smokinle kopruden atlayan adam36
profili

  • otobüste lgbt karşıtı sinir krizi geçiren kadın

    bu ses tonu ve duygu durumunu ifade ediş (veya edemeyiş) biçimi türkiye'nin kolektif ses tonu arkadaşlar.

    çok karakteristik. anadolu köylerinde falan bunun harici ses tonu neredeyse yok :)

    çok patetik bir vaka aslında…

    sinirlenmekten ziyade acıdım. insan üzülüyor. o ses tonu herhangi bir insan için korkunç bir zavallılık, tok konuşmayı unutacak kadar zayıf bir karaktere bürünmek zorunda kalmış olmayı ifade ediyor (ki muhtemelen çok basit konularda yani evde de “muammeeed yemeh hazır oğlum hade gel” falan diye aynı tonda ciyaklıyordur).

    kadın-erkek fark etmeksizin duygu durumumuzu ifade ederken asıl konuyu oturup tartışmak yerine birey olamamaktan dolayı bir çocuk gibi “annneeaaa ben bunu istemiyom istemiyom gla gla gla” falan diyoruz bu ülkede. feci bir acelecilik, her şeyin kayıp gittiği hissiyatı, güvensizlik, sonsuz sabırsızlık (hepsi iç içe)… o nedenle can sıkıcı her durumda ciyaklıyoruz. ikili ilişkiler de böyle genelde. sağcıyı geç solcusu da öyle zaten meydanlarda meşhur :)) sağı solu fark etmiyor türkiye bu.

    bunun kök nedeni hakkında milyonlarca sayfa yazabilirsiniz hepiniz eminim ancak hemen bir alttaki nedenin ise birey olamamanın, hayatta gönülden geçen hiçbir şeyi yapamamış olmanın ancak birilerinin onları yaşadığının farkında olmanın, kaderine isyan edememenin, bundan sonra bir şeyleri asla değiştiremeyecek olmanın hayal kırıklıkları ve onlardan doğan öfke olduğu kanaatindeyim. zaten türkiye'deki çoğu travmatik davranışın altında bunlardan biri veya birkaçı yatıyor.

    bu ancak birkaç nesilde değişebilecek bir şey, değişebileceği kesin de değil üstelik :) böyle olması gerekiyormuş böyle olmuş. bazı şeyler kader, coğrafya da kaderdir. öyle işte, oluyor bazen :)

  • 23 nisan 2023 genel af iddiası

    omurgasız insanların olduğu bir toplumda demokrasiden hep nefret etmiştim, ancak ilk defa bu kadar irrite oluyorum.

    oy için alınan eyt kararı gibi bir saçmalığın ardından bir de af nedir?

    normalde bu kararların müsebbiplerinin fayda sağlayanlar dışında herkesin oyunu kaybetmesi gerekir (yani iki ittifakın -akp'nin de chp'nin de- oylarının düşmesi gerekir). ancak türk halkı şuursuz olduğundan olduğundan öyle olmayacak.

    türkiye'de oy için yapılan maymunluklardan gına geldi. berbat ötesi bir sistem bu. demokrasi, hizmet ettiği insanlar leşse onların içindeki tüm pislikleri siyasetçiler aracılığı ile ortaya çıkarıyor. siyasetçiler zaten leş, böyle olmalarının nedeni de halkın buna çanak tutması zaten.

    demokrasi türkiye'yi gittikçe daha kötü bir yer yapıyor, insanları daha şuursuz, daha vasıfsız ve cahil hale getiriyor.

    tüm bu olanlar tek kelimeyle şarlatanlık.

  • kadın cinayetlerini önlemenin yolu

    tek bir nedeni olmamalı, haliyle tek bir cevabı da olmamalı.

    zaten dünyada da ortak bir nedeni yokmuş gibi gözükmekte zira ispanya'da, k.irlanda'da da kadın cinayetlerinde artış var. (2019>2018)

    öncelikle "çözüm idam" demek mantıklı değil; zira yeterince psikopat tanıdıysanız ölümü müebbet hapisten daha hoş karşılayacaklarını tahmin edebilirsiniz. sorun şu ki; bu insanlar bir suç işlerken sonuçlarını düşünmüyorlar, şuursuzlar. bu bir çözüm değil, geçelim. çözüm bu kadar basit değil, keşke bu kadar basit olsaydı...

    nedene gelirsek; önce aklıma artık savaşlar az, nüfuslar fazla olduğu için erkeklerin arz-talep dengesi değiştikçe sapıtmaları geldi. (elbette hepsi değil, yaratılış ve yetiştirildikleri kültür olarak buna yatkın olanlar daha kritik.) yanlış düşündüğümü zannetmiyorum ancak bu durumda "hadi savaş çıkaralım" diyecek halim ve isteğim yok, böyle bir yetkim de yok. bu nedenle çözüme odaklanmak zorundayım.

    bu minörden ziyade majörde (kültürde) çözülmesi gereken bir mesele gibi gözüküyor.
    bence bu tür vakaların ortaya çıkmasındaki en etkili iki majör etken aşağıdakiler:

    1- çoğu insanın bireyselleşememiş olması; ziyadesiyle "bana ne" & "sana ne" ikilisinin önemini ve benimsendikleri takdirde verebilecekleri şahsi ve toplumsal huzuru hayal edemiyor olmaları.
    2- çoğunluk olarak benimsediğimiz kültürlerde kadının edilgen olması; artık o kültüre ait olmadığını zannedenlerde bile bu zihniyetin iliklere kadar işlemiş olması.
    (batı dahil bütün toplumlar için soruyorum: kadınların "insan" olarak sayılmaları kaç sene oldu ki? çoğu ülkede 100 sene önce kadınların seçme hakkı bile yoktu; yani erkeklerin bilinçaltlarında hala içten içe "üstün" olduklarını düşünmeleri anormal değil, çünkü binlerce yıllık kültür mirası bu...) evet dünyanın her yerinde benzer vakalar var ve artışta, ancak bizde kadın gerçekten bir mal. bilhassa kentlerin dışında etkileri daha ağır. bu algının değişmesi gerek.

    esasında, mantıken no.1 çözüldüğü anda no.2 ve arkasından gelecekler de çözülmeli.

    zira bana ne ve sana ne'nin ırk, cinsiyet ayırt etmeksizin herkese eşit olarak uygulanmak zorunda olması, ana fikirde "kimseye karışamam, onlar da bana karışamaz; demek ki hepimizin koruması gereken özel bir alan var" demek.

    haliyle özgürlüklere saygı, zorla güzelliğin olmayacağının anlaşılması, ve bu sayede kişilerin şahsi alanlarına/seçimlerine saygı duyulması gerektiğinin idrakını da beraberinde getirecektir. bunların hepsi kadın cinayetlerinen trafikteki ahlaksızlıklara ve bir sırada kıçınıza yapışanlara kadar tüm meseleleri berabercene çözmeli.

    elbette bunları şıp diye değiştirmek mümkün değil. bu belki milyonlarca etkinin bir araya gelmesinden sonra ortaya çıkmış bir bakış açısı (gestalt belki de), haliyle değiştirmek için de bir o kadar etken gerek...
    topluma izlettirdiğiniz en ufak bir film sahnesi, tek bir kitap, meşhur birinin izlenen konuşması... bunların hepsi ufak ufak toplumları değiştiriyor.

    işte siz kanun koyucular veya yetkin erk olarak hangi eğilimde pazarlama (veya propaganda) yapıyor veya yaptırıyorsanız toplumunuzla oraya doğru yelken açarsınız.

    ve dünya bu doğrultuda nereye doğru gidiyor, nereye doğru gidecek bu bariz. muhtemelen şu an değişimin içindeyiz; tüm bu yaşananlar gerçekten kadınların yüzyıllar sonra ilk defa “insan” sayılmasının ve bu sayede özgür davranabilmelerinin sindirilememesi olsa gerek. belki de 1000 sene sonra: "20.yy sonu ve 21.yy başında kadınların ilk defa erkeklerle eşit olmaya başladıkları zamanlarda, kadın cinayetleri yükselmişti, 23.yüzyılda sıfıra yakınsadı." falan diyecekler... kim bilir?

    tek bildiğim, değiştirebiliyorsak birçok koldan genel zihniyeti değiştirerek bunu çözebileceğimiz. buna insanlık olarak hepimiz, hoşumuza gitmese bile her türlü özgürlüğe saygı duyarak başlayabiliriz. en nihayetinde, bence zaten zaman bunu insanlara öğretecek.

  • ruh eşini bekleyenler kulübü

    böyle pembe hayallerin pazarlanmasıyla milyonlarca gencin geleceğini heba ediyorlar, asla mükemmeliyet diye bir şeyin olmadığı şu dünyada ruh eşi gibi mükemmel bir eşleşmenin arzulanması sağlanıyor.

    1-herhangi bir ilişkide iki kişinin tıpatıp aynı olması iyi bir eşleşme midir? (bunu "evet" kabul ederek ikiye geçiyorum ki bu da tartışılır bir konudur bence.)
    2- dünyada 8 milyar insan, bugüne kadar da yaşamış 120 milyar civarı insan var. hangisi/hangileri, hangi coğrafyadakiler ruh eşiniz ve hepsini deneyebilecek misiniz de karşınıza çıkana "ruh eşim" diyebileceksiniz?

    bu kişi şu an avusturalya'da bir aborjin olabilir mi?
    veya madagaskar'da mıdır, yoksa norveç'in bir köyünde midir?
    belki de 50.000 sene önce ölmüştür?

    olasılık hesabına göre sanırım bunların birinde olma ihtimali çevrenizde olma ihtimaliyle aynı... yani her yerde olabilir, milyarlarca insandan biri, ikisi, üçü vs. olabilir ve herhangi bir coğrafyada olabilir (varsa böyle bir şey).

    nasıl denk geleceksiniz?
    hangisi ruh eşiniz?
    dünyadaki milyarlarca insanı deneyip öyle mi "ruh eşim buymuş" diyeceksiniz?

    işte sevgili romalılar…
    evrenimizde ruh eşi, mükemmeliyet vs. diye bir şey yoktur.
    ailenize ve akrabalarınıza zaten razı olmak zorundasınız; dostlarınızı ve “ruh eşinizi” de sınırlı çevreniz kadar seçebilirsiniz. yani bir noktaya kadar seçersiniz ama öncesine (çevreye) razı olmak zorundasınız. (belki potansiyel en iyi dostunuz japonya'da?)

    bu nedenle ruh eşi falan diye diye hayatınızı heba etmeyin. hayat bu saçmalıkları bekleyemeyecek kadar kısa gerçekten.

    çevrenizle, erişebildiğiniz çevrenizle mutlu olmaya çalışın çünkü asgari özellikleri karşıladıktan sonra "ruh eşi" gibi bir mükemmeliyet gerekmemeli; zira velev ki 10 milyar $'ınız varsa 20 milyar $'ınız daha olması pek bir şey fark ettirmez. belli noktadan yani asgarilerden sonra istikrar ve yaşanmışlıklar ilk özelliklere göre daha ağır basar. (ruh eşiniz dost da olabilir, eş de... ayırmıyorum burada.)

    saçma sapan pembe dizi hayallerinde koşmak yerine bu gerçekleri kabul edip eldekilerle mutlu olmak sizi daha mutlu kılacaktır.

    edit: imla

  • 13 aralık 2019 hdp'nin soykırım tweet'i

    işlerin bu raddeye gelmesi türk devleti'ni yıllardır yönetenlerin suçu.

    hiç hdp'ye ya da ermenilere sallamıyorum, onlar acizler ve aciz kalarak ekmek yemek istiyorlar. hdp her zaman böyleydi, ermeniler de. yeni bir şey yok.

    biz neden arşivleri açıp, dünyada kongreler vs. düzenleyip gerçekleri insanların gözüne sokmuyoruz anlamış değilim. "tüm arşivler açık" diyorduk ancak bazılarına izin vermiyorduk. açık olsa bile ne fayda, seni suçlamaya çalışan eleman için oturduğu yerden sallaması daha kolay. neden türkiye'ye gelsin? böylesi işine o geliyor. ondan medet ummak yerine sen harekete geç, onları senin konferanslarına katılmak ve seni dinlemek zorunda bırak.

    türkiye'nin her alanda ciddi pazarlama sorunu var. kendimizi beğendiremiyoruz. çünkü sorun çözmek yerine kavga ediyoruz.

    bu tweet'leri atanları tut kulaklarından arşivlere götür, ya da arşivleri ayaklarına götür. komisyonu, kongreyi vs. hazırla tut kollarından oturt ve dinlet. dünyadaki her büyük ülkede konferanslar yap olayları anlat, tarihçilerini götür, belgeleri açıklat vs.

    biz ancak kavga ediyoruz.

    tamam agresif milletiz anlıyorum da küfür edince veya karşıdakini dövünce içine düşülen anlaşmazlık bir anda çözülmüş olmuyor. meseleyi çözmek için önce çözmeye çalışmak gerekiyor.

  • kriz yok kimse iş beğenmiyor

    işsizliğin hesaplanmasında dahi "iş arayanlar" varken, iş beğenmemeyi anormal göstermek nedir?

    fizik mühendisine finans,
    makine mühendisine mühendislikten ziyade ofis işleri,
    finansçıya call center falan teklif ederseniz elemanlar kabul etmez elbette.

    bu da basbayağı işsizliktir, çünkü planlamayı/yönlendirmeyi yapacak devlet bu işi becerememiştir. bu beceriksizliği de ona işsizlik olarak dönmüştür. ecnebi tabiriyle (bkz: fair enough)

    o zaman bunları niye bu bölümlerde okuttunuz diye sorarlar adama.
    (not: bu iş serbest piyasa falan değil, devlet istediği şeyi yapar; istediği bölümleri teşvik eder, pazarlar vs.)

    öyleyse bu insanlar niye istedikleri bölümü okudular ki?
    tecrübe farklı alanda şekillendikten sonra zamanı geri de alamıyorsun. hayatın şekilleniyor. tabiatıyla kişi elbette işini ve geleceğini seçecek, her bulduğuna atlamayacak (maddi imkansızlıklar hariç).

    oldu olacak mao gibi kültürel devrim yapaydınız, herkese "aha sen burada çalışcan yoksa silivri soğuktur" deseydiniz :)

    lafa bak ya. bu da bakan işte.

  • hane başına düşen gelir üç kat arttı

    şimdi efendim... muhtemelen akp dönemi'ni kastediyor ve doğru söylüyor...

    ancak eksik söylediği bilgiler var ki mesela aynı dönemde afganistan falan 5 kat büyümüştü... hani o oradan bize kaçan insanların olduğu afganistan :)
    o kadar güvenilir bir veri yani :)

    2014'te de benzer şeyler demişler: (bkz: türkiye ekonomisi son on yılda üç katına çıktı) #46246495
    büyüme verileri hakkında: #46246313 (diğer ülkeler)
    bu da denmişti: (bkz: dünyanın 13. büyük ekonomisi haline geldik) #85404980
    (bkz: türkiye'nin dünya'nın 13. büyük ekonomisi olması) #70619925

    aslında şöyle diyeyim: dünyada büyümeyen ülke yok. doyma noktasına gelmiş zengin ülkeler hariç (onlar az büyüyor), son 20 yıldır her ülke 3, 5, 8, 10 kat büyüdü. zamanın ruhu bu.
    (mesela bu da hindistan ekonomisinin sağlıksız büyüyüşü: #73598554 -ki hindistan'da büyüme verilerinin hatalı olduğu ben bu yazıyı yazdıktan birkaç ay sonra ortaya çıktı :) o da ayrı konu.)

    artık anlatmaktan bıktım o yüzden birkaç anahtar kavram verelim insanlar çözer zaten:
    medyan gelir, gini katsayısı, yoksulluk oranı, asgari ücretle çalışan nüfus yüzdesi ... yani mesele aritmetik ortalamada değil, diğer verilerde.

    bunlara bir de pisa testi sonuçlarını ekleyip, "ekonomi 3 kat büyürken eğitimde geri gitmeyi nasıl başardık?" diye de sorabiliriz. zira, normalde kaynaklara erişimi artan nüfusun öğrenme kabiliyetinin de artması gerekirdi. çok saçma değil mi? :)

    herkes büyürken sizi öne çıkaracak olan, ülke genelinde refahı sağlayacak olan bu verilerdir, büyüme verisi değil. bu veriler iyileşmiyorsa büyümenizin hiçbir önemi yok.

  • büyük istanbul göçü

    yazması kolay (dün ben de benzerini yazdım) ancak uygulaması imkansıza yakın.

    çünkü:

    1-) hali hazırda devletin marmara dışına yatırım için verdiği müthiş teşvikler var.

    ancak beklenen akışı sağlamıyor çünkü özel sektör riski sevmez, gidip altyapı kurulmasını beklemez. bu nedenle devlet kendi gitmeli ve sonra özelleştirmeli veya anonim ortaklık ile çözmeli.
    (fakat bizimkiler devletçiliği ve hele ki uzun vadeli yatırımları hiç sevmezler bu nedenle imkansız.)

    2) ulaşım: iç anadolu tabiatıyla denize kıyısı olmadığı ve nehir yolu olmadığı için kaybediyor.

    bu durumda demiryolu, karayolu ve havayolu ile telafi edilmesi gerekiyor.

    iç anadolu’nun istanbul’un sanayi kapasitesi yükünü kaldırması için çok ekmek yemesi, her limana hızlı ulaşan hatlara sahip olması lazım yoksa kimse gitmez. (ya da deprem marmara’yı yıkar, zorunlu gideriz ancak şu an özel sektör oraya gitmez.)

    oralara en azından yoğun yük taşıyabilecek demiryolları lazım. onun için de para lazım.

    fakat gel gör ki biz paraların çoğunu deprem bölgesi marmara’ya, çeşit çeşit inşaatlara gömdük, ve şu an para yok :)

    ***

    özet:

    biz türkler başımıza bir müsibet gelmeden böyle işlere girişmeyiz, uzun vadeli plan sevmeyiz. huy meselesi.

    biz ne kadar ötsek de hiçbir yönetim bu saydıklarımızı yapmaz çünkü müthiş girift, düğümlenmiş bir rant kapısı var. allah’tan veya doğadan zorlama gelmediği müddetçe bunu kimse bozamaz.

    bu nedenle en azından müsibet sonrası yapalım demiştim : (bkz: #95853632)

    kaçınılmaz son sonrası burası işlemez olacağı için tedbirle karışık kaydırmak zorunda kalabiliriz (artık buraya kurulmayalım değil mi!).

    zorunlu şekilde iç anadolu’ya kaymamız gerektiğine kanaat getireceğimiz için gelecek krediler/fonlar üstte saydığım şekilde değerlendirilebilir ve gelecek nesiller kurtarılabilir.

    eğer mevzubahis gelecek fon stoğunu iyi yönetecek olursak daha sağlıklı bir altyapıya ve homojen nüfus dağılımına sahip bir türkiye yaratabiliriz.

    bonus: doğu’ya yavaş yavaş (ani değil) kaymaya başlayan sanayi ve istihdam, terör sorununu da zaman içinde sıfırlar (bir-iki on yıl).

    bonus 2: akdeniz bölgesi batı kısmı ve ege de deprem tehlikesi altında ve karadeniz de çok yeşillik olduğu için doğasını bozmak istemedim; bu nedenle sanayi hep bakir olan iç kısımlara dönsün dedim.

    bunun bonus’u da şu:

    harika bir sahil hattına sahip olduğumuz için ta artvin’den istanbul’a, istanbul’dan mersin-hatay’a kadar tüm sahil şeridini mümkün olduğunca sanayiden ve yüksek nüfustan arındırırsak ve tüm şeridi estetik ve mimari olarak buna hazırlarsak korkunç sayıda nitelikli turist çekeriz. (çok kazanırız ve biz de çok güzel yaşarız; kesinlikle refah seviyemiz çok artar.)

    ***

    şehir demek insan için yaşanılası yaşam alanları demek.

    bizde şu an bu tanıma uyan şehir yok, hep yaşamak için mücadele ediyoruz. uzun vadeli olarak bütün türkiye baştan aşağı yenilenmeli, kilim desenli bina kültürünü yok edip gerçek şehir kültürüne geçmeli, şehirlerin merkezlerini de arabanın giremediği, insanların birbirinin üstüne çıkmak zorunda kalmadığı, “insan”a uygun bölgeler haline getirmeliyiz.

    sahil şeridinde de hava, doğa kirliliği ve yoğun nüfus olmaksızın insanlar tatil yapabilmeli. iç anadolu’da ve güney/doğu anadolu’da da üreteceğiz.

    ülkenin potansiyeli çok büyük. hep sorduğumuz: “burası x’in elinde olsa nasıl olurdu?” sorusunun cevabını buralar bizim elimizdeyken hayata geçirmemiz lazım. bunu normal şartlar altında yapmazdık biliyorum ancak maalesef olması beklenen elem olay yapmamız için fırsat olacak. bu sefer yapmazsak gelecek nesillee aynı sefillikleri yaşayacaklar. umarım bu kadar aptal ve bencil olmayız...

  • hayatın son 10 dakikasında dinlenecek şarkı

    bach: orchestral suite no.1 in c major, bwv 1066
    abdelazer suite or the moor's revenge, s.570: ii.rondeau

    ("tekrarla"ya alarak 8 kere dinleyebiliriz.)

  • dikey tarım

    nüfus artıyor ve dünyada kişi başına düşen kalori miktarı 2017’de kırılma noktasını geçti ve düşmeye başladı.

    bunun ne demek olduğunu biliyoruz... su ve yiyecek kıtlığının yanında petrol/çıkar savaşları devede kulak kalır. aç kalan dünya birbirini yer ve şu anki gidişat bunu gösteriyor.

    doğanın bu denli tahrip edildiği, geleneksel tarımın su kaynaklarını hızla tüketip kirlettiği (bkz: verimsizlik) ve tarım alanlarının veriminin düştüğü (sarmal olarak beraber ilerledikleri) bu devirde geleceğin tarım adına en önemli kırılımı çok daha verimli olacak olan dikey tarım diyebiliriz.

    kapalı alanda, böceklerden (ve haliyle böcek ilaçlarından uzak) ve çevre etkilerinden uzak yapıldığı için geleceği parlak, ancak elektrik maliyetleri yüksek çünkü suni ortam yaratılıyor ve elektrikle besleniyor (led’ler ile).

    yenilenebilir enerji kaynakları yüksek olan ve elektrik enerjisini zamanla aşağı çekebilecek ülkeler için (bkz: türkiye) oldukça mantıklı bir yatırım.

    şu an softbank’ın bu konuda ciddi yatırımları var (yanlış hatırlamıyorsam birkaç sene önce bu işi başlatan bir start-up’ı 200 milyon dolara falan almışlardı).

    uzun vadeyi düşünen yöneticilerin ülkeleri için bu atılımı yapmaları elzem.

    uzun vade özürlü türk politikacılar için böyle bir ihtimal iş işten geçene kadar zor gibi (başkaları bu işe başlar, alır yürür; muhtemelen türkiye’de ise 10 sene sonra bir politikacı bunun üzerinden propaganda falan yapar yani klasik türkiye).

    yine de biz söylemiş olalım.

  • rusya'nın türkiye'yi kıbrıs konusunda uyarması

    politikada her şey ticarettir.

    herkes bir şeyler ister ama karşılığında masaya bir şeyler koyar (tıpkı dinler gibi tehdit veya ödül), koymak zorundasın aksi takdirde istediğini alamazsın.

    biz ne koyuyoruz?

    askeri güç? (askerle dalga geçtik son 15 senede, sen burada mastürbasyon yapsan da dışarıdan görüntü bu.)

    ekonomik güç? (krizdesin ve kötüleşiyor)

    ekonomik güce bağlı olarak yaptırımlar?

    yine ekonomik güce bağlı olarak başka ülkelere kredi verebiliten veya onlara gidip yatırım yaptığın için sana muhtaç olmaları durumu? (bilakis, aksi bir durum söz konusu.)

    eşsiz ihracat kalemleri? (onların bizden almayı bırakamayacağı eşsiz ürünler- rare metals-petrol-gaz-çip-ekran-işlemci vs.)

    onlardan sürekli aldığımız ve almazsak (gümrük vergisi koyarsak) onları zorda bırakacak ürünler?

    bölgede sadık ve vazgeçilmez bir müttefik olmak ve bu müttefikliğin yurt dışındaki lobilerin ile muhafaza edilmesi?

    başka ülkeler hakkında sırlar veya elimizde olan başka tehdit unsurları?

    ***

    hiçbiri yok.

    elinde bir güç yoksa, kimse senin durduk yere kafa kaldırmanı hoş görmez.

    onları zorlayacak bir gücün veya dostların nedeniyle politik gücün olması lazım. dostlarının da seni bırakmaması için belli özelliklerin olması lazım.

    yoksa umursanmazsın (senelerdir olduğu gibi). kırılgan ve güçsüz (kozsuz) olduğunu biliyorlar.

    evet türkiye şu anda bu kadar güçsüz.

    *

    tek tehdit unsurumuz var:
    suriyelileri avrupaya salarım” veya “`suriyelileri kuzey kıbrıs’tan güney kıbrıs’a salarım`” falan dersen avrupalılar senin kıçını yalayabilirler.

    denemek lazım...

    bence eşsiz bir win-win situation örneği.

  • bein sports'un türkiye'den çekilmek istemesi

    kendileri arap olsalar da bu bir türk zihniyetidir.
    nasıl mı? şöyle:

    öncelikle patlamış olmaları anormal değil.
    bu plansızlık, zayıf adama bol kıyafetler giydirme meselesi bizim uzun yıllardır süregelen bir alışkanlığımız.
    türkiye'nin neredeyse bütün sektörleri için aynı şey geçerlidir, çünkü zihniyetimiz bozuk. ağır şizofreniden muzdaribiz.

    - telefon mu istiyorsun? kredi çek al.
    - ev alamıyor musun? kredi çek bmw al.
    - kayda değer bir şeyler üretmek çok emek istiyor ve haliyle milli hasılan çok büyük değil mi? hemen sabır isteyen üretim projeleri yerine, kredileri dağıtıp halkın hoşuna gidecek, ekonomiyi büyütüp şişirecek (aslında büyüme değil, yani kaliteli büyüme değil) inşaatlara başla. (bkz: ayranı yok içmeye taht-ı revanla gider sıçmaya)

    burada ikinci saydıklarımız yapılmasın demiyoruz da önce sabit gelir kısmını ister bireysel ister ulusal bazda çözmen gerekir. ondan sonra zevk-ü sefa işlerine girersin.

    ikinciyi sabredemeyip illa yapmak istiyorsan da ilki (gelir getirecek yatırımlar) ile doğru oranda yapman gerekir.

    ***

    ha diyeceksiniz futbol bunun neresinde?

    2000 yılından itibaren alın türk futbolunu:
    kimler, hangi yıldızlar geldi gitti, ne paralar harcandı... milli servet...
    buna rağmen genel olarak türk takımlarının ne başarısı var?
    para harcamada 6. olduğumuz bile oldu, ama kulüpler sıralamasında ise 2018'de 10.'yuz. (harcama hususunda rusya ile yarışıyorduk, onlarda da aynı görgüsüzlük var.)

    beşiktaş, fenerbahçe, galatasaray ve trabzonspor kendilerini real madrid zannediyorlar. bu kulaklar "şampiyonlar ligi şampiyonluğu" diyen yetkililer duydu.

    bu ciddi bir hastalık arkadaşlar. kendimizi gerçekten barcelona, real madrid ile bir görüyoruz. öyle harcamalar yapmak istiyoruz. sanki götünün kılları ağarmış yaşlı oyunculara senede 5 milyon euro verince adam bizi avrupa şampiyonu yapacak?

    dünyayı izliyorsun: porto, benfica, ajax vs. gibi yıldız futbolcu fabrikası olan ve bizim gibi çakma değil, halis muhlis avrupalı olan (haliyle krediye ulaşım imkanları daha büyük olan) takımlar bile bizim gibi har vurup harman savurmuyor.

    bu tip kulüplerin başarılarını 20 yıla vurduğumuzda oldukça istikrarlı olan ve bizimkilerden çok çok daha başarılı olan bu takımlar bile ağırlığı ucuz ve genç oyunculara verirken biz kendimizi ne zannediyoruz da onlardan 1/2 ila 1/5 oranında daha az olan kişi başı milli gelirimiz ile elimizdeki kıt kaynakları böylesine boş harcıyoruz?

    tüm bu harcamalara rağmen elimize ne geçiyor?

    tüm sezon hakem tartışmaları. gerçekten de bütün takımların zaman zaman kayırılmaları ya da hakemlerin yeteneksizliği (bunu tartışmaya açmıyorum), sonuç olarak futbol izliyorsunuz ama futbol yok.

    güzel futbol? çok ender. yani diğer liglere oranla "güzel futbol yok".

    peki buna rağmen istenen para?

    tribüne gitmek için,
    forma için,
    ve konuştuğumuz mesele olan beinsports tv için her birine asgari ücretin 1/15'ini falan veriyorsun.
    bir ay içinde üçünü alsan maaşın 1/5'i uçuyor. ki tv olan 1/15 her ay yazılıyor.

    yani yayıncı kuruluşun kar etmeyi beklediği halkın durumu bu...

    ve bu ülkenin nüfusu, yani türk insanı bir avrupalıya göre çok daha fazla asgari ücrete muhtaç.
    yani nüfusun büyük bölümü asgari ücrete yakın ücret atlıyor; ortalamayı bırakın, medyan asgari ücrete yakın.
    bu zaten büyük bir iktisadi problem de, bu kadar düşük medyan ile halktan hizmetler aracılığı ile büyük para koparman zor.

    durumu böyle olsa bile, aklı başında bir halk söz konusu ise:

    bu gelir seviyesinin hakkı futbolun çok daha ucuza oynanması, türkiye liginin harcamalarının daha çok belçika, polonya, sırbistan, ukrayna ligi seviyelerinde olması ve ülkenin dışarıya milyonlarca birim döviz (euro-dolar) çıkartmak yerine, ülkenin elindeki en büyük maden olan 80 milyon insandan oyuncular bulup, onları dışarıya satıp içeriye milyonlarca birim döviz almasıdır.

    ama biz ne yapıyoruz?

    bir derde deva olmayan zevkimiz (futbol, ama kötü futbol için) ağır borçlar altına girip, gerekirse vergi borçlarını silip dışarıya daha da döviz çıkartıyoruz.

    her alanda yaptığımız gibi korkunç bir verimsizlik, korkunç bir aldatmaca.
    karşılığında aldığımız hiçbir şey yok. var elbette ama ödediğimiz bedele oranla aldığımız hiçlik diyebiliriz.

    böyle bir ligin dünyaya pazarlanması mümkün mü?

    kim neden bunu izlesin?

    sen dünyaya açılamayan bir ligsen yayıncı kuruluş içeriden kazanmaya bakacak. kazanamıyorsa da gitmek isteyecek. çok normal.

    ***

    işte biz kıçımıza alacak donumuz yokken kulüplerimizi pohpohladığımız, hatalarını görmediğimiz için bunlar böyle harcamalar yapabiliyorlar. ve karşılığında hiçbir şey alamıyoruz. marjinalini bıraktım, ortada bir fayda yok. verimsizlik had safhada. iğrenç futbol, iğrenç tartışmalar...

    geleceği ipotek altına alıp verimsizliğin dibine vurmak artık türk halk kültürü oldu.

    işte yayıncı kuruluş da bu halkın coşkusuna, o dönemki ekonomik stabiliteye bakıp "bu ülkeye yatırım yapılır, halk futbolu seviyor" demişti ama türkiye'de bazı şeyler çok hızlı değişiyor. halkın alım gücü düşüyor, kulüplerin de düşüyor ve üstte saydığımız nedenlerle bu lig yurt dışına pazarlanamıyor.

    şimdi bu ülkede kafa başı gelir de düşükken, yani halk kulüplere büyük katkı yapamıyorken, o kulüplere reklam veren firmalar veya yayıncı kuruluşlar mevzubahis harcama yapamayan kitleden nasıl para kazansın ve neden kulüplere para döksün?

    reklam bütçeleri biraz ölçülemez ve görecelidir ama ülkedeki genel ekonomi sarpa sarınca bunlar batmaya başlar. yayıncı kuruluş ise direkt olarak enflasyona vs. oranla yayın ücretlerini yukarı çekemiyorsa, zararları daha fazla çıkıyorsa ne yapabilir ki?

    olay beinsports, skysports meselesi falan değil...

    olay bizim kendimizi çok büyük zannetmemiz, çok yukarıda görmemiz ve gelirimiz yokken krallar gibi yaşamak istememiz. (ancak bunu yaparken arapları da kandırmamız çok iyi sjksjksjks). araplar da bizim gibi baloncu toplum olduğu için çok idrak edememişler balonun patlayacağını. olur öyle şeyler...

    neyse bunlar gider, başkası gelir vs. onu bilemem.
    ama bizim ülke olarak her alanda ayağımızı yorganımıza göre uzatmamız gerekiyor. önce kazanç, sonra harcama. önce borçlanma ve harcama, sonra kazanırız kafası değil, bu olmaz. olmasın. yeter artık...

  • 30 nisan 2019 venezuela darbesi

    başlığı ilk gördüğüm anda:
    "acaba ezberci tipler gene hiçbir bilgi sahibi olmadan; 'lanet olsun amariga'ya, emperyalizm!!' falan demişler midir?" diye düşündüm, tabii ki demişler...

    burada da bir nevi din kurulmuş.:
    klasik, orta doğu kültürü gereği yine sorumluluğu üstünüzden atarak yan gelip yatmak için her suçu abd’ye atmak istiyorsunuz ve bu safsatalara inanıyorsunuz ama işin iç yüzü öyle değil.

    bu kıtlık abd yüzünden çıkmadı; 2014’te petrol fiyatları düştüğünden beri böyleler, çünkü rejim tüm ekonomiyi petrol üstüne kurmuştu (veya ekonomiyi bu sistemden çıkarmamıştı). ayrıca abd her şeye rağmen senelerdir venezüela’nın en büyük petrol alıcısı. ona rağmen işler bu raddeye geldi.

    abd guaido’yu destekliyor bu yüzden "kötü adam", çünkü maduroyu teletabiler destekliyor değil mi? :)

    maduro’yu rusya ve çin destekliyor; abd’nin yerini alsalar abd’nin ruhuna 44 kere fatiha okuturlar öyle diyeyim. (bkz: çin’in doğu türkistan’da yaptığı katliam) biraz okuduğunuz tarihi ve şu an dünyada olup bitenleri anımsayın...

    ***

    şimdi... uykumuzdan uyandıysak gerçekler şöyle:

    1- asıl darbeci, kendine yeni meclis kuran maduro'dur. (bizde cumhurbaşkanının tbmm'yi iptal edip yeni meclis kurduğunu düşünün.)
    yani maduro mevcut yetkileri ile seçilmiş falan değildir, olsaydı da elindeki kaynakları bu kadar kötü kullanıp halkı fakir bıraktıktan sonra pek meşruiyeti kalmazdı.

    2- abd dünyanın en büyük petrol üreticilerinden biri hali hazırda. şu anda toplam üretimin 15% 'ini gerçekleştiriyor ve bu artacak. amerika'nın petrole ihtiyacı yok, ama venezüella'nın işlenmesi zor petrolünü işletmek için abd'ye ihtiyacı var, hep de vardı. (abd zaten bu petrolü alıyordu.)

    3- yıl 2019. venezüella 2014-2015'ten beri can çekişiyor, halkı 2015'ten beri yoksulluktan kıvranıyor ve sizin yeni haberiniz oldu değil mi? 2015-2016-2017'de neredeydiniz, o zaman amerika yok muydu, o zaman amerika güçsüz müydü de müdahale edemiyordu?

    fark ne biliyor musunuz? çünkü artık bardak taştı, venezüella halkı çıldırmış durumda. şu an bir venezüellalı'ya maduro'yu savunsanız muhtemelen küfür yersiniz. okyanus ötesine kraldan çok kralcı olmanız çok komik.

    4- ordu, hala maduro'nun yanında (öyle açıkladılar). maduro'nun ordusundaki general sayısı nato'nunkinden bile fazla; yani askeri iyi mamalıyor. darbe/cunta değil bu, venezüella'da halk aşağı indi. asker fikir değiştirirse de darbeci olan maduro'yu görevden almış olacaklar. (eskiden fakir halk maduro’dan yanaydı ama artık bu senaryo değişti - general mevzusundan paranın nasıl dağıldığını anlamışsınızdır; oradaki bir türk’ün youtube’da videosu var cüneyt özdemir ile; onu da izleyin.)

    (bkz: 23 şubat 2019 venezuela olayları) #87030022
    (bkz: amerika'nın venezuela'ya demokrasi getirmesi) #86208725
    (bkz: 12 şubat 2019 venezuela'ya demokrasi getirilmesi) #86258296
    (bkz: venezuelalıların askeri müdahale için yalvarması) #87862143
    (bkz: venezuela hükümetinin türkiye'ye kaçtığı iddiası) #87032323

    bazı insanların vizyonlarının sadece siyah ve beyaz olarak şekillendirilmiş olması ne kötü...

    "amerika istiyorsa kötüdürizm" ideolojisi (evet bu bir ideoloji oldu artık), pragmatik olabilir mi?
    "şeytan" dediğin düşman, senin hiçbir bilgiye vakıf olmadığın konuları (mesela venezüella) derinlemesine değerlendirmekten aciz şekilde reflekslerine dayanarak karar verdiğini bilirse zafer elde etmen mümkün mü? çok tahmin edilebilir davranıyorsunuz ve hiçbir bilgi sahibi değilsiniz.

    bu küstah cehaletiniz beni çok kızdırıyor. insanlar cahil oldukları konularda bu kadar cüretkar fikir beyan etmemeli.

    ***

    tarih boyunca her iç bölünmede büyük güçler taraf aldılar, alacaklar da bu doğal.

    bize de kurulurken sovyetler yardım etmişti, osmanlı’yı ise defalarca ingilizler kurtarmıştı vs. (iç karışıklıklarda ruslar da yardım etmişti bir defa - kavalalı mehmet ali paşa isyanı ). yardımı alıp beli doğrulttuktan sonra ne kadar zeki hamleler yapacağın önemli.

    o gücün mü sizi kullanacağı, sizin mi onu kullanacağınız politikacılarınızın ilk badireler sonundaki yapacağı hamlelerine bağlı ve elbette potansiyel ekonomik gücünüz de önemli; lüksemburg iseniz ne yaparsanız yapın kurtarmaz mesela. yine de onlar abd’ye bağımlı olsalar da korkunç bir refah içinde yaşıyorlar; yani bugün abd emperyalizmi diye ağlayanlara vatandaşlık verilse koşa koşa giderler. (yılda ortlama 200.000$ diyelim gerisini siz hayal edin.) refahın sağlandığı yerde şovenizm yel olur gider.

    bugün biz pkk’yı destekleyen bölgelere yıllık 15-20.000$ ortalama gelir sağlasak pkk’nın yüzüne bile tükürmezler, pkk kendini fesheder o kadar diyeyim. para varsa, refah varsa çocuklara gelecek var demektir ve bu durumda tüm ideolojiler uçar gider.

    aynı şekilde bugün venezüella halkına abd’nin kanatları altında yıllık 30.000$’lik ortalama gelir teklif edilse hepsi kabul eder. (ki venezüella’da o petrol ile olması muhtemel; tıpkı suudlar gibi varlıklı olurlar, hatta venezüella’da işleyen demokrasi tesis edilirse gelir dağılımı monarşi altındaki suudlara göre daha adil olur.) şu an venezüella’da eski gdp per capita gözükse de doğru değil, dağılım ve kurlar öyle değil şu an zira bolivar para birimi olmaktan dahi çıktı. (yozlaşma korkunç ve gelir dağılımı berbat; devletin petrolden kazandığı o para iktidar yancılarına ve generallere gidiyor şu an, halka değil. benim 30k$ dediğim gerçekten normal bir dağılım ile olacak olan.)

    burada atıp tutuyorsunuz da, size de aynı teklif verilse (yıllık 30.000$) abd’yi kırmızı halı ile kabul edersiniz hiç tatava yapmayın. ama fark şu: venezüella’nın petrolü var ve o rakamlar 10 sene sonra gerçek olabilir, bizim ise olamaz.

    venezüella halkı da, ezberci abd karşıtlığı ve rusya ile çin güdümlü onları yoksul bırakmış saçma sapan ekonomik politikalar yerine; görece daha mantıklı olanı, bunca yoksulluktan sonra refahı tercih ediyor. bize laf düşmez. abd'nin desteğini şu an kullanıp, basiretsiz yöneticileri tepeledikten sonra zenginleşip, 10 sene sonra abd'ye "hadi oradan" da diyebilirler. bunu zaman gösterecek.

    ayrıca; papağan gibi "abd'nin her desteklediği kötü olur" demeden önce kore yarımadasına iyice bir bakın bakalım. hep öyle mi oluyormuş? abd gelişmiş bir demokrasi ve hem kuruluş ilkeleri, hem de özgür basını gereği çoğulcu sistemleri desteklemek zorunda. beğen ya da beğenme ama adamların sistemleri bu ve tutarsız bir iş yapmıyorlar.

    maduro'yu ise en başta çin ve rusya destekliyor. şimdi maduro destekçisi ülkelerin vatandaşlarına verdikleri değere ve gelir dağılımlarına iyi bakın. madem konudan bağımsız destekçiler tartışılıyor; olaya bu açıdan bakınca konuşacak bir şey kalmıyor.

    *

    bu arada chavez ayrı konu.
    maduro ile chavez aynı yararda işleri yapmadılar. maduro chavez’in mirasının üstüne koymayı geç; o mirası, çevresi ile yedi bitirdi. vizyonsuz davrandı. bir ülkenin ekonomisinin 80%’i petrole bağımlı olursa küresel petrol fiyatları düşünce sürünür tabii ki.
    peki bir ekonomi bu kadar kırılgan hale getirilir mi?
    bu kadar vizyonsuz olunabilir mi?
    bu vizyonsuzluğun ve basiretsizliğin abd veya x ülkesi ile ne alakası var?
    onu başka ülkelere suç atmadan önce chavez ve maduro’ya soracaksınız.

    maduro’nun niyetinin kötü olduğuna inanmıyorum ama koltuk ve güç böyle bir şey; ülkenin battığını kabul etsen de asla sorumluluğu kabul etmeyip işleri düzeltene kadar o koltuğu savunmak için herkesle ve her şeyle savaşıyorsun. sonra da ülkende böyle şeyler oluyor.
    lord acton ne demiş?
    güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır. bu konunun özeti adeta.
    tek korkum halkın birbiriyle çarpışması, en korkunç şey her zaman odur.

    not: mevcut ekonomik düzenden, abd’nin yarattığı vahşi sistemden rahatsızlık duyan ve sosyalizmin gereklilik olduğunu savunan biriyim: (bkz: #86917784)
    buna rağmen duygularımı katmadan gerçekleri görebiliyor ve sizden de aynı şeyi bekliyorum.

  • bütün türkiye 1984 okusa olabilecekler

    2015 pisa sonuçlarına göre, "okuma anlama"da 73 ülke arasında 51. olarak bize pek bir şey ifade edeceğini zannetmiyorum.

    2012'de 39.,
    2009'da 39.,
    2006'da 36.,
    2003'te 33. idik. bugün 51 olmuş.

    1984'ü falan boş verin...
    sonra gerekirse simülakrlar ve simülasyon bile okuruz da önce okumayı sökelim derim...

  • 7 nisan 2019 istanbul'da patates ve soğan yokluğu

    bu nasıl bir serzeniş?

    ülkenin (ya da ülkenin sahiplerinin) bekası için gerekirse taş yiyeceksiniz ama çıt çıkmayacak.

    teröristliğin lüzumu yok. bir daha açmayın böyle başlıklar.

  • şeriata uygun yaşamak

    konu hakkında genel manada yorum yapmayacağım ama halil inalcık'ın osmanlı dönemine ait şöyle bir yorumu vardır:

    fatih sultan mehmet 'in şeriatı tam anlamıyla uygulamadığı ama ii.bayezid'in bu konuda çıtayı arşa çıkardığını şöyle anlatır:

    --- alıntı ---
    bayezid, babası (fatih sultan mehmet oluyor bu) zamanında devletleştirilmiş emlak ve evkafın büyük bir kısmını sahiplerine geri verdi ve bunun için çağdaş yazarlar tarafından adaleti, şeriata bağlılığı göklere çıkarıldı. devrin büyük tarihçisi kemal paşazade, onun saltanatını, fatih devrinde yapılmış büyük fetihleri teşkilatlandırma ve böylece imparatorluk yapısını kuvvetlendirme, adalet ve hakka dayanan bir idare kurma devri olarak selamlar.

    bayezid devri (1481-1512) kültür bakımından da fatih zamanındaki cereyanlara bir tepkiyi simgeler. o, babası zamanında italyan sanatkarları tarafından yeni saray'ın duvarlarına yapılmış freskoları söktürüp pazarda sattırdı. amasya'da beraberinde gelen ulemanın etkisi altında `şeriatın her alanda uygulayıcı ve dikkatli bir takipçisi olarakkanun ve nizamlarda, idarede,fatih devrinde çok genişleyen örfi devlet kanunlarıalanınıdaralttı`. italya'ya götürülen cem'e karşı halka kendini sevdirmek ve saltanatını kuvvetlendirmek için şeriatı gözetici oldu.

    --- alıntı ---

    zaten fatih'e demediğinizi bırakmamıştınız...

    (bkz: fatih sultan mehmet'in ateist olması)
    (bkz: fatih sultan mehmet'in hıristiyan olması)
    gibi bir sürü alakasız iddia var...
    e tarih şeriatı pek hakkı ile uygulamadığını gösteriyor. demek celal şengör bu yüzden çok seviyormuş adamı :)

    neyse bu iddialardan elbette ben de eksik kalmayacağım:
    fatih sultan mehmet'in komünist olması'nı ekliyorum...
    aynı zamanda biliyorsunuz kamulaştırma konusunda muazzam ileri gitmişti. bence karl marx direkt bizim padişahımızdan etkilenmiş olabilir... neden olmasın?
    biri fesli dondurmacı'ya söylesin bunu... das kapital'i cinler yazdı gibi saçma sapan iddialar yerine das kapital'i fatih sultan mehmet yazdırdı falan desin. cin ne aq? basbaya fatih yazdırmış işte alla alla...

    konusu açılmışken fatih sultan mehmet'in domates yememiş olması başlığını açan troll kardeşimize de selam ederim... ahaha nereden aklına geldi ya muazzam asdjfahs

    ***

    fatih en sevdiğim padişahlardan biridir. yalnız halkımızı şeriata pek uygun yaşatamamış; komünizm öncülü uygulamalar, batı sanatı ve sanatkarları falan n'oluyoruz yani değil mi?

    konuyu sulandırmaya gelmiştim ve görevimi layıkıyla yerine getirdim sanıyorum ki. esen kalın efendim...

  • true detective

    3.sezonunun gelecegine cok sevindim, ancak bu dahil hicbir dizinin bir rust cohle icermeyecegini ve bir daha hicbir dizinin asla bu dizinin 1.sezonu kadar iyi olamayacagini bilmenin buruklugunu da hissetmekteyim.

    matthew mcconaughey abimize saygilar.

  • 14 mayıs 2018 gazze olayları

    yazmayayım diyordum da papağan misali "iki yüzlülük" ve "müslümanlar katlediliyor" diyenleri görünce dayanamadım:

    1- "kimse yazmıyor, bu iki yüzlülük" dediğiniz her konu sayfalarca dolup taşıyor. biraz daha sabredip yazsanız daha isabetli olabilirsiniz.

    2- "iki yüzlülük" deyip paris örneğini verenler islamcıların yediği haltlarda neredeler? darfur katliamı olurken veya güney sudan'da müslümanlar hristiyan katlederken neredelerdi?
    veya 2.dünya savaşından sonraki en büyük kayıpların yaşandığı kongo iç savaşları 'nda 5 milyon insan ölürken neredelerdi? (2003'e dek.) müslüman olmadıkları için sallanmadılar herhalde...

    3- israil'in yediği haltları batı medyası da çatır çatır eleştiriyor. ezbere "batı israil'in yanında" demeden önce iyi düşünmek lazım. çünkü olayın başından beri israil'in yanında sadece abd (trump) var, avrupa, rusya vs. değil. yarın öbür gün saflar değişebilecek olsa da şu anki durum bu.

    4- "`israil kurulurken milyonlarca filistinli katledildi`...
    israilliler o topraklara gelmeye başladığında ilk katliamları, en katlı katliamları bizzat müslümanlar yapmıştır. 1947'de taksim planı yapıldıktan sonra araplar iki uluslu devlet istememiştir ve problem çıkarmaya başlamışlardır. olayları 1948 filistin iç savaşıına taşıyan yegane vaka ise 30 kasım 1947'de sfar kirkin'de yaşanmış ve yahudilerle dolu iki otobüs arka arkaya taranmıştır. ardından dişe diş, kana kan olarak devam etmiştir. (olayların irili ufaklı birkaç on yıllık geçmişi daha olsa da yahudiler daha da az ve güçsüzlerken ingilizlerden dahi destek koparamamışlardır; ingilizler tabiri caize topu ortaya atmışlardır.)

    5- "biz neden bu prostestoyu yapıyoruz?"
    israil'in yönetim biçiminde, yönetildiği şehirde (zaten hep kudüs'tü), yönetildiği mekanizmalarda bir değişiklik yok. sadece abd tanıdı. bu. peki neden protesto yapılıyor?

    abd kudüs'ü başkent olarak tanıyorsa:
    *bunda müslümanları rahatsız eden mevzu nedir? abd kutsal mıdır, nedir? (duygusal soru)
    *bizim için uygulamada neler değişecek? (mantık içeren soru)
    *sonucu belli olan (katliam) bir şekilde protesto etmek yerine, neden uzun vadede gerçekleşecek akılcı yöntemlerle bu kudüs'ün tarafsızlığı sorunu çözülmeye çalışılmıyor?

    gelişme : işte müslümanların bu sorulara verebilecekleri mantıklı cevapları olmadığı için küçücük israil tarafından on yıllardır oyuncak edilmiş durumdalar.

    sonuç: radikalliğe, her türlü fanatizme karşı olmakla beraber; yine fanatik bir devlet olan israil de en hoşnut olmadığım ülkelerden biridir. ancak karşılarında hem fanatik, hem de fanatizm nedenli körlük nedeniyle kendini azıcık bile gelişteremeyen bir topluluk olan müslümanların olması ve kendilerinin de modern dünya nimetlerini (kapitalizm ve arge) oldukça kuvvetli kavramaları neticesinde bulundukları coğrafyada emellerine ulaşamamaları imkansız.

    israil'in fanatizmi, "dini yaşam biçimi" gibi dar bir alana sıkışmış olmadığından müslüman fanatizmine üstünlük sağlayabiliyor.

    israil'deki fanatizm; "yurttaşların birbirlerini kollaması" temelli bir felsefeye dönüştüğü için tutkuları bireylerdeki potansiyeli baskılamıyor. elbette askerlik yapmayı reddedecek kadar ibadet düşkünü vatandaşları olsa da neticede herkes özgür ve dini/kültürel bağları -namaz, ramazan, başörtüsü- gibi kişisel potansiyeli /üretkenliği aşağı çeken unsurlara bağlı değil. bu nedenle bireyler, şirketler ve ülke hep birlikte gelişebiliyor. saydığım unsurlardan ibaret yaşayan müslümanların payına ise mütemadiyen dayak yemek düşüyor.

    velhasıl kelam; karşınızda çok güçlü ve amansız bir düşman olabilir. her zaman olacaktır. asıl sorulması gereken ise şu: "sen neden bu kadar vasıfsız, güçsüz ve acizken böyle kalmakta ısrar ediyorsun?"

  • evlendikten sonra hayatının kadınına rastlamak

    çok kolay bir düşünce testiyle defedilebilecek bir kuruntu:

    dünyada şu an 7 milyar insan var ve senin bulunduğun ülke bunun sadece 1%’i, şehrin ise 0,2%’si, tanıdığın insan nüfusu da dünyadaki insanların 0,0000001'i falan. (bu arada basamakları saydım, sallamadım.)
    yani hiç kimse “en iyi”yi bulmuyor ve bulamayacak da, herkes sadece “çevresindeki en iyi”yi buluyor.

    yarın elindekinden daha x’i venezuela’da veya mozambik’te karşına çıkabilir, bilemezsin. bunun sonu yok. (muhtemelen de herkes “daha x” diye içinden geçirebileceği birine sonradan rastlayacak.)

    ancak eş seçiminde de bir süre yaşamadan “en iyi” nedir bilemezsiniz; yani bir insan ömrü 7 milyarlık bir dünyada “en iyi”yi bulmak için çok kısa.

    sadece eş seçimi değil; hayatta “daha” dediğiniz hiçbir şey size yetmeyecek. o yüzden her konuda “yeterli” diyebileceğiniz asgari standartlarınızı yaratıp bu standartlara kendinizi alıştırın derim.

  • ölüm fikrinin insanları çıldırtmıyor oluşu

    çıldırtmaz olur mu?

    gecenin bu saatinde 29 sayfa (28x25+20 adet) entry okuttu, "acaba insanlar ne düşünüyor, ne kadar çıldırıyor?" diye.

    sorgulamadan inançlı olduğumda hiç korkum olmamıştı; "ölsem şu an hediye olur, iyi olur." derdim. islam, hıristiyanlık, makro felsefe hiç fark etmez. inanıyorsan çıldırmazsın.

    son günlerde tarihle (göçüp giden insanlarla ve eserleriyle) çok iç içe geçtim, yetmedi çok ölüm içeren görüntüler vs. izledim, uyumadan önce "ne için yaşıyoruz?" sorusuyla şu an canlı kanlı kırmızı olan elimin bir gün the walking dead'deki renklere bürüneceğini hatırladım.

    1- öbür dünya varsa sorun yok (tabii cehenneme gitmiyorsan)
    2- ancak olmadığına inanıyorsan ego insanı çok yaralıyor. "ben nasıl kayda değer bir şey yapmadan ölürüm!" hissiyatı geliyor.

    bu kayda değerlik çok keyifli bir hayat yaşamış olman veya zengin olman ile olmaz. elon musk ya da ali ağaoğlu olman çözüm değil.

    bir marcus aurelius olabilir misin, jiddu krishnamurti gibi insanları doğruya yönlendirip öldükten sonra bile dünyaya katkı sağlayabilecek hale gelebilir misin? veya bir tek başına dünyaya unicef kadar katkı verip "yeterince iyilik yaptım" deyip huzurla ölebilir misin? (maalesef 3-5 ya da 13-15 kişiye yardım etmek tatmin etmiyor insanı.)

    bunlardan tatmin olsan bile sonra "daha sonra ne var?" sorusu akla geliyor, gene deliriyorsun. belki bundan 150 sene sonra çoktan mort olmuş olan benim bu entry'mi okuyup (öeeh) aynı hissiyatına çözüm bulmaya çalışan insanlar olacak. aslında bu bile beni rahatsız ediyor, "yok olmam" ne demek? peki beni kim ne hakla dünyaya getirdi?

    ölümün çıldırtmasından daha çok çıldırtan bir şey de şu:

    hepimizin yaptığı; hormonları tavan yapmış iki tane geri zekalının ya istemeden, ya da isteyerek "hadi çocuk yapalım." diye karar verip dünyaya kendilerinin kopyalarından getirmeleri... bu kadar basit mi ya? belki çocuk namaz kılmadı oruç tutmadı diye sonsuza dek cehennemde yanacak (dini inanca göre) ama sen bu ihtimali görmezden gelip "çocuk yapıyorsun". ne hakla ölecek, öncesinde ve sonrasında ızdırap çekebilecek bir canlıyı dünyaya getirmeye kendinde hak görüyorsun ki? bu çok sığ bir hareket, içgüdü gibi ilkel temelli olduğundan tabiatıyla sığ geliyor insana, çok iptidai.

    eğer her sorgulamanın çözümü "din"i es geçersek; antik dönem, roma dönemi filozoflarını okuyunca insan rahatlıyor aslında. o barışıklık, "doğru insan" olabilme çabası ölümü önemsizleştiriyor ama bunları her zaman hatırlayamıyor insan. (bir de onların genelde anlattığı "insanlığa katkı"nın iyi olmak ile yetebileceği fikri yetersiz gelebiliyor.) keşke dinlerin bazı yönleri saçma gelmeseydi de sorgusuz sualsiz inanabilseydim diyorum, ama kitapları okuduktan sonra artık geri dönüşü yok.

    çevremde biri öldüğünde çok etkilenmiyorum, ama aniden, sebepsiz bastıran bu irdeleme hissiyatı beni çok rahatsız ediyor. burada yazdığım gibi var edilişimden itibaren en sonuna kadar bu saçma döngüyü kabul etmekte zorlanıyor, zihnimizin bu farkındalığı yaşamasına da lanet ediyorum. "neden kedi gibi ne olup bittiğini anlamadan göçüp gitmiyoruz ki" diyorum, sonra keşfetmenin, öğrenmenin, yardım edebilmenin verdiği hazzı da kaçırmak istemezdim diyorum; bu da paradoks oluyor çünkü o merak ve öğrenebilme kabiliyeti nedeniyle çıldırıyoruz.

    kendimizi çok özel görüp önemsediğimiz için yediremiyoruz. özet bu aslında. (bu nedenle dünyada bir iz bırakma vs. ile anlamlandırmaya çalışıyoruz, ya da bu çaba dahil her şeyi komple anlamsız bulup çıldırıyoruz.) aslında doğa döngüsünde bir element/bileşik deposundan başka bir şey değilsin. içgüdülerinle yaşa ve öl devam et işte. ama bu kadar derin düşünebilen bir varlığın da kendini özel görmemesini beklemek doğru olur muydu? sanmıyorum. zihin çok ileri gitmiş, vücut alt basamaklarda kalmış (kısa sürede -kime göre neye göre- ölüyor falan), problem buradan başlıyor. insan beyni bu kadar gelişmemeliydi.