konusma ben konusuyorum daha bitirmedim12
profili

  • türkiye işçi partisi

    o kadar tuzladılar, gene koktunuz. gene koktunuz.
    kaş yaparken göz çıkarmak bu olsa gerek. israil düşmanlığından aklınızı yitirmişsiniz, şirazeniz kaymış. o kadar ki radikal islamcı /teröristlere destek mesajı için tuzla koşmuşsunuz. siz israil'i hobi olarak gene sevmeyin ama israil'in karşısında durmak için illa hamas'ın yanında yer almanız gerektiğine sizi kim inandırdıysa, iyi yemiş sizi.

    tabakhaneye bok yetiştirir gibi yazdığınız destek mesajının sebebi olan olayların bir videosu da burada dursun. kafanız basmadığı ve ar damarınız çatladığı için utanmazsınız da siz şimdi ama en azından millet ne bok olduğunuzu bilsin.
    https://twitter.com/…gbf/status/1710571231701848189

    şey çok iyi bir de, efendim sivil ölümlerini lanetlemişler. canlarım yha <3
    bir ülkenin topraklarına yapılan terör eylemi sonrası terör eylemini gerçekleştiren tarafa destek mesajı sunup kurbanlara bir geçmiş olsun dahi dilemeden, daha milletin yerdeki kanı kurumadan böyle açıklamalar yapmanın izahı, "ben iletişim özürlü, ne dediğini bilmeyen, basiretsiz, saygısız, beyin özürlü bir sığırım"dır.
    düşünsenize, fransa'da cezayirliler bir terör eylemi gerçekleştiriyor, daha terör eylemi bitmeden, fransız bir politikacı çıkıp, cezayir halkının yanındayız, diyor.
    mavi çarşı katliamı gibi bir terör saldırısı gerçekleşiyor, bir politik parti çıkıp, daha olayın üstünden birkaç saat dahi geçmeden, ezilen kürt halkının yanındayız, diyor.
    9/11 yaşanıyor, daha ikinci kule yıkılmadan abdli bir parti lideri çıkıp, ezilen afganistan halkının yanındayız, diyor. sikerler hacı o politikacıyı, sikerler.

    tam bu ayar.
    muazzam bir beyinsizlik.

  • başörtülü doktorun ameliyata alınmaması

    karadeniz halkı için en hayırlısı olmuş.
    profesör doktor topaloğlu versin istifayı; bir özel hastanede 3 katı para alsın. karadeniz halkı da tam hakettikleri kişi olan steril ameliyathane giyiminden bihaber, manipülatif, cahil ve görgüsüz intörnün eline kalsın. bu vaziyette bir suçu olmayan karadenizlilere de artık ister allah diyin ister zeus, vişni, dala, inandıkları hangi değer varsa bol paralar versin, en güzel hastanelerde tedavi görsünler. bu hikayede kaybeden yok; herkes hakettiğine kavuşuyor.

  • anneanne mi yoksa babaanne mi daha çok sevilir

    ezici çoğunlukla anneannelerin daha çok sevilmesinin sebebi annelerin çocukları etkilemesi falan değildir. çocuk dediğiniz canlı etrafında olan bitenin gayet ayırdında, akıllı ve düşünebilen bir canlı. annesinin onu sözleriyle direkt etkilemesine gerek kalmadan, gelinlerine kaynanalık yapan babannelerinin ne anasının gözü olduklarını fark ettikleri için babanneden soğuyorlar. babanneler de, oğlumdan olma torunlarıma bakarak gelinime yardım edersem el kızı rahat edecek, kızımdan olma torunlarıma bakarsam kendi kızım rahat edecek, diye düşündüklerinden genelde kendi kızlarından olma torunlarına daha çok, daha severek bakarlar. babannelerin bu içten pazarlıklı ve fesat hallerini özellikle halası olmayan kişiler pek fark edemezler ya da nispeten geç yaşlarda fark ederler ama halası olan kişiler babannelerinin halalarının çocuklarına karşı ve kendilerine karşı olan tutumlarındaki farkları daha küçücük yaşta çok iyi tahlil edebilirler.

    sizin aile dinamikleriniz böyle olmayabilir, babanneniz dünya tatlısı bir insan olabilir, bir güne bir gün annenize kötü davranmış değildir belki ama türkiye'de genel olarak durum budur. bir de buna çocuk bakımının ve ev işlerinin genelde kadının üstünde olması, kadının bu işleri genelde kendi annesinden öğrenmiş olması ve her yiğidin yoğurt yiyişinin farklı olması gibi sebepler eklenir. salatalığı nasıl doğradığınızaa anneniz karışırsa iki bik bik didişirsiniz belki ama kayınvalideniz karışırsa bir şey diyememenin verdiği birikim insanı hasta eder, bir şey söylesen zaten apayrı bir dert.
    çocuklara, düşünme ve çevresindeki olayları algılama yetisinden yoksun embesil muamelesi yapmazsanız iyi olur. yoksa çocuklar, babannelerinin gerçek yüzünü görmede babalarından daha akıllılar.

  • 19 nisan 1991 yılında izmir konak'ta çekilen vlog

    videoda sanyo reklamı gözüküyor bir binanın üzerinde. o reklamı veren kişi benim babam.* türkiye'ye, sanyo, davis ve daha birkaç markayı ilk kez getirdi ve 25 sene boyunca bu kurumların türkiye'deki tek distribütörüydü. sanyo artık yok. gecenin bu vakti, bu videodan karşıma çıkacağını da düşünmezdim. bir garip hissettim.

  • 30 aralık 2021 kemal kılıçdaroğlu'nun meb ziyareti

    su an adını saklı tuttugum dört kisi var. dördü de viyana teknik üniversitesi mimarlik fakültesi mezunu. mezuniyetleri saibeli (türban altından kulaklikla sınava girerlerdi ve aranmak istediklerinde cazgirlik yapar, hocaları ırkcılıkla ve islamofobik olmakla suclarlardı).
    türkiye'de, türk vakfi gibi kurumlarla iliskiler kurdular ve her biri türkiye'deki bazi üniversitelere ögretim görevlisi olarak atandi. babamin kuzeni, atama isleriyle alakali en üst kademedeki kisi ve bu kisilerin dosyalarini onun önüne dahi koymadan atamalarini yapmislar. yani, bu sülükler yurda döndüklerinde isleri onlar icin hazirlanmisti. kansiz köpekler gibi akp'yi savunurlar, bu sebepten.

    yurtdısında okurken de fetullah gülen ile baglantılı olan yurtlarda kalırlardı. hoca efendilerinden bir pandik koparsalar oracıkta ruhlarını teslim ederlerdi sevincten, böyle tiplerdi. bir yurt odasının en az 250-300 euro oldugu dönemde, kahvaltı ve aksam yemegi de verilen bu tarikat yurtlarına 110-120 euro gibi komik bir para öderlerdi. o aradaki farkın kimlerin cebinden cıktıgını zaten biliyorsunuz. yeri gelmisken diyeyim, haram olsun. yaz aylarında balkan ülkelerine gidip misyonerlik yapar; makedonya, bosna, hatta bulgaristan ve yunanistan gibi ülkelerde müslüman olan ahaliyi dini tarikat catısı altında toplamaya calısırlardı. bunları da her zaman "turistik gezi" olarak lanse ederlerdi gittikleri ülkelerdeki yetkililere. 17 aralık sürecinden sonra her biri gercek bir köpeklik sergileyerek kendilerine parayı gönderecek güclü tarafa yüz cevirdi ve feto$ hocalarına sırt döndüler. feto$a sırt cevirmeyen tek tük kisiyi de attılar yurttan zaten.
    bahsettigim bu ögrenci yurtlarının linkini de bırakayım da inanmakta zorlananlar kendileri baksınlar.
    bunları dernek olarak tanıyan, yani maddi tesvik saglayan ve dahi en basında bu misyoner haramzadelerin varlık göstermelerine müsaade eden liberal yavsak avusturya hükümetlerinin de umarım bir gün defterleri dürülür.

    su an ne yapsam, nereye sikayette bulunsam sonucsuz kalacagini biliyorum ama zamani geldiginde herkes big bosslarin pesinde kosarken ben bu kücük solucanlarin pesine düsecegim. bunları gözümün önünden hala ayırmamam bundan.

    egitim alaninda yasanan bu liyakatsizlik kadar canimi sikan bir sey yok. kemal kilicdaroglu'nun twitter'daki postu altinda gülebilen her embesil bilin ki hak yemistir. ya kendisi ya cocugu ya yegeni... hakki gasp edilen birinin böyle haberler karsisinda agzi kulaklarina varamaz, zira haksizliga ugramis olmanin verdigi dert insanin yüregine cöreklenir, bir daha hic cikmamacasina.
    bu sülükleri temizlemezseniz, mitoz bölünme hizlarina bakarak da anlarsiniz ki sizlere yetistirdikleri sayisiz ahlaksiz sülük olarak geri dönerler. bu isin büyügü kücügü, erk sahibi köylüsü yok. en büyük temizlik toplum tabaninda olmak zorunda. yoksa su videolari daha cok izlersiniz.

  • çerkezlerin mağazadan kız kaçırma videosu

    uzuuuun uzun şurada laf anlatmaya çalışmayacaktım çünkü o enerjim yok esasen şu an ama yukarıda örneğini görebileceğiniz özgüven patlamasıyla işkembe-i kübradan sallama beni deli ediyor.

    biri demiş ki, çerkes değildir o, çeçendir.
    ben açıklayayım o zaman: konuşulan dil çeçence değil. çeçence olmadığını biliyorum, çünkü annem çeçen.
    this is a very old chechen tradition. yok ya! beğenmediğiniz her haltı itekleyin çeçenlere zaten.
    çeçenlerde yok mu bu adet? var, çünkü inanmazsınız bu gelenek birçok kafkasya halkında var. ama videodakiler çeçen değil.

    bir başkası demiş ki, bizde böyle adet yok.
    bunu da ben açıklayayım o zaman: bizde böyle adet var. gayet de eski bir adet. biliyorum çünkü babam adige.
    üstelik konuşulan dil adigece. kabardey aksanı.
    adam dükkana girerken, sabina nerede? siyah saçlı sabina'yı arıyorum, diyor.
    hatta bakın, bayraklı mayraklı bir kız kaçırma videosu var; hadi bunların da çeçen olduğunu iddia edin de eğlenelim.

    bayramdan bayrama büyük teyzenizin evinde haluj yediğiniz için adige kültürünü tamamıyla almış olmuyorsunuz maalesef.
    dil bilmiyorsunuz. dili bilseydiniz kültürünüzü böyle eksik öğrenmez ve utanç verici şekilde saçmalamazdınız. daha duyduğunuz dilin adigece olduğunu ayırt edemiyorsunuz da has be has kabardeyleri başka milletlere itelemeye çalışıyorsunuz; bizde böyle adet yok, öyle mi?
    geçen gün de birisi, benim babannem çerkes ve bizde asla böyle şeyler yoktur, diye sayıklıyordu bir başka başlıkta. adamın ailesindeki son çerkes iki kuşak önce, dil yok bir şey yok ama tüm çerkesler hakkında atıp tutacak özgüven var. muazzam.

  • kadın cinayetlerini önlemenin yolu

    ceren damar, şule çet, emine bulut, özgecan aslan, güleda cankel, nazan dedeoğlu, alara karademir, ceren özdemir, ayşe tuba arslan, belma çınar, özge sazlı, leyla boynukısa, fatma şengül, feray şahin, meryem beykoz, serra bozbay, sultan biryan, gülperi onur, nevin nilitaş, türkay iseyeva, perihan büyükbayram, selin çulha...

    on yıl olmuş ben yurtdışına taşınalı.
    birileri bana türkiye'yi sorduğunda artık verdiğim cevaplar belli.
    çok değil, birkaç sene öncesine kadar iyi yanlarını da, kötü yanlarını da anlatırdım insanlara bu ülkenin. her kıtadan insanlar tanıdım, her kıtadan arkadaşlar edindim ve isterdim ki, ülkeme seyahat ettiklerinde dikkat etmeleri gereken noktaları bilip iyi vakit geçirsinler, geri döndüklerinde muhteşem anılar biriktirmiş olsunlar.
    belki üç, belki de dört sene önceye kadar böyleydi.
    ama ben artık uğraşmıyorum.
    bana türkiye'yi soran insanlara şule'nin, emine'nin, alara'nın, özgecan'ın isimlerini veriyorum. kapadokya'ya mı gitmek istiyorlar? bir melahat taşkıran vardı, diyorum. bodrum’da tatil mi yapmak istiyorlar? asena ercan vardı, bir bak istersen, diyorum.
    artık uğraşmıyorum; çünkü ben utanıyorum.

    on yıl olmuş ben yurtdışına taşınalı.
    ve ben, baklavanın yunanlar’a mı, türkler’e mi ait olduğu tartışmalarının devleti yönetenler için insan hayatından daha çok önem arz etmesinden utanıyorum.
    bu kadınların çalınan hayatlarından utanıyorum.
    bu kadınların ailelerinin adalet için vermek zorunda oldukları bürokratik ve psikolojik yıpratıcı mücadelelerden utanıyorum.
    bu kadınların peşlerinden edilen adi iftiralardan utanıyorum.

    anıt sayacımız var bizim, diyorum; türkiye'yi mi merak ediyorsunuz, açıp bakın.
    namus, töre, cinsel saldırı, aldatılma şüphesi, tartışma, kavga, barışma isteğinin reddedilmesi, ilişki isteğinin reddedilmesi, kaza iddiası, ekonomik kaynaklı, erkeğin hizmet beklentisi kaynaklı, velayet kaynaklı...
    o kadar çok sebep var ki bu ülkede kadınların öldürülmesi için, aklınız almaz, diyorum. akılları sahiden de almıyor çoğu zaman.
    ben bu yazıyı yazana kadar bir kadını daha kaybettik mesela, 391 oldu sayaç.

    o kadar çok çocuk tacize uğruyor, tecavüze uğruyor, zorla evlendiriliyor, üstlerine kitlenen kapılar ardında yanarak ölüyor, ölümlerine intihar süsü verilmeye çalışılıyor ki, daha o konulara girmiyorum bile. sadece kadın cinayetlerinden bahsediyorum, diyorum.

    pasif agresif bulabilirsiniz beni; ama avusturya insanının en iyi bildiği, en iyi yaptığı şeydir pasif agresiflik. ciğerini biliyorum bunların ben. zannettiğinizin aksine, bir avusturyalı üstünde oldukça etkili bir yöntem bu. kaldı ki, bana bu fikri veren de zaten en başında avusturyalılardı ve türkiye'deki yetkililer tarafından iftira olarak nitelenen bu olay aym kararının üstüne yapılan bir hamleydi.
    yaptığım belki siyasi zeminde hiçbir yere ulaşmayacak bir protesto. belki türkiye'de kadın cinayetleri artarak devam edecek; ama belki de anıt sayaçtaki anneliese, olga, erika isimlerinin yanına bir yabancı isim daha eklenmeyecek. türkiye’de yaşayan kadınlar için belki bir şey değişmeyecek; ama türkiye’de yaşamak zorunda olmayıp rhesus macacus dişisi ile bile şansı olmayacak tipteki türk erkeğiyle beraber olan kadınlardan teki bile caysa ben başarı sayarım.

    ülke itibarı, ülke saygınlığı falanmış festekizmiş, geçeceksiniz.
    öldüren utanmıyor, göz yuman utanmıyor, serbest bırakan utanmıyor, ülkenin en sansür karrrrşıtı platformu şule çet davası sonrası debe’de tek bir entry olmamasından utanmıyor, kadını suçlayan gazeteciler utanmıyor, delili karartan adli tıpçılar utanmıyor, sıfatından yalan akan yetkili merciler utanmıyor da biz mi utanacağız?
    hangi saygın ülkede kadınların bu denli vahşice öldürülmesine müsaade edilir?
    hangi saygın ülkede bu kadar çok kadının ve çocuğun tecavüze uğraması toplumda infial yaratmaz?
    hangi saygın ülkede adalet bir nebze sağlansın diye sosyal medyadan baskı kurmak gerekir?
    ben hiç pişman değilim. gazetecisinden doktoruna, ressamından avukatına, profesöründen dışişleri bakanına kadar tanıdığım her yabancıya bana sordukları takdirde ülkede ne oluyorsa çarpıtmadan onu anlatıyorum.
    he, anlattıklarımı beğenmiyor musunuz? değiştireceksiniz bu düzeni o zaman. ama birileri bunları söylemezse şule’nin hatrı kalır o baklavada.

    bu kadar lakırdı edeceğimi ben de tahmin etmiyordum ama son olarak, saygınlık, saygı çok ilginç mefhumlar. ahlakın en çok ahlaksızların diline pelesenk olması gibi, bunlar da en çok saygıyı haketmeyenlerin dilinde. halbuki saygının illa ki kazanılması gerekir. birilerine zorla verebileceğiniz, zorla duyabileceğiniz bir şey değildir. işte, saygının kazanılması gerektiği bu noktada, ben, bu ülkeye saygımı yitirdim.
    ne zaman ki kadın cinayetleri için önlemler alınmaya başlanır, ne zaman ki kadınlar sokakta yürürken kalplerini ikiye bölecek bir bıçak darbesiyle yıkılmanın korkusuyla dolaşmazlar, ne zaman ki yüzlerine asit atmak isteyen eklembacaklıların başı ezilir, ne zaman ki deliller karartılamaz ve tecavüzcü avukatları “o da neden direnmemiş?” diye savunma yapamaz, ne zaman ki bir suçlunun annesi kızını kaybetmiş bir anneye “kızına sahip çıksaydın” demez/diyemez, ne zaman ki insanlar adaletin tecelli etmesi için adliye önlerinde boğaz patlatmak zorunda kalmaz, ne zaman ki bu ülkede kadın olmak güvenli olur, işte o zaman saygımı da yeniden kazanmaya başlar bu ülke. o zaman ben de ülkemin güzel şeylerinden bahsederim yabancılara tekrardan. antakya mutfağını, kafesli cumbaları, finike portakallarını, bardız kilimlerini, kuş köşklerini, iğneada longozlarını, gül kokulu tarakları anlatırım.

    ama o güne kadar, ceren damar, şule çet, emine bulut, özgecan aslan, güleda cankel, nazan dedeoğlu, alara karademir, ceren özdemir, ayşe tuba arslan, belma çınar, özge sazlı, leyla boynukısa, fatma şengül, feray şahin, meryem beykoz, serra bozbay, sultan biryan, gülperi onur, nevin nilitaş, türkay iseyeva, perihan büyükbayram, selin çulha...

  • 3. dünya savaşının başlaması

    bir arkadaşımın dayısı, bosna savaşı'nda srebrenitsa'dan kurtulan kişilerden birisi. dediğine göre, o günden beri bir daha hiç konuşmamış. hiç.
    adamı görseniz, yemyeşil gözleriyle sürekli boşluğa bakıyor.

    şu an oturduğum ve bu entry'i yazdığım otuz daireli apartmanda yaşamış olan 75 kişiden, sadece altısı kurtulmuş auschwitz'den. yol boyunca, her bina önüne koydukları altın rengi plakaların üstüne yazmışlar isimlerini, bitmek bilmez biçimde sıralanıyorlar kaldırım üstünde.

    daha çocuk yaşımda, savaştan kaçan çeçenler tanıdım. grozni'de bıraktığı kızkardeşine, bombalamalardan sonraki günlerde ulaşamadığı için günün yarısını yarı baygın yaşayan kadınlar kaldılar aylarca evimizde.
    hamileliğinin son aylarında olan bir kadının, bir tank tarafından duvara sıkıştırılarak öldürüldüğünü gördüm.
    önce babasının, sonra sırayla annesinin, abisinin ve en son kendisinin kurşunlandığı, arkada yanan evi ve hayvanlarıyla, bir diğer genç kadının görüntüleri geliyor gözümün önüne.

    abhazya-gürcistan savaşına giden gencecik insanlar anlatılır ailede. ben, yaş itibariyle pek hatırlamasam da, hatıraları yaşıyor. ölüm haberi gelince bir gencin, annesinin ağlamaktan gözleri akmış. göremez olmuş.

    annemin halasının kızı, abidet, geride üç çocuk bırakıp öldükten sonra, annemin halası "benim kızım soğuk toprak üstünde yatıyor" diyerek ömrü boyunca bir daha ne kanepede oturmuş, ne yatakta yatmış. ölene değin toprak üstünde uyumuş o yaşlı kadın.

    sözlükte, roket görse dili tutulacak sefiller de gelmiş ortadoğu goygoyu yapıyor. savaş çıksa, açlıktan sıçar bokumuzu yeriz haberleri yok, ahmakça eğleniyorlar burada. milletin evladı nasıl da ucuz geliyor bunlara. savaş çıkarsa, umarım önce sizin gibi heyecanlı delikanlıların götünü keserler diyeceğim de, vallahi ananıza babanıza yazık.

  • iamwaldo

    ticari reklam ve haksız ticari uygulamalar yönetmeliği ikinci kısım, birinci bölüm
    madde 5 - 1. fıkrasının, g bendi diyor ki:
    "tüketicilerin korkularını ve batıl inançlarını istismar edemez."

    madde 6 - 1. fıkrası diyor ki:
    "biçimi ve yayınlandığı mecra ne olursa olsun bir reklamın, reklam olduğu açıkça anlaşılmalıdır."

    üçüncü bölüm, örtülü reklam, madde 22 - 1. fıkrası diyor ki:
    "her türlü iletişim aracında sesli, yazılı ve görsel olarak örtülü reklam yapılması yasaktır."

    neyse, neyi tuttuğunuzu biliyorsunuz bence artık.
    ..........

    edit: bu arada bana mesaj gelmedi. mesaj fasilitem kapalı. olaydan haberim ancak iki gün sonra oldu zaten.
    yalnız götüyle gülenlere bir bilgi vereyim.
    bu yasalar, maddeler, yasaklar oluşturulurken öyle keyfi olarak, "iyi ya şuraya da bir h bendi koyup şunu yazalım" demiyorlar. bir çok yasa, tecrübeyle sabit olarak problem yarattığı bilinen olaylara karşı oluşturuluyor.

    bana mesaj gelseydi de endişe etmezdim muhtemelen. yurtdışındayım, siyaseti umursamıyorum ve bir eylemim yok. ama bu mesaj mesela farklı bir mecrayla dedeme gelmiş olsaydı sonuç çok başka olurdu. dedemde alzheimer ve panik atak vardı ve adam boş duvarlara bakarak hayaller kurar, sonra "polisler beni götürmeye gelmiş, sakın vermeyin beni" diyerek apartmanı ayağa kaldırırdı. kaç defa konukomşu "atilla amca, sakin ol, polis gelmiyor" diye kapıya geldi. (bkz: #55354553)

    sen "tüketicinin korkularını ve batıl inançlarını istismar edemez" bendine rağmen böyle bir reklam yapar ve sağlık durumunu bilmediğin insanlara götünle gülersen; yarın öbür gün böyle tepene çıkardığın adamlar korkularına ayna tutarken gülecek göt de bulmayabilirsin.
    geçenlerde okuduğum, çok güzel bir entry vardı; konudan alakasız ama tespiti güzel: (bkz: #68006130)
    entry'i okumak istemeyenler için kısa özeti: "yüz verdik ali'ye, ali sıçtı halıya".

    bunlar toplumun biraz nabzını ölçmek için, biraz da alıştırmak için yapılan çalışmalar.
    nasıl tepki veriyorlar?
    nasıl tepkisizleştirebiliriz?
    buna ses çıkarmazsan, yarın öbür gün bundan cesaretle telefonuna mesaj atarlar. telefon biter, posta kutuna dadanırlar. o da olmaz evinin kapısının altından "örtülü reklam" yapıyoruz diye tehdit mektubu atarlar ve sen, hiç bir yerinden reklam olduğu anlaşılmayan mektupla bakışırsın. her gün kapısının önünden kebapçı broşürü topluyor millet, bunu yapmak daha zor değil.
    ülkede manyaktan bol bir şey var mı? belki biri sana sahiden tehdit mektubu atacak ama sen alıştırılmış olduğundan durumu fark edemeyeceksin?
    sana dm yoluyla ulaşıp, tehditkar bir içerikle mesaj atmak kimsenin haddine değil. mesaj diyorum bak, reklam değil. çünkü reklam olduğu belli değilmiş.

    seni, canı istedi diye öldürebilecek adamları aklamak için khk geçmiş suç muafiyetiyle alakalı, ohal var ve kırk senelik solcuları fetöcü diye tutukluyorlar, şimdi isterse suçtan muaf kalarak öldürebilecekler de, ama hala paranoyak diyorsan millete; sahiden söylüyorum bak, "mild autism" spektrumu, özellikle pdd-nos için gidip doktorlarla görüş. kendi hayal dünyanda bu denli kapalı ve mutlu yaşıyorsan ama çevrende olan bitene karşı bu denli idraktan yoksunsan; dünyayı algılayışında bence ciddi sıkıntı vardır.

  • köy enstitüleri

    kurtuluş savaşı yılları. o dönemlere kadar dedemin ailesi senelerce devlet için haznedar olarak çalışmış, çerkesya'da görevler yapmış, ahıska bölgesine yerleşmiş ve kuşaklarca orada yaşamışlar. savaş başlamış, ortada ne vazife kalmış, ne beylik ve dedemin babası ruslara esir düşmüş. zengin bir rus soylusuna köle olarak satılmış ve kaz çobanlığı yapmış. adam bey iken kendini bir anda kaz çobanı olarak bulmuş yani. yıllar yılı, yanında çalıştırıldığı bu zengin rus'un karısı dedemin babasına aşık olmuş ve istanbul'a kaçması için bir yük gemisini ayarlamış. bu esnada savaş bitmiş ama dedemin babası kendi ailesini ülkede bir türlü bulamamış.
    yeniden evlenmiş ve dört çocuğu olmuş.
    bu bir kaç satıra sığdırdığım olaylar aslında bu kadar hızlı, bu denli acısız yaşanmıyor. sadece ben sadete gelmek için kısa kesiyorum.

    bu dört çocuğun en küçükleri benim dedem. dedemin doğumundan bir sene sonra babası vefat ediyor. beylikten, zenginlikten ellerinde hiç bir şey kalmamış, kalan bir iki tarla.
    abisi gibi köy enstitülerine gitmek ve öğretmen olmak istiyor. abisi ise annesine kardeşinin okula gitmesinin, kalan tarlalarla ilgilencek kimse kalmayacağı için uygun olmadığını söylediğinde, dedemin annesi oğluna "ben bir oğluma şeref bey dedirtirken, ötekine atilla dedirtmem" diyor. evet, hikayedeki atilla benim dedem... dedemin okula yazılmasına önayak olan bir başka isim ise, amcasının eşi.
    onların hikayesi ise apayrı. dedemin amcası zengin bir rus kadınıyla evlenmiş ancak savaştan sonra türkiye'ye dönmeyi istememiş. stalin'in tüm işletmelere el koymasından sonra işyerini kaybedince kafası atıp türkiye'ye dönmüş. işte bu rus kadın, ki kendisi muhteşem piyano çalan, bale eğitimi almış, yabancı lisanı olan bir kadın ve dolayısıyla eğitimin öneminin farkında; dedeme maddi olarak tüm desteği sağlayacağını söylüyor. lakin tek ricası bir enstrüman çalmayı da öğrenmesi.
    sülalesi kuşaklarca sefa içinde yaşamışken, dedemin annesi çocuğunu okutabilmek için gece vakti -20 derece soğukta, tarlaların başında, ekinleri ayılar yemesin diye nöbet tutuyor.
    en sonunda annesi, dedemi okula yazdırması için bulup buluşturduğu parayı, dedemi de yanına alarak, bir öküz arabası sırtında bu kadının yanına gidiyorlar ve dedem cilavuz köy enstitüsüne kaydını oluyor.

    "ve inanırdık, yurdun efendisi olacaktı köylü. ne kadar aldanmışız. ne kadar aldanmışız! ah ah!"
    muazzam bir hüzünle yıllar sonra bu sözleriyle o günleri yad eden talip apaydın, dedem gibi, bir çoğunun da duygularını dillendiriyordu.

    size çok uzun ve belki köy enstitüleri hakkında çok da açıklayıcı gelmedi belki bu hikaye. lakin, bu hikaye ve bunun gibi hikayeler çok önemliler. o çocuklar, savaştan sonra belki kimi kimsesi kalmamış, bin bir yokluk içinde yaşayan çocuklardı. bugün devlet, sosyal devlet vazifesini yapmaz ve her okuluna aynı imkanları sunamazken, her gün ayrı bir okula yardım kampanyası düzenlendiğine tanık olduğumuz şu günlerde, 1940'lı senelere bakıyorum ve köy enstitüsünde arıcılık, marangozluk, ciltçilik, kayak, fransızca, mandolin ve vals öğrenen dedemi düşünüyorum.
    sonra bugün "halk oyunu zinadır" diyen, çocuklara tecavüz eden, "alevilik günahtır" diyen insanımsıların öğretmen olduğu; eğitim müfredatını bilal'in belirlediği; pozitif bilimlerin öldürüldüğü; 12 sene boyunca çocuğa tek kelime ingilizce öğretemeyen bu sistemi düşünüyorum.
    yıllar sonra neden mi hala köy enstitüleri özlemle anılıyor?
    sizin bu çomarlığınızdan işte.
    ülkeyi, eğitim kurumlarını, öğretmen kalitesini bu duruma düşürmeyi başardığınız için köy enstitüleri yıllar sonra bile eşine rastlanmaz derecede önem arz ediyor.
    bir çerkes atasözü der ki: "öküz tahta çıkarsa padişah olmaz ama saray ahır olur".
    bu kokuşmuş zihniyeti eğitim kurumlarına öğretmen kisvesi altında doluşturursanız onların yetiştirdiği toplum kalitesi de bugün bu oluyor işte.

    köy enstitülerinin kuruluşunun 76. yılında cılavuz köy enstitüsü öğrencileri ve öğretmenlerinin aziz hatıralarına saygıyla; onların çocuklarına, torunlarına ve yetiştirdikleri nesillere sevgiyle...

  • doğumu yaklaşınca aile hekimine giden kedi

    ya haberi izlerken nasıl mutlu oldum anlatamam.
    yıllardır amerika'nın yerel haberlerini takip ederim. eğer bir ruh hastası eline silah alıp okul, üniversite, benzin istasyonu falan basmadıysa haberlerin genel başlıkları şöyle oluyor:
    - dans eden goril videosu.
    - ağaçta mahsur kalan kedi kahraman itfaiyecilerimizce kurtarıldı.
    - doğum gününe kimsenin katılmadığı çocuğa kasaba polisleri sürpriz parti hazırladı.
    - yüksek irtifa balonuna takılıp stratosfere çıkan peluş ayı 4 yaşındaki sahibine geri verildi.

    bu başlıklar şaka değil ha, aklımda kalanlar. %100 gerçek.
    her yerden bir kahraman, her başlık altından bir insanlık dersi, her haberde bir mutluluk çıkıyor... böyle huşu içinde okuyorsunuz haberleri. sonra olur da yanlışlıkla türkiye'de bir gazetenin sayfasına gidince etrafı kan götürüyor. herkesten ve her şeyden bir anda nefret etmeye başlıyorsunuz.

    işte ben bu haberi izlerken kendimi sanki amerika'da yerel bir gazete okuyormuşum gibi hissettim.
    hastaneye giden kedi, ona yardım eden hemşire, hemen çağrıya kulak verip kediyi almaya gidenler, ameliyat eden veterinerler, durumları iyi yavrular, hepsinin korumaya alınması...
    sadece şunları dert edeceğimiz bir ülke istiyoruz halbuki.
    çok şey mi istiyoruz?

  • yayın yaparken abisinin gazabına uğrayan çocuk

    hastasıyım bu aristokrat sözlük ahalisinin. herkes prens çarls sanki lan. o zaman güdümlü anne terliği başlığına 200 küsür entry'yi hanginiz yazdınız, söyleyin? hepiniz mi kraliyet ailesinde büyüdünüz?
    ananıza da böyle laflar ediyor muydunuz size terliği fırlattığında?
    gereksiz ve abartı duyarlılığınızı seveyim.
    evde gün boyu sürekli ikaz edildiği halde laf anlamaz, saçma bir kardeşim olsaydı ben de gider kavga ederdim. bizim yaş aralığımız daha yakın olduğundan önce ikimiz birbirimizi döver, sonra muhtemelen annemin ikimizi de pataklamasıyla odalarımıza çekilirdik.
    bu kadar çok bokta boncuk aramaya gerek yok.
    bu çocuğun ağlaması bile şımarıklıktan, sesinin tonundan anlaşılır bunlar. ben olsam bir posta daha sopalardım.