furkanakca3
profili

  • aşk için gidilen en uzun mesafe

    bundan yaklaşık 30 yıl önce rahmetli dayım tarafından kat edilen mesafe. bana miras bıraktığı atölye eşyaları (kendisi marangozdu) içerisinde tahta bir kutu içerisinde günlüğünü buldum ve okudum. açıkçası anlatıp anlatmamakta kararsızdım fakat böylesi bir hikayeyi anlatırsam, dayımın ruhunun ölümsüz olacağını düşündüm. entrye dökmem yaklaşık dört saatimi aldı. yazı biraz uzun olacak şimdiden söyleyeyim

    *****

    bundan yaklaşık 4 sene öncesine tekabül ediyor. her şey bir gün arkadaşım nurettin ile birlikte deniz kenarında taş sektirip, "ne iş yapsak ki?" düşüncesiyle aylak aylak gezinirken başladı. televizyondan mı görmüş ne, hararetli bir şekilde "şişeye not yazalım. belki birine falan ulaşır ne dersin?" dedi. bu eylemin gereksizliğine vurgu yaparcasına alaylı bir şekilde yarım ağız güldüm. "ne gülüyorsun oğlum?" dedi, hafif sinirli bir tonda. elinden kalem ve kağıdı çıkardı. içtiğimiz şişelerin içine notları yerleştirdim. o zamanlar telsizlerde "arkadaş arıyorum!" koduyla gençler birbirleriyle iletişim kurarlardı. birden aklıma o eski günler geldi ve kağıdın üstüne ingilizce "ben hüseyin. arkadaş olmak istersen bu adrese mektup yaz..." yazdım. şişenin mantarı olmadığı için şişeyi kapağıyla sıkıca, hava almayacak şekilde kapattım. nurettin'e "uğraştığımız şeye bak" şeklinde gülümsüyordum. fakat bu muzip gülüşün ardında, aslında nurettin'e teşekkür etmem gereken bir gülüş olduğunun idrâkine varmam aylar alacaktı. şişeleri attık.

    her zamanki gibi, sabahleyin çalıştığım fırına doğru yol aldım. ustanın yine bir şeye küfrettiğini duydum. usta zaten hep küfrederdi. ama bu ettiği küfür, kendi dimağını dahi zorlayacak seviyede bir küfürdü. onu hiç bu kadar sinirli görmemiştim. yanına yaklaşmaya çekinerek, onu sanki dünyaya inmiş bir yabancı mahluk gibi uzaktan gözlemlemeye başladım. siniri geçer gibi oldu ve yanına gidip sualimi söyledim. hususi bir sebebi yokmuş. birden fazla derdini içine atması ve sonunda dayanamayarak toptancıya çatmasıymış durum. zavallı toptancı adam, fatih'in surları topa tuttuğu gibi küfür yağmuruna tutan bu iri yarı küfürbaz adam karşısında eli ayağı boşalmış ve fırını derhal terk etmişti. usta yaptığı bu kabul edilemez davranışın farkına varmış olacak ki, bir eli dizinde, diğer eli yüzünü kapamış dertli dertli oturmaya başladı. "artık normal ekmek de yemiyorlar!" diyerek haykırdı. çalıştığımız fırın, lordlar kamarasından hallice insanlara sakinlik ediyordu. hiçbir şeyden memnuniyet duymayan, hep daha fazlasını isteyen. elde ettiği nimetler karşısında şükretmek şöyle dursun, müsrifliğin cılkını çıkaran, aslında karmaşık görünmeye çalışsalar da, birbirinin kopyası olmaktan kaçınamayan koyunumsu varlıklardı. bu yüzden bakkal ekmeği değil de, fransızın, ingilizin ekmeğini yiyorlardı. eşref usta da, bu insanlara ekmek yedirmek için türlü kitaplarla meşgâle oluyor, değişik tarifler deniyor ve sürekli ekmek pişiriyordu. bazen şakayla karışık: "bizler aslında birer simyacıyız oğlum, simyacılar envai çeşit maddeyi karar ve altın elde etmeye çalışır. bizlerse kusursuz ekmeği üretmeye çalışırız" derdi. o akşam usta da keyifsiz olduğu için erkenden çıkıp dükkanı kapattık.

    eve girdiğimde, babam abdes alıyordu ve annem de akşamcı ağabeyimi ayıltmaya uğraşıyordu. böylesi ulvi bir hacı babanın nasıl böylesi puşt ve dirlik düzen kâle almayan, beynamaz bir oğlu olduğuna hep şaşırırdım. yılın yüz günü anca çalışıp, elde ettiği meblağı, karı kız müessesine harcamaktan asla imtina etmemesine, etrafındaki aile eşrafına da olgun ağabey cakası satmasına da oldum olası sinir olurdum. küçüklükten beri neticesinin yemediği mahalle kavgalarından onu çekip çıkaran, borçlarını kayıtsız şartsız ödeyen, karıya kıza söylediği toz pembe yalanlara yardım ve yataklık eden yine ben olurdum. bu durumda dışarıdan gelen bir göz, ağabey kim, kardeş kim anlamak şöyle dursun, böylesi bir edepsize hak ettiği köteği atmamak için zor durur, sinirden dudaklarını ısırırdı. çoğu zaman kavga ederdik fakat onun bu ayakta bile duramayan sarsak bedenini görünce acır, yerine oturttururdum.

    anam, "hüseyin! oğlum sana bir mektup geldi" dedi. gidip posta kutusunu eşeledim. üzerinde "hüseyin ..." yazılı olan mektubu aldım. içimde ne olduğunu anlayamadığım esrarengiz bir heyecan vardı. kalp atışımın sesleri kulaklarımda yankılanıyor ve göğsümde şu an bu satırları yazarken bile hayal meyal hissettiğim o nefes darlığını beraberinde getiriyordu. o anda şişe-mişe mevzusu da aklımın ucunda değildi. zarfı yırttım ve içini okumaya başladım. okurken, hemen her satırda heyecanım bir basamak daha fazla artıyordu. her cümlede "eh, oha, vay" gibi ünlemler kullanıyor ve gözlerimi mektuptan ayıramıyordum. hasılı, şişe içindeki mektup, ukrayna'dan 'yana' isminde bir kıza ulaşmıştı. mektup vasat bir ingilizce ile yazılmıştı fakat kaligrafisindeki muazzamlık, latin harflerine bu kadar hakim oluşu ve naifliği beni büyülemişti. kızı görmemiş olsam bile, bende bıraktığı bu ilk intiba, yani yazısının naifliği-güzelliği beni kendisine aşık etmişti. tabiatım gereği, karşı cinsten merhaba alsam, o ufak merhabanın bile onun benden hoşlandığını düşünmeme yeterdi. hatta çoğunlukla ileri gidip, o kızda ileride evlenirsem, nasıl bir geleceğin beklediğini düşünüp hayal bile kurduğum olurdu.

    kağıtta mektup arkadaşı olmak istediğini ve sürekli konuşmak istediğini yazmış, kendisinin oralarda hiç arkadaşının olmadığını da belirtmişti. uzun bir yazıydı fakat yazının ortalarında, ilk başta kullandığı kendinden emin üslûbun, sonlara doğru, ileride daha dostane ve duygulu oluşundan, benimle arkadaşlık kurmak ümidinde olduğunu anlamıştım. ve yazının sonlarında ise, muhakkak geri dönüt yapmam gerektiğini tekrar tekrar vurgulamıştı. 18 yaşında olduğunu, iki kardeş olduğunu ve ukrayna'da yaşadığı dışında herhangi bir malumat bırakmamıştı. mektuplaşarak tanışacaktık. öyle de yaptık.

    yaklaşık dört ay boyunca yazıştık. ilk başlarda, her ilişkide olan karşı tarafı tartmak ve fazla sırnaşmamak adetini uygulamıştık. birbirimizden oldukça az söz ediyor, karşımızdaki kişinin nasıl bir duygu haline haiz olduğunu, ne gibi zevklerle uğraştığını, hobilerini konuştuk. yine her ilişkide olduğu gibi birbirimizin, aslında kendimizce tasvip etmediğimiz, fakat insanı insan yapan o farklılıkları hoş gördük. ben de karşımdaki bu kapalı kutu gizemli kızı tanımaya çalıştım. bir ara küçük bir fotoğrafını zarfa koymuş. konuştuğum bu kız aslında çok da güzel bir slav kızı değildi. fakat benim için güzel bir kadın, yalnızca fotoğraflarda güzel olmamalıydı. çünkü bizim esas güzelliğimizi, karşımızdaki gözler belirlerdi. fotoğraflar ise sükseli bir yanıltıcı, olduğumuzdan daha sahte gösteren imgelerdi. en azından ben böyle düşünür ve fotoğraf çekinmek arzusundan nefret ederdim.

    nurettin de benimle beraber mesaj göndermesine rağmen, ona bir cevap gelmemişti. o da benim bu uzak mesafe ilişkimde, ilişkinin en yakın üçüncü şahsı konumunda benim mektuplarıma dahil oluyor ve sürekli "şunu yaz, bunu yazarsan iyi olur" diye talimatlar veriyordu. nurettin'in yazmamı istediği alengirli cümlelere hem ingilizcemin yetmeyeceğini, hem de daha önce yazdığım üsluba ters düşeceğini ve bu durumda kıza karşın havai-güvenilmez bir erkek olduğum izlenimi aksettirecek ve belki de bu ilişkinin bitmesine sebep olacağını söylerdim. buna rağmen yine de talimat vermekten geri kalmıyor sürekli bir fikir veriyordu. evvelden beri anam babam dahil kimseden, karşımdaki insanlar karşısında nasıl konuşmam gerektiğinin dersini almaktan nefret eder ve bu muhakemeyi yapabilecek olgunluğa sahip olduğumu düşünürüm.

    bir gün yine mektup geldi. annem ve babam, mahalleden kızlarla mektuplaştığımı düşünüyorlardı. oldukça açık fikirli insanlardı ve benim gönül işlerime evvelden beri karışmazlardı. acaba mektubun içine bakıp "bu ne ola ki?" diye düşünse ve dahil olduğum bu garaip gönül meselesini görseydi ne tepki verirdi diye düşündüm. muhakkak ki, bu işin imkansızlığından dolayı beni o anki hışımla tıpkı çocuk gibi azarlar ve çocukça haraketlerimden dolayı, akılsız evlat muamelesi gösterirlerdi.

    mektubu açtım. artık yazdığı yazıları, en baştaki cümlelerinden anlayabildiğim için az sonra okuyacağım mektubun bir çekingenlik, ürkeklik içereceğini, yine en baştaki birkaç cümle içerisinden kestirdim.

    benimle görüşmek istiyordu. bu mevzuyu oldukça normal buldum. aylardır konuşuyoruz bir kez bile beni görmemişti. fotoğrafçı rıza'nın stüdyosuna gitmiştim. evde sanki 1800'lü yıllarda çekilmişçesine karanlık karanlık görünen, uzaktan bakan adamın muhakkak ki bir osmanlı dönemi yaşamış bir istanbul eşkıyasına benzeteceğini düşündüğüm bir vesikalıktan başka yeryüzünde hiçbir fotoğrafım yoktu. derhal bir tane çektirdim. ellerim ceketimde, bıyıklarım burulmuş, iskarpinlerim ayaklarımda, arkadaki ormanlık fonla iğrenç bir uyumsuzluk hissettirecek türden kaba saba bir fotoğraf çektirmiştim. ellerimle ceketimi tutmamı da, mevzuyu daha önce açtığım için, kıza daha havai görünmemi sağlayacağını düşünen rıza abi salık vermişti. böylesi iğrenç, görenlerde tiksinti oluşturacak türde bir fotoğrafı, göndersem mi göndermesem mi ikileminde uzunca bir müddet kaldıktan sonra, gönderme fikrinde karar kıldım. gönderdim sonra.

    kız benden iyiden iyiye etkilenmişti. ben de ondan etkileniyordum yalan olmasın. bir gün nereden esti bilmiyorum -gençlik deliliği desek yeridir- onun yaşadığı memlekete gitmeyi teklif ettim. neyime güvenip de bu sorumsuz mektubu attığımı, postaneden gelirken fark ettim. artık iş işten geçmişti. muhtemelen yana, bu mektuptaki teklifi kâle almayacak ve benim beş parasız bir adam olduğumu bildiği için, zor durumda bırakmamak maksatlı gelmemi istemeyecekti. fakat işler hiç de olumlu ilerlemedi.

    attığı son mektupta, kendisini kırk yaşında, yani neredeyse babası yaşında diyebileceğimiz, asker emeklisi bir it oğlu it istemeye gelmiş. annesi olacak kadın da bu yağlı kapıyı kaçırmaması için, yana'ya sürekli teşvik edici cümleler sarf ediyormuş. dediğine göre annesi ve babası aslında bu herife çoktan onay vermiş ve formaliteden kendisinin fikirlerini alıyorlarmış. olayın ciddiyetini anlamam için, cümlelerini sert bir dille yazıyor ve beni oraya gelmem için katı bir ikazla davet ediyordu.

    içinde bulunduğum bu onulmaz durumdan nasıl kurtulacağımı ve kızla nasıl buluşacağımı düşünüp, tasarlayıp duruyordum. ailem ve ustam da bu değişikliği, iştahsızlığı fark edip sürekli "yemeğini yesene evladım" diyordu. ustan nispeten kurnaz bir adam olduğu için, bir kızla mektuplaştığımı biliyordu. mutfakta birkaç kere gizlice mektup yazarken, kapının aralığından izlemişti. kendisini fark etmiş fakat görmemiş gibi bozuntuya vermemiştim. yine bu buhranlı günlerde, her zamanki kayalıkta nurettin'le içerken, nurettin'in de "bu hayata bir kez geliyorsun, o da neden aşk için olmasın" cümlesi ile kesin kararımı vermiştim. en derin filozofların bile söyleyemediği bu derin sözün, nurettin gibi basit, insan ilişkilerinde beceriksiz bir adamın ağzından dökülmesi şaşırtmıştı doğrusu. dedikleri beni oldukça etkiledi ve şevklendirdi. ertesi gün, kısa bir not bıraktım mutfağa ve birikimim olan 650 bin liranın 200'ünü onlara bıraktım. yufka yürekli olan annem, babamı benim arkamdan gönderdiğine eminim. aslında onları endişelendirmemek için, olabildiğince basit bir şekilde bu gönül işini aktarmış ve gitmemin ehemmiyetini vurgulamıştım. ustamdan, nurettin'den ve bilhassa kendilerinden helallik aldığımı da eklemiştim. icazetimi aldıktan sonra da gemiye atladım ve karadeniz sularına açıldım.

    uzun yolda deniz serüvenim olmadığı için, sürekli istifra ediyordum. kaptan bizim bu halimize gülüyordu. benim gibi böylesi çelimsiz bir bünyeye sahip bir miço vardı. onu da benim gibi deniz tutuyordu. yolculuğum esnasında devamlı, bu millete talimatlar yağdıran ak sakallı, kavruk tenli herifin nasıl böyle domuz gibi dirayetli olduğunu düşünüp durdum. söz konusu yelken direği, iskele tarafından böğrünün altına sertçe çarpmış ve bu şişman mahlukatı neredeyse gemiden fırlatacak denli güçlü bir şekilde savurmuştu. bu celseden kalkan herhangi bir adam, hiç değilse yerde bir müddet kıvranması gerekirken, bu yaban azmanı herif, hiçbir şey olmamış gibi piposunu yerden alıp o üsturupsuz emirlerini yağdırmaya kaldığı yerden devam etmişti.

    gemide günlüğümü yazıp duruyordum. boş vakitlerim oldukça fazlaydı. gemi yolculuğuna dair bildiklerim yalnızca, mektepte okuduğum moby dick isimli bir kitaptan ibaretti. orada da tıpkı bu domuz herif gibi bir kaptan vardı ve etrafındaki tayfayı ölüme götürmek için elinden geleni yapmaktan geri kalmıyordu. sonumuzun kitabın sonundaki gibi olması durumundan korkuyor ve ilahi hak ne zaman tecelli eder merak ediyordum. bir de bir başka merak ettiğim husus, bu güzel kızın akibetinin ne olacağıydı. mektuplarda ileriye dönük aşk yaşamımızdan bahsetmiş, hatta türkiye'de kuracağımız yaşamın nasıl ve ne gibi olacağını düşünüp durmuştuk. o da benimle evlenmek gayesindeydi. o herifle evlenmemek için evden kaçacağını birkaç kere söylemişti. ihtiyatlı davranmasını ve ailesini oyalamasını söyledim. yakında geleceğimi de eklemiştim.

    gemi sürekli hareket halinde olduğu için yaklaşık iki haftaya orada olacağımızı düşündüm. gemi kırım'a gidiyordu. açıkçası iğrenç bir yolculuk çekiyordum. benim gibi çelimsiz olan ve sürekli istifra eden çocukcağız ile birlikte kalıyordum. altlı üstlü yatıyorduk. her gece annesini özlediğini anlatıyordu. küçücük yaşamına ne kadar çetin zorluklar sığdırdığını, nasıl fakirlikler çektiğini anlatmıştı. hikayesinin kimi yerlerinde ağladığımı, fakat ona ağabeylik yapmam gerektiği için ağladığımı aşikar etmemem gerektiğini düşündüğümden, bunu hissettirmeyip, onu teselli edecek türden cümleler ile geçiştirdim. kaldığımız odanın rutubetsiz havası, en sonunda çocuğu hasta etmişti. her gece iğrenç bir koku duyuyorduk. kaptana ve makiniste bunu defalarca kez ikaz etmemize rağmen kâle alınmamış ve "icabına bakacağız" gibi aptal oyalayıcı sözlerle geçiştirildik. çocukla, benim dışımda kimse ilgilenmedi. sonunda onu deniz havasından mıdır nedir, iyi etmeyi başardım.

    gemiden inmeye yakın ona türkiye'deki adresimi verdim ve başı sıkışınca istediği zaman evime gelebileceğini söyleyerek birkaç ağabey nasihatı verip, cebine para sıkıştırıp gönderdim.

    indikten sonra icazetimi sovyet askerlerine gösterdim ve huduttan girmem için, gerekli belgeler halletmem için yabancı binasına gönderdiler. bir müddet kiev'de kaldım. dilini bile bilmekte zorlandığım ve sürekli lugattan kopya aldığım bu ülkede yol ya da iz namına hiçbir şey bilmiyordum. bir gece, gece gürültüyle uyandım kaldığım hostel'de. saat gece iki suları olmalıydı. ikinci bir ihtilal mi oldu acaba diyerek uyku sersemi kalktım ve bir bardak su içtim. dışarıda askeri araçlar ve itfaiye arabaları dışında herhangi bir şey yoktu. inzibatlar dışarıda bir o yana bir bu yana koşturan insanları tutup, evlerine girmelerini salık veriyorlardı. bazılarını sertçe ikaz ediyorlardı ayrıca.

    sere serpe yatmanın manasız olduğunu düşünüp, hostel'in sahibi sonja hanımı aradım. tabii böylesi bir durumda malumatı olup olmadığını idrak edemediğimden, sanki konuyla ilgilenmiyormuş gibi kayıtsızca sordum. konu hakkında bir malumatı yokmuş fakat sivil halk, araçların doğrudan pripyat şehrine gittiğini söylüyormuş. ertesi gün erkenden kalktım ve yola çıktım. otobüs durağında askerler vardı ve pripyat'a giden bütün otobüslerin iptal edildiğini söylediler. hostel'e girdiğimde, sonja hanımın "tesiste yangın çıkmış" dediğini duydum. ne tesisi diye sorma teşebbüsünde bulmadım. tesis dediğimde aklıma sıradan bir fabrika dışında herhangi bir şey gelmiyordu.

    bir gün sonrasında nükleer tesisin patladığını öğrendik. birkaç gün içerisinde şehri, insan sıhhatıne zarar verebilecek olası ışınlardan korumak için tahliye edeceklermiş. şehir dışındakileri, adli kontrol şartıyla içeri alacaklarını fakat çabuk olmalarını tembih etmişler. yurtdışından gelmiş bir şahıs olarak beni almayacaklarının idrakindeydim.

    hostele geldim ve ne yapacağımı düşünmeye başladım. bu apansız durum karşısında hemen her insan yapacağı gibi ben de aval aval karşımda sanki hayali bir duvar varmış gibi gözlerimi dikerek baktım. sevgilimi düşünmekten başka aklıma giren hiçbir şey yoktu. bu düşünceler zihinime hücum ediyor ve beni her saniye ruhen parçalıyordu. uzun bir süre ne yapacağımı düşündüm. kız benim burada olduğumu bile bilmiyordu belki de. hızlıca gidersem belki onu yakalayabilirdim. sonunda, asabi biri olmasına rağmen belki yumuşar da, mucizevi bir şekilde bana yardımcı olur ümidiyle sonja hanımla konuştum. bu garip memlekette tek tanıdığım ve ümidim bu kadındaydı.

    ustaca ve aşıklara has bir acındırma ile kendisine meramımı ingilizce aktardım. kadın bir ara ağlamaklı oldu fakat toparladı. cama kollarını dayayıp. "eh gidelim o halde bay a..." dedi. böylesi altın kalpli bu bayana karşı hislerimi nasıl aktaracağımı bilemediğim, sevinçten, oldukça çocukça göründüğünü düşündüğüm bir hamleyle, ellerinden tutup öptüm. kadın da yaşının verdiği oturaklı bir gülümseme ile dostça kolumu sıvazladı.

    ertesi güne hazır olmam gerektiğini söyledi ve odama kadar yemeğimi çıkardı. böylesi bir inceliğe nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyor ve her seferinde alçalabildiğim kadar alçalıyordum. bunca iyiliğe karşı, her namuslu insanın olduğu gibi benim de yüzüm kızarmıştı. "gavur" diye ötekileştirilen bu deniz aşırı kentin insanları da senin gibi benim gibi insanlardı. hepsi de iyisiyle, kötüsüyle varlardı. zaten ömrüm boyunca bu afaki durumu tasvip etmemiştim.

    hostel'den çıktık. kendisinin himayesinde pripyat'a girebilecektim. sınır kapısında bize daha önceden hiç duymadığım radyasyon denen bir illetten ve tedbirlerinden bahsettiler. içeri girdiğimizde ilk tahliyeler başlatılmıştı. çok kısa bir süre içerisinde tamamıyla ölü şehir olacağından en ufak bir şüphem yoktu. yıllar sonra da ebediyen ölü bir şehir olarak kalacağını öğrendim.

    elimde adres vardı. sonja hanım, adresin doğrudan pripyat'ın merkezinde olduğunu söyledi. bu kasvetli binalar arasında yolumuzu bulmak için epey uğraştı. kadın da zaten buranın yabancısı olduğu için, o da devamlı birilerine soruyor, sora sora bağdat bulunur düsturuyla ilerliyorduk. sevgilime kavuşacağım için, kah tatlı kah tatsız geçen bu uzun serüvenin sonuna geliyor. bir yandan da heyecanlanıyordum. fakat hiçbir duygu, beni "ya şehri çoktan terk ettiyse?" sürümcemesi kadar sarsmadı. böylesi bir ihtimal karşısında, buna yolu tepmem bir yana dursun, artık hayatımı idame ettirmenin mümkün olmadığını düşündüm ve düşündükçe de onulmaz bir ürkme ile karşı karşıya kaldım.

    adresi nihayet bulmuştuk. sonja hanım aşağıda bekliyordu. zile bastım. kapı hızlıca açıldı. kapıyı açan muhtemelen gayrı ihtiyari bir şekilde ayaktaydı ve sesi duyunca hemencecik açmıştı. bu kadar kısa sürede ve sertçe açıldığına göre birini bekliyor olmalıydılar.

    kapıyı yana açtı. beni görünce irkildi. donup kaldı. hoş, ben de donup kalmıştım. hayatımızın en uzun yirmi saniyesini geçirdik. yirmi saniyelik o uzun bakışmaya kim bilir kaç şair, kaç külliyat sığdırırdı...

    hıçkırarak ağlamaya başladı. "gidelim hüseyin! boşver ardımızdakileri!" dedi. bu cümlenin manasını o anda anlayamamıştım. yıllar geçti, anca anladım.

    aşağıya indik. camdan annesi "yana!" diye bağırdı. anlamadığım fakat kızına beddualar ettiğinden emin olduğum ecnebi birkaç cümle haykırdı. hızlıca kaçtık. valizi bile yoktu. zavallı kadın sonja hanım, aşağıda bizi beklemiş ve bizimle birlikte koşturmaya başlamıştı. kız, kadına güler gibi oldu. sonja hanım ise, "ne hallere düştük" dercesine muzip bir sinirle gözlerini bize dikmiş ardımızdan koşuyordu.

    üçümüz kiev'e geri döndük. hiçbir eşya getirmediği ve tamamıyla hazırlıksız olduğu için, üstlük elbiselerimden birkaç tanesini verdim. giyinmesi için arkamı döndüm. tekrar arkamı döndüğümde, sarı saçlarını topuz yapmış, benim beyaz, fitilli gömleğimi ve sümerbank alt pijamamı giymiş ufak tefek bir çocuk gördüm. evet 18 yaşında olmasına rağmen zıpır bir çocuk gibi görünüyordu. kahkahayı patlattım. benim gülüşüme dayanamayınca, o da kahkahayı koyvermişti. sonra bir anda üstüme atlayıp beni öpmeye ve histeri geçirircesine nefes alarak hıçkırarak ağlamaya başladı. bir süre yatakta debelendi ve sonunda yastığa yüzünü gömdü.

    "biliyor musun hüseyin?" dedi, "uzun zamandır seni, bu anı bekliyordum." saçlarını okşayarak, her şeyin düzeleceğini söyledim. bir ebeveyn yumuşaklığında onu teselli ediyordum. bu yabancı adamdan, ailesini her şeyi bırakmış bu zavallı kıza hiçbir kötülüğün gelmeyeceğini bilmesini istedim. uyumuştu artık. çok geçmeden, her ne kadar dirayet göstersem de, benim de göz kapaklarım inmişti.

    ertesi sabah uyandığımda belimin epey ağrıdığını hissettim. muhtemelen kızı rahatsız etmemek için yerdeki yatağa uzanmıştım ve karşı koyulmaz bir tutuklukla kendimi incitmiştim. bir anda kızın bana bakmasıyla irkildim. suratı kıpkırmızı ve çilliydi. önce ne olduğunu anlayamadım. bu mütecavız bakışlarım karşısında anlam verememiş ve doğruca banyoya koşmuştu. bir feryattır koptu gitti. ağlıyor ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. ağlayarak konuştuğu için, cümlelerini seçmem çok zor oldu. "ne olacak şimdi, ölüyorum ben, ölecek miyim ben?" diyordu. dışarıdan gören bir göz, trajik bir tiyatro oyununun acıklı bir finalini canlandırıyoruz sanırdı. fakat ortada ne shakespeare, ne de trajedya vardı. her şey su gibi gerçekti.

    kızın çığlıklarını duyan sonja hanım, kapıyı tıklatma gereksinimi duymadan içeri daldı. bu işin böyle olmayacağını ifade ederek hastaneye götürmemiz gerektiğini söyledi. bu fikri kabul ederek kafamla onayladım. o anda dilim tutulmuştu ve korkaklara has bir vücut refleksi ile ellerimi çeneme yerleştirip hareketsiz bakmaya başladım. hastaneye gittik. kızı gözlem altında tutular. kimse giremiyordu. ellerinde ne iş anlam veremediğim birtakım defterler tutan hemşireler ve her an birilerine çatacakmışcasına, yanındaki askerlere güvenen fırdöndü doktorlar vardı yalnızca. en sonunda birisi "yakını mısınız?" diye sordu sonja hanıma. "evet biz yakınlarıyız" dedi doğal olarak. içeriye girdik. gözyaşlarımı tutamadım ve elimi kuvvetlice ısırarak yana'ya bakıyordum. elimi ısırarak kanattığımı, sonja hanım elimi elindeki bezle, üstünkörü sardığında fark edebilmiştim. üzeri tamamen çıplak, yer yer radyasyon yanıkları oluşan bu zayıf bedene bakakalmıştım. ne yapacağımı bilmiyordum. saatlerce başında bekledim. zor dakikalardı doğrusu. fani ömrümün hiçbir döneminde ağlamaktan susuz kaldığımı bilmezdim. kızı morfinle uyuttukları için, bizi duymuyordu. bu dünya, onun için hiç var olmamıştı sanki. hoş, o olmadan bu dünyanın bana ne gibi bir katkısı olacak bilemiyordum doğrusu. şu an bu satırları yazarken, üzerinden dört yıl geçmiş olmasına rağmen hala unuttuğumu söyleyemem. insanoğlu acıların hissini unuturmuş, acıyı değil... bunu yıllar içerisinde tahlil etme imkanı bulmuş biri olarak söylemekte yeterli erginliğe ulaştığımı düşünüyorum.

    hastanede sürekli sovyet flamalı askerler gezdiği için ziyaret etmemiz onların kontrolünde oluyordu. şunu söylemek gerekir ki, hastanelerdeki genel bakım iyi olsa da, pripyat şehrinden gelen hasta akını, gerek doktorların gerekse hemşirelerin elini ayağını bağlıyordu. yana, uyandığı zaman benimle konuşuyordu. ilaçların yan etkisiyle iyiden iyiye halüsinasyonlar görüyor olacak ki "seninle hiç operaya gidemedik." dedi. en sevdiği notre dame müzikaline birlikte gitmemiz hayalini kuruyordu. mektuplarda sürekli böyle zevklerin bizim kültürümüzde olmadığı söylerdim de gülerdi.

    bir gün hastaneden çıktım ve sonja hanıma borcumu ödemem gerektiğini hatırlayıp odamdaki tahta valizimden bir miktar parayı kadına verdim. kadın bir müddet istemese de, en azından bugüne kadar bana yaptıkları büyüklüklere karşın bir gönül vazifesi olduğunu ve vermemin gerektiğini direttim. o da sonunda razı oldu ve borcumu ödedim. "seni kutsayayım çocuğum" dedi ve elindeki gümüş haçla kutsayıp öptü. "yolun açık olsun" dedi. bu kendi ufak, kalbi dağlar kadar geniş kadıncağıza veda etmek beni üzmüştü. fakat küçük meleğimi bırakamazdım.

    birkaç gün hasta odasında bekledim. durumu gitgide kötüleşiyordu. hemşireler morfin vermeye devam etse de vücudundaki, daha doğrusu derisindeki gözenekler, güneşin ışınlarını sürekli aldığı için onulmaz acılara sevk ediyordu hassas bedenini. günün birinde de gözlerini yumdu. uzunca bir bekleyiş ve birtakım işlemler ardından, demirden bir kabine bırakıp toprağa gömdüler. hastalıklı bir insanmış gibi de üstüne gri beton attılar. o anda mikserden dökülen sesler hala kulaklarımda acı bir sada şeklinde çınlamakta. muhtemelen gördüğü manzara karşısında dehşete düşmüş olacak ki, bir çocuk pantolonumun paçasından tuttu. başını okşadım.

    bu hayata bir kez gelmiştim. o da aşk için oldu.

    bu olaydan sonra kendimi toparlama sürem iki haftayı buldu. yine sonja hanımın hostelinde kalıyordum. beş parasız kaldığım için kendisinden bir miktar borç para aldım. türkiye'ye gittiğim zaman kendisine vereceğimi söyledim. melek kadın bunu şefkatle onayladı. sonra türkiye'ye gittim. ne anneme ne babama, ne de ağabeyime bu durumdan bahsettim. konu açılmaya yakın, işin oluru olmadığından bahsederek onları geçiştirdim. onlar da "gençlik arzusu işte..." diyerek payımı verdiler. bu yazdığım satırlar dışında beni tanıyan hiç kimse yok. bir insana bakıp da, esas özünü görmek ne kadar mümkün ki zaten.

    30 temmuz 1990

    *****

    günlük burada bitiyordu. bundan sonraki yazılarında, kastamonu'daki esnaflık dönemlerine ait notlar var. birkaç kelime düzenlemesi ve okunmayan yıpranmış kelimelerin restorasyonu dışında herhangi bir düzenleme yapmadım.

    edit: imla.

  • wesley sneijder'in son hali

    bmw m5'e binen karadenizli müteahhite dönmüştür.

  • chernobyl (dizi)

    internet çağında olmamıza rağmen hala nereden izlendiğini bilmeyen cahil internet kullanıcılarını göstermiş dizidir.

    bak kardeşim, dizinin ismi zıttırı olsun diyelim. google'a "zıttırı 1. sezon 1. bölüm" yazıyorsun. altta çıkan diziizle.com bilmemne tarzı çıkan ilk linke tıklıyorsun. diziyi izliyorsun. bu kadar basit. bundan daha basit olmak için 0 iq gerekli aq.