femme noir73
profili

  • muhafazakar erkeklerin seküler kiz tercihi

    her insanın, her erkeğin birinci sevgi nesnesi annesidir. annesinin karnında başlar var oluşu. onun parçasıdır. sonra rahminden çıkar kucağına alınır. memesini emer. onunla bir bütün gibidir uzunca süre. sonrasında yavaş ve kademeli olarak ayrıldığı bu cenneti özlemesi ve araması tuhaf değil. hepimiz o cennetten düştük dünyaya sonuçta...

    kadınlar ve erkekler çocukluklarında bu cennetten düşme meselesini farklı deneyimler. çünkü annenin ve babanın pozisyonları kadınlar ve erkekler için farklılaşır bir noktada. erkek çocuğun ödipal arzusunun yöneldiği yer de annesidir. ödipal arzuyla istenen annenin bir eşi vardır tabii. baba. baba ise kocaman cüssesi (ve kocaman penisiyle) oğlunun karşısında dev bir engel oluşturur. annesinin penisi yoktur, babasının vardır. annesinin penisi nereye gitmiştir mesela? birisi onu kesmiş olabilir mi örneğin, bir ceza olarak belki? peki babasının karısını arzulayan oğlana neler olabilir? babası kendi karısını arzulayana nasıl bir ceza verir? onun pipisinin de annesinin kesilmiş pipisinin (çocuğun fantezisinde) akıbetine uğraması mümkün müdür? işte bu anlattığım farazi zihinsel akışın adı kastrasyon anksiyetesidir.

    kastrasyon anksiyetesi çocuğun psikososyal gelişiminin normal bir parçası olsa da her anne baba çocuk üçgeninde aynı şiddette yaşanmaz ve aynı beceriyle çözümlenemez. bunun birçok nedeni olabilir. babanın aşırı sert, baskın olmasından tutun annenin çocuğunun ödipal arzusuna bilinçdışında karşılık vermesi veyahut çocuğun annenin penis ikamesi haline gelmiş olması gibi çeşitli meseleler kastrasyon anksiyetesini yoğunlaştırır.

    kastrasyon kaygısının yükselmesi erkek çocuğun cinsel arzuları ile sevilme/sevme arzularını ikiye bölmesine neden olabilir. bu durumun yetişkin erkekte görünümü cinsel olarak arzuladığı kadınlarla sevgi bağı kurmaması şeklinde vuku bulacaktır. sevebileceği kadınlar ise cinsel olarak arzulamadığı, kutsal kadın figürünü yansıttığı kadınlar olacaktır.

    muhafazakar erkekler anneleri gibi - muhtemelen örtülü, dini bütün - kadınları sever ancak hem onları cinsel olarak arzulamak kastrasyon kaygısını arttırdığı için hem muhafazakar kadınlarda cinselliklerini baskılama ve kendilerini kutsiyetle bağdaştıran bir pozisyona girme sık olduğu için onları cinsel olarak çekici bulmazlar. seküler kadınlar ise hem annelerine benzemediklerinden hem de bu kadınlar kendi cinsellikleri ile ve kendiliklerinin erotik parçalarıyla daha barışık olduğu için bu erkekler için arzulanabilir kadınlardır. ancak bu bölmeyi yapan erkekler arzuladıkları kadınları aynı zamanda kirli, aşağı görürler, ve onlarla duygusal bağ kurmaktan kaçınırlar, çünkü buradaki olası bir sevgi bağı yine kastrasyon kaygılarını arttıracaktır.

    böylece kadınları kutsal ve sevilebilir ile kirli ve sevişilebilir şeklinde ikiye bölerler. muhafazakar erkeklerin ikiye bölünmüş hayatlar sürdürmeleri de bu nedenle sıktır. anneleri gibi kadınlarla evlenme, ancak onları cinsel olarak çekici bulmadıkları için cinsellikleri ile barışık (ve onlara göre kirli) başka kadınlarla evlilik dışı cinsellik yaşama davranışı bu grupta sıktır.

    (islam dinindeki her erkeğe 4 kadın hak hükmü de bu bölmeyi pekiştiren -ve kimbilir belki bu bölmeden köklenen- bir hüküm olarak kabul edilebilir. bu da sosyolojik bir pekiştireç olarak eklenmeli belki buraya.)

  • annesinin hiç öpmeden büyüttüğü çocuk

    yirminci yüzyılın başlarında psikoloji alanında çalışan ve davranışçı ekolü benimsemiş belli isimler çocuklara sevgi ifadesinin fiziksel olarak yapılmasına karşıydı. bunların başında john b watson gelir.

    watson çocukla anne arasındaki bağın temelde yiyeceğe ve fiziksel bakıma yönlenmiş bir bağ olduğunu şefkat davranışının gereksiz ve hatta tehlikeli olduğunu düşünürdü. watson'a göre ebeveyn çocuğuna kesinlikle sarılmamalı, öpmemeli ve onu kucaklamamalıdır. eğer çocuğu öpmek gerekliyse alnından küçük bir öpücük ile yapılmalı, sabahları çocuklarla el sıkışmalı ve övgü gerekliyse omzuna vurulmalıdır. bunların dışındaki temasların çocukları 'temas arsızı' yapacağına ve erişkinlik hayatlarında da temas bağımlısı olmalarına neden olacağını söyleyen watson, çocukların bağımsızlıklarını kazanabilmeleri için şefkatten uzak yetiştirilmelerinin doğru olduğunu belirtirdi.

    bu söylemlerden birkaç dekad sonra harry harlow isimli bir psikoloji araştırmacısı bu fikirlerin doğru olmadığına ve çocuğun fiziksel bakım kadar duygusal bakıma da ihtiyacı olduğuna inanarak, insanlara benzerlikleri bulunan rhesus maymunları ile yapılacak bir dizi psikoloji deneyi kurgular.

    bu deneylerde yenidoğan rhesus maymunları annelerinden ayırılır. maymunların koyulacağı ortama vekil anne olarak iki nesne tasarlar. bunlardan birincisi telden yapılmış ama üzerinde sütle dolu biberon bulunan bir nesne, diğeri ise tüylü ve yumuşak ancak üzerinde yiyecek barındırmayan bir nesnedir.

    maymun yavruları istisnasız şekilde tüylü nesneyi tercih ederler. çok acıktıklarında tel maymuna gitseler de hemen sonrasında peluş maymuna giderek onun yanında kalırlar. yani harlow'un öngördüğü gibi, maymunlar yiyecek temelli değil şefkat temelli bağ arayışı içindedir.

    deneyin bir diğer aşamasında maymun yavrularının daha geniş bir alanda davranışları gözlemlenir. eğer vekil anne odadaysa yavrular ortamı araştırıp keşfetmekte, vekil anne odadan alınırsa donup kalma, bağırma, panikleme gibi davranışlar sergilemekte ve oldukları yerden kıpırdamamaktadırlar.

    benzer şekilde insan yavrusunun fiziksel ihtiyaçlarını karşılamak da yeterli bir ebeveynlik anlamına gelmez. çocukların en büyük ihtiyacı da şefkat ve sevilmektir. hatta fiziksel açlık ve yoksunluğun etkisi şefkat eksikliğinden çok daha hafiftir diyebilirim. çocukların büyümeleri, hayatı keşfetmeleri, serpilmeleri için şefkat çok sağlam bir zemin hazırlar. lütfen çocuklarınızı bol bol öpün, sarılın, temas edin, sevdiğimi bilir o demeyin, çocuklar dünyayı erişkinler gibi algılamaz, hayata onların gözünden bakmaya çalışın ve ihtiyaçlarını kafanızda tartarken bu bakış açısıyla hesap yapın.

    * yazıyı yazarken şunu da düşündüm, etik ne kadar önemli bir unsur. etik sınırlar olmazsa bilim işkenceye dönüşebiliyor. o maymun yavrularının bizim bunları öğrenmemiz için böyle kötü muameleye maruz kalması çok çok üzücü. şefkat tüm dünyaya lazım, insana, hayvana, doğaya...

  • burun tıkanıklığına iyi gelen şeyler

    orgazm.

    orgazm esnasında sempatik sinir sistemi uyarılır. bu vücuttaki damarların daralmasına neden olur. burun mukozasındaki damarların daralması burundaki tıkanıklığı ortadan kaldıracaktır. elbette sempatik uyarı geçici bir durum olduğu için burun açıldıktan bir süre sonra damarlar tekrar eski haline gelecek ve burundaki tıkanıklık yineleyecektir ama yine de bu vesileyle hem orgazm olmuş olursunuz hem de daha iyi nefes alırsınız.

  • maske takmak işe yarıyor mu yaramıyor mu sorunsalı

    sabah en yakın arkadaşlarımdan biriyle sohbet ediyorduk. yurtdışında yaşıyor. her yerde covid vakalarının hızlı artışından söz ettik. bir arkadaşları, yaşadıkları ülkede büyük bir şirkette yöneticiymiş. 30000 kişilik bir çalışan örneklemi var elinde ve tüm datalar ondan geçiyor. sık sık toplantılar yapılıyormuş ve elbette birçok covid vakası olmuş çalışanlar içinde.

    kendi örneklemlerindeki sonuç şu, covid pozitif vakaların katıldığı indoor toplantılarda hasta olan da diğerleri de maskeliyken bulaş sayısı sıfır. rakamla 0.

    kendi deneyimimi ekleyeyim. geçen ay gördüğüm bir hastanın, bana geldikten iki gün sonra semptom gösterdiğini ve pozitif çıktığını öğrendim. ama bunu maalesef geç ve hatta tesadüfen bildirdi bana, 11 gün geçmişti. semptomum yoktu ama asemptomatik vaka olma ihtimalime karşı o günkü randevularımı online'a çevirdim ve hemen gidip pcr için örnek verdim. sonuç negatif geldi.
    psikiyatrik görüşme sürekli konuşulan ve doğal olarak damlacık çıkarılan bir görüşme. aldığım önlemler, iki tarafın da maskeli olması, pencerenin sürekli açık olması ve aramızda 1,5 metrenin üstünde mesafe olmasıydı. son dönemdeki vaka artışı, ve beni arayıp pozitif ya da temaslı olduğunu söyleyen, randevu erteleyen ya da yüzyüze görüşmeyi online'a çeviren hasta sayım düşünülürse bir bu kadar pozitif (presemptomatik ya da asemptomatik) ya da bilmediği halde temaslı olan kişiyle görüşme yapıyor olmalıyım. henüz/şimdilik covid geçirmedim.

    yani, maskenin epey koruyucu olduğunu söyleyebiliriz. yüzde yüz olamaz elbette, covid olan herkes maskesiz olduğu için covid olmadı ama yine de ciddi bir koruyuculuk sağlıyor her iki taraf maske taktığında.

    * vaka artışı ve mesleki risk nedeniyle durumu tarttım ve bir aşı çalışmasına gönüllü oldum. ilk dozumu geçen hafta vuruldum. placebo değildir diye umuyorum. bu vesileyle belirteyim, aşı dünyada gelmiş geçmiş en büyük tıbbi gelişme olabilir. vücudun kendi bağışıklık sistemini aktive ederek onu bulaşıcı hastalıktan korumak... dahiyane bir fikir.

  • insan neden yazar

    cioran kendisinin neden yazdığını şöyle anlatır,

    ''kitaplarımın her biri yılgınlık karşısında bir zaferdir. kitaplarımın birçok kusuru vardır ama onlar mamul değildirler, hakikaten sıcağı sıcağına yazılmışlardır: birine şamar atmak yerine, şedit bir şey yazarım. dolayısıyla söz konusu olan edebiyat değildir, parçalara dayalı bir tedavi usülüdür: intikamlardır bunlar.
    kitaplarım kendim için ya da birine karşı harekete geçmemek için yazılmış cümlelerdir. başarısızlığa uğramış eylemler. bildik bir olgudur bu, ama benim durumumda sistemlidir.''

  • ikna

    patates, avrupa kıtası'na ilk geldiğinde, açlıkla mücadele eden ve kolay yetişen ve pişirilen patatesi sevinçle karşılayan irlanda dışında, çiftçinin direnciyle karşılanmış.

    almanya'da 2. frederick ve rusya'da çariçe katerina halkı ekime zorlamak durumunda kalmış. fransa'da 16. louis ise farklı bir strateji izlemiş.

    patatesin besin değeri yüksek olduğu için yaygın şekilde ekilmesini öneren eczacı parmentier'i dinleyen kral, marie antoinette'in saçına, kendisinin ise yakasına patates çiçeği takmaya başlamış. bu davranış hızla soylular arasında moda olmuş.

    daha sonra kraliyet arazisine patates ektirip sonrasında başına en seçkin muhafızlarını dikmiş. bu halkta büyük merak uyandırmış. muhafızlar geceyarısı araziden ayrılmaları yönünde emir aldığı için halk gece gelip patatesleri çalıp arazilerine ekmeye başlamış.

    birini bir şeye ikna etmenin yolu nadiren çatışmadan ya da tartışmadan geçiyor.
    ülkenin kralı bile olsanız, o şey halk için faydalı bile olsa, bir eylemi zorla yaptırmak her zaman sıkıntılı bir süreç oluyor.
    bir insanı bir şeye ikna etmenin belki tek yolu var, karşıdakine bu şeyi istediğini düşündürmek.

    * bunu salt kendi ajandanız için yapmaya zihinsel manipülasyon deniyor. kötü niyetle kullanmayınız. soğuk içiniz.

  • girdiği iddia sonucu felç geçiren çocuk

    hayat, bir seçimler bütünü, seçimler portedeki birer nota gibi diziliyor, notalar dizildikçe yavaş yavaş bir beste şekilleniyor. o notayı oraya yerleştirirken bütünün üzerindeki etkisi hakkında kısmî bir fikrimiz olabiliyor ancak. çünkü o seçilen nota belki ardılını çağrıştıracak, o da kendi ardılını...

    bu olaya bakınca şunu görüyorum: genç bir çocuk, bu kadar kötü olabileceği kestirilemeyen bir seçim, bu seçime önayak olmuş bir başka genç çocuk var. bunun sonucunda son derece dramatik ve üzücü bir sonuç gelişmiş. kendisine şifa, ailesine sabır ve metanet diliyorum.

    bunun dışında yapılan yorumların, özellikle de doğal seleksiyona dair, çocuğun aptallığına, kızın kötü niyetliliğine dair yorumların çoğunluğu, olay hakkında değil yorum sahiplerine dair bir şeyler söylüyor.

    bu olaydan yola çıksam da bahsetmek istediğim konu, ötekinin yetersizliği söylemi üzerinden sağlanan doyum hakkında olacak; gerek böyle anonim ortamlarda kamuya açık olarak yapılan yerici yorumlar gerekse iki kişinin özelinde yapılan ve üçüncü bir kişiyi yeren yorumlara dair olacak söyleyeceklerim.

    hepimiz başkaları hakkında düşünürüz. onların yaşadıkları olayları izler, davranışlarını gözlemler, olaylar ve kişinin varoluş şekli arasında bağlantılar kurarız. 'böyle yaptı çünkü böyle hissediyor/düşünüyor' şeklinde çıkarsama yapmak insanın ötekiyle kendi içinde kurduğu bağlantının ilk adımıdır.

    bunu yaparken dünyayı ve ötekini algılamamıza dair belirli şemalar oluşur çünkü algılanan değişse de algılayan sabittir, yani kişinin kendisi.
    insanlara dair düşünceleriniz ne şekildeyse dış dünyaya ötekini anlatma şekliniz de öyle oluyor.

    herkes dedikodu yapar, herkes ötekini eleştirebilir, ama bununla ilgili bazı incelikler var. bu davranışı sürekli ve olay bazlı değil kişilik temelli yapıyor olmanın nedenleri ve süreğen olmasa da sıkça yapmanın sonuçları, üstünde düşünmeye değer noktalar.

    birinci olarak neden bunu süreğen olarak yapmak, başkalarını kötülemek, hor görmek ihtiyacı içindesiniz sorusuna cevap aramak gerekiyor. başkasını hor görerek kendinizi iyi, yeterli, güzel, akıllı hissetmeye ihtiyacınız olması çok muhtemel. kötü haber şu, başkasını küçümsemek sizi büyütmeyecek. iyi haber ise kendinizi geliştirmeye çalışıp hakikaten büyüyebilirsiniz.

    ikinci konu ise bu edimin sonucu. diyelim ki bu davranış, sizde bir eksiklik duygusu varolması nedeniyle gelişecek ölçüde yoğun ve şiddetli görülmüyor. yine de bu davranışın bir sonucu oluyor. ötekini hor görmenin en büyük ve farkında olunması zor tehlikesi kendini üstün görme tuzağı. başkalarını sürekli eleştirmek kendinizi ötekinden üstün görme tehlikesi, kendilik algısında kayma ihtimali yaratıyor.

    hatalar, yanlışlar, kabahatler insan için. kusursuz insan olmaz. hanginiz yanlış yapmadı, hanginiz saçmalamadı da gencecik bir çocuğun katastrofik sonuçlanan hatasını böyle acımasızca eleştirme hakkını görüyorsunuz kendinizde? emin olun ilk taşı günahsız olan atacak olsa hepimizin taşı elinde kalır.

  • anneler günü

    dün, 'yarın anneler günü' diye düşünürken hep annemi düşündüm. programı da ona göre kurguladım kafamda. eşime kafamdaki şeyleri anlatırken gülümseyerek dedi ki 'unuttun galiba, senin de anneler günün yarın'

    sonra şunu fark ettim, insan annesi hayattayken içinde bir yerde kendini çocuk olarak tanımlıyor, annenizin varlığı sizi birinin çocuğu kılarken çocukluğunuzun hâlâ var olduğunun da kanıtı oluyor.

    annemiz kişisel tarihimizin çok önemli bir parçası olduğu gibi, bizim bilmediğimiz kısımlarının da taşıyıcısı aynı zamanda. bizim anımsayamadığımız binlerce anıyı zihninde taşırken, belki kendiliğimiz için bir arşiv de oluyor annemiz. game of thrones'da brandon stark, diyar için neyse annemiz de bizim için o aslında. diyarımızın kayıp tarihinin tarihçisi annemiz.

    varlığımızı birçok anlamda borçlu olduğumuz kişi, iyi bir anneyse varlığının bir kısmını varlığımıza armağan etmiş kişi, bizim bilmediğimiz anlarımızın tarihçisi, sevgiyle büyüttüyse dünyanın en büyük hediyesini bize vermiş kişi. böyle bir hediyeye bir objeyle ya da onu anacağımız bir günle karşılık vermek imkansız ama onların bize sunduğu hayatı doyasıya, güzellikle, mutlulukla yaşamak bu ilk hediyeye bir karşılık olabilir belki. çünkü şunu çok iyi biliyorum, bir anne için çocuğunun mutluluğu kadar büyük bir güzellik olamaz.

    doğurduğu ya da büyüttüğü çocuğunu, sevgiyle yetiştiren tüm annelerin gününü kutluyorum.

  • güzel kızların depresyona hiç girmemesi

    çok güzel bir hastam var. gerçekten bir içim su. gencecik. çok da akıllı ve tatlı bir kız.
    hastalığını, öyküsünü burada paylaşmayacağım ama ona dair tek bir şey yazayım:
    kendini güzel bile bulmuyor.

    bu konuda söyleyeceklerim bu kadar.

  • mutsuzluk ve depresyona iyi gelen şey

    mutsuzluk ve depresyonu aynı kefeye koymak sık rastladığım bir hata.

    mutsuzluk bir duygulanım. duyguları hayatın müziği gibi düşünebiliriz. bir senfoniyi hayal edin. müziğin yükseldiği ve alçaldığı yerler olacak. bazen tutkulu bazen dingin, bazen hüzünlü bazen coşkulu çalacak orkestra. duygulanım bunun gibidir işte. duygular asla sabit değildir. reaktiftir. yaşamdaki olaylara yanıt olarak ortaya çıkarlar. olumsuz olaylar negatif duygulara, olumlu olaylar pozitif duygulara neden olur.

    negatif kelimesi olumsuzluk imlese de negatif duygular da önemli ve gereklidir. örneğin mutsuzluk. mutsuz olmayan biri hayatında değişiklik yapmaya niyetlenmez. hayatında olumsuz olaylar olan insanın, buna dur demek için mutsuzluğun yaratacağı zihinsel duruma ihtiyacı vardır. mutsuzluk itici bir güç olabilir. ayrıca mutsuzluk sorgulamaya da yarar; ne oldu, neden oldu, neden böyle oldu soruları gelecek için bir yol çizebilir. mutsuzluk öğretir. ve mutsuzluk geçicidir. hiçbir duygu kalıcı değildir. neşe de mutsuzluk da öfke de üzerinizden akar ve geçer.

    gelelim depresyona...depresyon bir hastalık. bir duygudurum bozukluğu. ama depresyonun tek belirtisi mutsuzluk değil. depresyon duygusal düzlem kadar bilişsel ve bedensel alanı da etkileyen bir hastalık. evet, depresyonda mutsuzluk görülür ama mutsuzluğun yanında
    hayattan ve eskiden haz alınan eylemlerden zevk alamama,
    hayata karşı genel bir isteksizlik,
    kolay öfkelenme,
    tahammülsüzlük,
    unutkanlık,
    konsantrasyon güçlüğü,
    uyku ve iştahta değişiklikler,
    yorgunluk,
    bedensel ağrılar,
    enerji kaybı,
    pasif ya da aktif intihar düşünceleri
    ve bütün bunların sonucunda işlevsellikte kayıplar görülür.
    depresyon çok ciddi bir hastalıktır ve asla hafife alınmamalıdır.

    mutsuzluğa iyi gelecek seylerin en önemlisi, sizi oraya getiren olaylara müdahale etmektir. mutsuzluğun kaynağına müdahale etmek yani. sizi mutsuz eden bir evliliğiniz varsa sorunu çözmek için çift terapisine gitmek ya da olmuyorsa boşanmak gibi.
    bazı mutsuzluklar ise o üzüntünün yaşanmasıyla ve zaman içinde ortadan kaybolur, örneğin yas süreci, o acı yaşanır ve zaman içinde diner.

    depresyon ise nörobiyolojik boyutu da olan bir hastalıktır. depresyonu olan kişi muhakkak psikiyatriste başvurmalı. muhakkak onun da yaşamsal bir zemini var, kötü çocukluk, olumsuz ebeveyn tutumlarına maruz kalmış olmak, insan ilişkilerinde sorunlar sıklıkla depresyona zemin oluşturuyor, bunlar için de psikoterapi faydalı olur.

    hiçbir duygu yok ki hayatta yeri olmasın, mutsuzluğu bir fırsat olarak görün. duygunuzu yaşayın, üzerine düşünün ve gereken neyse yapın.
    depresyon içinse hızla tedaviye başvurun.

  • erkeklerdeki popo merakı

    kadınlar ve erkekleri ayıran bedensel özelliklerin belirgin oluşu, her iki cinsiyet için çekicidir.
    desmond morris, kadınlarda ince uzun boyun, ince bel, dolgun kalça ve memeler gibi özellikleri süper dişi özellikler olarak tanımlıyor.

    kadınların kalçasının erkeklere kıyasla çıkık oluşu, daha yağlı bir dokuya sahip olması ve yürürken sallanışı, erkeklere cinsel olarak güçlü bir mesaj verir.

    kalçalara dair şöyle evrimsel bir spekülasyon var:

    ilkel atalarımız primatlar gibi arkadan çifleşmekteydi, bu nedenle kalçası geniş dişiler daha güçlü bir cinsel mesaj veriyordu. kalça büyüdükçe mesaj güçlendi ancak bir noktada arkadan çiftleşmek zorlaştı ve önden çiftleşmeye başladılar. bu yaklaşımın sonucunda önde yer alan süper dişi özelliklerden olan memeler de önemli hale geldi. bunun sonucunda ise kalça ve meme büyüklükleri birbirini dengeledi ve vücut dinamiği açısından da avantaj yarattı.

    bu spekülasyon doğru olsun ya da olmasın, cinsiyetleri birbirinden ayıran bedensel özelliklerin cinsel çekicilik yönünden önemli olduğu bir gerçek. son yıllarda güzellik ölçütü olan kalça, bel, meme boyutları yukarıdaki spekülasyondakinin tersine, giderek fantastik hale geliyor. örneğin son birkaç yıl içinde, neredeyse olağan hareketi bozacak ölçüde devasa kalçalar moda(!) oldu. ben bunu günümüzde cinsiyetler arası farklılıkların azalması ve gender neutrality'nin artışı ile açıklıyorum. süper dişi ve süper erkeksi özelliklere ilgi, bu nötralite eğilimine reaktif olarak artıyor olabilir.

    özetle, kalçanın erkekler için cinsel olarak çekici bir bölge olması doğal bir durum, çünkü hem süper dişi özelliklerden biri hem de östrojen ile genişleyen kalçalar doğurganlık açısından gösterge.

    sosyobiyoloji ve antropolojiye meraklı kişiler için keyifle okunacak kitap önerisi de vereyim:

    desmond morris - the naked man ve the naked woman

  • pornografi ile erotizm ayrımı

    erotizm cinsel eyleme atıflar yaparak cinsel gerilimin arttırılmasına;
    pornografi ise cinsel eylemi bize sunarak cinsel gerilimin azaltılmasına yöneliktir.

    cinsel isteksizliği olan kişiye erotizm, sertleşme/uyarılma güçlüğü olan kişiye ise pornografi iyi gelir.

  • rahatsız edici gerçekler

    hayatta hiç bir gerçek yoktur ki rahatsız edici olmasın. insan zihninin çalışma şekli, gerçeği zihinsel filtresinden geçirerek ve bu nedenle eğip bükerek anlatıya çevirmek şeklindedir.

    hayatı gerçeklerle anlayamayız, önümüze yığılan veriler bize bir şey ifade etmez, ta ki onları anlatıya çevirene kadar. bu yüzden bilimle az sayıda insan ilgilenmesine rağmen bilimkurgu çok sevilen bir tür. bu yüzden dinler asla yok olmayacak, türümüzün son gününe kadar inanç var olacak, çünkü din belki var olan anlatılar içinde en güçlü olanı.

    ne demiştik? evet, gerçek ve anlatı. gerçeği kişisel bir anlatıya çevirdiğimiz anda gerçek ve gerçeklik diye iki antite var oluyor. bu bir kural. en 'gerçekçi' insan için de 'gerçeği görürüm, yaşarım ben' diyen insan de bu kural geçerli. bu iki antite arasındaki boşluk bazen bir parmak kalınlığında bazen ise bir uçurum kadar geniş olabiliyor. insanlar farklı, gerçekler farklı, gerçeklikler farklı.

    geçenlerde bir kadın hasta bana eşiyle ilgili dertlerini anlattı. ben de diğer seansa eşini de çağırdım. eşi aynı olayları neredeyse tamamen farklı bir hikâyeyle anlattı. sanki ikisi birbiriyle değil, farklı insanlarla evli ve olayları o ötekilerle yaşıyor gibi. yalancı ya da psikotik olduklarından değil; gerçeklikleri, gerçekten ve birbirlerinin gerçekliğinden çok farklı olduğu için olayı böyle anlatıyorlar.

    gerçekler rahatsız edicidir çünkü anlatımızın içinde dönüştükleri şeyden farklıdırlar. hayatımızda belli noktalarda bu fark sorunlara yol açar, gerçeğe bakmak ve kendi gerçekliğimizi sorgulamak durumunda kalırız. bu, insan için zorlayıcı ve rahatsız edici bir deneyimdir ama bu süreçten darmadağın olmadan ve oluşan kırıklarını onararak çıkan insan, sonrasında yine kendi gerçekliği içinde yaşasa da orada bir gerçeğin olduğunu bilir, esnemekte zorlanmaz, hayatla daha iyi akar, kendini kabullenir.

  • akp'ye oy verenler şimdi neler düşünüyorlar

    psikolojide cognitive dissonance/bilişsel çelişki diye bir kavram var. kişinin önceki bilgileri, inançları, duyguları, hayata bakışı bir çerçeve oluşturuyor ve bu çerçeveye uymayan her türlü bilgi bilişsel çelişki yaratıyor.

    peki insanlar çerçevelerine uymayan bilgilerle karşılaşınca ve bilişsel çelişki yaşayınca ne yapıyor?

    beklediğiniz şey şu, bilgiyi çerçeveyi dönüştürmek için kullanmak. gerçekte olan şey ise şu, bilgiyi çerçeveye uyması için çarpıtmak ya da bilgiyi reddetmek. şu da sık görülen bir durum, çerçevenize uyan bir bilginin yanlışlığı kanıtlandı diyelim. bu bilginin yanlış olduğunu kabul etmemeye meylediyorsunuz.

    buna motivated reasoning yani güdülenmiş muhakeme deniliyor. bilişsel çelişkiyi azaltmak için kullanılıyor.

    güdülenmiş muhakeme her insanın yaptığı bir şey ama her insan aynı düzeyde yapmıyor bunu. yapılan çalışmalarda en önemli üç faktör şunlar olarak bulunmuş:

    * o konuda geniş bilgi sahibi olmak. mesela yıllardır doktorsunuz ve bir hastanız klinik pratiğinizde hiç denk gelmediğiniz bir yan etki tarifliyor. ona inanmayıp bu belirtiyi kapris, psikolojik etki, mızmızlık gibi yorumlama ihtimaliniz yüksek.
    özellikle profesyonel alanlarda bu faktör sık karşımıza çıkıyor.

    toplumsal konularda ise şu iki faktör önemli:

    * o konuya dair güçlü inançlara, duygulara sahip olmak. örneğin çok sevdiğiniz, desteklediğiniz, gönül verdiğiniz bir politikacı/liderin yolsuzluk yaptığı, yalan söylediği, gücünü kötüye kullandığı bilgisiyle karşılaşınca, kanıtlara rağmen bu bilgiyi reddetmek, iftira, komplo demek.

    * sağcı(muhafazakar) olmak. evet, sağcılar solculara göre güdülenmiş muhakemeyi daha çok kullanıyor. iki grupta da güdülenmiş muhakeme görülse de sağ seçmenin bu konudaki skorları daha yüksek.

    bahsetmeden geçmek istemediğim bir kavram daha var. backfire effect/geri tepme etkisi. bir kişiye inancına, bilgisine ters gelen bir bilgiyi sunduğunuzda, bunu kanıtıyla bile yapsanız karşıdaki kişi bu bilgiyi kabul etmiyor demiştim. hatta tam tersi yanlış inancına daha sıkı sarılabiliyor, buna geri tepme etkisi deniliyor. aşı ile ilgili yapılan bir çalışmada aileler bilgilendirme öncesi ve sonrası skorlanıyor. ailelerden aşı karşıtı olanların bilgilendirme sonrası skorları daha kötü, yani kesin bilgiye rağmen aşı karşıtlıkları artmış.
    sağ seçmende bu faktörün skorları da daha yüksek cıkmış.

    need for cognitive closure diye bir başka kavram daha var. (bizde closure kelimesinin türkçe karşılığı yok maalesef (ya da ben bilmiyorum), işleri sallantıda bırakmayı sevdiğimiz içindir belki.)
    bilişsel closure ihtiyacı yani kişinin gerçekler ve inançları arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırma ihtiyacı sağcılarda daha fazla. solcular ise çelişkiyi daha iyi tolere ediyor. çelişkiyi tolere edemeyen fikrini değil gerçekleri değiştirmeye daha meyilli olduğu için sağcılarda geri tepme etkisinin daha yüksek olması beklenir bir durum.

    sadede geleyim, sadece para, pul, makarna yüzünden değil, psikolojik dinamikler yüzünden çoğu akp seçmeni reza zarrab davasını komplo, zarrab'ı amerikan ajanı olarak görüyor.
    çünkü sadece bilişsel çelişkiyi tolere edip, gerçeklerle yüzleşmeye cesareti olanlar kendi çerçevesini değiştirebilir.

  • boşalmayı geciktirmenin yolları

    kendi kendinize yapabileceğiniz küçük bir egzersiz öğreteyim size
    (sen kimsin yahu diye düşünenler için ara not: cinsel terapistim)

    mastürbasyon yaparken bir yandan boşalma duyumuna odaklanmaya çalışın. boşalma gerçekleşmeden hemen önce, belli bedensel öncül işaretleri olur. karın kaslarında kasılma, testislerin yukarı çekilmesi gibi.

    mümkün mertebe bu duyumlara odaklanın ve öncül belirtiler oluşunca uyarıyı kesin, boşalma hissi geçene kadar bekleyin ve tekrar kendinizi uyarın. bu durdurmayı üç kez tekrarlayıp öyle boşalın. kontrolünuz iyileştikçe aynı egzersizi, uyarıyı durdurmak yerine yavaşlatarak yapın.

    bu duyumlara odaklanmaya, boşalma hissine iyice aşina olduğunuzda ve mastürbasyonda tam kontrol sağlandıktan sonra bunu birleşme sırasında uygulamaya çalışın. hakim pozisyonda olmaya çalışın ki istediğiniz zaman yavaşlayabilin. partnerinizle bu konuyu konuşmanız da iyi olur, o da size yardımcı olur böylece. boşalma hissinin öncül işaretleri geldiğinde yavaşlayın ki erken boşalmayasınız.

    boşalma kontrolü çok da kötü olmayan birisi için self egzersiz bile işe yarayabilir. ancak kontrol hiç yoksa ve self egzersize rağmen erken boşalıyorsanız cinsel terapiye başvurun. erken boşalma cinsel terapiye çok iyi yanıt veren bir cinsel işlev bozukluğudur.

    kamu spotu:
    antidepresanların bazıları boşalmayı geciktirse bile başka cinsel işlevleri olumsuz etkileyebilirler. özellikle de ortada depresyon yoksa. ayrıca her ilaç doktor kontrolünde kullanılmalıdır, bunu unutmayın. lütfen bilip bilmeden ilaç kullanmayın ve bu tip önerilerde bulunmayın.

  • atatürk heykellerinin yıkılacağı gün

    atatürk'e karşı nefret duymanın sosyolojik olduğu kadar psikolojik temelleri olabileceğini düşünüyorum. ülkenin kurucu liderinden nefret etmenin nedenlerinden biri, tabandan değil yukarıdan gelen devrimin, toplumu sert şekilde dönüştürmesine gelen sosyolojik direnç. bu durum belki cumhuriyet'in ilk yılları için geçerli ve anlaşılır bir haldi. halk kendi içinden çıkmayan, kendine zorla getirilen modernizme, elindeki tek şey olan cehalete tutunarak direniyordu. adalet ağaoğlu bu hali, ölmeye yatmak isimli romanında anlatır. okula başı açık gönderilen kızların, babalarında yarattığı öfke...

    tabandan gelmesini bekliyor olsak şu andakinden bile 200 yıl geride olacağımız aşikar olduğu hâlde hâlâ bu nefreti sürdürmek ise psikolojik bir zemine sahip gibi geliyor bana.

    muhafazakâr ailelerin genelinin ataerkil bir düzeni ve baskın karakterli babaları var. modern dünyaya uymaya istekli çocukları olan babalar...çocuklarının, yaşam tarzının kendilerinden farklı olma ihtimali her ebeveyni tedirgin eder. ancak bu dominant babalar buna kesinlikle izin vermeyen ebeveynler.

    her çocuk ayrılmak ve bireyleşmek ister ve buna koyulan engeller onda bilinçdışı bir huzursuzluk ve öfke yaratır. ben bu öfkenin atatürk'e projekte edildiğini düşünüyorum. babaya duyulan bilinçdışı öfkenin kanalize edileceği uygun bir nesne; hem babanın 'sevmediği', hem de ülke için bir baba figürü olan. ebeveyninize ne kadar öfkelenseniz de bunu gerçek yoğunluğu ile ortaya koymak mümkün olmaz çünkü ebeveynler sevginin ve bakımın birincil kaynağı olarak girer insanın hayatına ve insan için en önemli ruhsal figürleri oluşturur. bu öfkeyi babayı sembolize eden, çağrıştıran başka kavramlara projekte etmek, sık görülen bir durum.

    atatürk'e yoğun öfke besleyen, karşıtlık ortaya koyan figürlerin yaşam öykülerine baktığınızda da genellikle kötü bir baba-çocuk ilişkisi görürsünüz. bunun tesadüf olduğunu sanmıyorum.

    oy kullanma davranışından, trafikteki sürücü davranışlarına, ideolojik tutumlara kadar birçok alanın, bilinçdışında denk geldiği bir yerler var. davranışlarımız, tutumlarımız asla rastgele ve yüzeysel olmuyor. derinlere bakmak zor olsa da, bazı şeyleri anlamak ve anlamlandırmak ancak bu şekilde kolaylaşıyor.

  • the red pill

    red pill nedir fikrim var ancak tam olarak bilmediğimi belirterek başlamam doğru olur. ve itiraf edeyim, durumum vardı, ama okumadım.
    neden okumadım? çünkü bugüne kadar okuduğum kadın ve erkeği sınıflandıran, kutuplaştıran her türlü düşünce sistemi bana benzer şeyler düşündürdü. 10 yıl önce olsa muhakkak vakit ayırıp okurdum ama şimdi vakit az, iş çok.

    zaten red pill konusundan ziyade kadın-erkek dinamiklerinden bahsetmek istiyorum. gerek meslek hayatımda gerekse sosyal medyada 'bu erkekler kadir kıymet bilmez / bu kadınlar ancak kötü davranırsan seni sever' gibi tutumlarla sık karşılaşıyorum. karşı cinse dair deneyimlerimiz, onlarla ilgili bir şablon oluşturuyor zihnimizde. zaten öğrenmenin böyle bir yanı var, trafikte tuğralı doblo görünce uzaklaşmak da pattern okuma ve analiz etme süreçlerinin bir sonucu. ancak önemli bir fark var bu iki örnek arasında. tuğralı doblonun trafikte karşımıza çıkması ile ilgili hiçbir şey yapamayız, oysa hayatımıza giren insanları biz seçiyoruz.

    evet, biz. kimse kimseyle zorla sevgili olmuyor, eşinizle silah zoruyla nikah masasına oturmuyorsunuz. yani şikayet ettiğiniz topluluk, sizin kendi ellerinizle hayatınıza dahil ettiğiniz insanlardan oluşuyor. şimdi birileri diyecek ki 'evet, ben de bu gidişe bir dur demek istiyorum'.

    harika fikir. o zaman öncelikle yapmanız gereken şey, kadınları/erkekleri - yani tanıdığınız kadarıyla, hayatınıza girmiş olanlardan öğrendiğiniz kadarıyla kadınları/erkekleri - eleştirmek olmamalı. öncelikle bakmanız gereken şey ayna. ben neden bu tip insanları hayatıma sokuyorum, neden ilişkilerim bu hale geliyor, ben süreçte ne yapıyorum da bu iş sarpa sarıyor demeniz gerekir. tabii buna yüzeysel bakarsanız şöyle taktikler izlersiniz; 'bu adamı/kadını çok sevdim, çok ilgi gösterdim, beni terk etti, demek ki karşı cinse kötü davranırsam ilişkilerim düzelir' veya 'kadınlar/erkekler benim onlara verdiğim değeri hak etmiyor, onları değersizleştireceğim, meta haline getireceğim'

    bu düşünce yürütme biçimi, insan gibi kompleks bir canlıyı anlayamadığınızı gösterir. burada seçimlerinizin daha derin ve çoğunluğu bilinçdışı olan kökleriyle ilgilenmeniz gerekir. yukarıda belirttiğim taktikler, 42 beden olduğunuz halde 36 beden kıyafet almak gibi, o giysinin içinde asla rahat edemezsiniz. cinsiyetçi taktikler sizi şikayet ettiğiniz bir örüntüden çıkarıp başka bir örüntünün esiri yapar. asıl mesele kendi patternini kendin yazabilmek.

    ilişkilerinizde yineleyen dertler varsa, 'bütün kadınlar / erkekler böyledir, şöyledir' diyorsanız başvurmanız gereken yer red pill değil psikoterapidir. kendinizi anlar ve hikayenizi yeniden anlamlandırabilirseniz, 42 beden olmaktan rahatsız olmayabilir veya kilo verip 36 beden kıyafetin içinde rahat edebilirsiniz. en nihayetinde herkesin yolculuğu biricik. yola düşüp görmek gerek.

    sözün özü:
    yoğun şekilde ilişkisel sorunlar yaşayan insanların red pill okuyarak bulacağı tek şey, üzülerek söylüyorum ki bir başka blue pill'dir.

  • var olmayan birine aşık olmak

    “aşık olmak varlığından haberdar olmadığınız bir hüsranın hatırlatılmasıdır; birini istemiş, bir şeyden mahrum kalmışsınızdır ve sonra birden o şey karşınızda belirir. bu deneyimle yenilenen yoğun bir hüsran ve yoğun bir tatmindir.

    tuhaf bir biçimde sanki beklediğiniz biri vardır ama o kişi gelene kadar beklediğinizin o olduğundan haberiniz yoktur. daha öncesinde hayatınızda bir şeyin eksik olduğunun farkında olun ya da olmayın, istediğiniz kişiyle tanıştığınızda o farkındalığa erişirsiniz.

    psikanalizin bu aşk hikayesine katacağı fikir ise şudur: aşık olduğunuz insan aslında rüyalarınızın erkeği ya da kadınıdır; daha tanışmadan önce onu hayal etmişsinizdir-yoktan değil, zira hiçlikten hiçlik çıkar, ama yaşanmış veya arzulanmış deneyimlerinizden. o kişiyi o denli net bir biçimde ayırt edebilmenizin sebebi onu bir anlamda zaten tanıyor olmanızdır; onu bunca zamandır beklemiş olduğunuz için ezelden beri tanıyormuşsunuz gibi gelir, ama aynı zamanda size gayet yabancıdır. tanıdık yabancı kişilerdir onlar."

    adam phillips - kaçırdıklarımız

  • bir insanın kaybedebileceği en değerli şey

    insanlar karşımdaki kanepeye oturduklarında sıklıkla kayıplarını anlatırlar.

    tüm parasını kaybeden bir adam, eşinden boşanmış bir kadın, eşi ölmüş bir adam, annesinden sevgi görmemiş bir genç kadın, işinden atılmış bir adam, çocuklarını yitirmiş bir anne-baba.

    hepsi zorlayıcı, hepsi yanında mutluluğu, neşeyi, gülümsemeyi de götürüyor.

    özellikle çocuk kaybı, en büyük ve zorlu yitim sürecidir. yıkıcıdır insan için. buna rağmen, birlikte götürdüğü bunca güzelliğe rağmen, bu kayıpla bile yaşanıyor.

    benim hastaları dinlerken kulak verdiğim en önemli yitim, umudun yitimidir. her ne nedenle olursa olsun hayattan umudu kalmamış bir insan, tehlikededir. kendini öldürebilir bile.

    bir insanın kaybedebileceği en değerli şey umuttur bana göre. umut bizim sabah uyanmamızı, aynaya bakmamızı, dışarı çıkmamızı, hayatımızı sürdürmemizi sağlayan itici güçtür. onsuz bir adım bile atamayız, yataktan çıkamayız, yemeyi içmeyi bırakırız. umudunu tamamen yitirmiş bir insan, intihar etmese bile tedricen, içten içe ölmeye başlar.

    bunu okuyan ve umutsuzluğa düşmüş insanlar olabilir. inanın hayat sürprizlerle dolu. bazen iyi bazen kötü ama devinim hiç bitmiyor. bugün karşınıza çıkan kötü bir sürpriz, yarın sizin itici gücünüze dönüşebiliyor. bugün kayıp olarak gördüğünüz bir durum, yarın sizin için kazanç haline gelebiliyor. çocuğunu kaybeden, bu büyük acıyı yaşayan birisi bile bir süre sonra yeniden gülümseyebiliyor. hepsini gördüm, şahitlik ettim. o yüzden umudunuza sahip çıkın.

    hayatımızdaki en değerli şey, umudumuz.

  • herkeste olan ben farklıyım hissi

    "when people feel their insignificance as individual persons, they also suffer an undermining of their sense of human responsibility./
    insanlar birey olarak önemsiz hissettiğinde, insani sorumluluk duygularını da baltalarlar." rollo may

    kendini özel ve önemli görmek, toplum tarafından çoğu zaman olumsuz bir şeymiş gibi algılanır. herkes gibi olmak konforludur, hem kişinin kendisi için hem de toplum için.

    böyle yaşayan kişi, düzene tehdit oluşturmaz. karşısındaki için haset edilecek bir farklılığı olmadığı için daha kolay kabullenilir. herkes gibidir, herkes gibi düşünür ve davranır. itiraz etmez. karşı çıkmaz.

    kendini böyle algılayan kişi, kitlenin bir uzantısıdır. doğru ve yanlış üzerine düşünmesi gerekmez. her şey düşünülmüştür ve kararlaştırılmıştır. nasıl görünülmesi gerektiği, nasıl giyinilmesi gerektiği, beden biçimi, statüsüne göre hayatı nasıl yaşayacağı belirlenmiştir.

    doğru ve yanlış üzerine düşünmemek, birey olarak sorumluluk almamak gibi bir tehlikeyi beraberinde getirir. acı çeken bir insana, haksızlığa uğrayan bir bireye el uzatmak için hem doğru/yanlış üzerine düşünmek hem de insani bir sorumluluk duygusu gerekir. kendinizi özel görmenizin insanlık için en büyük getirisi budur. hepiniz biriciksiniz. sakın bundan vazgeçmeyin.