
    saruhanlı ve hacırahmanlı turgutlu üzümlerini de unutmamak lazım..
    türkiye'yi geç dünyanın en iyi sultaniye üzümleri bu coğrafyada yetişir.

    edit: manisa üzümünün diger üzümler ile kiyaslanamayacagini iddia eden sevgili suserlar sultaniye üzümünde dünyaca kabul görmüs ünlü üzümler manisadan çikmadir..
    edit 2: manisa ilçelerinde üzüm bağ alanları bilgisi için
    manisa'nın köylerine kadar heryerden üzüm tatmışlığım var ancak şahsen ben salihli üzümünü tek geçerim.gönül isterdi sarigöl demeyi ancak nerdeyse sarigöl üzümünün tamami yurt disina ihraç edilir.
    edit 3: babası tekel içki ve şarap fabrikalarından emekli biri olarak şunu da eklemek isterim.alaşehir üzümüde güzel elbet ancak alaşehir üzümü daha çok tekelin oraya yanlış hatırlamıyorsam 95 yılında açtığı içki fabrikası üretimine gidiyor daha çok..sofralarımıza gelen üzüm daha çok salihli'den gelmekte..
    edit 4:literatürde dünyada 22 çesit üzüm bulunmakta üstte yazdiklarim sultani üzüm içindir.
    edit 5:şunu da şuraya bırakıyorum
    edit 6: manisalı değilim.

  • 4. arda turan'ın çok yakışıklı olması

    cezaevinden yeni çıktın sanırım geçmiş olsun.

  • 5. ibb'deki personel kıyımı

    31 mart 23 haziran arasında 2500 kişiyi yangından mal kaçırır gibi alırsan o kişileri atarlar çünkü usulsüzlük var.
    ayrıca twitter ve bilimum sosyal medya hesapları üzerinden trolluk yaparsan atılırsın. soverken iyi atılınca emekçi kıyımı. siktir lan oradan göt kılları.
    binlerce insan khk ile atılırken, gencecik öğretmen adayları intihar ederken gevrek gevrek gulen pezevenkler ağlamasın hiç.
    beter olun

  • 6. hesabı erkek öder bu bir görgü kuralıdır

    bu ülkeye medeniyet gelmeyecek anlaşıldı...

    hesabı davet eden öder. (o yüzden aslında ilk buluşmada davet eden er kişi ise, hatun kişiden hesaba ortak olmak istediğini belirten cümle beklemek de yanlıştır.) (hatta davet sahibi, hesabı misafirleri fark etmeden - örneğin hatun kişi tuvalette iken - öder ki bu konuşmalar hiç yaşanmasın)

    ortada bir davet yoksa hesap masadaki kişi sayısına bölünür.(herkesin benzer şeyleri yediği bir kişinin sadece kahve içip kalkmadığı varsayımı ile tabi ki)

    ortada bir davet olmasa da masadaki bir kişi diğerinden belirgin şekilde fazla kazanıyorsa, ( örneğin liseli yeğenini clube götüren dayı, kendisinden 2-3 kıdem altındaki çalışanla yemeğe çıkan direktör vb) fazla kazandığı bariz olan kişi öder. (misafirin ortak olma hakkı saklıdır)

    bu kadar basit ya, altı üstü üç tane kural var. kadın erkek yok!

  • 7. düğününde mekanın sahibini söyleyen gelin ve damat

    düğün salonunun sahibinin adını söyleyecekler sandım lan.
    meğer rap şarkısı ismiymiş a.q.

  • 8. seren serengil

    ‘bütün muhteşem hikayeler iki şekilde başlar; ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir’ demiş tolstoy. ablamızın hikayelerinin boktanlığı hep aynı çöplükte takılması ve bu çöplüğe gelenlerin hep sonradan benzer şekilde suçlanacak bağımlı (kumar, uyuşturucu) tanıdıklar olması. yolculuk yok, şehre gelen yabancı yok, ne mi var;
    1) fonda ‘bim bam bom çok şükür dostlar, artık benim de bir sevgilim var’ çalan ‘mıç mıç dönemi’. bu dönem gözlerin kusur görmediği, röportajlarda, sosyal medya gönderilerinde ‘sapı övme, yüceltme’, nişan-nikah aşamalarının dakika dakika göze sokulduğu dönem olarak yaşanılır. ünlü roma imparatoru vı. vasıfsızus frapanus’a göre hep bir şekilde gündem olmayı becerip bu sayede reklam anlaşmaları bağlayanlar ikili ilişkileri bu kadar dışa dönük yaşamalıyken, meşhur yunan filozofu histrionikus kişikliktis’e göre bu çift olma hali coşkusu daha derin kişilik problemlerinin tezahürüdür. bilemiyoruz tabii ama bebek haberlerinin, yumurtalıkların, uterusun, rahmin, spermin, yapay ya da doğal biraraya gelme hikayelerinin, sonradan fake’di gerçekti iddialarının, kişisel mahremiyet alanlarının halka arzedildiği, türlü türlü cinsel detayın yedi kat elin ağzına sakız edildiği süreçte bu dönem içinde değerlendirilebilir. hatırlatmakta fayda var: yolculuk yok; kıçtaki kıl ağardığında bile hala arkasına sığınılan çocukluk travmalarını başka bir çocuğa yaşatabilmek için terk edilmeyen çöplük var. şehre gelen yabancı yok; mümkünse baba figürüyle aynı zaaflara sahip bir ‘tanıdık’ ağırlama var ki aynı yerden tekrar tekrar kırılma nesiller boyu devam etsin.
    2) fonda ‘arkanı dön ve çık istenmiyorsun artık’ çalan soğuk savaş dönemi var. genelde talihsiz sonlanan hamilelik dönemine denk gelir bu süreç ve ‘zaten alt soydan, kumar ya da uyuşturucu bağımlısı, ailesi ayrımcı yahudi, annesi berdel evliliği yapmış, babişkosu belliş değil, bizi gülbin ayırdı, benim evimde yaşadı, çöp adamdı hayat üfledim, pinokyo’ydu tahtasını ete kemiğe çevirdim, zaten kürttü, kapkaç mafyasındandı, kara para aklıyordu, mahmutpaşa’da sırtında kumaş taşıyordu, gay dedikoduları çıkmıştı, saraydan tebdil-i kıyafet edip çıkaraktan tanışmıştım, çiğ soğan yiyip sıfatıma hohluyordu’.. şeklinde suçlamalar havada uçuşur. bütün muhteşem hikayelerde ana karakteri evirebilmek için toplumsal, fiziksel, sosyal, ailevi çatışmaların yanında iç çatışma yazılır ki ya bir korkusundan, zaafından arınsın ya da karakterindeki bir düğümü açsın. bu ablamız aynaya bakmadığı sürece ne bir yolculuğa çıkar, ne şehrine bir yabancı gelir ne de minor-moderate-major-massive değişiklik sıralamasına uygun hikaye iklimi oluşur.

  • 9. berlin

    az önce entry yazarken söylüge dellendigimi anladim, yoksa su tipik sözlük yazarina yanit vermezdim.

    tanim: hakkinda bir tartisma dönen sehir. bu konuda benim fikrim de su (bu nasil fikir demeyin, öyle fikre böyle yanit): he yapragim, doktorali, dünyanin cesitli üniversitelerinde dersler vermis, berlin ortalamasinin üzerinde kazanan bir cifti filtreleyen bir sey ev konusu.

    millette semender kadar beyin yok, ama birden fazla sözlük hesabi var. burayi beyinsizlerin (ben dahil) aptal tartismasindan bagimsiz okuyacak birileri varsa ve gercekten merak ediyorsa diye ekleyeyim: "berlin housi..." yazinca cikan ilk oneri: berling housing crisis. ilk iki linki paylasiyorum:

    https://www.huffpost.com/…pryolkwvbrjcffipkqtnnrmdr

    https://www.handelsblatt.com/…dtrakxjbyfprvclbo-ap5

    ikinci link diyor ki, almanya'daki ev problemi artik expatlarin da bir sorunu. yani diyor ki, batili, is icin gelen insanlarin da problemi. ama semender farkli fikirde: "konut sorunu yok, yok amk, siz aptalsiniz bi kere, konut sorunu da yok." tamam semender, sakin ol!

  • 10. still loving you

    çok hüzünlü sözlere sahip scorpions şarkısı.

    zaman...
    zaman gerekiyor.
    aşkını tekrar kazanabilmek için
    orada olacağım.

    aşk...
    sadece aşk,
    sevgini bir gün geri getirebilir...
    orada olacağım.

    savaşacağım.
    bebeğim savaşacağım.
    aşkını tekrar kazanabilmek için
    orada olacağım.

    aşk...
    sadece aşk,
    aramızdaki duvarları yıkabilir...
    orada olacağım.

    mümkün olsaydı eğer
    en başa dönebilmek...
    değiştirmek isterdim
    bana olan aşkını yok eden şeyleri...
    gururun surlarla örülmüş
    çok güçlü
    aşıp da geçemeyeceğim kadar...
    gerçekten hiç mi şans yok?
    her şeye baştan başlayabilmek için
    seni seviyorum.

    uğraş...
    bebeğim uğraş.
    aşkıma tekrar güvenmeye
    orada olacağım.

    aşkımız...
    bizim aşkımız.
    öyle fırlatıp atılmamalı
    orada olacağım.

    mümkün olsaydı eğer
    en başa dönebilmek...
    değiştirmek isterdim
    bana olan aşkını yok eden şeyleri...
    evet gururunu incittim
    ve senin nasıl bir şey içinde olduğunu biliyorum.
    en azından bir şans vermelisin
    aşkımız böyle bitemez.
    hala seni seviyorum.
    aşkına muhtacım.

    time, it needs time
    to win back your love again
    ı will be there
    ı will be there
    love, only love
    can bring back your love someday
    ı will be there
    ı will be there
    fight, babe, ı'll fight
    to win back your love again
    ı will be there
    ı will be there
    love
    only love
    can break down the wall someday
    ı will be there
    ı will be there
    ıf we'd go again
    all the way from the start
    ı would try to change
    things that killed our love
    your pride has built a wall, so strong
    that ı can't get through
    ıs there really no chance
    to start once again
    ı'm loving you
    try
    baby try
    to trust in my love again
    ı will be there
    ı will be there
    love, our love
    just shouldn't be thrown away
    ı will be there
    ı will be there
    ıf we'd go again
    all the way from the start
    ı would try to change
    things that killed our love
    your…

  • 11. hiçbir şey yapmak istememek

    bu sıkıntıyı charles bukowski güzel özetlemiş;

    ''üşengeç değilsin, sadece mutsuzsun ve sadece mutsuz insanlar yorgun olur, hiçbir şey yapmak istemezler.''

  • 12. 2023 cb seçimi muhalif kesim adayı anketi

    gönlüm mansur başkan dese de, rasyonel olarak ekrem başkanın kazanma şansının çok daha fazla olduğu için tercihi o seçeneğe bastığım anket.

    edit: vay mk. yine gelmiş aşağıya, "seçimlerde oy vererek sistemi değiştireceğini sananlar var" diyen elemanlar..

    bak kardeşim, bak seçimde oy verdik, kazandık ve şimdilik 400 milyon liramızı vakıflardan kurtardık. ki ileride daha da artacak bu rakam.. bu rakamlarla sen ben hizmet alacağız.. sen oy verme amk.

  • 13. eşim beni öldürmeye geliyor

    mersin'de yaşayan kadın eşinin karaman'dan kendisini öldürmek üzere yola çıktığını ihbar ediyor. (nasıl olduysa) polis ihbarı ciddiye alıp koca m.a 'yı karaman'da otobüste gözaltına alıyor. m.a'nın üst aramasında çıkanlar gerçekten şok edici.

    "eşim beni öldürmeye geliyor" ihbarıyla yakalanan m.a.'nın üstünden çıkanlar:

    -plastik kelepçe
    -silah
    -bıçak
    -mermi
    -ip
    -koli bandı
    https://t.co/npxlmk7iak

  • 14. masterchef türkiye

    acun buraları okuduğunu biliyoruz.
    olmamış bu yarışma. u.s.- uk- canada versiyonlarının her bölümünü izledim. hiç bu kadar boş yapılan bir bölüm izlemedim. jüri kendini yüceltmeye gelmiş oray. özellikle mehmet şef. ulan ben o kadar boş azarı babamdan veya patronumdan yemedim. kız açıklama istedi, etmedin. elinden geldiğince yapmış ne boş yapıyorsun amk olmamış, öyle değil böyle yapman lazımdı de geç. bakla çorbasıymış. bakla çorbası ne amk? bir de vazgeçilmez türk mutfağının en sevilen çorbası diye zırvalıyor. mercimek veya işkembe çorbası sanki. kaç saattir izliyorum. yemeğin daha y si yok. tadına bakmadan 10 saat zırva yaptılar. sonra tadına bakıp yorum yapmıyorlar. acun her program kavga izleterek milleti germe amk. yemek yapsınlar biraz bırak da.

    edit: 32 tane kuzenim var, whatsapp gruplarımız var. almanya’da yaşayanıda var, karadeniz’de yaşayanıda var, doğu anadolu’da yaşayanı da var. kimsenin bakla çorbasının ne olduğundan haberi yok. çok pis ayar oldum şu an sözlük. lan memo, yarın bir restoranına gidiyorum, bakla çorbası içeceğim. eğer yoksa, veya varsa da 3 saat anlattığın gibi değilse, olay çıkarmazsam ne olayım. müşteri her zaman haklıdır. o çorbayı içeceğim amk

  • 15. admin falcao sandım

    falcao transferi beklenirken, galatasaray sosyal medya hesaplarından yapılan paylaşımlar için taraftarlar sürekli olarak falcao transferinin bilgilendirmesi düşüncesiyle "admin falcao sandım." yorumları yaptılar. falcao da çok güzel bir espri ile bu mizahı kullanmış. olayı tam olarak anlayamayanlara amme hizmeti olsun.

  • 16. ayla çelik

    yine kim olduğu bilinmeyen ama yine hemcinslerini hedef almış yeni varoş türkiye'nin varoş şöhretli takımından bir isim.

    bravo kızım adını sanını an itibariyle öğrenip noktadan sonra unutacak olsak da sen her şeyi çok iyi biliyorsun. çok samimi ve çok yücesin. çok da güzelsin. herkes sana aşık olmalı ki başta sen ve senin için çalışacak olan kadınlar. aşkı da en iyi sen biliyorsun. hele aşk acısı, aşık kadını da sen iyi bilen olabilir mi? gençsin ama (gerçi yaşın kaç bilmiyoruz. dedik ya ilk defa duyduk ismini) feleğin çemberinden geçmişsin. kanaat önderisin. keşke hemcinsin olan kadınlar da biraz senin gibi olabilse değil mi? ama onlar sadece seni kıskanırlar. ne de olsa bu coğrafya için bulunmaz nimet mavi gözlerin var, onlar varsa bir de saçları boyattın mı işte jennifer aniston (bak, brunette kalsaydın angelina jolie olurdun. türkiye'de olay budur).

    gururla saklanacak bir kadın röportajı: http://www.hurriyet.com.tr/…-kadin-mi-olur-41318427

    ha bu arada senin bu yukardaki müthiş röportajının çıktığı gün dünyanın başka bir yerinde bambaşka bir olay oluyor. eğitimin var mı, yabancı dilin var mı bilmiyorum ama bak dünyanın başka bir tarafında senden daha ünlü, daha zengin, daha saygın, daha çalışkan, daha klas, daha rafine, daha iyi ve paylaşımcı insanlar var. naomi osaka , tenis dünyasının 1 numaralı ismi. karşısındaki 15 yaşındaki genç oyuncu coco gauff. olay senin bu röportajının çıktığı gün new york'taki us open'da geçiyor. maçı naomi kazanıyor ama karşısındaki deli gibi çalışan sadece 15 yaşındaki bu genç oyuncuyu beraber röportaj vermeye ikna ediyor, o büyük zafer anını paylaşıyor.

    https://www.youtube.com/watch?v=-gkukmqktxc

    https://www.youtube.com/watch?v=9zaqdvf489k

    o esnada sen de posta gazetesine hemcinslerini kötülüyorsun...

  • 17. recep tayyip erdoğan

    batılılar dediler ki; büyük ortadoğu projesi kapsamında biz ortadoğu için yeni bir model yaratacağız, adı da ılımlı islam modeli olacak, bunun için bölgede siyasal islamcı insanlara ve iktidarlara ihtiyacımız var... erdoğan dedi ki, ''ben bop'un eşbaşkanıyım'', partimiz de akp. dediler ki, tamam sensin, buyur iktidar senindir. aksın sıcak paralar... ekonomiyi toparla, türk halkı ev, araba falan alsın; size yollar, köprüler yapalım, anlaştık mı? anlaştık... ama seni biraz da ortadoğu'da popüler yapmamız lazım. israil cumhurbaşkanı'na şöyle bir ''one minute'' çek bakalım... tamam, şimdi senden iyisi yok islam dünyasında.

    biz ne yapalım, bu ılımlı islam modeli'ni her yere yayalım. tunus, mısır, libya... mısır'da mursi gelsin, libya'da kaddafi gitsin. arı kovanına çomak sokalım, devletleri dağıtalım; hem böylece israil'in güvenliğini de garantiye almış oluruz.

    onlar tamam. sıra suriye'ye geldi. herkes heyecandan tırnaklarını yemeye başladı. aha esad da ayvayı yedi deniliyordu ki.. birileri hooop dedi, siz ne ayaksınız olm, arı kovanını karıştırıyorsunuz tamam da, bu arılar çin'i, rusya'yı ve iran'ı da tehdit etmeye başladı. o işi geçeceksiniz; esad'ın arkasında olduğumuzu ilan ediyoruz. sikerler ışid, nusra...

    hizbullah militanları, iran devrim muhafızları, rusya'nın uçakları, çin'in ekonomik desteği derken... esad gücünü korudu.

    bizimkiler şam'da namaz kılacağız ha gayret deyip gazladılar, batılılar esad zalim bir diktatördür deyip gazladı, körfez arap ülkeleri paraları ateşleyip gazladı...

    mesela; suudi arabistan hapishanelerindeki idam cezası almış tutsaklara denildi ki, ''sizi affediyoruz, alın şu paraları gidin esad'a karşı savaşın.'' dünya'nın her köşesinden benzer şekillerde toplanan ruh hastaları ve paralı askerler muhalif görünümlü bir katiller ordusuna dönüştürüldüler. esad da bundan yararlanmasını bildi tabii. kafa kesme videoları suriye gizli servisi aracılığı ile dünya'nın her köşesine yayıldı. böyle olunca, ışid, nusra gibi örgütlerin yamyamlıklarını gören batılı ve ortadoğulu halklar, ''ya kardeşim, siz bu adama zalim diyorsunuz ama diğerlerinin yaptıkları da ortada... arap baharı demiştiniz ama bu bildiğiniz arap cehennemi; sikerler böyle modeli'' dediler.

    sonra esad çıktı dedi ki; ''ben kalırsam erdoğan gider.'' aslında demek istediği; 'ben kalırsam ılımlı islam modeli çöker'di. öyle de oldu. hoop, mursi gitti. askeri yönetim ihvancıları, yani müslüman kardeşler'i tank gibi ezdi geçti. abd, bölgedeki varlığını devam ettirmek için ışid gibi örgütleri hedefine yerleştirdi. halbuki bunları yaratan kendileriydi.

    bizde ise; davutoğulları gitti, başkaları geldi, mülteciler girdi, paralarımız gitti... döt gibi kaldık mı ortada? sonuçta ılımlı islam modeli'nin uyduruk bir model olduğu anlaşıldı. böylece akp'nin de varlık sebebi ortadan kalkmış oldu. emoculuğun bitişi gibi, siyasal islam modeli de bitmiş oldu.

    darbe girişimleri vs. derken, erdoğan dedi ki ''hımm, batı beni (veya akp'yi) gözden çıkardı demek''. iyi madem sizle görüşürüz. böylece avrasyacılara yeşil ışık yakılmış oldu. avrasyacıların ordudaki ve dış politikadaki etkinliği artırıldı. perinçek bilirkişi oluverdi. rusya'yla yakınlaşma başladı. astana süreci, s-400 derken türkiye bir anda uçağını düşürdüğü rusya ile sıkı fıkı hale geldi. putin de akıllı adam, türkiye'yi batı blokundan ufak ufak koparırken, bir yandan da rusya'nın bölgedeki etkinliğini artırmış oldu.

    batı bloku yaptırım tehditlerinde bulundu ama şu ana kadar bunlar göstermelik kaldı. zaten yaptırım demek, türkiye'yi daha fazla rusya'nın kucağına itmek demekti. yani erdoğan'ın filmi ilginçleşmeye başlıyordu. ve tam da bu sırada bir fısıltı dolaşıyordu... bir zamanların azılı aktrolleri, bir adamı şişirmeye başlıyordu. ekonomi uzmanı, türkiye'yi düzeltirse o düzeltir, ekonomi yeniden şahlanacak falan... hoş geldin atlantikçi ali babacan.

  • 18. yazarların futboldan soğuma nedenleri

    yıllar önce sinopspor 3.ligdeyken küçücük şehir stadyumuna gidip maçlarını izlerdim. stad o kadar küçüktü ki elini uzatsan yan hakeme dokunabiliyordun.
    yine böyle bir gün sinopspor'un maçında holiganların ağırlıkta olduğu kısımda maçı izlerken yan hakeme haksız yere o kadar aşağılık küfürler ediliyordu ki insanlığınızdan utanırsınız. hiç hatasız maç yönetmesine rağmen yan hakeme "akıllı ol adam gibi maç yönet sikeriz belanı" deyip hakem kafasını çevirip tribüne baktığında da ortalığı yıkıp
    "ne bakıyon orrospu çocuğu,amk oğlu, senin çoluğunu çocuğunu sikerim" tarzı küfürlerle beynimde şimşekler çaktı. holiganlık gerçekten dünyanın en mal şeyi olabilirdi. hepinizin amına koyim deyip, ortamı terkettim ve bir daha da maç izlemedim.

  • 19. 200 gram nescafenin 54 lira olması

    (bkz: #80180907)

    ekleme: geldi gene onu içme bunu içciler. adam diyor ki 200 gr kahve nasıl böyle pahalı olur; bizim ponçikler ba ba ba barista şovvvv!

    süt köpüğüyle "ekşi sözlük" yazıyorum kahvemin üstüne, ay siz nasıl içiyorsunuz o kadar özensiz özensiz..

  • 20. incir

    bir türlü sevemediğim meyvedir. üstelik bahçemde hem siyahı hem de beyazı bulunmakta.
    gel gör ki hem mahalleli gelip topluyor bazen hem de annem babam buna bayılıyor. e ama siz memlekettesiniz? yoook!

    bir tane dahi yesem hemen dudağımda yahut ağzımın kenarında yara yapıyor nasıl bir meyveyse. üstelik ağaçtan yere çok düştüğü için sinek de çekiyor.

    hee reçelini yerim bak. ama onda dahi inciri yemem. babam öyle mi? reçelin içindeki inciri bütün yutuyor adam.

    orta yunanca'da küçük su kabı ve bal peteği mânâsına gelen angurion kelimesi buradan farsça 'ya ancır olarak geçer lâkin bu ancır, hıyar anlamına da gelir. ballı hıyar gibi bir anlamı var yani. ve de farsça " delik, oyuk " anlamı da vardır.
    sonra da bizim dilimize incir olarak geçmiş.
    biz şu anda dünyanın en büyük incir üreticisiyiz. topraklarımız verimli bu meyve konusunda. aaa bi' dakika lan! bir de acur var değil mi? valla zihin jimnastiği harika olay. bu acur da bir hıyar değil mi? turşusu oluyor hani. eee ben incir turşusu görmüştüm eminönü'de ve çok şaşırmıştım. incir, hıyar çeşidiymiş işte. turşusu da olur bunun hatta cacık da yapılır.
    bi' deneyin sonra da beni yeşillendirin.

  • 21. mutmain olmak

    mu-mü ön eki ile eylemi şahıslaştırmak;

    tercüme -->> mütercim
    hesap --> muhasebe
    vazife --> muvazzaf
    tebessüm --> mütebessim
    itminan --> mutmain

    itminan: emin olma, emniyet. iç huzuru, gönül rahatlığı, tatmin olmuşluk hali.

    mutmain: kendini güvende hisseden, iç huzuruna kavuşan, tatmin olan (kimse.)

  • 22. beren saat

    aynen böyle bir arkadaşım vardı.

    hayatında 10 şey güzel gitse 1 kötü şeye takılıp dağılan, sosyal medya hesaplarından hep adaletsizlik, acı, zor hayat, kötülerin kazanması vs payaşımları yapan, hep mutsuz hep depresif.. bu da böyle işte diye yaklaşık 10 sene arkadaşlık ettim (bu süreçte ben de 2 yıllık ilişkim tarafından epey süre aldatıldığımı öğrendim, çocukluk arkadaşımla ağır sebeplerden kopuş yaşadım, sosyal çevrem bitiş noktasına geldi, bir süre işsiz kaldım uzun bir süre de çok kötü bir maaşa çalıştım) zaman zaman yükseldi zaman zaman iyice dibe battı iyi kötü hep yanındaydım. ama 6 aylık sevgilisi tarafından terk edilince yaklaşık 1 yıl yas tutup 1 yılın sonunda adamın kendine sevgili yapmasıyla darmaduman olma halleri arşa çıkınca benimle de bir ayrılık yaşadı. e ama yeter artık. 30'lu yaşlarımda çekemem artık. bu kadarı acı değil artık bir tercih. ben yaşadığım her zorluktan sıyrıldım. zaman tedavi etti, kendime yaklaşımım tedavi etti. yeni insanlar geldi hayatıma, şu an gayet mutluyum.

    kendi neslinin diğer oyuncularına bakıyorum, mesela özge özpirinçci. mesela berrak tüzünataç. onların da kariyer ve özel hayat yükselişleri oldu düşüşleri ayrılıkları oldu. ama devam ediyorlar. yola tüm enerjileriyle devam ediyorlar, çünkü 16 yaşında değiller ve 30'lu yaşlarında yapmaları gerekenin bu olduğunu biliyorlar. kafamı çevirip beren'e bir bakıyorum, yıllardır gördüğüm tek şey ağlak mızmız bir surat. acılar içindeyim paylaşımları. üzüntüler, dertler tasalar, ağlamalar uykusuz geceler, ağır yazılar, acılar ve daha çok acılar..

    çok klişe olabilir ama inanıyorum ki değişim önce kendinden başlar. bu karakterini besledikçe, bir yazarın dediği gibi 'acı pornografisi'nden beslendikçe daha 15 yıl ağlarsın beren. bir bakarsın 50 yaşındasın hayatın boyunca kendine üzülmekten başka bir yere varamamışsın.

  • 23. fuat ergin

    kendisini bimde kasa sırasında beklediğim eski rapçidir. bilen bilir kendisi çapada ikamet etmektedir. önümde baktım iri yarı bir adam. aldığı ürünler geçtikten sonra kasiyere avucundaki bozuklukları uzatıp, “burdan al kanka” demesinden tanıdım. o kanka deyişini unutabilir mi insan?
    (bkz: sana puanım 9 kanka)

  • 24. e-sigara

    yararlı/zararlı bilmiyorum ama benim sigarayı bırakmamı sağladı.
    neredeyse 17 sene boyunca sigara kullandım. ara ara bıraktığım dönemler oldu elbette ama çok uzun değildi.
    neredeyse 2 sene boyunca e-sigara kullandım. hatta son dönem pratik olduğu için poda geçtim. ne taşıma derdi var ne başka birşey. gayet de memnundum.
    son dönemde podda kullandığım nikotin oranını iyice düşürdüm. farkettim ki birşey değişmiyor. ne daha fazla ne de daha az içiyorum. önce molalarda yanıma almamaya başladım. hatta bir süre sigara içilmeyen ortamlarda bulundum; içenlerle de molaya çıkmadım. git gide buna da ihtiyaç duymadığımı farkettim.
    bıraktıktan sonra beni en çok zorlayacak şeyin alkol ortamları olduğunu biliyodum. bıraktıktan sonra bir çok kez rakı masasına oturdum, pubda sigara içilen ortamlarda takıldım ama sigarayı da podu da aramadım.
    sigaraya devam etmiş olsam bu kadar rahat bırakabileceğimi sanmıyorum. elbette herkes için etkisi aynı olacak diyemem ama benim sigaradan kurtuluşum oldu bu.

  • 25. once upon a time in hollywood

    bir tarantino filmi.

    --- yapılan olumsuz eleştiriler hakkında ---
    türk sinemasında iyi film-kötü film ayrımı yanabilecek kültürün köklü olmadığı ve pek de köklenip büyüyemeceği kanaatindeyim. öyle ki "yılların tarantino izleyicisi" bir tarantino filmini formülize edip gıcık bir matematik öğretmeni gibi "istediğim çözüm bu değil" deyip eksiyi basabiliyor

    hâlbuki sanatı değerlendirmek için önce tevazu ve hoşgörü ile başlanmalıdır.buna söylemekle birlikte bu film iyi bir filmdir. hatta ve hatta çok iyi bir filmdir. bu tartışılmaz.
    fakat size bu filmin mükemmel bir film olduğunu kabul ettiremem. mükemmellik öznel bir yargı. benim için apocalypse now mükemmel iken bir arkadaşım için the godfather mükemmel film olabiliyor.

    nitekim, bence en iyi tarantino filmi inglourious basterds'dır. peki pulp fiction ne olacak? kill bill filmleri? işte bu soruları sormayan sinema izleyicisi aşağılama pornosu denilen şeyi gerçek hisler ile yapmaya başlar. bu durum ekşi sözlükte çok kez gözüktüğü için sizin bunu bilmenizi istiyorum. mesela gazete eleştirmenleri de aynı şeyi yapmaktadır. yarın bir gün atilla dorsay öldüğünde önemsediğimiz bir tane eleştirmen olmayacak. geekyapar'ın 70 dakikalık geyik muhabbeti de kimsenin umurunda değil. işte eleştirmek böyle bir şey. iki tarafı da kesen bir bıçak.

    son olarak bunu okuyanlara lütfen "oyunculuk şöyle idi ama hikaye böyleydi, karakterlerin uyumu böyleydi ama eski filmlerinde tarantino reyiz böyleydi" diye şeyler yazmamalarını istiyorum. entry israfı başka bir şey değil. ya filmi boş boş izliyorsunuz ya da fikirlerinizi açıklamayı beceremiyorsunuz. her iki durumda da buraya gelip yazılar yazmamalısınız.

    --- filme gelirsek(spoiler) ---

    filme ciddi ciddi hamile kadın cinayeti izlemeye gidiyorduk. tarantino övücüsü türkçe kaynaklar bizi kan arayan, vahşet arayan salaklara döndürdü. tarantino'nun tabi ki polanski'ye "gel sana travma yaşatayım, hamile karını öldürdükleri anı çekeyim romuş" demeyeceğini bilmemiz lazımdı. tarihi değiştirecek olan bir film olduğu kesindi ama benim en çok düşündüğüm şey cliff booth ve rick dalton'un cinayeti işleyecek kişiler olacağı fikriydi. cliff booth zaten sağlam kafa adam değil ve filmin ilk yarısı bile bizi bunu düşünmeye itti.

    nihayetinde film bambaşka bir şeyi anlatıyordu ve bunu izlemeyi sürdürmek için sharon tate cinayetini bilmek ve o cinayetten daha fazla 60'lar sinemacılığıyla ilgilenmek gerekiyordu. tabi burada filmi tamimiyle anlamak bahsediyorum. mesela o üç george olayını anlamadım. fakat rick dalton'un yine önemsenmeyen bir oyuncu olduğu ile alakalı olduğunu zannediyorum. çünkü the great escape çok önemli bir filmdir. işte bu detaylarla uğraşmak zorundaydık çünkü hikaye cliff booth ve rick dalton ile alakalıydı. hep onların merkezinde olmak zorundaydık. onlar yönetmen tarafından gönderilmiş iki melek olarak 60'ların dünyasında yollarını çizmişlerdi ve eninde sonunda tate cinayetlerini engellemek zorundaydılar.

    filmin en güzel taraflarından biride ikisinin sürekli ayrılabileceği, sürekli hollywood'dan sepetlenebileceği korkusuyla her şeyi izlememiz oldu. zaten cinayet günü arkadaş olarak son günleriydi ve rick dalton hala hollywood'dan sepetlenme korkusu ile yaşıyordu. elimizde karısını öldürdüğüne birçoğumuzun şüphe duymadığı şiddet-sever bir adam ve toksik maskülen denilen alkolik bir western oyuncusu vardı. günümüzdeki cliff boothlar hollywood'un değil çöpünde takılmak, ön kapısına bile yaklaşamıyor. rick dalton gibiler ise gerçek oyuncu olarak kabul görmemekte. sanırım en önemli karakter de bu yüzden rick dalton'dı.

    rick dalton ve küçük kız iki ayrı oyuncu ekolünü temsil ediyor. rick dalton yakışıklı,genç,küstah ve maskülen bir tip olarak anlamsız filmlerde caka satarak yoluna başlamışken küçük kız ise bir metot oyuncusu. üstelik küçük kız ancak günümüzde gözlemlenebilecek modern bir feminist. bu noktada gözümde burt reynolds geliyor ve kendisi vefat etmese bu filmde oynayacağını biliyorum.

    sonunda rick dalton'un kazançlı çıkmasını yönetmenin müdahalesi olarak görüyorum. tarantino'nun "babil kulesi" gibi hikayeleri geçirdiği çok belli ve saklanmıyor. ilk sahneleri yazarken zaten dalton'un cinayeti engelleyeceğini biliyordu ve hollywood için bir anti-kahraman yaratmak istedi. onun pis işlerini yapan bir fedai de olacaktı ve onunda tabi ki dublör olması gerekiyordu.

    sinemayı öldürmek isteyen canavarlara sinemanın adaleti işte böyle geldi. bizler de intikam ateşi ile güle güle izledik. sanırım bu intikam ateşiniz yoksa filmden kesinlikle zevk almıyorsunuz. yok eğer varsa bile "filmde neden bir bütünlük yok" diye saçmalıyorsunuz. yahu neden olacak? metot oyunculuğu, temalar filan arayan varsa gitsin bir yığın güzel sinemacı var, onu izlesin. "yok bu filmi izleyeceğim" diyen de lütfen tarantino'nun anlatmak istediğini filmin tarihi konusu ile bağdaştırmasın.

    her şeyin sonunda rick dalton'un polanskilerin evine davet edilmesini bir rahatlama olarak algıladım. rick dalton başarılı oldu çünkü o evde herkes sapasağlam duruyordu.fakat diğer yandan jay sebring'in şaşkınlığı, tate'in herkesin iyi olup olmadığını sorması...içimizi burkan şeylerdi.

    filmin sorunlarına gelirsek micheal madsen'ın joe gage olarak görünmemesi ama ona benzer bir karakteri televizyonda oynamasını karşı-detay olarak gördüm bunu. hoş değildi.
    üstelik stuntman mike ve stuntman bob olayına geçeceğimize emindim, olmadı. fakat zoe bell ve kurt russell'in aynı sahnede olması güzeldi.

    film'de yaratılan alternatif tarih çizgisi ise şöyle: cinayetlerden sonra belinde silahla gezmeye başlayan steve mcqueen'in "bu polanski puştu bir şeyleri batıracak" derken polanski'nin pedofili suçuna gönderme yapıyor zannımca. açıkcası polanski'yi suça iten onun gerçekten pedofili olması ise mcqueen haklı, yok eğer polanski cinayetten sonra allahsız ve ahlaksız bir adam haline geldiyse mcqueen'i haksız olmuş oldu.

    katiller dalton'un evine girmeye karar verince dalton'un müzik dinler vaziyette bütün bağırışları duymaması gerçek bir olay. tate-polanski evinin bekçisi'de o malum gecede kulaklıkla müzik dinlediği için olaylardan bir haberdir. bekçi'nin arkadaşı steven parent ise çoktan yanlışlıkla öldürülmekten kurtulmuştur. malum yine rick dalton elinde margarita ile onları o yoldan alıkoymuştur.

    --- son olarak(spoiler) ---

    müzik konusunda ise beni tavlayan bir nokta var ki o da you keep me hangin' on'ın hep böyle bir sahnede görmek istemem. bu da kişisel olarak filmi benim için unutulmaz yapıyor. bir güzel durum ise deep purple'dan hush şarkısıdır. malum bu filmin fragmanının yaratığı hype'ı bad times at the el royale ile geçirmiştim ve orada da aynı şarkı ve aynı hippiler vardı. hatta oradaki kızın da tate cinayetlerine benzer bir cinayet işlediği gösteriliyordu.

    tarantino'nun eserleri için yapılacak bir spektrum içinde pulp fiction ve basterds filmlerine yakın bir film, en iyilerinden biri.

    ---
    madem herkes istediği line'ı yazıyor. ben manson'un goodday miss tarzı lafını korkunç buldum.

    "you are?"

    "ı'm the devil, & ı'm here to do the devil's business"

    "nah, it was dumber than that"

  • 26. vicdan kavramının toplumsal normlara göre oluşması

    vicdan kavramının içgüdülere göre değil, içinde yaşanılan toplumun normlarına göre şekillenmesi durumudur. insanın psikoseksüel gelişiminden örnek verelim. 0-2 yaş aralığında (bkz: oral dönem) çocuk; etrafındaki nesneleri tanımak ve anlamlandırmak için, onları ağzına götürür. id’in hakim olduğu bu dönem, insanın en ilkel dürtülerinden biri olan beslenme dürtüsünün dışa vurulduğu dönemdir. söz konusu dürtü, evrimin bir sonucu olarak doğuştan gelir. bu demektir ki çocuk; herhangi bir öğrenme ihtiyacı duymaksızın bir şeyleri ağzına götürecektir, çünkü doğası bu şekilde programlanmıştır. daha sonra bazı şeylerin yenilip bazılarının yenilemeyeceğini tecrübe eder. bir bilyeyi ağzına atan çocuğun ebeveynleri onu durdurur, hatta kızar ve “yenmez” der. aynı durumu insan etine (bkz: kanibalizm) uyarlarsak; yetişkin bir yamyamın, insan etinin kokusunu duyduğunda ağzı sulanacaktır. çünkü ebeveynleri tarafından insan etinin tiksinç bir şey olduğu düşüncesi çocuğa aşılanmamıştır. bu durum; bir hindu’nun dana etiyle yapılmış bir yemek gördüğünde kusması kadar doğaldır. peki vicdan bunun neresindedir?

    kabile içerisindeki yaşlılara çok değer veren, ve aldıkları esirleri yiyen bir yamyam toplumunu düşünelim. bu yamyamlık, kabile üyelerine göre son derece normal bir durumdur. böylece öldürüp yedikleri esirlere karşı herhangi bir vicdan azabı hissetmezler. kurbanın çığlıkları martı seslerinden farksızdır belki de. şimdi aynı çığlıkların, ıstıraplı bir hastalık çeken yaşlı bir kabile üyesine ait olduğunu varsayalım. bu durum birçok yamyamı üzecektir. çığlık aynı çığlık olsa da, öğrenilmiş bir düşünce vardır ardında. öyle bir düşüncedir ki bu: kurbanın çığlıklarını doğal, yaşlının çığlıklarınıysa hüzünlü kılar. şüphesiz bu durum, vicdan azabının toplumsal kültüre göre şekillendiğinin bir kanıtıdır. peki ya olası bir eleştiri yapılabilir mi?

    uzun yıllar önce, henüz küçücük bir çocukken, kurban bayramında ağaca asılan keçiye karşı hiçbir şey hissetmemiştim. lakin birkaç yıl sonra daha büyük bir çocuk oldum. ve dedim ki: kim bilir nasıl da canı yanıyor, bu bir cinayetten faksız! o sıralar, islam dininde kurbanın ne anlama geldiğini yeni yeni öğrendiğimi hatırlarım. hatta kurbanlık hayvanların ne denli büyük bir kefaretin anlamını vurguladığını... ancak yine de o hayvanlara acımaya devam etmekten kendimi alamadım. bu durumda, çevremin olanca normlarına rağmen hayvanlara acıyor oluşum; “bendeki vicdan azabının kaynağı içsel bir dürtü olmalı” diye düşünmeme sebep oldu. acaba gerçekten öyle miydi? eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, bu vicdan azabının içsel olmasını çok isterdim. lakin yine de öğrenilmişti. bunu şu şekilde açıklayabilirim: beynim içten içe dini sorgularla yanıp tutuşuyordu, ve ben asla tam anlamıyla meşrulaştıramamıştım içimde bu ritüeli. bu yüzden acıyordum kesilen hayvanlara. ve sonraları; bazı çocukların eskiden o hayvanlara acıyor olmalarına rağmen, kurban kesimi sırasında soğukkanlı davranmaya başladıklarını fark ettim. zira bu çocuklar, dini açıklamaları olanca benlikleriyle kabullenmiş kimselerdi. bu yüzden, “vicdan azabı doğuştan gelen bir dürtüdür” diyemedim. lakin keşke diyebilseydim deniz...

    gençliğimde denizde boğulan zavallı bir adam görmüştüm. daha sonra bir başka adam daha gördüm: henüz emekleyen bir çocuğa tecavüz etmiş ve çocuğun babası tarafından tekrar tekrar kurşunlanarak öldürülmüştü, ve de zerre kadar merhamet hissetmemiştim yüreğimde. zira tecavüz korkunç bir suçtu, ve de içimde; cezasını çektiğine inanıyordum bu kişinin. ben eminim ki boğulan adam da, öldürülen pislik de çığlık atmıştı son anlarında. ve de tıpkı yamyam kabilesindeki yaşlı ve esirin çığlıkları arasındaki fark gibi; ben de boğulan adamın çığlıklarında spring waltz‘ı, öldürülen adamın çığlıklarındaysa new world symphony‘yi duymuştum. birine üzülmüş, birine sevinmiştim yalnızca. hepsi bu...

    nitekim “vicdan kavramı topluma göre şekillenir” iddiası aslında tam olarak doğru değildir. “vicdan kavramı, toplumun kabul ettiğimiz normlarına göre şekillenir” demek çok daha kapsamlı olacaktır. zira ince eler sık dokur insan. istediğini alır, istemediğini bırakır yalnızca. peki neden bazı normları kabul eder, bazılarını etmeyiz? sanırım eninde sonunda, doğuştan gelen bir şeyler çıkıyor karşımıza! “suçsuz birini öldürmek kötü bir şeydir” diyorum kendi kendime, daha sonra da sevgili rodion romanoviç raskolnikov geliyor aklıma. eskiden “balta, tefeci kadın suçlu olduğu için inmişti kafasına” diye düşünsem de; “bu, raskolnikov’un bir napolyon olmak adına işlediği cinayetine bulduğu kılıfın ta kendisi” diye düşünüyorum artık. ve haklıyım! madem ki haklıyım, bu vicdan azabı da neyin nesi deniz? raskolnikov neden pişman oldu cinayetinden? bazı insanları bir napolyon, bazılarını ise küçücük bir sinek kılan şey neydi? bilmiyorum. bilmenin gerektiğine inanmasam da, seziyorum! ve söyleyeceğim: “muhtemelen toplumsal normlara göre şekilleniyor olmalı. ama sen yine de bir düşün deniz! sırasıyla...”

    (bkz: entüisyonizm)
    (bkz: septisizm)
    (bkz: nihilizm)

    madem ki kendimizden bile şüphe ettik, ancak lovecraft paklar kirlenmiş dizelerimizi! olanca alakasızlığına rağmen, bilinmezliğin karşısında “alakalı” ne söyleyebilir ki insan! heyhat: sonsuza dek var olan ölü değildir, ve garip sonsuzluklarda ölüm bile ölebilir...

  • 27. istanbul üniversitesi

    hem lokasyonu, hem de mermerli, taşlı, sütunlu, kıvrıklı, arapça yazılı binalarıyla insanda içerisinde mutlaka bir de hayrat bulunduracağı izlenimini uyandırıyor.

    bak mesela bugüne değin hiç aklıma gelmemişti; bugün beyazıt migros’tan iki çörekle üç mürdüm eriği alıp beyazıt kampüsüne dönerken, hemen kampüsün girişindeki ağaçların altındaki banklardan birine çömüp eriklerimi yiyebilmek için gözlerim yakınlarda bir hayrat aradı, “kesin vardır, olmaması imkansız!” dedim, etrafa da bir göz gezdirdim ama bir hayrat bulamadım, ben de gidip eriklerimi lavaboda yıkadım. eğer yakınlarda bir hayrat olsaydı eriklerim ve çöreklerim konusunda çok daha mutmain olabilirdim.

    milletin kampüsünde starbuckslar şunlar bunlar varken bizimkinde allah rızası için bir hayrat bile olmaması kalbimi kırdı doğrusu. gerçi benim kalbim devamlı kırılıyor ya, neyse...

  • 28. kanun başkadır hukuk başkadır adalet başkadır

    "yargı devlet hayatının efendisi değil, devlet politikasının hizmetkarı olmalıdır."

    joseph goebbels, hitler'in propaganda bakanı

  • 29. en sinir edici instagram pozları

    1- hamdolsun bu yılda hiç birimizde olmayan bir organ olan göte ve memeye doyduk.

    2- hamdolsun bu yılda hamile görür canı çeker, bütçesi kısıtlıdır belki tadamaz demeden, yediğinizi içtiğinizi sıçtığınızı da gördük.

    3- koca yürekleriyle, belleri ince ve götleri büyük çıksın diye bir ayağı öne atmak suretiyle ayaklarının hobbit ayağı gibi 56 numara görünmesini göze alan kızlarımızı da gördük.

    4- dünyada doğurganlık tek kendilerine bahşedilmiş gibi davranan oğluşlarının kakişleriyle, piremseslerinin cicişlerini paylaşan anneliği fotoğraf çektirmekten ibaret sanan koca yürekli analara da doyduk.

    5- "bir kere evleniyoruz" kafasıyla yaşayan ve evlilikleri süresince biz garibanları da en mahremine kadar sokan yeni evli çiftleri de gördük. keşke nikahınızı psikiyatr kıysaydı döl israfları. (gerdek diye paylaşım yapmıştı bi tanesi gül yapraklı bir jakuzi çekip. bana ne senin seks yaptığın jakuziden aq.)

    6- fuhuş baskını yemiş gibi yüzünü kapatan gerizekalılar.

    7- evcil hayvan fotosu adı altında kas-göt-meme sergileyenler.

    8- nargile + kıllı göğüs + alınmış kaş + babet çorap

    9- "spora gidiyorm kaaarşiieaağm" pozları bilhassa mabadından bisiklet pompası sokulmak suretiyle şişirilmiş gibi duran ayıcıklar. bacaklar cin ali kollar hulk amk.

    10- direksiyonda, araba markası (görgüsüzlük kriteri bmw genelde) saat ve yüzük göstermek için çaba sarfedenler.

    11- havuzda sırt dönük göt fotoğrafları. (saçmalamayın götün cinsi yok her iki cinste de var aq)

    12- kitap okuyorum ama bacaklarım ve göğüslerimde güzel fotoğrafları.

    13- yarak kürek altına şiir yazılan anlamsız selfieler. (götümün kenarı 40 tane filtre basmışsın hala altına atarlı giderli şiir döşüyosun. insanlar seni filtresiz görse nitelikli dolandırıcılıktan dava açacak amk hala gelmiş şiir)

    14- bebişimle/kocişimle/kankuleytimle/eltimle/eşeğimin sikoşkosuyla kahve kheyfisi. yani sunum içeren göz kanatıcı fotoğraflar.

    15- silahla fotoğraf çekilen barzolar. / fotoğraflarının altına aforizma dizen tesbih daneleri.

    hepinizden tiksiniyorum teşekkürler.

    bonus track: instada gördüğü her ünlü ünsüz meme ve göte başlık açan ekşideki 31ciler. sizdende tiksiniyorum. teşekkürler.
    gözlerinizden öperim, eksilerinizi beklerim.

  • 30. kumru

    şu dünya üzerinde en, en, en sevdiğim canlı türü. kedileri ve kelebekleri de çok severim ama bu zarif hayvancıkların gönlümdeki yeri onlardan da öte, apayrı. o sakin tavırlarına, o kalabalıkla değil de kendi hâllerinde dolaşmalarına, o ürkek ama meraklı bakışlarına hayranım! ya insanı mest eden o sesleri... resmen huzur musikisi. duyduğum anda yüzüme kocaman tebessümler gelip yerleşiyor. bir hayvanla konuşabilme şansı lütfedilseydi, onun kumrular olmasını isterdim kesinlikle.

    balkonu birkaç yıl önce -mecburen- camla kapatana kadar her yıl bir kumru ailesini ağırlıyorduk, bazen yılda birkaç batın yavru yetiştirip uçurduğu oluyordu. şimdi ne zaman camın önünde bir kumru sesi duysam içim cız ediyor, kesin o aileden biri demeden edemiyorum. sokakta yürürken bile ne zaman bir kumru görsem, ah diyorum, bizim aileden biri olabilir misiniz acaba? zaten bahar ışır ışımaz, dışarıda gözüm hep onlarda, kulaklarım seslerini takip ediyor, bir yerde yuva yaptıklarını fark ettiğimde o şanslı evin sakinlerine imreniyorum, "seçilmişliklerinin" kıymetini bilseler keşke diyorum üzüntüyle. osmanlı zamanında güzel güzel vakıflar varmış ya hani, imkânım olsa kurmak istediğim vakıfların başında "kumru yuvalarını koruma ve ailelerini yaşatma vakfı" geliyor. şimdilik bir saksıyı derme çatma "kuş evi"ne dönüştürüp umutla bekleyebiliyorum ancak, ama ileride belki bir gün...

  • 31. elektrikli süpürge alacaklara altın tavsiyeler

    tüm başlığı okudum. şu anda da "iyi de neden okudum? benim elektrikli süpürgeye ihtiyacım yok ki" diyerek çıkıyorum başlıktan.

  • 32. baba ile oğlunun ormanda yaptıkları küçük dağ evi

    bir baba ve oglunun kullanilmis tahtalardan dag evi yapma projesi ile ilgili icerisinde hic konusma olmayan 25 dakikalik mukemmel bir kisa film. film de duyulan sadece 2 ses var, cekic ve testere sesi . 25 dakika boyunca bu iki sesi dinlemenin bu kadar rahatlatici olabilecegini asla hayal edemezdim. cok sade amatör ama bir o kadar da samimi bir docu-real life yapiti. dogayi , kamp yapmayi ve ahsap ile ilgilenmeyi seviyorsaniz mutlaka izleyin.

    https://youtu.be/1ha4zy8xcyy

  • 33. yetişkin seviyesindeki en iyi çizgi film

    regular show'dur efendim. 10 dakikaya bu kadar fazla şey sığdırabilen, böyle enteresan kafalar ve göndermeler içeren bir çizgi film daha zor gelir.

  • 34. radamel falcao garcia

    adamda gördüğüm ve en çok şaşırdığım şey sanki yıllarca alt liglerde oynayıp da galatasaray'a transfer olmuş bir oyuncu gibi davranması oldu. gerek havaalanındaki amatör ruhu gerekse gece gece galatasaray stadını ziyaret edip "fantastik fantastik" demesi beni son derece şaşırttı.

    hiç öyle yıldız futbolcu kaprisi yok adamda, büyük bir heyecanla türkiye'ye gerçekten futbol oynamaya gelmiş bir hali var. sanki yıllardır bu günü bekliyormuş gibi... kendisine inancım tam kesinlikle galatasaray'a yatmaya gelmiyor. ikinci baharını yaşayacak burada.

    aynı zamanda eşinde de aynı heyecan var. ailecek galatasaray'a geldikleri için aşırı mutlular. böyle bir futbolcu ve ailesinin böyle amatör ruha sahip olması hem çok hoşuma gitti hem de çok şaşırttı.

  • 35. gülben ergen

    abi nasil bir kadin bu, tum medya tir tir titriyor ismi gecince, adam oldurse hapse girmeyecek belli o derece, devlet, adalet bile bu kadinin elinde oyuncak, evet dogru ece erken satilmis savcinin adini vermisti, ayni kadin savci demet akalini bir saatte bosamisti, bir saat icerisinde.

    temiz magazin diye magazin portali var, insta da millet soru yagdirmis, neden seren serengil haberi yapmiyosunuz diye, cevaplari, " iste yapardik tabii de iste seren sonra bize aa ergen yaptirdi diyor da, ondan da kem kum" takipciler israrlar soruyor, " yok yapamayiz lutfen sormayin" diyor sonunda. yahu hangi ulkede gorulmus, medya nin "ya iste haber yapinca bize kiziyor da, yanlis anliyor da ondan haber yapmiyoruz" dedigi. kafaniz mi iyi sizin?

    hadi onu da gectim de adaleti, medyayi boylesine korkutacak derecede ne biliyor arkadas, elinde ne var ki coook rahatca gulerek bana birsey olmaz diyor, elinde oyle bir koz olacak ki oyle haha bana bisey olmaz yavrum diye dolasasin. devlet adamlarindan birini santaj videosumu var elinde nedir bu . devirin oyle bir donup, carklarin ters cevrilmesi lazim ki bu kadinin elinde ne varsa gecerliligini yitirsin. ama hakikaten merak ediyorum ne oldugunu. bir gun cikacak ortaya.

  • 36. burhan kuzu'nun attığı mithat paşa tweet'i

    paralel evren'de mithat paşa'nın abdülhamid'i tahttan indirdiğini anlamamıza sebep olan tweettir.
    https://i.postimg.cc/9q04gtyy/image.jpg

    oysa biz mithat paşa'nın 1884'te taif zindanlarında katledildiğini biliyorduk.

    demek ki bize hep yalan tarih(!) anlatmışlar.

    teşekkürler burhan kuzu. senin gibi adamların profesör olduğu bir ülkede yaşadığım için kendi kendimin ta amk...!

    edit: tweet gerçek mi diye soranlar için, tweet yerinde duruyor.
    link.

  • 37. ölüm

    her hafta pazartesi sabahları yaşlı japon teyzelere ve amcalara ingilizce dersi veriyorum. ders dediysem de öyle ciddi bir şey değil. konuşma sınıfı. en genci 60 yaşında olan teyzelerle amcaların da istedikleri şey dilbilgisi çalışmaktan ziyade yaşadıklarını, düşünüp hissettiklerini anlatabilmek. bunu da ingilizce yapıyorlar ki zihinleri genç kalsın. ben de arada tümcelerini düzeltiyor, yeni sözcükler öğretiyor ve sorular soruyorum. amaç onların konuşması zaten. neyse işte, böyle bir sınıf. çoğunluğu da 75 yaş civarında. yaşları da epey olunca konuşulan konular ister istemez yaşlılığa bağlı sağlık sorunları, tek başına yaşamak, bakımevi, zamanı geçirecek bir şeyler bulmak, torunlar, yakınların ölümleri, kişinin kendi ölümü, cenaze gibi konular oluyor. hemen her hafta biri ya da birkaç kişi bu konulardan biri ya da birkaçı üzerine konuşuyor; çünkü yaşlılar ve japonlar ve yaşam süreleri çok uzun. söz gelimi, bugün 74 yaşındaki teyzelerden biri, yaklaşık 30 yıl boyunca kendisinden çin yemekleri pişirme dersi almış olduğu bir başka teyzeyi dün ziyarete gitmiş olduğunu anlattı. bu teyze de 93 yaşındaymış. 93 yaşındaki teyzenin eski geçtiğimiz yıllarda, 97 yaşındayken vefat etmiş. 5 kızı varmış. çocuklarından biri ingiltere'de, biri fransa'da, biri güney kore'de, diğer ikisi ise tokyo'da yaşıyormuş. teyze 90 yaşına kadar araba da kullanıyormuş da iyice yaşlandığından ötürü bırakmış. şu an tek başına yaşıyormuş ama, gayet dinçmiş. bu nereye kadar böyle sürer acaba dediler. sonuçta beden bir süre sonra taşımamaya başlıyor insanı; özellikle de bacaklar. birilerinin bakımına muhtaç hale geliniyor. daha da önemlisi, insan ölmüyor ama, hareket edememeye başlıyor. beden acı çekiyor. bunama da baş gösterirse durum daha da feci bir hal alıyor. bunlar konuşulurken teyzelerden biri bir ifade kullanarak "ben böyle ölmek istiyorum." dedi. kullandığı ifade "pinpin korori" idi. "pinpin" sağlıklı yaşam sürmek demekmiş; "korori" işe ölüm/ölmek. yani uzun yıllar, yaşlılığa kadar sağlıklı sağlıklı yaşarken bir gün çat diye, acısız biçimde ölmek anlamına geliyor. bunu söyleyen teyze "eğer böyle öleceksem yarın bile ölebilirim. benim için hiç sorun değil." dedi. sanıyorum 75 yaşındaydı o. diğer teyzeler de katıldılar ona. "acı çekmek istemiyoruz." dedi hepsi.

    tüm bunları böyle "ah ah ah, bah vah vah!" biçiminde konuştuklarını düşünmeyin. epey güle oynaya, kahkaha ata ata konuşuyorlar. ben de yarı hayret, yarı hayranlık içinde dinliyorum çünkü japonlar için ölüm gayet doğal, gayet olağan. bir gün ölecek olmaktan ötürü kaygı duyuyorlardır da eminim ama, ölüm yaşamın bir parçası olarak görüldüğünden ve cennet ya da cehenneme ilişkin ne bir inanç beslediklerinden ne de bir beklenti içinde olduklarından bu konuya ilişkin rahatlıkla konuşabiliyorlar ve şakalaşıyorlar ki bu çok hoş bir şey bence.

    bugün da dahil olmak üzere, ölüm üzerine ne kadar yoğun ve sık düşündüğümü fark ettim bir kez daha. aslına bakarsanız yaptığımız her şeyi olumlu olmak biçimlendiriyor bile denebilir. bu gerçek beni rahatsız etmiyor. inançsızım ve ölünce her şeyin biteceğine inanıyorum. kendime herhangi bir önem ya da değer atfetmememde bir gün yok olup gideceğim ve geriye benden hiçbir şey kalmayacağı düşüncesini içselleştirmiş olmanın da etkisi olduğunu düşünüyorum. değil sonsuza kadar yaşamak, uzun yıllar yaşamayı bile arzulamıyorum. babamın çocukluğumdan beri ölüme ilişkin doğallaştırıcı tutumunun, ilerleyen yaşlarımda deneyimlediğim travmatik birkaç yaşantının üst üste gelmesinin ve o sırada yapmakta olduğum yüksek lisansım boyunca ölümle ilişkili bir kuram kullanmış olup ölüm üzerine her gün düşünmek zorunda kalmamın da ölümü bu kadar olağan karşılamaya başlamamdaki katkısı göz ardı edilemez.

    “ben de yarın ölsem olurum herhalde. bugün de olur. çat diye, acısız biçimde gittiğim sürece sorun etmem.” diye geçiriyorum içindem bazen. bazen de sırf bu merak duygusu ve öğrenme isteği nedeniyle biraz daha yaşayayım diyorum. kafa karışıklığı oluyor ama, yaşamayı sürdürüyorum. hatta yaşlanınca sağlık sorunları çekmeyeyim, kendime yetebileyim diye spor yapıyor, sağlıklı besleniyor ve zihnimi canlı tutacak şeyler yapıyorum. yaşamam gereken onca yılı nasıl yaşayacağımı dert ederken ömrüme ömür eklemek de gülünç bir yandan. gerçi bezmiş durumdayım ama, sonuç değişmeyecekse yaşama fırsatım varken değerlendireyim bakalım.

    günün bu saatine kadar düşündüklerim böyleydi. ilerleyen saatlerde neler düşüneceğim acaba? saçma sapan şeyler olur kesin. öyle olursa yazmam. yazmadığım için de bilemezsiniz. zaten saçma. zamanı daha yararlı şeyler okuyarak geçirmek en iyisi. bu yazdıklarım yararlı mı peki? bilmem, belki; ama ölümü kabullenmenin yaşamayı bazı açılardan kolaylaştırdığını söyleyebilirim. yaşamın bir anına not iliştirmek gibi olur bu yazı belki.

  • 38. zeytinli rock fest 2019

    akçay ve çevre bölgeler : bölgeye normal zamanda gidenler bilir. halk sakin, sevimli, iyiliksever ve ekseriyetle emeklilerin olduğu bir popülasyona sahip. denizi sığ, çeşitli oyunlar oynamaya müsait, akdenize göre biraz soğuk ama eğlenceli, ayrıca sahilin neredeyse tamamı kum. ıstanbul ile karşılaştırıldığında yiyecek içecek konuları inanılmaz ucuz.

    çıkan gruplar : athena, şebnem ferah, duman, pentagram, mor ve ötesi, mfö, adamlar, teoman, mabel matiz, manga, bulutsuzluk özlemi, hüsnü arkan, ceza... bu grupları bireysel olarak 1 saat 15 dakika dinlemek için verilmesi gereken para 1500 liraya takabül eder. az bile söylemiş olabilirim.

    ben : bu sene de dahil olmak üzere zrf başladığından beri bu organizasyona katılıyorum. kaldığım yerler; çadır, ev, otel... gittiğim kitleler; 3 erkek, 5 kız 4 erkek, 4 kız 4 erkek, 2 erkek ve bu sene 4 kız 3 erkek. kendi halimde eğlenirim ama eğlenceli eğlenirim çevredeki güzel insanlar da bi şekilde ya laf atarlar ya gelir eşlik ederler yada ben samimi bulduğum bir bölgede insanlara aynı şekilde tepki veririm. böyle böyle yıllardır orda bir şekilde yeni arkadaşlıklar ve güzel dostluklar edinir döneriz. bazılarıyla evlerinde mangal yapmışlığımız bile vardır. bir tanesi ile sevgili olmuşluğumuz vardır. festival tadında bir festival yaşarım yani. şimdi ben bu bilgileri neden verdim ? az sonra yazacağım paragrafların nasıl bir altyapısı olduğunu bilmenizi istedim.

    - kitle : etkinlik zrf (zeytinli rock festivali) olarak başlamıştı lakin her sene zmf(zeytinli müzik festivali) olma yolunda çok fazla yol aldı. peki yıllar geçtikçe bu değişim beraberinde neleri getirdi ? elbette kitle değişimini ve kalabalığı. zaten yeterince kalabalık olan ve sıkıntılı tiplerin olduğu etkinliği, daha kalabalık ve daha sıkıntılı tiplerin olduğu bir etkinliğe dönüştürdü. yeni dönem saçma sapan müzik yapan rap dünyasının saçma sapan insanları da etkinlikte sahne alınca da içeriye bir ergen tipler doldu ki sorma gitsin. elbette eğlenmek herkesin hakkı ama eğlenme şekilleri bu kadar farklı olan insanları bir araya getirmek aymazlıktır arkadaşım. bir yerde bu insanların eğlenme şekilleri çakışıyor ve çeşitli problemlere sebebiyet veriyor.
    - kitle 2 : 3 bölge savunma hattı kurulmuş. içecekleri ve bileklikleri kontrol eden 'deliler', bileklikleri kontrol eden 'silleciler', bileklikleri kontrol eden ve üst arayan 'akıncılar'. bu kadar bileklik kontrol edilirken içerde bu kadar bilekliksiz adamın ne işi var umut ??? ve genel olarak da bu tiplerin yaptıkları işler şu şekilde (gözle görülmüş olaylar) milletin sevgilisine, karısına, kızına sarkmak, kendi halinde eğlenenlere sataşmak, milletin elinden birasını almak, hıaaak tuuu diye yerlere balgam atmak, ot içmek!!!, hiç sebep yokken kavga çıkarmaya çalışmak, tren yaparak kalabalık içinden 3-4 kere geçip 'napıyosunuz arkadaşım' diyen adamlara ana avrat küfür edip saldırmak daha uzayan listeler.

    - alan : ah be umut'cum ah be tırnakçı umut'cum nerden geliyor bu !muhteşem fikirler aklına ? mesela sahneleri vertical çevirmek muhteşem bir fikir. 40 yıl düşünsem aklımın ucundan geçmezdi. yemek standlarını tuvaletlerin hemen yanına almak da inanılmaz bir fikir. kendi adıma, yemek yerken bok ve sidik esansı olmadan yediğimden birşey anlayamıyorum. he bir de sahne yeri değişince duş yerini de bi değiştireydin de millet çamurlu ve sulu yerde konser izlemek zorunda kalmasaydı. the last but not the least, bilader zaten dinlenmeli bir şekilde 5-6 saat ayakta kalacağım yere yürüyüş mesafesi olarak neden 40 dakika yürüyecek şekilde düzen kuruyosun. tabi bir de bunun aynı şekilde dönüşü var. hadi radikal bi değişiklik oldu, giriş çıkışı tek bir yerden yaptın, "işleri ne lan ? yürüsünler" dedin, arkadaşım her sene aynı bok oluyor ve bilet almaya çalışanlarla kombinesi olanları aynı sırada koyun gibi bekletiyorsun. yani kaç sene olmuş aklına milyon bank gibi bir çakallık geliyor ama bileti bölge dışında satıp kalabalığı ayırmak hiç aklına gelmiyor. müthiş, gerçekten müthiş !!!

    - milyon bank :) : evvvvvet sevgili sözlük bildiğiniz gibi ödeme teknolojileri her geçen gün değişik ödeme metodları geliştirilmekte. telefonla ödeme, bileklikle ödeme, saat ile ödeme vb. umut kuzey denilen arkadaş da bu değişimlere ayak uydurmak adına bir uygulama başlatmış 'milyon bank'. aslında teknolojinin aşırı yeni olduğu da söylenemez. biz ödeme teknolojileri çalışanlarının 'loyalty uygulamarı' olarak adlandırdığımı sizin ise multinet, ticket, istanbulkart vb olarak bildiğiniz bir uygulama.
    tek yeni özelliği, bir kiosk, terminal yada pos gibi bir aletle değil telefonların nfc(near field communication) teknolojisini kullanarak ödeme alması. buraya kadar bir sıkıntı gözükmese de mevzunun patlak verdiği yer ilginç.öncelikle bütün ödemelerinizde telefonunuzdan bakiye kontrolü yapmanız şart. çünkü sen bişey istiyosun eleman telefondan bişeyler giriyor ne girdiğini görmüyosun da zart diye çekiyor. mesela ben 3 kere yanlış kesilme düzelltirdim. kartın bi doğrulama methodu da yok. yani kart başka birinin eline geçtiğinde bam güm kullanabiliyor. bir diğer sıkıntı tırnakçılık kısmı :) kart para yatırma gişelerini etkinlik alanında her yerde görebilirsiniz. lakin iade gişesini daha gören yok :) :) :) bir de para yüklerken 5 ve katları haricinde para yüklenemiyor diyorlar :) :) çok komik lan :) mesela bira 12 lira ve kartın da 11 lira var. etkinliğin de son günü son saatleri 1 lira daha yükleyip bir bira alıp kartı sıfırlayamıyosun. tamam 11 lira mı geri alıcam desen alandaki 'milyon bilet' gişelerinden iade alamıyosun. soruyosun nerde bu iade gişesi ? alanın dışında girişlerin orda diyorlar :) :) gidiyorsun öyle bir gişe yok :):):) ağaçların arkasına saklanmış olsa gerek. yani uzun lafın kısası şu ; at parayı karta şanslıysan bütün alışverişlerin yüklediğin parayı geçmez yada aşağısında kalmaz. olur da kartın içinde 1,2,3,4 lira kalırsa o para bizim hakkımız diyorlar :) :) ben turnakçı umut diyince bi zahmet suçlu olmayayım.

    - yasaklar festivali : etkinliğin başladığı güne kadar kimseye bişey deme, etkinliğin ilk günü saat 21:00 da açıklama yap 'yasal zorunluluk gereği saat 22:00'den sonra alkol satışı yapılmayacaktır' . sabaha mı bırakırsın kısmı tam olarak burası. söyleseydi baştan, hiç istanbuldan yola çıkmazdım. bana bu olayın tırnakçılık olmadığını biri uygun bir dille anlatırsa laflarımı geri alıcam. ayrıca bu yasal zorunluluk yıllardır var bu sene mi aklına geldi bunların saat 22:00 kuralı. tabi millet öyle olunca saat 21:00 gibi yıkılıyo standların oraya saat 22:00'e kadar bira almaya çalışıyor. şanslı olanlar alabiliyor stokluyor saat 22:00'a kadar alamayanlar beklediği ile kalıyor.

    - artıları : açıkcası çok değerli sanatçılar barındırıyor bu etkinlik. gerçekten çok ucuza geliyor. tabi kalabalığı gören sanatçılar da çeşitli sahne şovları yapıyorlar. bazen birbirlerinin sahnelerine girip düet yaptıkları oluyor. eğlenceli anlar olabiliyor. bunun haricinde herhangi bir artı göremediğim etkinlik olmuştur.

    - final : her sene üstüne koya koya sıçmayı nasıl başardınız ? bir şekilde her sene, bu sefer belki şu düzelir, belki bu düzelir diye geldiğim etkinliğe artık son vermiş bulunmaktayım. bu fikri de etrafta defalarca duydum. kendileri de anlamış olacak ki her sene, 'seneye görüşürüz' gibi bir mesaj ile kapatan adamlar bu sene 'zeytinli bitti' tarzı bişey yazdılar.

    p.s : tırnakçı umut

  • 39. esnaf lokantalarındaki bakla çorbası

    buradan ilgili şefe (bkz: hassiktir bok) demek istiyorum.

    bolu yöresine ait bu çorbayı, bolu'daki lokantalarda dahi göremezsiniz.

    seni gidi çakma gordon ramsey.

  • 40. almanya

    entegrasyon konusunda diger bati ulkelerinden cok da farkli olmayan avrupa ulkesi.

    dortmund ist gutun almanya iicn yazdiklarinin cogu ingiltere icin de gecerli. sosyallesmek, cok fazla arkadas edinmek, belli bir yastan sonra gelen birisi icin kolay degil. meslegin ne olursa olsun, eger o ulkenin kulturu ile yetismediysen bir sure sonra ortam disi kalmaya mahkumsun.

    biz her milletten turkler gibi olmasini bekliyoruz. ornegin bir yabanci turkiye'de beyaz yaka ortamina girdiginde biz onlara ulkesi ve kulturuyle ilgili sorular sorar, ona ulkemizin kulturunu ve bazi sakalarini ogretmeye calisiriz. genelde yakinlik gosterip, kendini farkli hissetmesin diye icimize almaya calisiriz. disari cikiyorsak onu da cagirir, kendini rahat hissetmesini isteriz.

    bunu bir almandan ya da bir ingilizden gormen cok zor. imkansiz demiyorum ama gercekten cok az rastlaniyor. iki ingilizle bir araya gelip bir cay icin, muhabbetin tamamen ikisi arasinda gectigini ve eger siz konusulan konuyu anlamiyorsaniz (ornegin yillar once ingilterede yasanan politik bir olay) size anlatma geregi duymuyorlar bile. anlarsan anlarsin, sorarsan cevap verirler ama seni sohbet ortaminda aktif tutmak icin bir caba gostermezler.

    bati ulkelerine ilk geldiginde bunu tuhaf karsiliyorsun, yillar gectikce alisiyor ona gore pozisyon aliyorsun. ornegin bir ingilizle oturup bir konu hakkinda konusurken ikinci bir ingiliz geldiyse, biliyorsun ki gelen ikinci ingiliz konuyu tamamen farkli yerlere goturup seni istemeden de olsa konu disina itecek. bu durumda yavasca cayini bitirip ofise donuyorsun ya da baska birseyle ilgilenmeye basliyorsun. bunu kotu niyetle yapmasalar da muhabbetin dogal akisi seni disari itiyor.

    evet sevgili turkler, yurt disina tasinmak, orada yasamak ve yeni tecrubeler elde etmek heyecanli ve guzel fakat bunun zorlayan taraflari da yok degil. umarim gittiginiz ve yasadginiz yerde mutlu olursunuz.

  • 41. ilginç etimolojik bağlantılar

    bir tane de benden gelsin efendim üzüm sözcüğü. malum türkçedeki bitki adları genellikle latince ve yunanca kökenlidir. fakat "üzüm" eski türkçe "üz" kökünden gelmekte. "üzmek,üzüntü" sözcüğü ile de aynı köke sahip. tümü eski türkçe üz- "kırmak, koparmak" fiil kökünden gelmektedir.

    birini üzdüğümüzde onun ruhundan birşeyler koparıyoruz, asmadan salkımları koparır gibi.

  • 42. öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler

    annesi ölen kuzuya ana yakma işlemi;

    yörüklerin uyguladığı, anası ölen kuzunun başka bir koyuna evlat olarak tanıtılması durumudur.

    kuzuya ana olacak koyun kendi ekseni etrafında 21-22 kez döndürülür. anasız kalmış kuzu üzerine koyunun sütü sağılarak kendi kokusunun sinmesi amaçlanır. sonrasında kuzu üzerine tuz dökülür ve koyun-kuzu kendi haline bırakılır. başı dönüp algıları bulanan koyun kuzuyu koklar, kuzu üzerinde kendi sütünün konusunu alır ve kuzu üzerindeki tuzu yalamaya başlar. kuzuyu kendinin doğurduğunu sanıp emzirmeye başlar ve sonrasında ana-evlat olarak hayatlarına devam ederler.

  • 43. geceye bir belgesel öner

    the putin interviews, oliver stone, türkçe altyazılı (teşekkür etmenize gerek yok * )

    bölüm 1
    bölüm 2
    bölüm 3
    bölüm 4

    national geographic - generaller ve muharebeler (singapur, el alamein, midway, stalingrad, kursk, bulge) link

    national geograpgic - hiroşima, ertesi gün link

    history channel - kartacalı hannibal, cannae muharebesi link

    trt belgesel - büyük savaş, birinci dünya savaşı toplam 13 bölüm. link

    national geographic - kıyamet, ikinci dünya savaşı, 4.5 saat (taraflı ve biraz özettir. ikinci dünya savaşı ile ilgili az bilgisi olanlar ve hiç bilmeyenler için iyi bir belgeseldir.) link

    kamikaze, link

    keskin nişancılar link

    ikinci dünya savaşı, pasifik cephesi link

    national geographic, hitler’in son yılı link

    73 easting muharebesi, 1991 körfez savaşı (ikinci dünya savaşından sonra yaşanan en büyük tank muharebesidir) link

    altı gün savaşı, al jazeera türkçe link

    iran islam devrimi, bir devrimin anatomisi, al jazeera türk - link (şiddetle tavsiye olunur)

    yom kippur savaşı, arap-israil savaşları/1973 arap-israil savaşı bölüm 1 bölüm 2 bölüm 3

  • 44. erkeklerin ömür boyu sakladıkları kablo dolu kutu

    adaptörlerin üstünde rahat okunsun diye amper değerlerinin yazılı olduğu etiketler olan, tamamı milimetrik sarılmış, geçmişten bugüne herhangi bir platform için lazım olabilitesi olan her türlü jack, dönüştürücü, kablo ve ölçüm aletlerinin olduğu 2 adet büyük bisküvi kolim bu tanıma uygundur diye düşünmekteyim. bir kablo lazım olduğunda* kutunun düzenini bozmamak için yenisini satın almışlığım çok olmuştur.*

    edit : başlık dirilmek için, bana "hdmi to vga adapter" in lazım olmasını bekliyormuş.

  • 45. the velvet underground and nico

    the doors'un ilk albümü hakkında birkaç kelam ederken (#93042074), 1960'ların ruhuna bir miktar değinmeye çalışmıştım. aslında 1950'lerden itibaren abd'de şahit olunan tüketici toplumu elbette bir grup genç tarafından sert bir şekilde eleştirildi ve bir tepki olarak tüketimin zıttı olarak içe dönüş temalı, materyalizmden uzak bir inanç sistemi dönemin gençlerinin bir kısmı tarafından benimsendi. uyuşturucu da bu kültürün bir parçası oldu. güneşli los angeles'ın hippileri marijuana ile gerçeklikten uzaklaşmaya çalışırken, new york'ta bambaşka bir atmosfer vardı. elektrik ve su kesintileri, isyanlar, grevler derken, daha karanlık bir ortamın içindeki new york'un uyuşturucu tercihi batı yakasına kıyasla daha tehlikeli olan eroin oluyordu. los angeles, sevgi ile dünyayı değiştirmeye çalışırken, new york, sanki var olanı kabullenmiş ve bununla yaşamaya çalışır bir hava yansıtıyordu.

    tüketim toplumuna verilen tepkilerden bahsederken pop art'ı da unutmamak lazım. uzun ve yorucu iki savaş sonrası artık parası cebinde kalan ve nüfus olarak da artmakta olan amerikalıların daha fazla ürün almasını teşvik etmek için reklam sektör oldukça büyük endüstri haline gelmeye başlamıştı. ayrıca bir ürünü sadece bir şirket sunmuyordu, aksine üreticiler arasında tam bir rekabet ortamı vardı. bu rekabet farklı firmaların ürünlerinin reklamlarında da belli oluyordu. artık ürünlerin etiketlerine, gazete ilanlarına, billboard'lara asılan afişlere daha çok önem veriliyor, her şey daha cafcaflı olmaya başlıyordu. sanat da buna kayıtsız kalmadı ve bu ürünlerin, etiketlerin, tüketimin aslında birkaç adım geriden bakınca ne kadar saçma durduğunu göstermek için, görsel sanatlarla uğraşanlar eserlerini sanki bir reklam afişi haline getirdiler. bu sanatçılardan en bilineni de andy warhol oldu. warhol, pop art eserleri ile kazandığı parayı tekrardan sanata yatırıyordu. nasıl hippie'ler batı yakasında kendi komünlerini kuruyorlarsa, warhol da kapısını tüm sanatseverlere açtığı "fabrika"sını kurdu. en avangardından filmler kaydetmeye başladı. aynı zamanda amerikan kültürünün en önemli simgelerinden rock'n'roll da toplumsal değişimlere ayak uyduruyordu. yavaş yavaş, ana akımdaki müzisyenler de dahil olmak üzere, daha derin ya da daha politik şeyler sözler tercih ederken, müzikte de klasik rock'n'roll formlarının dışına çıkmaya başlıyorlardı. warhol'un fabrikasının kapısı da zihni açık müzisyenlere açılmıştı. bu kapıdan giren en önemli grup da the velvet underground oldu.

    the velvet underground, 1964'te müziğe daha çok rock'n'roll penceresinden bakan ama yeniliklerden de pek çekinmeyen lou reed ile üniversitede müzik okuyan, bu nedenle müziğin teorisi ile daha çok ilgilenip, müziğin sınırlarının nasıl aşılabileceğini düşünen john cale tarafından kuruldu. ikilinin gitmek istediği sıradışı yol, andy warhol ya da dönemin new york sanat atmosferi ile uyumluydu. mesela the twist gibi dans şarkılarının ya da surfin' bird gibi kuşlu, böcekli şarkıların liste başı olduğu o dönem reed ve cale, ana akımla maytap geçmek için the ostrich diye single yayınlamışlardı. popülariteye yönelik bu ironik bakış da pop art'ın felsefesi ile çok uyumluydu. gruba daha sonra reed'in arkadaşı sterling morrison katıldı. gruba dahil olan en son isim maureen tucker oldu ve the velvet underground'ın en bilinen kadrosu yerine oturdu. kısa bir süre sonra yenilikçi müzikleri ve reed'in şiirsel sözleri ile new york'un resmini çizen grubun yolu warhol'la kesişti. elbette warhol grubu çok sevdi. hatta ve hatta müzikten anlamamasına rağmen ilk albümünü kaydetmek isteyen gruba prodüktörlük yapacağını söyledi. yalnız bir şartı vardı.

    nico, ikinci dünya savaşı'ndan kısa bir süre önce köln'de doğmuş, köln savaş sırasında deli gibi bombalanınca berlin'de çocukluğunu geçirmek durumunda kalmış bir alman kızıydı. büyüyünce duru güzelliği ile dikkat çekti ve önce almanya'da, daha sonra da amerika'da modellik yapmaya başladı. tabii ki güzelliği film yönetmenlerinin dikkatini çekti. sadece yönetmenler mi? aktörler de bu karizmatik kadının etrafında pervane olmuşlardı. ama kazalar da olmuyor değildi. 1962'de nico'nun ünlü film yıldızı alain delon'dan bir oğlu oldu ama delon, çocuğu asla kabul etmedi. yönetmenlere geri dönelim. warhol, kendini deneysel filmlere verdiği 1960'ların ortalarında nico'yu keşfedip, onu filmlerinde oynatmaya başladı. ikilinin dostluğu da gitgide pekişti. nico, bu dönemde şarkıcılığa da heves etmişti. ancak kalın sesi ve ağır alman aksanı ile bu işin olma ihtimali biraz zordu. warhol, arkadaşı nico'ya bir kapı açmak için the velvet underground'ı kullanmaya karar verdi. warhol, underground'ın ilk albümüne arka çıkacaktı ama karşılığında nico da gruba dahil olacaktı. bu öneri grup için hiç cazip değildi. hiç tanımadıkları, bırakın avangard rock'ı, müzik ile pek bir ilgili olmayan bir modeli gruba almak akıl karı değildi. ama bir yandan da bu teklifi kabul ederlerse ilk albümlerini yapmak için plak şirketlerinin kapısında sürünmeyeceklerdi ve de warhol'un adını kullanmak onlar için bedavadan reklam olacaktı. grubun karşı teklifi şu oldu: proje "the velvet underground and nico" olarak piyasaya sürülsün. anlaşma sağlandı.

    albüm 1966'da kaydedildi ama plak şirketi verve records'u memnun etme çabaları ve yasal bir takım sorunlar derken çıkması 1967'yi buldu. bu önemli çünkü bu albüm 1967'de çıkan bir sürü dikkat çekici saykodelik rock albümlerinden biri olarak kategorize edilse de aslında velvet underground, daha o albümler çıkmadan sınırların ötesinde bir müziği çoktan kaydetmişlerdi. aslında baktığımızda albümün kaydı çok temiz değil. arada cızırtılar ve boğultular gelse de bu defoların velvet underground'un şarkılarındaki karanlığı ve garipliği desteklediği ve bunun albüme özel bir hava kattığı görüşündeyim. keza nico'nun da muhteşem bir vokal olduğunu söylemek çok güç ama onun alışılmışın dışındaki sesi albüme farklı bir lezzet katıyor. bir şekilde avantaja dönen sıkıntılar bir kenara, albümde gerçekten çok sağlam konu başlıkları ve çok iyi sözler var, klasik rock enstrümanlarının yanı sıra keman, piyano ve perküsyonlar çok kilit yerlerde başarıyla kullanılıyor, büyük ölçüde besteler iyi. reed'in kendine has sesi daha ilk albümde kendini gösteriyor. bence iyi bir vokalist reed. albümün gitarları da bence çok iyi. üst üste gitar soloları ile dinleyiciler delirtilmiyor ama hem reed hem sterling morrison, yeri gelince sağlam bir rock gitaristi gibi, yeri gelince de gitardan çıkabilecek en garip sesi çıkaracak kadar yaratıcı performanslar gösteriyor. cale, bas gitarist olarak çok dikkat çekmiyor ama keman ve piyanoda yaptıkları "rock müziğin çehresi nasıl değiştirilir?" dersi gibi. tucker ise eğer insanın içinde heyecan varsa basit ritmlerle bile şarkılara ne kadar güçlü bir iskelet verilebildiğini gösteriyor. albümün havasının dönemdaşlarından çok farklı, daha sanatsal, daha gizemli, daha gerçekçi olması, hem satışlarının az olmasına hem de çok fazla eleştiri almalarına neden oldu ama kısa zaman sonra en baba rock grupları bile hapsoldukları klişelerden kurtulmaya başlayınca, velvet underground'un öncülüğünün değeri geç de olsa anlaşıldı.

    albümün en kült özelliği olan kapağına da değinmeden olmaz elbette. albümü bilmeyen biri bile muzlu kapağa bir yerde denk gelmiştir. kapakta grupla ilgili hiçbir şey olmayıp, sadece andy warhol yazması bir kere çok acayip bir olay. hatta albüm kapağının arkasında da the velvet underground ve nico kadar büyük bir fontla "produced by andy warhol" yazar - ki müzikle pek bir alakası olmayan warhol elbetteki stüdyoya girip prodüktörlük yapmamıştır. grubun da bundan çok hoşnut olmadığını okumuştum. ama adı sanı belli olmayan bir gruptansa bir sanat duayeni andy warhol'un adının öne çıkarılmasının da kendi içinde tutarlı bir mantığı var. albümün ilk basımlarında muzun sapının yanında "yavaşca soy ve gör" yazar. gerçekten de muz kabuğu soyulabilmektedir ve bunun altından pespembe bir muz çıkar. tabii bunlar hep cinsel göndermeler. albümdeki cinsel konuları düşününce de bu fikir sansasyonel olmanın yanı sıra albümün kapağının da aslında bir anlamı olmasını sağlıyor. bu arada albümün iç kapağında the velvet underground hakkında medyada çıkan haberlerden kesitler var ve bunların bazıları grubu aslında sert bir şekilde eleştirmekte. bu da ilginç bir tercih elbette. grubun dürüstlüğünün yanı sıra, piyasayı nasıl ortadan ikiye böldüğünün de güzel bir simgesi. son olarak da albüm kapağında nico'nun yanına "vocals" yazması yerine "chanteuse" yazmasını çok cool buluyorum.

    sunday morning , bir müzik kutusu havasında albümü açıyor. çok ilginç bir tercih olduğunu söylemek gerek çünkü albüm boyunca cinsellik, uyuşturucu, şiddet gibi ağır temalara değinilmeyecekmişçesine yumuşacık bir başlangıç bu. bu bir tesadüf değil. plak şirketi tarafından "albüm fena değil de single lazım" dendiği için özellikle yazılmış bir şarkı bu. müzik kutusu havasını veren piyanomsu enstrümanı john cale çalmış. fikir de ondan çıkma. bu nedenle şarkının künyesinde besteci olarak adı da geçmekte. müzik kutusuna ek olarak şarkının ikinci kıtası ile birlikte vokale yedirilen eko şarkının hayal gibi atmosferine katkıda bulunuyor. albümün kolay dinlenecek şarkılarından biri, belki de en kolayı. şarkının akor düzeni, ritmi, vokal tarzı daha sonraki velvet underground şarkılarının bazılarında karşımıza çıkacak. özellikle stephanie says'i bu şarkıya çok benzetiyorum. sonlara doğru daha çok öne çıkmaya başlayan ve yine cale'in çaldığı keman ve nico'nun geri vokali de dönemin popüler müzik tarzlarından barok poptan etkilenmiş gibi duruyor. tüm bu yumuşaklığa rağmen söz olarak baktığımızda çok da pozitif bir tablo yok. büyük ihtimalle hızlı ve yorucu geçen bir cumartesi gecesi sonrası pazar sabahı hayatı ve boşa geçen zamanı sorgulayan bir karakter var karşımızda. "velvet underground pop yapsa nasıl olur?" sorusunun cevabını zevkle aldıktan sonra gerçek vu'ye geçme vakti.

    derler ki 60'larda, 70'lerde new york'ta belli bir saatten sonra ya da saatten bağımsız olarak belli bir yerlerde gezmek çok kolay değilmiş. vega 'nın da dediği gibi "sokaklar tekin değil". bunu müzikal olarak güzelce anlatan şarkılardan biri i'm waiting for the man. proto-punk demek için biraz erken olabilir ama gitarındaki kendine has cayır cayır distortion'ı ile, aynı ritmde gürültülü bir şekilde ilerleyen ritm gitar ve tucker'ın gürül gürül davulu ile, bir de karanlık sokakları anlatan sözleri ile bir iggy pop and the stooges şarkısı gibi. şarkının sözlerini çok seviyorum çünkü dinleyicinin kafasında bir film oynatmayı başarıyor. elinde parası ile hafif ürkek bir genç, oradan buradan ona laf eden insanlar, o sırada çıkıp gelen, geç kalmış ama bunu umursamayan, siyahlar içinde bir uyuşturucu satıcısı, enjekte edilen uyuşturucu, geçip giden ama etrafta neler olduğunu umursamayan insanlar. şunu da belirtmek lazım, şarkı uyuşturucuyu ne kötülüyor ne de onu övüyor. yapmak istediği şey new york'un o dönemki ruhunun resmini çizmek. bunu da sadece betimleyici sözlerle ve oldukça basit bir şekilde yapıyor. alt kültürü anlatan sözleri ile dinleyiciye yenilik getiren grup, çalması oldukça basit müziği ile de birçok genç müzisyene ilham vermişti. bu şarkı da bu durumun en güzel örneklerinden biri.

    nico'yu vokalde ilk dinledigimiz şarkı femme fatale oluyor. bu da albümün ilk şarkısı gibi daha yumuşak taraftan ilerleyen bir şarkı. nico'nun vokalini daha önce hiç duymadıysaniz ve bu şarkıyı dinliyorsaniz, büyük ihtimalle vokalden nefret edeceksiniz. nico'nun vokali dinledikçe alışılan bir vokal. şu şarkıda da nico'nun meşhur alman aksanini duymak mümkün, özellikle de "what a clown" kısımlarında. geri vokallerde de reed, "she is a femme fatale" diyerek kendisine eşlik ediyor. şarkı sürpriz olmayan bir biçimde bilmeyene femme fatale tabirini anlatıyor. keza warhol bir gün reed'e "neden femme fatale hakkında şarkı yazmıyorsun?" demiş, reed de bu tabirin sözlük tanımı gibi bir şarkı yapmış. andy warhol'un çevresindeki birçok güzel ve tehlikeli kadından etkilenmiş olmaları mümkün. femme fatale denilen karakter ne kadar anasının gözü olsa da şarkı o tehlikeyi sözleri dışında çok vermiyor ve tatlış tatlış ilerliyor. sözlerinde ve müzikte çok da fazla numara olmasa da her zaman ağzıma takılmış ve bu albümü düşündüğümde her zaman akla ilk gelen şarkılardan biri olmuştur.

    hayatımda dinlediğim ilk velvet underground şarkısı venus in furs 'tü. zamanında deli gibi okudugum blue jean 'de "müzik tarihinin en seksi bilmem kaç şarkısı" tarzı bir yazıda şarkıyı ilk sıralarda görmüş, şarkının tanıtımı da merakımı cezbetmişti. o zamanlar artık kazaaemule mu ne kullanıyordum bilmiyorum ama hemen şarkıyı indirmiştim. o andan beri de hayranıyım. albümün de en iyi şarkısı olduğunu düşünüyorum. öncelikle kemanlarına vurgunum. ben o vakte kadar kemanın klasik müzik, pop müzik, arabesk gibi kullanımlarını duymuş ama bu şarkıdaki gibi kafasına göre ve gerginlik verecek şekilde kullanildigini hiç duymamistim. şarkının sadece kemanlı bir versiyonu olsa bile sıkılmadan dinlerim gibi. ikincisi düzenlemesi. kemanlar elbette güzel ama şarkıya yedirilmesi çok daha güzel. keman, gitar ve biraz daha derinden gelen davul birbirlerinin üstüne güzel oturtulmuş. bir de bir ayin varmış gibi çalınan zili unutmamak lazım. büyük bir şatoda, kırbaçlı, deri botlu kabataş-vari bir ortama çok iyi gidecek bir müzikal ortam düzenlenmiş. tabii burada reed'in sözlerini de övmek lazım. konu olarak aynı isimli kitabı ele alsa da bunu şarkıya, akılda kalıcı bir şekilde uyarlamak kolay iş değil. nakaratını çok seviyorum: "yorgunum, bitkinim, binlerce yıl uyuyabilirim, beni uyandıracak binlerce rüya, gozyaslarindan yapılma farklı farklı renk". zaten sınırların ötesinde olan şarkı sonlara doğru daha da alıp başını gidiyor. o zamana kadar hiç duyulmayan bir tarz ve bu tarzın hala eskidiğini sanmıyorum.

    run run run albümün klasik rock ilerleyen şarkılarından. kıtalarda reed'in vokal performansı dylan-vari, nakaratta ise dönemin rock gruplarından müzikal olarak çok bir fark gözükmüyor. buna rağmen sıradan bir performans dinlediğimiz söylenemez. bir kere konu olarak yine tam bir velvet underground şarkısı ile karşılaşıyoruz. dört kıtada dört farklı karakterden hayatlarına dair bir şeyler duyuyoruz. müziğin hareketliliğine rağmen hepsi yıkık dökük karakterler, hatta son karakterin intihar etmek üzere olduğu ima ediliyor. pek bir karanlık. ama nakaratı kendisine eşlik edilmelik. ironik bir durum. enteresan gitar soloları var. iyi desen, değil. kötü desen, haksız değilsin. çünkü arada cidden kulak tırmalıyor. ama şarkı boyunca, solonun kendisi de dahil olmak üzere, gitar istediği zaman iyi çalınabiliyor. büyük ihtimalle sözlerdeki sıkıntıyı müziğe de bir şekilde yedirmek için bilerek detone bir solo yazmışlardır. şaşırtıcı olmaz.

    nico, all tomorrow's parties ile geri geliyor. tribal bir müziği var. davullar bir tam tam gibi belli bir ritmi şarkı boyunca tutuyor. zillerle perküsyon güçlendiriliyor. bunların da üstüne farklı bir enstrüman eklenerek şarkının altyapısı büyük ölçüde tamamlanmış. bu farklı enstrüman dediğim şey aslında john cale'in piyanosu ama cale piyanonun tellerine bazı objeler yerleştirerek kendine has bir ses elde etmiş. bu arka plan bütün şarkı boyunca aynı şekilde devam ederek şarkıyı hipnotik bir hale getiriyor. yalnız müzik de değil elbette. nico'nun oldukça dar olan vokal aralığı da bu etkinin yaratılmasında büyük rol oynuyor. gitarları çok saykodelik. şarkının mistik ve çok özel havasını güçlendiriyor. sözleri yüzeysel bakıldığında bir külkedisi hikayesi. yarının partilerinde ne giyeceğini bilemeyen, kıt kanaat geçinen bir kızın üzücü hikayesini dinliyoruz şarkıda. ama ben bu şarkıya hep biraz daha farklı bakıyorum. genel olarak yarının belirsizliği ve bizim bu belirsizliğe nasıl hazır olmadığımızı anlatan bir şarkı bence. belki de mistik havası, beni daha derin düşünmeye zorluyor. hem özel hem güzel şarkı.

    geldik heroin'e. bu şarkı da venus in furs'ten sonra duyduğum ikinci vu şarkısı çünkü the doors filminin soundtrack'inde the doors şarkıları dışında yer alan (iki klasik müzik şarkısını saymazsak) tek şarkı olduğu için cücük gibi sırıtyordu. e ismi de heroin olunca, dikkat çekmemesi elde değil. etkileyici ama uzun bulmuştum o zaman. zaman içinde etkileyiciliği daha da arttı. artık uzun da gelmiyor. eroin kafası nedir bilmiyorum ama şarkının sakin ve hatta sevimli başlayışından sonra hızlanması, sanki adrenalinin vücuda pompalanması gibi. tekrar bir anda yavaşlaması da vücudun bir anda şalterlerini indirmesi gibi. fiziksel bir hikayeyi müziksel olarak anlatıyor. davullarına hayranım. bütün bu hız değişimlerini elbette en iyi veren enstrüman o. cale'in kemanı da venus'ten sonra bir kez daha insanın içine işlemeyi başarıyor. bu içe işlemesi birbiriyle uyumlu notalar çaldığı için değil, aksine tek nota performansı ve yaptığı gıcırtılar ile bu şarkıda da olması gerektiği gibi bir rahatsızlık hissi yarattığı için başarılı. özellikle şarkı son kıtasında keman iyiden iyiye vurucu hale geliyor. hatta o kadar gürültü yapıyorlar ki tucker bir kaç yerde davulu çalmayı durdurup tekrar başlıyor çünkü artık kendi davulunu duyamıyor. bu davulun gidip gelmesi de bilinçli olmayan bir hoşluk olmuş. diğer şarkılar için dediğimi bunun için de tekrarlayabilirim: uyuşturucuyu övmek gibi bir durum yerine bunu kullanan adamın yalnızlığı, karmaşası ve hayallerini anlatmak tercih edilmiş. eroin işin sadece sonucu. onun arka planındaki ruh haline çift tıklamak daha önemli. yedi dakikalık bu şarkı da her anlamda bu işi çok iyi yapıyor.

    there she goes again ile müzikal olarak klasik rock müziğe geri dönüyoruz. bir an için sözlerini unutalım. geri vokalleri ile, enerjik müzigi ile, sempatik nakaratı, sonunda hafiften hızlanarak gelen "bye bye"lı bölümü ile radyoda çalınmalık hoş bir rock müzik eseri. gitar solosu çok rock'n'roll, gerisi the beatles ve the beach boys gibi geliyor kulağa. lakin sözleri pek masum değil. işinin ehli bir hayat kadınını anlatan sözlerde şarkıyı söyleyen karakterin ona ilgi duyduğunu hissediyoruz. belki de müşteriden müşteriye uçup giden bu karakterin başka kollara gideceğini hissedip, gitmeden onunla beraber olmaya çalışan bu adamın hikayesi nedeniyle, oldukça ana akım duyulan bestesine rağmen şarkı bir single olarak yayınlanmadı.

    nico'lu son şarkımız i'll be your mirror. bu şarkı da oldukça sempatik bir şarkı. belki de albümün en masum şarkısı diyebiliriz. oldukça pozitif bir mesajı var. özellikle ikinci kıtasını hep çok sevmişimdir: "bir güzellik olduğunun farkında olmamana inanasım gelmiyor ama farkında değilsen, izin ver de gözlerin olayım, karanlığına bir el olayım ki korkmayasın". ne kadar dostane ve içten sözler bunlar. müziği de bir o kadar tatlı. bunu sağlayan elbette ki gitarın şarkı boyunca arkada çaldığı melodi. şarkıda ne sert bir gitar ne de bir davul var. çok yumuşak ilerliyor. en sonuna da tatlısından bir armoni vokal eklemişler. çok kısa bir şarkı. nico'yu dinlemeye başlayacaklar için güzel bir başlangıç noktası olabilir.

    bu kadar sevimli bir şarkıdan sonra bence albümün en ağır iki şarkısına geçiyoruz. ikisini de ilk dinlediğimde çok sevmemiştim. bunların birincisi the black angel's death song. bu şarkıya bir kaç kez dinledikten sonra alıştığımı söylemem lazım. daha adıyla ne kadar karanlık bir şeyin ortaya çıkacağı çok ortada. şarkı cale'in gıcır gıcır kemanı ve hızlı ve sert bir biçimde, konuşur gibi ilerleyen reed'in vokalinden oluşuyor. keman o kadar önde ki şarkının bestecisi olarak reed'in yanında cale de yer almakta. sözlere belli bir anlam vermek zor. kelimelerin, cümlelerin tek tek anlamları var ama bir araya geldiğinde ortaya başı sonu belli olan bir konu çıkmıyor. ama şarkının içinde baştan sona kadar bir "tercih" teması var. daha en başında kaderinin nasıl olacağını seçmeye çalışan biri anlatılıyor. özellikle sonlara doğru bu seçim yapma muhabbeti gitgide artıyor. müzikal olarak alışmak zaman aldı ama söz bakımından hala tam olarak bende oturmuş bir eser değil bu.

    albümün en uzun şarkısı albümün kapanışını yapan european son. albüm kapağında şarkı delmore schwartz'a ithaf edilmiş. schwartz bir hikaye yazarı ve reed'in üniversiteden hocası. albüm daha çıkmadan hayatını kaybettiği için belki de albümün en sıra dışı şarkısını ona ithaf etmeyi tercih etmişler. aslında şarkının ilk dakikası çok fazla şaşırtıcı değil. hızlı bir şekilde ilerlerken vokalin biraz kafasına göre takıldığı herhangi bir rock şarkısı gibi. birinci dakikadan sonra ise bir cam kırığı sesi ile deneyselliğe doğru bir geçiş yapıyoruz. bu emprovize kısım bütün grup elemanları tarafından bestelenmiş. manyakça bir kaos dinliyoruz. tucker, hiç durmadan davuluna vuruyor. reed, morrison ve cale de gitarlarını çok hızlı bir şekilde, birbirlerinden uyumsuz bir şekilde çalıyorlar. albümü ve the velvet underground'u her ne kadar sevsem de bu şarkının 6 dakika süren bu enstrümantal bölümünün baş ağrıttığını ve dayanılmaz olduğunu söylemek zorundayım. belki derin bir anlam vardır bir yerlerde ama ben onu maalesef göremiyorum.

    albüm, andy warhol'un promosyonel desteğine rağmen ilk çıktığında neredeyse hiç satmadı. ama brian eno'nun çok güzel bir lafı vardır: "albüm belki 30'000 sattı ama albümü alan 30'000 kişi de kendi grubunu kurdu". albümün ne kadar etkileyici olduğunun çok güzel bir anlatımı bu. o zamana kadar çoğu müziksever karışık akorlardan korkmuş, piyasanın bayık aşk sözlerinden bıkmış, kendilerini televizyonlarda gösterecek kadar yakışıklı ya da güzel bulmamış insanlardı. bu albüm onlara müzik yapmak için bir virtüöz olmanın gerekli olmadığını, istedikleri sözleri yazabileceklerini ve çirkin bile olsalar bunun o kadar önemli olmadığını gösterdi. yıllar sonra punk müziğin, grunge müziğin yapacağı devrimlerin belki de ilkini yapan the velvet underground olmuştu.

    grup, gençlere ilham verse de albümün çok satmaması onlar için bir problemdi. grubun kurtulması gereken iki tane yükü vardı. birincisi kolaydı. nico zaten hiçbir zaman grup elemanı olmamıştı. bu projenin sonunda grup ve nico yollarını ayırdı. ama kötü bir ayrılık değildi bu. reed, cale ve morrison, nico'nun solo albümlerine destek çıktılar. ikincisi biraz daha zordu. andy warhol etiketi, albümün ticari başarısızlığına engel olamamıştı. grup, warhol'a verdikleri tavizlerin bir sonuç getirmediğini görünce, "şimdi nasıl devam edeceğiz?" diye sonra warhol'a artık beraber çalışmak istemediklerini söylediler. ikinci albümleri white light/white heat ile kendi tarzlarını hiçbir taviz vermeden sürdürmeye devam ettiler. ama tabii ki bu albümde de ticari başarı gelmedi. cale, gruptan ayrılmayı seçtikten sonra reed önderliğinde the velvet underground müzik hayatına rock müziğe ağırlık vererek devam eti. hiçbir zaman büyük satış rakamlarına ulaşmasalar da birkaç rock müzik klasiği bırakmayı başardılar. ama cale'li, warhol'lu, nico'lu, muzlu bu ilk albümün yeri hem grup için hem de müzik tarihi için ayrı oldu. belki biraz zor bir albüm ama dönemin şartlarına göre değerlendirildiğinde ne kadar özel bir yere sahip olduğu farkedilince, albümü sevmek daha da kolaylaşıyor. elbette rock müzik velvet underground olmasa da dallanıp budaklanacaktı ama "the velvet underground and nico" 60'ların ortalarında müzikalite olarak zamandan ve mekandan bağımsız, yeni kapılar açan, cesur ve ilham verici bir albüm olarak tarihe geçti.

    4,5/5 verdim gitti.
    albümü en iyi anlatan şarkılar: venus in furs, i'll be your mirror, i'm waiting for the man.

  • 46. 5 kg'lık dambılla evde vücut yapmaya çalışan hıyar

    profesyonel fitness eğitmeni olarak bunu yapıyorum hıyar olduğumu buradan öğrenmek güzel oldu

  • 47. az kişinin bildiği muhteşem web siteleri

    odtu hocalarindan,web programlamadan pazarlamaya,en fazla 3 saat suren ucretsiz odtu onayli sertifikali egitimler icin tık yapabilirsiniz.