bu azim insana her şeyi kazandırır. başarısız inişten sonra hindistan başbakanı modi, bu tecrübeyi canlı izlemeleri için sınavla seçilip getirilen çocukların yanına gidiyor ve daha iyilerini sizler başaracaksınız diyor. bizde böyle bir başarısızlık olsa -ki o seviyeden çok uzağız- ilk iş kimi suçlayacaklarını tartışırlardı. işte vizyon böyle bir şey.
edit: modi'nin ikinci açıklaması. "bilim insanlarımıza bizleri gururlandırdıkları için teşekkür ediyorum." bakınız, en ufak bir sitem ya da suçlama yok! bu kadar masraf ettik be kafası yok! ertesi gün programı iptal edip yola köprüye parayı basacağız kafası yok! cesur olacağız ve başaracağız diyor adam. büyük lidersin modi, var ol.
drgoku15 profili
-
6 eylül 2019 hindistan'ın ay'a inmesi
-
sözlükçülerin en uzun yürüyüşleri
2008 yılında çanakkale 'de kurduğumuz kampta gerçekleşen 57. alay vefa yürüşüdür. sabah kahvaltıda buğday çorbası ve bir parça ekmek yedikten sonra saçımıza kına yakılmıştı. toplamda 25 km'ye yakın bir mesafe katetmiştik o gün. aynı yıl anzak koyu'nda şafak ayini'ne de katılmıştım ben. çok farklı bir duyguydu...
-
chp seçim kazandı diye kızını ağlatan anne
bence çocuk " allahım neden bu kadar gerizekalı bir annem var?" diye ağlıyor. kızcağız ne güzel anlatıyor: "ankara'yı, istanbul'u, mersin'i, adana'yı kaybettik baksana" diyor. o arada annesinin beynine giden karbonhidrat kanalları kapanmış tabi. fetih suresiyle oyları çevireceğiz diyor. çocuk bakıyor ki annesinin beyin ölümü gerçekleşmiş, ağlıyor ne yapsın.
-
çaylaklara mesajı kapatmak
beni takip eden kitle ve benim okuduğum yazarlar bellidir. ekseriyetimiz eğitimcidir. kendi kendimize takılırız. bu zamana kadar da bırakın kötü mesajı, seviyesiz bir üsluba denk gelmişliğim yoktur. fakat çaylaklara mesaj hakkı verildiği gün mesaj kutuma "hehe karmanı sikiim o ney hacı" diye bir mesaj gelmişti. beni bir gülme tuttu.* adamın daha entrysi yok. her kimse artık sövmek için hesap açmış. denk gelene sallıyor. yani çaylak bile değil, bildiğin fake hesap. o gün kapattım mesajı çaylaklara. çünkü bu fasilite, suistimale çok meyilli. yalnızca çaylaklara değil, yolda yürüyen adama da getirilmiş bu hak. örneğin sıradan birisi senin kullanıcı adını öğrenmişse, sözlüğe anında kaydolup isimsiz olarak sana sövmeye başlayabilir. bu kadar saçma bir uygulama olabilir mi? yani mesele, yazar-çaylak ayrımı değil. yazarların çoğundan daha kaliteli yazan çaylaklar tanıyorum, sırası gelmiyor bir türlü ne yapsın. mesele, bu uygulamanın yarattığı başıboşluk. canı isteyen beş dakikada hesap açıp bana istediğini yazabilecek ve olası bir terbiyesizlikte bunun hesabını vermeden çekip gidecek. çünkü adam zaten yok. ohh ne güzel. iş bu sebepten uygulamayı da doğru bulmuyorum, mesajların herkese açılmasını da.
-
dolar yükselmiş banane'nin ingilizcesi
ı always get fifty pounds of gasoline.
-
belgelerin aslı diye sekreter aslı'yı göndermek
iyi ki belgelerin eşini istememiş.
-
recep tayyip erdoğan'ın kültürel birikim seviyesi
havaryu, vanmünüt white sea düzeyinde ingilizce;
osmanlı torunuyuz düzeyinde tarih;
prompterdan konuşabilecek düzeyde dil bilgisi;
en iyi biz biliriz düzeyinde araştırma ve öğrenme;
sen kimsin yaa düzeyinde istişare;
kandırıldık düzeyinde sorgulama yetisi;
başçoban düzeyinde devlet yönetme kabiliyeti;
ile büyük bir kültürel birikim ve donanıma sahip seviyedir, reisimizin seviyesi. -
doların her gün rekor kırması için ne dediler
yastık altına dolarları atınca
köprüden tünelden voleyi vurunca
niyetler hep reisi övmek olunca
tabii ki düşürülemez dolarizasyon
bu kafayla güdülemez koyunizasyon
uğur ışılak -
14 yıldır ingilizce öğrenemeyen devlet büyüğü
bu adama fahri doktora vere vere kendisini akademisyen zannettirdiler. tünele girip baret takıyor, mühendisim zannediyor; hastane denetlerken beyaz önlük giyiyor, hekim olduğunu zannediyor; yargı üyelerine posta koyuyor, savcı oldum zannediyor...
bence bu ülke malum şahsın rüyası. geri kalan herkes de tuzluk. -
4 kasım 2016 selahattin demirtaş'ın tutuklanması
2001 yılında rahmetli ecevit'e yazarkasa atan adam "sayın başbakanım, ben bir esnafım ve tepkim bu" diyerek ekonomik krizi protesto etmişti. rahmetli de mahzun bir şekilde boynunu bükerek oradan uzaklaşmıştı.
yıl oldu 2016, siyasetçiye gösterilen tepki ve karşılığında alınan cevaplarda seviye yerlerde. bugün itibariyle ise anladık ki konuşarak anlaşmak bile mümkün değil. o güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler... -
gençlik başkanlık istiyor
tüm gençliği kendisinden ibaret zanneden akp gençliğinin beyanatıdır.
an itibariyle akp istanbul il teşkilatı toplantısında hep bir ağızdan haykırılmaktadır. peki sayın başbakanın cevabı ne olmuştur?
'o günler de gelecek, meydanlar ısınacak'
gerçekten idrak etmekte zorlandığım iki husus var:
1) kendini parçalayarak bağıran bu gençlerin parlamenter sistemde bulamayıp başkanlıkta bulduğu ne var?
2) sayın başbakan nasıl bu kadar kesin konuşabiliyor?
ya hu teklif meclise gelmemiş, referandum için oylanmamış, millet sandığa gitse sonucun ne olacağı belli değil ama sanki her şey olmuş bitmiş gibi bir ortam var. gerçi aynı gençler biraz önce de 'seninle ölmeye geldik diye slogan' atmaya başladılar. takım tutar gibi parti tutmak bu olsa gerek. bu kutuplaşma ülkeyi nereye sürükler bilmem ama 'zaman bizden yana' diyen bir başbakan ne kadar bütünleştirici olabilir asıl sorgulanması gereken budur. -
sözlükçülerin başından geçen doğaüstü olaylar
yaklaşık bir hafta önce pazar günü oturmuş güzel güzel çayımı içerken kafam esti, şu gardırobu bir düzenleyeyim dedim. mütemadiyen 2-3 senede bir yaptığım iş. sağlam olanlarından dört büyük poşet elbise ayırdım. palto, ceket, pantolon, gömlek vs. eskiyen, bol olan, dar gelen derken sıkış tıkış olan dolabı epey ferahlattım. çoğunlukla evde giydiğim, başkasına verilemeyecek kadar yıpranmış olanlardan birkaçına temizlik bezi nişanesi verdikten sonra geri kalanları çöpe yolladım. eskiden vakıfların yılın belli zamanları kurulan çadırları olurdu, ne bağışlamak istiyorsan götürüp bırakırdın. son yıllarda burada öyle bir şeye de rastlamadım.
lazım olan birkaç eksik gediği almak için akşamüstü markete çıkarken hazırladığım elbise poşetlerini de yanıma aldım. etrafımda tanıdığım bildiğim ihtiyaç sahibi yok lakin birkaç sokak aşağıda orman tarafında kalan mevkide gecekondular var. ya nasip deyip çıktım yola, elbet birinin kısmeti vardır. hiç olmadı kapı kapı gezer sorarım ihtiyacı olanları ayıp değil ya. en nihayetinde ben de elinde sefer tasıyla işe giden bir memur çocuğuydum, bilirim yokluğu ve hiç de gocunmam.
bana çocukluğumu hatırlatan kömür kokusu sinmiş sokaklar da epey yürüdüm. top oynayan çocuklardan başka pek kimse yok dışarıda. rastladığım bir adamla ayaküstü sohbet ettik, civardaki bir caminin imamıymış. bize bırakabilirsin dedi, ihtiyacı olanlara teslim ederiz. elimle teslim etsem daha iyi, kimseyi bulamazsam getiririm dedim. havanın kararmasına yakın, yıkık dökük duvarlarla çevrili bir evin bahçesinde çalı çırpı kıran yaşlı bir teyzeye rast geldim.
-hayırlı akşamlar teyze. hava soğudu, yok mu bu işleri yapacak kimse, üşürsün...
uğraştığı işten kafasını kaldırıp yüzüme baktı. " herif var emme biraz hasta, yatıyor" dedi.
müsaade isteyip bahçeye girdim. çoluk çocuk yok mu dedim, size göre değil bu işler. duraksadı biraz. var olmaya var da, olanı da pek uğramaz dedi. nefes nefese kalmış, yüzünde yılların izini taşıyan çizgiler... içim burkuldu, canım acıdı. yılların yıprattığı çizgili bir yüzde ne zaman ki bulsam hayatın yitirilen anlamını ve ne zaman ki sokakta bir çocuk görsem o boyacı sandıklarının başında elleri simsiyah, gözleri pırıl pırıl, hayat dolu; ne zaman alın teri şakaklarından süzülen bir emekçiye rastlasam, "onur ve şeref" sözcüklerinin lügatte yer almayan anlamı... gözlerim dolar, şu içimden bir parça sökülür ki nasıl derinden. söylemeye söz, dillendirmeye mecal kalmaz bende. dökülüverir damlalar, öyle pis bir huyum var. teyze bana üzülüyor, ben teyzeye üzülüyorum. az biraz sohbet ettikten sonra gel hele dedim teyze, bir bakalım senin adama durumu nasıldır nicedir.
kerpiçten yapılma evin içi, dışına göre daha sağlam ve tertipli gözüküyor. salonun bir köşesinde eski fırınlı sobalardan var, çaprazındaki diğer köşede kanepede yatan bir amca. selam vererek içeri girdim, amca doğrulmaya çalışıyor lakin pek hali yok. ne aradığımı, ne bulduğumu, ne getirdiğimi izah etti teyze. sonrasında oturup sohbet etmeye koyulduk.
amca yetmişli yaşlarda lakin boylu poslu babayiğit bir adam, masmavi gözleri var. dedemi hatırlatıyor bana. piyango bileti satıyormuş merkezdeki çay bahçesinin yanında. birkaç gün önce soğuktan üşütmüş olacak ki hastalanmış yatıyor. tamam diyorum bu getirdiklerim kışlık, tam senlik amca hiç sıkıntı yapma. yarım saatlik bir hasbıhale türlü anılar, hikâyeler, gülüşmeler eşlik ediyor. amca, o yaman duruşundan pek taviz vermese de hareket ederken yüzünün aldığı şekillerden anlaşılıyor pek iyi bir halde olmadığı. ateşine bir bakayım amca diyerek ayağa kalkıyorum, elimi alnına değdirmemle birlikte beni bir telaş alıyor. bu iş öyle nane limonla filan geçecek bir üşütme değil, yanıyor amca. eski adamların huyudur, dedemden bilirim. ölmedikçe beni doktora götürmeyin derdi rahmetlik, pek sevmezdi hastane işini. öldükten sonra doktor ne yapacak ki zaten dede derdim. işte zahmet etmesin diye diyorum oğlum, adam benle o kadar uğraşıp da sonra ölsem daha mı iyi derdi. hey gidi koca dedem...
amca, hastaneye gideceğiz bu böyle olmaz dedim.
epey bir ısrardan sonra nihayet razı oldu. devlet hastanesi yakın, buradan en fazla iki kilometre uzaklıkta. arıyorum 112'yi, çok geçmeden ambulans geliyor. att'deki çocuklar sedyeye koyup çıkartıyorlar. inme, binme, yürüme, yorulma derdi de kalmıyor. acil binasına giriş yapıyoruz, muayene faslından sonra iğne vuruyorlar. müşahede odasına alınıp birkaç torbayla buz kompleksi yapılıyor vücuduna. yaklaşık bir saat sonra da ateşi düşüyor. reçetesini yazdırdıktan ambulansla tekrar eve dönüyoruz.
ev soğuk, soba sönmüş. kovayı çıkartıp teyzenin kırdığı o bahçedeki odunlardan dolduracağım lakin çabuk sönmesin diye kömür de lazım. odunların yanında büyükçe bir leğende kömür var ama bu normal kömür değil. çocukluğumdan hatırlıyorum, kovanın dibinde kalan ve tam yanmayan kömürler ayıklanıp biriktirilir, sonra tekrar kullanılırdı... kovayı hazırlayıp sobayı yakıyorum. her şey normale dönmüş gibi gözüküyor. eve uğramam lazım ama bir saate kadar tekrar geleceğim diyerek müsaade istiyorum. o arada reçetedeki ilaçları halletmek var aklımda. vakit çok geç olmadı ama eczaneler en geç yedide kapanıyor. eve uğrayıp arabanın anahtarlarını alıyorum. internetten nöbetçi eczaneleri bulup ilaç işini hallettikten sonra markete uğruyorum. bir eve ne lazım olacaksa hepsinden dolduruyorum market arabasına. kasada ödemeyi yaparken kendi alışveriş listem de çıkıyor cebimden. güya bugün ben de alışveriş yapacaktım ama yaşanacak bir dolu hikâyem varmış. neye niye neye kısmet... yüzümdeki gülümsemeyle ayrılıyorum marketten.
evin önüne vardığımda perdesi yarı aralık pencereden teyzede fark ediyor beni. poşetleri yüklenip bahçeye doğru ilerlerken mahcup bir duruşla kapıda karşılıyor beni, niye zahmet ettin oğlum diyor. ne zahmeti... o gözlerinden fışkıran mutluluk var ya sözlük, o sıcak sarılma, o ettiği dualar... ulan dünyayı önüme serseler, tac ü tahtın verseler o an ki mutluluğu bulamam...
sobanın üstünde çay demlenmiş, teyze diyorum gel mutfağa geçelim de göster sen bana kap kacak nerede. mutfağın duvarında uzunca bir terek (eski evlerde mutfak dolabı yerine kullanılan raflar), intizamlı dizilmiş bardaklar, alt tarafta tencereler... poşetlerdeki malzemeleri yerleştirdikten sonra şöyle güzel bir sofra hazırlıyoruz. sıcacık sobanın yanı başında yemeğimizi yiyoruz, aynı sobada demlenen mis gibi çayımızı içiyoruz. hatta eskiden babaannemin yaptığı gibi sobanın fırınlı kısmında patates közlüyor teyze, o güzel çocukluğum geliyor gözlerimin önüne...
geç saatlere kadar süren o güzel akşamdan sonra ayrılma vakti geldi. ev telefonları var, numarayı aldım ki arayıp sorabileyim lakin bir şeye ihtiyaç olur, elzem bir durum olur diye bir miktar para bırakmam lazım ama teklif ettiğim an da bu güzel gece zehir olur onlara, gururları incinir. bu sebeple kanepenin üstündeki hırkanın cebine çaktırmadan bir şeyler iliştiriveriyorum. ilk fırsatta tekrar ziyarete geleceğimi söyleyip ayrılıyorum.
ertesi gün işten biraz erken çıkarak belediye binasına gidiyorum. buraya en son geçen sene gelmiştim, ramazan ayında şehrin dört bir yanına asılan afişlerdeki yazım yanlışını şikâyet etmek için. üşendikleri için afişleri toplamadılar da bir ay öylece asılı kaldı, kimse de demedi ki burada ne yazıyor. öyle bir şehrin öyle bir belediyesine, amca ve teyzenin ayılık gıda ve yakacak ihtiyaçlarının karşılanması için müracaat etmek amacıyla geldim. malumunuz demokratik, lâik ve "sosyal" bir hukuk devletiyiz ya ondan sebep. kendileri gelsinler, ilmühaber getirsinler vs. derken sıradan bir vatandaş olarak bu işin hal olmayacağını ve bunların statüden anlayacağını idrak edip tavrımı ve üslubumu değiştirdim. en nihayetinde ayda bir erzak ve kışlık yakacak ihtiyacının karşılanması hususunda mutabakata vardık. iki gün sonra da amca ve teyzeyi ziyarete gittim, amcanın durumu gayet iyiydi. belediyenin emeklilere erzak ve yakacak yardımı yaptığını, birkaç güne yakacak işinin çözüleceğini, her ay erzak paketlerini de eve bırakacaklarını söyledim. allah razı olsun belediyemizden, biz diyemezdik emme onlar emekliyi düşünmüş diye güzel güzel dualar ettiler. amin dedim...
ve bugün işten eve gelirken çay bahçesinin köşesinde amcayı gördüm, tekrardan piyango bileti satmaya başlamış. yakınlarda bir yere arabayı park edip arkasından yanaştım, üzerinde benim palto. ooo iyileşmişsin ihtiyar dedim gülerek. arkasını dönünce beni gördü, tezgâhı filan bırakıp bir sarıldı... baba, evladına nasıl sarılırsa işte öyle sarıldı...
bir çift eski eşya nerelerden nereye sürükledi bizi. o tevâfuklar silsilesi yaşanmasa bu iki güzel insanın hali nice olurdu, göçüp gitse o hastalıkla kimin haberi olurdu...
mutlu etmek de mutlu olmak da aslında bu kadar basit be sözlük. ve biz, etten kemikten yaratılan insanoğlu... bizim ruhumuz, hiçbir zaman parayla değeri biçilen zevklerle tatmin olamayacak. hiçbir mal mülk, bir çocuk gülümsemesinden aldığımız hazzı bize yaşatamayacak... -
sözlükçülerin başından geçen doğaüstü olaylar
apartmandaki iki asansörden biri 3 haftadır bozuk. servis gelmedi, parçası bulunamadı, aidat toplanamadı... muhabbetleriyle bütün apartmanı tek asansöre mahkum etti yönetici.
pazar kahvaltısı için ekmek almaya ineceğim aşağıdaki markete, dairenin kapısını açtım ki ne göreyim? tam karşıdaki asansör tamir edilmiş, çağırma düğmesinin ışığı yanıyor. ne ara yapmışlar ki dedim içimden, akşam çalışmıyordu. ev terlikleriyle parmak ucumda bir iki metre ilerleyip bastım çağırma butonuna. asansör kabini bizim kattaymış, şak diye açıldı kapı. eve yöneldim, terlikleri içeriye doğru fırlatıp spor ayakkabıların ökçelerine basarak dış koridora çıktım. şimdi birisi çağırır başka kattan, beklemeyeyim diye acele ediyorum. sanki fizan'dan gelecek asansör, derdim neyse...
dairenin kapısını kapatmak için kolu çekerken tam aradan benim yaramaz kedim benjamin çaatt diye yapıştı ayak bileğime. dur canım, yapma oğlum derken asansörün kapısı kapandı. tırnaklarını geçirdi pijamaya bırakmıyor. güç bela kucağıma alıp içeriye koydum, kapıyı kapattım üzerine. miyavvv yavvv yaaavvv... nasıl bağırıyor kapının arkasından. asansör çağırma düğmesine bir daha bastım, kapı daha yarısına kadar açılmadı ki kabin ışığını görmemle peşi sıra halatların aşağı sarkışını seyretmem bir oldu. gözümün önünde asansör kabini boşluğa düştü ve en alt kattan büyük bir gürültü geldi. birkaç saniye boşluğun önünde öylece dikili kalakaldım. dairelerin kapıları ardı ardına açıldı. ev sahipleri ne olduğunu merak eden gözlerle koridora bakıyor, koridor da bir tek ben varım. bir alt katta oturan yöneticinin sesi çalındı kulağıma, merdivenlere yöneldim bir hışımla. alt kata indim, yönetici akif bey'i gördüm koridorun sonunda, 5-6 metre uzakta. "böyle mi yaptırıyorsunuz asansörü, ölüyorduk be. adım atsam kabinle beraber düşecektim." diye bağırdım. adam ne olduğunu bile anlamadı, "biz asansörü yaptırmadık ki" diyebildi. apartman sakinlerinin de kısa bir sürede etrafımızda toplanması ve yapılan istişarelerin sonunda olay anlaşıldı. çekme halatlarının döndürdüğü makaralardan kaynaklı bir arıza sebebiyle asansörü kapatmıştı yönetici. sebebini anlayamadığımız, belki de düşmeyi tetikleyecek bir mekanizmanın harekete geçmesiyle asansör kapıları açılır vaziyete gelmişti. benim cengaver kedim benjamin paçalarıma yapışıp birkaç saniye oyalamasa, açılan o ilk kapıdan sonsuzluğa dalacaktım belki de...
benjamin editi: şu an masanın üstünde, "ben kurtardım" der gibi patileriyle klavyeye dokunma çabasında. kedilerin inanılmaz kuvvetli önsezileri olduğuna artık kesinlikle inanıyorum. -
robert de niro'nun trump videosu
şu 55 saniyelik videodaki 17 küfrün sadece birisini ima etsen ya bu ülkedeki siyasetçilere. sadece ima etsen!
"demokrasi" mitingine katılmadı diye konser yapacak şehir bulamayan sanatçılar var bu ülkede. bu seviye çok uzak bize... -
öğretmenlik mülakat sonuçlarındaki rezalet
memeli, öpüşmeli, sevişmeli... sapık başlıklar ve dünyayı kurtaran siyasi trollemeler arasından ilgi çeker mi bilmem ama yine de yazayım.
bu sabah kardeşim aradı, bir suç işlemiş gibi hüzünlü bir sesti karşımdaki. öğretmenlik mülakat sonuçları açıklanmış. 86.4 olan puanı 89'a çıkmış. yani her türlü ataması kesinleşti. "abi, o sınava beraber girdiğim arkadaşlar var. kaç kişinin hakkına girdim bu yükselen puanla, içim hiç rahat değil" dedi. kardeşim 4 senedir sınava hazırlanıyor. verdiği emeğe, harcadığı çabaya yakından şahidim. bu işe hiç girişmeyip beni dinlese belki de şu anda bambaşka bir kariyeri olacaktı. lakin her şeyi göze alıp çıktı yolda ve sonunda öğretmenliğe "sözleşmeli" de olsa ulaştı. giden en güzel yılların ardından elde edilen "4" yıllık kölelik süreci"... buna bile razı olan insanlar arasında ne kadar büyük adaletsizlikler yapıldığını anlattı kardeşim. puanı 84 olanlardan 90'a çıkanlar, 90 olanlardan 80'e inenler. bu arada bahsettiğim rakamlar edebiyat için geçerli. edebiyat, 50 bin işsiz öğretmen ordusuyla açık öğretimi açılan bir bölüm. böyle öngörülü devlet yöneticilerimiz var. ve sanırım bu sene en düşük 84 kpss puanı ile kapatıyor. 60 puanla ala ala bitiremedikleri imamlar, din kültürü hocaları ve benzeri bölümleri, sınavsız alma noktasına getirdikleri an (ki toto oynasan 50 alacağın bir sınav) inşallah başka bölümlere de sıra gelecek. siktir et bilimi, imanımız bütün olsun yeter.
olay çok uzun, anlattıkları yürek burkan cinsten ama konuyu pek fazla uzatmak taraftarı değilim. sadece şunu da not düşmek istiyorum. bu bahsettiğim adaletsizliklere maruz kalanlar arasında puanı 91,93 olan ve türkiye ikincisi olarak alan sıralanmasında yer alan ama mülakatla puanı 82 küsura düşürülerek atanması engellenen genç bir arkadaşımızda varmış. daha ne söylenir bilmiyorum, adaletiniz batsın.
benim elimden gelen tek şey bunları burada anlatmak, öğrencilerimi gelecekteki seçimleri ile ilgili doğru yönlendirmek ve kardeşimi bu tüccarların elinden zamanla çekip alarak harcadığı enerjiyi akademik yolda daha iyi değerlendirmesini sağlamak.
"güzel günler göreceğiz çocuklar" diyor ya nazım üstad, sanırım biz göremeyeceğiz.