whokares38
profili

  • abd'nin türk bankalarına ceza kesmesi

    bu konuda fazla teori kasmaya gerek yok.

    abd'nin burma, küba, iran, libya, sudan, zimbabwe ve uluslararası terörizmle ilgili koyduğu yaptırımları deldikleri için 2009-2016 seneleri arasında ceza alan bankaların listesi meydanda.

    halkbank ve muhtemelen bir kaç türk bankası daha işte aynen bu şekilde cezalandırılacak.

    peki abd nasıl oluyor da kendi ülkesi dışındaki bankalara ceza kesebiliyor?

    ingilizceniz varsa bunun nasıl mümkün olduğunu şurada okuyabilirsiniz. bu durumu (kısaca) dünyanın para biriminin abd doları olması, ve dünya finans sisteminin abd entegrasyonuna dayalı olması şeklinde açıklayabiliriz.

    abd bunu tabii ki durduk yerde yapmıyor. bahsi geçen bankalar, uluslararası bankacılık sisteminde yer alabilmek için belli anlaşmalara imza atıyorlar.

    bizimkiler çıkıp da "bize ne? biz iran'la iş yaparız" filan diyebilir... bunu 2014'te fransa merkezli bnp paribas'ın yöneticileri de söylemişti. sonrasına 9 milyar doları çatır çatır ödediler.

    onunla ilgili makaleyi de şurada okuyabilirsiniz. bahsi geçen banka hem suçunu, hem de cezayı kabul etti.

    kısacası, bizim başımıza gelmekte olan durumun da idlib'le filan ilgisi yok. bunlar ufak hesaplar. asıl büyük hesapları peçeteden makbuz yaratanlar, paraları sıfırlayanlar, ayakkabı kutusunda milyonları saklayanlar gördü zaten.

    faturası vatandaşa çıkmak üzere.

    evet, kesin bu da bir oyun. batı bizi çekemiyor.

    rüşvetçi liderlerimiz masum.

  • apple'ın yapıp da diğerlerinin yapamadığı şey

    bu sorunun cevabı alet, edevat, ya da donanım değildir.

    bu sorunun cevabı ios ya da macos de değildir.

    bu sorunun cevabını vermeden önce biraz gerilere gidelim.

    sene 1998...

    o zamanlar new orleans'ta bir internet hizmet sağlayıcısında yönetici olarak çalışıyorum. ufak bir grubum var. zaten şirketin kendisi de küçük... tamamen yerel çalışan bir şirket. louisiana ve çevresine erişiyoruz.

    grubumda yeni çıkan her şeye feci ilgi duyan ted adında bir eleman var. çocuk boş zamanlarında phracking ile filan uğraşan yarı-dahi biri.

    bu çocuk bir gün ofise elinde bir cihazla giriyor... cihazın markası eigerman f10-f20. bu cihaz, kuzey amerika'da son kullanıcı tüketimine sunulan ilk mp3 çalıcı.

    bu aleti kadar beğeniyorum ki, bir kaç ay sonra piyasaya çıkan rio mp3 çalıcıyı da kendime alıyorum. ondan bir kaç ay sonra ofiste herkesin elinde bir mp3 çalıcı var.

    hepimiz kendi çalıcılarımızı karşılaştırıyoruz... kapasite, kalite, dijital ekran, uygulama... vs. vs.

    biz bunları düşünürken, steve jobs çok ama çok başka bir şeyler düşünüyor. daha doğrusu kendisi düşünmüyor da, o dönem etrafında bulunan apple strateji ekibi düşünüyor ve steve jobs buna razı oluyor...

    nedir bu?

    itunes.

    o güne kadar yukarıda bahsettiğim (ve daha düzinelerce farklı marka) mp3 çalıcı grubu neredeyse tamamen limewire, napster gibi korsan sitelerden indirilen, ya da bu çalıcılarla birlikte gelen inanılmaz hantal uygulamalarla cd'den kopyalanan içerikle idare etmeye çalışırken, apple ortaya itunes'u çıkarıyor...

    diyor ki...

    alın size hem donanım, hem de devrim niteliğinde bir müzik-market.

    itunes ilk çıktığında, kullanıcılara sadece 200,000 parça sunuyor... ama ilk haftasında 1,000,000 parça satıyor. aynı senenin haziran ayı itibarı ile 1,000,000 ipod satılıyor. zamanla daha fazla parça itunes'a geçiyor.... zamanla daha fazla ipod satılıyor. apple memnun. müzik üreticileri memnun. sanatçılar memnun. kullanıcı memnun. korsan içerik siteleri ve düşük kaliteli mp3 donanım üreticileri rahatsız. zaten bunlar zamanla kaybolup gitti.

    apple'ın kurtarıcısı ve sırrı itunes müzik-markettir.

    2005 senesi itibarı ile - yani ipod'un piyasaya sürülmesinden sadece 4 sene sonra, itunes kendi başına fiziksel cd'lerden daha fazla satış yapmaya başlamıştı.

    2013 senesine gelindiğinde itunes üzerinde dakikada 15,000 parça satılıyordu.

    ipod bir donanım ürünü... oysa itunes... itunes tamamen kar marjı. düşük gider ile yüksek gelir üreten "sihirli" bir platform. başkalarının ürettiği içeriği komisyon karşılığı satan nefis bir model.

    kabul etmek gerekirse, apple "radio" denen streaming müzik servisini sunmakta geç kaldı. spotify gibi sağlayıcılar da şu anda itunes'u alt etmekle meşgul.

    ama apple artık yatırım yapması gerkeen modeli iyice anlamıştı.

    bu sayede 2008 senesinde iphone 3g ile birlikte appstore ortaya çıktı. iphone, ipad, vs. satışları hep haber niteliği taşımasına rağmen, buradaki yüksek marjlı ciro makinası itunes örneğinde olduğu gibi appstore'du.

    apple'ın ipod, ipad, iphone gibi cihazları birer donanım ürünü değil. bunlar sadece birer arayüz. işte samsung, lg, vs. vs. gibi markaların da anladığı, ama bizim android tayfasının anlamadığı o.

    apple cihazları, apple'ın itunes ve appstore ekosistemlerine bağlı birer arayüzden ibaret.

    işte apple'ın yapıp diğerlerinin yapamadığı şey o.

    google playstore filan çok ama çok geç kaldı bu partiye. android tabanlı cihazlar hiç bir zaman bu apple-itunes-appstore entegrasyonunu yakalayamadı. aynı tecrübeyi sunamadı, ya da çok geç sundu. microsoft denedi, başarısız oldu ve bıraktı.

    apple'ı tam olarak tahlil edemeyenler apple'a bakıyorlar, ve diyorlar ki...

    dostum, işleri güçleri dizayn...

    abi, işleri güçleri yüksek fiyat çekmek...

    baksana, donanımları samsung'dan daha güçsüz. ama anlamıyorlar işte...

    dostum, apple alanlar koyun...

    reklama da para harcıyorlar... koyun abi bunlar...

    hayır "dostum"...

    apple, kaliteli dijital içeriğe ulaşmayı en kolay haliyle ve yeterli kalitede donanımla birleştirerek bir "kullanıcı tecrübesi" yarattığı için başarılı.

    diğerleri ise ekran boyudur, ram yoğunluğudur, işlemci hızıdır...

    tartışsın dursun.

    bu yazdıklarımdan "apple her şeyin en iyisini bilir" çıkarımı da yapılmamalı. apple'ın tarihi de, bugünü de bir çok başarısız ürünle dolu. o da normal. ama apple'ı bugün olduğu yere taşıyan şey son kullanıcı tecrübesine verdiği önemdir.

    bu ortamda hala donanım karşılaştıranlar, donanım konusunda ilk neyi kim yaptı diye teknik özellik tartışanlar apple'ın başarısındaki anafikir nedir hala anlayamamış.

    ipod için çekilen ilk reklama bakın... bu ne reklamı?? donanım reklamı mı? yoksa bir tecrübeyi mi anlatıyor?

    fark orada.

  • marketlerde poşetin parayla satılması

    desteklediğim ama nasıl yönetileceğini merak ettiğim uygulama.

    bahsi geçen rakamlar bir poşet için çok fazla. belli ki bu rakamların caydırıcı olması hedeflenmiş. peki elde edilen kar marjı kime kalıyor?

    ben biraz araştırdım, ve piyasaya bu poşetleri satan önde gelen şirketlerden birinin fiyat listesini buldum.

    liste şurada görülebilir...

    bahsi geçen market poşetlerinin bir tonu, üretici tarafından kilo üzerinden 7 liraya satılıyor. yani bir ton alırsanız 7,000 lira ödüyorsunuz. bunun üzerine bir de klişe bedeli var. onunla birlikte satın alma maliyetiniz 7,200 lira. bunun üzerine nakliye ücreti de ekleyelim. 800 lira da onun için eklesek, 8,000 liralık bir masraf var.

    bahsi geçen üretim, kilo başına 145 adet 27x55cm ebatlarında, 5 kiloya yakın taşıma kapasiteli, son derece standart poşet içeriyor. bir tonluk bir siparişten 145,000 poşet elde ediliyor.

    8000 lira bölü 145,000 poşet, eşittir poşet başına 5.5 kuruşluk gider. son derece büyük marketlerimizin herhalde en azından bir %10 indirime yol açacak satın alma gücü vardır diye düşünüyorum. öyle olduğunu var sayarak poşet başına 5 kuruşluk bir market maliyeti öngörebiliriz.

    şurada görülen haberde ülkemizin baş esnafı sayın bendevi palandöken bize çok önemli rakamlar sunuyor, ve sonra da müjdeyi veriyor.

    sayın palandöken'in sunduğu rakamlara göre, türkiye'de ortalama bir marketin aylık poşet tüketimi 10 ton.

    kendisi yaklaşık 25,000 market olduğunu hesaplayıp, ayda 250,000 ton poşet tüketildiğini iddia ediyor.

    kendisi çok büyük bir çevre dostu. eminim bu durum onun gece uyumasına engel oluyordur. zaten kendisi de aynı haberde bu poşet kullanımının hem sağlığımızı, hem de ekosistemimizi olumsuz etkilediğini belirtmiş.

    gelelim büyük müjdeye...

    bu poşetler tanesi 25 kuruş ila 50 kuruş gibi "cüzi" bir miktara satılacakmış.

    benim yukarıda seçtiğim poşet profili, en orta halli olanı. diyelim ki bu orta halli poşetin satışı da 35 kuruş olsun.

    burada poşet başına marketler tarafından elde edilen 30 kuruşluk bir kar söz konusu. eğer ortalama bir market, sayın palandöken'in iddia ettiği gibi ayda 10 ton, yani 1.5 milyon poşet kullanıyorsa, bunu 0.3 ile çarparak marketin parmak kımıldatmadan elde edeceği net karı hesaplayabiliriz.

    1.5 milyon x 0.3 lira eşittir 450,000 lira ek kar.

    diyelim ki yüce tük halkı da sayın palandöken'in ekosistem ile ilgili ettiği lafları ciddiye aldı ve çocuklarına daha güzel bir gelecek inşa etmek için kullandığı poşet sayısını yarı yarıya azalttı. bu durumda bile ortalama marketimiz ayda 225,000 lira ek net kar akışı sağlayacaktır.

    çarpın 25,000 market ile... senede 5.6 milyar lira eder. haydi diyelim ki sayın palandöken'in matematik ile arası yok. biraz abartmış olabilir. o rakamı da ikiye bölelim... senede 2.8 milyar lira vatandaşın cebinden alınıp market sahiplerinin cebine gidecek. biz buna kısaca rant diyoruz. buradan sadece marketçiler yemez. yedirmezler. ama çikolatalı rantlı pastanın boyutları buna yakın.

    burada kısa bir ara verip migros, bim, a101 hissesi alıp yazmaya devam ediyorum.

    peki ne olmalı?

    sayın palandöken'in gece rahat bir uyku çekebilmesi için çevremizi temiz tutmamız lazım. mesela...

    asrın liderimiz, başımızdan eksik olmayasıca sayın erdoğan türk futbolundaki yabancı sayısını çözer çözmez bir khk (yani röportaj) ile poşet üreticilerinin her poşete iki boyutlu bir barkod yazmasını sağlayabilir. bunun formatını da "üretici-sene-seri no" şeklinde dayatabilir.

    zaten sabahtan akşama kadar barkod okuyucu ile dit dit dit çalışan kasiyerlerimiz bu barkodları sisteme okutup her gün kullanılan poşet barkodlarını "türkiye çevre bakanlığı" bünyesindeki "çam ağacı" sistemine ("evergreen" :)))) aktarabilir. bu sistem, marketçilere ek üretim kayıplarını karşılamaları için poşet başına 2 kuruş tahsis ettikten sonra, poşet başına geri kalan 28 kuruşun cari kaydını tutar, ve her ay sonu o marketi toplam meblağ üzerinden faturalandırır.

    bakanlığımızın elde ettiği bu gelir ile "türkiye yeniden dönüşüm" enstitüsü kurulur, buraya liyakat ile odtü çevre'den filan birileri alınır, plastiğin yeniden işlenmesi ile enerji sağlanır, bunun finansmanı da market paralarından çıkar.

    hem ülkemiz kalkınır, hem çevremiz temiz kalır, hem kalifiye insanlar için iş sahası yaratılır... hem de sayın palandöken rahat rahat uyur. ona kıyamam ben.

    tabii bence şu andaki dizayn ile marketçilerin "ağaoğlu my-bag" konseptli sitelerden senede üçer beşer daha ev almaları hedefleniyor da olabilir.

    bilemiyorum altan.

    gerçi bu parayı devletimiz (asrın liderimiz) de toplasa yeridir. kendisine yazlık saray lazımmış. hak verdim. adam iki günde hem futbolu hem eğitimi çözdü (yeniden). tatil onun da hakkı.

    ben bu kadar yazıyı sırf sayın palandöken'in iyi uyuyabilmesi için yazdım. çevre nasıl olsa düzelir. önemli olan marketçilerimize zeval gelmesin.

    buradan en zararlı çıkacaklar ise poşetçiler :)) zaten bu başlık altında gidip poşetçi yatırımı yapmaya hevesli sevgili sözlükçülere de gülümsedim. hayır. onların iş hacmi düşecek. marketçilerin (ya da mucize olursa devletin) kar marjı yükselecek. poşetçi almayın. marketçi alın. ya da bana ne?

    son bir fikrim daha var. mesela her apartman birleşip aralarında zaten topladıkları aylık aidata 5-10 lira daha ekleyerek üreticiden direk kendi poşetlerini tedarik edebilirler. bence 100 kilo alsalar (1,000 lira filan) ortaya çıkacak 14,500 poşet nir apartmanı en az bir kaç ay idare eder. maliyetine... poşet başına 6-7 kuruş. ama dikkat edin... sizi de potö'den toplamasınlar. poşetçi terör örgütü.

  • bitcoin

    sanıldığını aksine, büyük bankaların kesinlikle korkmadığı psikolojik para birimi. jp morgan dahil, bütün büyük bankalar zaten bitcoin'i var eden blockchain teknolojisine yatırım yapmakla meşgul. ama blockchain ile bitcoin aynı şey değil.

    blockchain teknolojisi (lafı uzatmadan yazalım) tamamen ortak ve transparan bir bilanço üzerinden çalışır. bu bilanço aynı zamanda yayılmış (distributed) ve merkezi olmayan bir platform üzerinde yaşar. kısacası fena halde güvenlidir ve iki nokta arasındaki para akışını gerçek zamanlı olarak ve neredeyse bedavaya halletme kapasitesine sahiptir.

    şimdi bunu basit bir karşılaştırmayla açıklayalım. siz 80'lerin sonunda cd almak için müzik mağazasına gidiyordunuz. bu durum eşittir para transfer etmek için bankaya gitmek.

    sonra 90'ların sonunda cd almak için amazon.com'a gitmeye başladınız. bu durum eşittir para transfer etmek için internet bankacılığına gitmek.

    sonra 2000'li yıllarda müzik dinlemek için spotify'a filan gitmeye başladınız. istediğiniz yerde, istediğiniz cihaz ile, istediğiniz zaman müzik dinlemeye alıştınız. işte blockchin teknolojisi de finansal sektörde bunu yapma potansiyeline sahip.

    bitcoin ise herhangi bir üretilmiş değere karşılık gelmiyor. blockchain teknolojisini kullanarak hareket etme yeteneğine sahip bir psikolojik değerden ibaret.

    gelecekte bir değere karşılık gelen varlığın hareketi, uluslararası regülasyonlarla yönetilerek blockchain üzerinden sağlanacak.

    daha haftalar önce abd'nin önde gelen bankalarının hepsi aynı açık-kaynak standartında işleyen bir blockchain mimarisinde ortak karar aldı.

    bitcoin belki de patlayıp gidecek. ama onu var eden blockchain, biz farkında olmadan hayatımızın her yerine girecek. aynen telefonunuzun tcp/ip katmanları üzerinde çalışması gibi.

    bundan zengin olacak insanlar ise blockchain üzerine kafa patlatıp bu mimariyi daha da ileri iteleyecek katma değeri geliştirenler olacak.

    kısa yoldan psikolojik para ticareti ile olmaz bu işler :) olur da, uzun dönemli olmaz. zengin olan oldu zaten. bundan sonrası müzik durduğunda kim ayakta kalacak, ondan ibaret, sayın dimon'un dediği de o.

  • 400 kg'lık caretta'nın saldırısına uğrayan kadın

    geçmiş olsun diyeceğim kadındır.

    öncelikle, denize, okyanusa filan girerken bu tip risklerin var olduğunu kabullenmek gerekiyor. sonuçta havuza girmiyorsunuz. etrafınızda (siz farkında olmasanız da) bir sürü canlı sizin farkınızda.

    bu konuyu "insanlar geldi doğa bozuldu" cıvıklığında değerlendirmemek lazım. popüler dilde "loggerhead" olarak da bilinen caretta caretta'lar belli durumlarda köpekbalıklarına bile saldırabiliyorlar. biraz araştırırsanız bunun örneklerini bulabilirsiniz.

    öte yandan, bu güne kadar bu kaplumbağa türü tarafından öldürülmüş bir insan yok. yine de yüzmeyi iyi bilmeyen, çabuk paniğe kapılan insanlar için bu boyutta bir hayvan tarafından saldırıya uğramak dolaylı yoldan da olsa ölümcül olabilir.

    peki bu saldırıları ne tetikliyor?

    yukarıda bolca dalga geçilmiş... ama günün belli saatlerinde açık tenli insanlar daha büyük risk altında. sebebi ise bu kaplumbağanın diyeti. bu hayvanların menüsünde deniz anaları da bulunuyor. belli durumlarda insanları ısırabilmelerinin ana nedeni bu.

    bu kaplumbağalar agresif davranış kapasitesine sahip. bunun sebebi defansif de olsa sonuç aynı. bu hayvanların bulunduğu yerde yüzerken bu riskin farkında olmanız gerekli.

    öte yandan, ben insanların denizden çıkmasına filan da karşıyım. insan da sonuçta bu gezegende yaşayan bir canlı türü. hayatım boyunca "biz büyüdük ve kirlendi dünya" tarzı arabesk yaklaşımların karşısında oldum. evet, hayvanların doğal alana ihtiyacı var. evet, insanoğlu bu gezegenin yapısını değiştirebilme kabiliyetine sahip. ama sonuçta biz de bu gezegenin bir parçasıyız. bu gezegenin yapısını olumlu yönde değiştirebilme kabiliyetine de sahibiz.

    hem insanı, hem de hayvanı aynı anda ve aynı çerçeve içinde göremeyen düşünce yapısı ile bu tarz sorunlar çözülemez. avustralya örneğine bakın... o insanların yaşadıkları yerler tehlikeli hayvan dolu. ama bunun farkındalar. dahası bunu artık iyice özümsemişler. o hayvanları koruyorlar, ama bunu yaparken insanı yerin dibine sokmuyorlar.

    sözlük'te de çok bulunan ütopik aktivistlerden şimdiye kadar kimseye fayda gelmedi.

    çare düzenli ve bilimsel pragmatizm.

    ben abd'deki evimin arka bahçesini sivrisineğe karşı ilaçlamadan önce izin almak zorundayım. bu işi yapan insanların kullanma iznine sahip olduğu maddeler doğal yoldan ve çevreye zarar vermeden kaybolma özelliğine sahip olmak zorunda.

    benim arka bahçeme ara sıra gelip giden bir kaç tane kocaman çakal var. evet, bildiniz... kurdun kuzeni. bunlara dokunamıyorum. dokunmak da istemiyorum zaten, ama koruma altındalar.

    aynı şekilde ara sıra gördüğüm geyikler var.

    tilkiler, sincaplar, yılanlar var. tepede uçan kartallar, şahinler var.

    ben de bunların ortasında yaşıyorum.

    hepsinin bana zarar verme potansiyeli var, ama böyle bir harmoni kurduk, yaşayıp gidiyoruz.

    daha geçen mart ayında nassau'da kaldığım bir otelin plajının 8-10 metre açığında ben yüzdükten 2 dakika sonra kocaman bir köpekbalığı dolandı. ilk önce köpekbalığını ses yoluyla kaçırdılar. 10 dakika sonra geri geldi. o plaj o gün için kapandı. ertesi gün de uyarılarla açıldı.

    kaplan ya da reef türü bir köpekbalığı olduğunu söylediler. hayvanın peşinden kimse koşmadı, ve daha çok bir hayranlıkla seyrettik sahilden. bayağı da büyüktü.

    neyse, uzun lafın kısası.

    gezegen hepimizin. insan insana da, hayvana da saygılı olduktan sonra sorun yok.

  • 4 ağustos 2017 onur air rezaleti

    yıllardır sürekli uçak yolculuğu yapan biri olarak diyebilirim ki, buna benzer tecrübeleri yaşamadığım havayolu şirketi kalmadı. öyleyse hepsini boykot edelim, hepsi batsın. biz de gideceğimiz yere at sırtında filan gideriz.

    elde olmayan sebeplerden dolayı ertelenen uçuş dolayısı ile içecek servisi yapılmış. üzerine bir de yemek servisi yapılmış. ne eksik? özür. bak sen... o uçağın kapısı kapanana kadar o uçakta çalışan insanlar para kazanmıyor. belki onların da morali bozuk.

    ama bizim halkta empati yeteneği sıfır olduğundan, dahası hepsi birer prens ve prenses olduklarından o uçak bozuk olsa da kalkacak arkadaş. belki de günün son seferini yapmaya hazırlanan uçak eğer kalkamıyorsa, yakınlardaki bir avis'ten, hertz'den başka uçak kiralansın. değil mi ama?

    hayır, zaten onur air öyle ölçekli bir firma da değil. bulunduğu havalimanının merkez (ya da hub) olma durumu da yok. gecenin o saatinde nereden gelecek o yedek uçak?

    mekanik arıza olduğu açıklanmış zaten.

    daha ne duymak istiyorsun?

    şema üzerinde mi anlatsınlar?

    arızanın sebebi belli. gerekli yer hizmeti de verilmiş. tamam, insanın asabı bozulabilir, ama her gün yüzlerce defa gerçekleşen böyle bir olay için onun bunun kellesini istemek bizim insanımızda bolca bulunan bir davranış tarzı.

    özet geçelim...

    uçak rötar yapmış. yolcular yemiş, içmiş... ama özür dilenmemiş. o yüzden onur air adındaki şirketin batması isteniyor.

    not: "aynı şey sizin başınıza gelse ne yaparsınız!!!" tarzi banal yorumları görünce ufak bir ekleme yapma ihtiyacı hissettim. olayın sinir bozucu olduğu zaten yukarıda söylendi, ama bu gibi bir duruma rezalet demek apayrı bir tanım gerektirir.

    uzun rötar süresince sizi aç, susuz bırakırlar (ki zaten havalimanının doğru dürüst çalışmadığı saatler bunlar)... rezalet diyebilirsiniz. sizi bozuk uçağa bindirip yolculuğu tamamlayamadan geri dönerler, buna rezalet diyebilirsiniz. sizi en ufak bir bilgilendirmede bulunmadan bekletirler... ona da, eh işte, rezalet diyebilirsiniz.

    ama uçağın arızalı olduğunu açıkladıktan sonra size yiyecek, içecek verip bekleten şirket bence rezalete filan imza atmamıştır. zaten o havalimanından istanbul'a giden son uçak sabah 01:00'deki thy uçağı. ondan sonra sabah 5:45'e kadar uçak filan da yok.

    şanssız bir durum... sinir bozucu bir durum... ama rezalet değil.

    o durumda suçsuz günahsız bir onur air çalışanı kazara mekana teşrif etse, zaten sabaha cesedi çıkardı oradan. bizim millet böyledir. birilerini linç etmeden rahatlayamaz.

  • abd'de insanların tr'dekiler kadar sigara içmemesi

    bunun nedeni fiyatlandırma, konu hakkında uzun dönemli ve ısrarcı eğitim ve sosyal stigmadır.

    şöyle açıklayayım...

    benim boston'daki ofisim uzun yıllardır aynı binada. bu yazı için ben 2004-2016 arasındaki döneme bakıyorum.

    2004 senesine kadar bizim binanın çıkış kapısında sigara içilebiliyordu. kapıdan çıkar çıkmaz sağınızda ve solunuzda uzun, silindir şeklinde ve tepelerinde kültablaları bulunan çöp kovaları vardı.

    sanırım 2006 ya da 2007 senesi gibi bu arkadaşlar biraz daha uzağa itelendi. artık sigara içenler kapıdan çıkıp otoparkın ilk kısmını da geçtikten sonra iki otopark şeridi arasındaki bölgeyi kullanabiliyorlardı.

    sene 2012... biz şirketi sattık. yeni gelen insan kaynakları kültürü dahilinde artık otoparkın orta kısmında değil, sadece kenarında, ayak trafiğinin daha az yoğun olduğu bölgede sigara içilebiliyordu.

    sene 2016... sigara içen grup otoparkın en son sırasının en sol köşesine atıldı. oraya ufak bir piknik masası, ve iki uzun kültablalı çöp koydular. artık oraya gidene kadar bile sigara yakmak kurallara karşıydı.

    bu gidişat dahilinde sigara içenlerin sayısında da büyük azalmalar oldu. ilk zamanlar çıkış kapısının önünde 8-10 kişilik gruplar bulunurken, artık dürbünle zor görülebilen en uç köşede en fazla 2-3 kişi var.

    aynı seneler süresince massachusetts eyaletindeki sigara fiyatları paketi 2-3 dolardan 10-11 dolara filan fırladı. geçenlerde gelen türk arkadaşım sayesinde öğrendim :) kendisi benzinciden paketi 11 dolara marlboro aldı. kartonu 220 dolar eder. türk lirasına çevirseniz kartonu 700-800 tl. iç içebililyorsan.

    neyse...

    zaman aralığını biraz daha uzatalım.

    1960'lardan 2010'lu yıllara kadar abd'de sigara kullanımı neredeyse üçte bire inmiştir. hatta eğitimli kesimde bu oran inanılmaz düşmüştür.

    bugün üniversite diplomasına sahip abd'lilerin sigara kullanım orana %7 civarında.

    master yapanlar arasında bu oran %3 filan.

    sigara kullanımı yoksulluk sınırının altındaki hanelerde, diğerlerine göre iki kat daha fazla.

    kısacası abd'de sigarayı yoksulluk sınırı altındaki eğitmisiz erkekler içiyor. kadınlarda oran daha da düşük.

    oysa bizim ülkemizde (sağlam veri olmamasına rağmen gözlemlediğim kadarıyla) eğitimli kesimde müthiş bir sigara merakı var. rakı sofrası, çat yanında sigara. arkadaş sohbeti... yanında sigara.

    genç ve eğitimli kesimde bu kadar yaygın durumdaki sigara alışkanlığı abd'deki demografik dağılıma göre büyük farklılık gösteriyor. bence asıl sorun orada.

    türkiye'de elde edilen en sağlam verilere göre 25-34 yaş arasındaki erkek nüfusun, sıkı durun, neredeyse %50'si sigara içiyor. aynı yaş aralığında kadınların oranı %17.

    abd'de aynı yaş aralığında sigara içen erkeklerin oranı %18. kadınlarda bu oran daha düşük.

    gelelim zamanla nelerin değiştiğine... türkiye'de veri bulmak zor... ama abd'deki durum kayıt altında...

    şu grafiğe bir bakın...

    bunu birden çok kaynak kullanarak kendim derledim. 1954-2014 arasındaki değişim burada belgelenmiş durumda...

    grafikte üç ölçüm var:

    - yıllara göre normallenmiş 20'lik paket fiyatı
    - yıllara göre kişi başına tüketilen senelik sigara sayısı
    - yıllara göre akciğer kanserinden ölüm oranı

    bu veriyi daha iyi gösterebilmek için 1954 senesindeki değerlerin hepsini 100% kabul ettim... sonra da değişimi ölçtüm.

    buna göre:

    - 2014 senesindeki ortalama fiyat, son 60 yılın en düşük fiyatından neredeyse 3.5 kat daha fazla. bunlar belli bir endekse göre normallenmiş fiyatlar.

    - 2014 senesindeki kullanım oranı, son 60 yılın en yüksek kullanım oranının sadece 1/3'ü civarında.

    - akciğer kanserinden ölüm oranı 1990'lı yılların başlarında yön değiştirerek azalmaya başlamış... bu durum kullanımdaki düşüşün başlangıcı olarak görülen 1980'i 10 sene geriden takip ediyor. bu durum normal... zira sigara kullanımına bağlı bu hastalık "trailing indicator" denen kategoride.

    dahası...

    1990'lı yılların başından bu yana her sene akciğer kanserinden ölüm oranında azalma var. aynı zamanda kullanım da sürekli azalıyor... fiyatlar ise genellikle artıyor.

    kanser filan deyip geçmeyin...

    olay sadece bireysel hasar değil.

    bu tür hastalıklar sosyal / sağlık sistemleri üzerinde de büyük stres yaratır.

    her neyse...

    dediğim gibi, ülkemizde veriye ulaşmak zor.

    ama son tahminlere göre genç nüfustaki erkeklerin %50'sine yakınının, hatta eğitimli insanların sigara içtiği bir ülkede herhalde olumlu veri beklemek zor.

    bir de...

    bir iphone 7 plus 256gb abd'de 1000 dolara satılıyorsa türkiye'de 1,550 dolar filan.

    peki bir paket marlboro abd'de 11 dolara satılırken, türkiye'de neden 4 dolar?

    bizim sağlığımızı kim sömürüyor? ya da buna neden izin veriyoruz?

    edit: bir kaç ufak ekleme... akciğer kanseri sonucunda ölüm oranlarının tam olarak sigara kullanımını yansıtmayabileceği konusunda görüşler var. yanlış. bahsi geçen 60 sene süresince diğer kanserlerden alakasız olarak tek başına hareket eden en belirgin kanser türü ac kanseridir. 1950'li yıllarda ac kanserinden ölüm oranı 100,000'de 25 civarında iken, diğer bütün kanser türlerinden bağımsız ve alakasız olarak bu oran 1980'li yıllarda 100,000'de 90'lara fırlamış, daha sonra yıllar öncesinden belirgin şekilde azalmaya başlayan sigara kullanımı ile düşüşe geçmiştir. hatta aynı süreç içinde (tıptaki ilerlemelerden bahsediyorum) karaciğer ve pankreas kanserlerinden ölüm oranı düşmemiş, aksine artmıştır. neden? mesela günümüze kadar karaciğer kanserindeki artışın sebebi 1960-1980 seneleri arasında başgösteren hepatit-c epidemiğine bağlanıyor. sigara kullanımı gibi, dış etken bazlı bir durum söz konusu.

  • acaba yanlış insanla mı evleniyorum korkusu

    burada yazılanlara bakıp da bunun normal olduğunu filan düşünmeyin. boş romantizm bunlar... üstelik tehlikeli.

    eğer aklınızda soru işareti varsa evlenmeyin. bunu ileride "mantığınızla" filan aşamazsınız. belki içinde bulunduğunuz durumu kabullenirsiniz, ki bu sizi daha mutsuz yapar, ama kesinlikle bu öyle sonradan düzelecek bir olay değil.

    peki ne yapmalı?

    bir kere yangından mal kaçırır gibi genç yaşta evlenmeyin. ileride feci mutsuz olursunuz.

    bence bugünün normları dahilinde kesinlikle çocuk isteyen biri için 30-35 yaş arası evlenmek gayet normal. eğer çocuk istemiyorsanız bence 38'den aşağı evlenmeyin. en ideali o.

    bu arada, biriyle evlenmeden onun nasıl eş olacağını anlayabilirsiniz. birlikte yaşayın. şöyle bir sene filan yaşayın... bu öyle çok gizemli bir olay değil. evlenince insanlar değişmiyor. evlenince sadece baştan şüphe duyduğunuz konular, daha da belirginleşiyor. şüphe duyduğunuz konuları açıklığa kavuşturmak için birlikte yaşamanız, ya da birlikte mümkün olduğu kadar çok vakit geçirmeniz gerekli.

    evlendikten sonra "doğru kişiyle" karşılaşma korkusu da apayrı bir romantizm. yok öyle bir şey. o konuda ferah olun. o durum sadece siz mutsuz bir evlilik yaptıysanız ortaya çıkıyor. galeriden araba alır gibi evlendiyseniz, size müstehak. her an daha iyi bir "modeli" yollarda görebilirsiniz.

    acele etmeyin, bekleyin. kariyer yapın, para kazanın, çevre edinin, hayat tecrübesi edinin, kendinizi tanıyın (ki karşınızdakini daha iyi tanıyabilin), ondan sonra zaten evlenmek isteyecek kadar seveceğiniz, kendinize uygun bulacağınız biri karşınıza çıkacaktır.

    bırakın bu "the one" temalı aptal romantizmi.

    yok öyle bir şey...

    "the one" denilen bireyin siz kadıköy'de ya da beşiktaş'ta yaşarken, hemen iki sokak ilerinizde olması mümkün mü?

    değil tabii ki...

    peki gerçekte olan biten ne? aslında etrafınızda size uygun, sizi mutlu edecek, sizinle mutlu olacak bir sürü insan var. ama bu insanları görebilmeniz için "gereksinme" modundan çıkmanız gerekli.

    evlilik bir gereksinme değil, bir seçenek olarak görülmediği sürece insanlar mutsuz olmaya mahkum.

  • emlak balonu

    konu hakkında yorum yapabilmek için biraz da global ekonomiye, satın alma vs. kiralama olgusuna filan bakmak gereklidir. ben 15 dakika içinde şu analizi yaptım:

    tcmb'ye göre 2012 senesindeki hedonik konut fiyat endeksi: 112
    2017 senesinde: 259

    2012 senesinde m2 fiyat (istanbul): 1595 tl
    2017 senesinde: 3688 tl

    140 m2 evin 2012 senesindeki değeri 223,000 tl
    aynı evin 2017 senesi değer tahmini: 516,000 tl (ataşehir / içerenköy ya da küçükbakkalköy)

    kısacası, 2012 senesinde istanbul'da nakit alınan bir evin 2017 senesi sonunda brüt getirisi 293,000 tl. buna vergi filan dahil değil... brüt.

    gelelim yatırım + kira opsiyonuna...

    2012 ocak ayından itibaren 2017 aralık sonuna kadar buna benzer bir evin (emsal: ataşehir / içerenköy ya da küçükbakkalköy) senelik artışlar dahil toplam kirası: 111,000 tl. bunun için 930 tl başlangıç değeri, ve 2,150 tl güncel değer kullanıldı. aradaki değerler de artış olarak yansıtıldı.

    2012 senesinde 1 usd eşittir 1.89 tl.

    yani 223,000 tl eşittir 118,000 usd.

    2012 senesi ortalama dow jones endeks getirisi eşittir %7.26
    2013 senesi ortalama dow jones endeks getirisi eşittir %26.50
    2014 senesi ortalama dow jones endeks getirisi eşittir %7,52
    2015 senesi ortalama dow jones endeks getirisi eşittir -%2.23
    2016 senesi ortalama dow jones endeks getirisi eşittir %13.42
    2017 senesi ortalama dow jones endeks getirisi eşittir %8.00 (tahmin)

    2012 senesi başında son derece ortalama bir fona yatırılan para 118,000 usd... elde edilen gelir her sene sonunda anaparaya eklenirse yukarıdaki tablo sonucu 2017 sonu itibarı ile elde edilmesi öngörülen rakam 206,000 usd.

    2017 itibarı ile öngörülen sene sonu dolar kuru 3.53 diyelim... tutucu bir tahmin. eldeki para 725,000 tl civarında.

    bundan 111,000 tl kira gideri düşelim...

    kalan net para 624,000 tl.

    başlangıç paramız olan 223,000 tl'yi bu paradan düşelim....

    aynı dönemdeki kazanım: 401,000tl.

    kısacası....

    anapara üzerinden ev alınca 293,000 tl, yatırım yapıp kira ödeyince 401,000 tl kazancımız olmuş.

    nerede kaldı türkiye'deki konut mucizesi?????

    global pazarlara göre %27 daha kötü performans sergileyen bir sektör bu. türkiye'nin en istim üzerindeki sektörü, son derece ortalama dow jones endeksine göre %27 daha başarısız. kaldı ki bu parayı çok daha iyi işletmek de mümkün. ben sadece ortalama opsiyonlara baktım.

    hayır... "burası türkiye, paramız tl" diyerek kafayı kuma gömemezsiniz... 2012'de de gömemezdiniz, şimdi de gömemezsiniz. türkiye uzun yıllardır global sermayenin bir parçası. konut dışında diğer yatırım araçlarına yönelmemek bir eksiklikten değil, iktisadi kültürsüzlükten kaynaklanıyor.

    bakın, yukarıdaki örnekte konut kredisi filan da kullanmadık. onu kullansak zaten vay halinize. tamamen nakite dayalı bir alım örneğiyle çalıştık.

    evet, konut kredisi kullanınca, kendi köşesinde yatırıma dayalı kazanım elde eden insanın parası biraz da o krediyi kullanıp "ohaaa evim acaip prim yaptı" diyen insanın ödediği muazzam faizden geliyor :)

    tabii ki ev almak güzel şey... psikolojik olarak... içinde yaşayabileceğiniz, "benim" diyebileceğiniz bir mekana sahip olmak güzel şey. benim yazdıklarım bunlarla ilgili değil... emlak sektörüne optimal yatırım aracı olarak bakanlar için yazdım bunları.

    emlak balonu var mı?

    dışarıdan bakınca pek yok.

    içeriden bakınca var gibi.

    ufkunuz genişletin, gidin bir yatırım bankacısı ile konuşun. biraz da dışarıdan bakın. en azından seçeneğiniz olsun.

  • tek kadınla evlenme saçmalığı

    bu "saçmalığın" hangi ülkelerde ne şekilde yorumlandığı şu haritada görülebilir.

    poligami, haritanın siyah yerlerinde yasaktır. bu bölgelerde poligaminin cezası vardır, ve bu ceza uygulanır.

    haritanın mavi bölgelerinde ise poligami ya serbesttir (açık mavi), ya da yasaktır ama cezai uygulama yapılmamaktadır (koyu mavi).

    bir de yeşil bölge var... buralarda poligami sadece müslümanlara serbesttir.

    bu harita vikipedi'nin poligami başlığında görülebilir.

    aslında poligami diyerek kendimizi kandırmayalım.

    hem bu haritada, hem de bu başlıkta lafı geçen olay aslında polijini, yani bir erkeğin birden çok kadın ile evlenebilmesidir.

    zaten bu tip "uygulamaların" kadını meta olarak gören geri kalmış toplumlarda görülmesi bir rastlantı değil. bu durumu gay evliliği ile filan karıştırmayın. gay evliliği konusunda bir taraf diğer tarafı metalaştırmıyor. polijini konusu ise son derece bariz bir şekilde erkeğin kadına meta olarak yaklaşımını kurumsallaştırıyor.

    kadınların yüzyıllar süren özgürlük ve eşitlik mücadelesini "herkes istiyorsa ne olmuş yani" tarzı avamlıklarla savunmak son derece utandırıcı. ama tabii ki var böyleleri. haritanın mavi ve yeşil yerlerine bakın. böylelerinin yaşadığı yerler oralar. abd'nin utah eyaletindeki mormon komedyenler de aslında bunlarla aynı safta, ama onların da kafası yerinde değil aslında. onların polijini uygulaması da din destekli. aynen müslümanlarda olduğu gibi.

    zaten erkek kadını ne zaman kontrol altına almak istese kullandığı kelime ya din, ya da gelenek. din ve gelenek çalışmazsa, "namus" kelimesi olaya karışıyor. sonra da gelsin cinayetler.

    kadının baskı altında tutulduğu az gelişmiş, kültürel olarak geri kalmış, yobaz yerlerde kadının da yeri gelince ikinci eş olmayı kabullenmesi de anormal değil aslında. bunun için ali ağaoğlu filan olmanıza da gerek yok. gidin, anadolu'nun bir çok köşesinde "kuma" filan adı altında bu uygulamayı görebilirsiniz. alan razı, veren razı... öyle mi?

    öyle değil.

    burada yapılması gereken kadını ataerkil baskının altından çıkarıp eşit ve saygın bir platformda görebilmektir. kendi kendine duyduğu saygıyı yine kendi çıkarımları, kendi çabaları ile elde eden bir kadın, hiç bir erkeğin ikinci eşi filan olmayı seçmez.

    aslında kadınların tek eşli yaşayabildiği bir toplum ile gay evliliğe izin veren bir toplum kültürel olarak birbirine çok yakındır. her iki durum da evliliğin iki tarafında bulunan iki bireyin "eş" olarak görülebilmesini destekler. eşitliği destekler. gay vatandaşlar bu statü için çok uğraştı.

    polijini durumunda ise erkek ilişkinin %90'ı iken, ilişki bünyesindeki kadınlar kalan %10'u paylaşır.

    aslında bu denli çok eşlilik meraklısı birinin neden evlendiğini de anlamak zor.

    yok, aslında zor değil.

    din işte aynen böyle bir çelişkiler bütünüdür.

    tanrı'yı şahit göstermeden uygulanan çok-sevgililik haramdır.

    ama tanrı'yı şahit gösterip isterseniz çocuk yaşta, ya da muhtaç biri ile bile evlenip üzerine üç eş daha alabilirsiniz.

    yeter ki tanrı şahit olsuın.

    ha?

    ama din çatısı altında satmaya kalktığınız sapıklığınız, saygısızlığınız ve korkaklıkla bezeli bencilliğiniz tabii ki yüzyıllardır süregelen medeni gelişimi yok edecek değil. iltihaplı bir yaranın ateş eşliğinde uzun süreli iyileşmesi gibi, sizin hastalıklı beyinleriniz de ölüp gittikçe yerlerine daha sağlıklıları doğacak. uzun soluklu bir süreç bu. ama gidişat o yönde.

    ufak bir ekleme... "bundan devlete ne?" tarzı sözde liberal dokunuşlu ama özde kurnaz sorular soranlar ne demokrasiyi, ne insan haklarını, ne de 21. yy'ın ileri toplumlarında devletin ne işe yaradığını öğrenememiş. kanun çıkarmanın ve kanunu uygulamanın bir nedeni de zayıfı güçlüden korumaktır. türkiye'de polijini serbest kalırsa, zaten ülkenin büyük bölümünde aile baskısı altında doğup büyüyen kız çocukları en fazla para verenin elinde kalır. gerçi dininizde bu da yasak değil, ama dediğimiz gibi... bu ülkenin bazı kanunları az da olsa hala zayıfın yanında.

  • 16 ekim 2016 türk hava yolları rezaleti

    müşteri bilinçsizliğinin de rol oynadığı, tam olarak rezalet olarak niteleyemediğim durumdur.

    öncelikle, uçuş kapısı istanbul saati ile 11:03 gibi 207'den 202'ye değiştirilmiş.

    kanıtı burada.

    uçağın kalktığı saat 12:54.

    onun kanıtı da burada .

    kalkıştan 30 dakika önce kapıların kapandığını varsayarsak, 11:03'ten 12:24'e kadar uzanan bir süre var. 202 numaralı kapı ile 207 numaralı kapı arasındaki yürüyüş mesafesi en fazla 10 dakika. kapı değişikliği ile kapıların kapanışı arasındaki süre 80 dakika.

    bu arkadaşın bahsettiğine göre kafası karışan grup topu topu 9 kişi.

    bu seferi gerçekleştiren airbus a321 uçağının thy konfigürasyonu 180 kişiden fazla yolcu alıyor.

    thy'nin son basın açıklamasında verilen ortalama doluluk oranı %74 civarında. şuradan görülebilir...

    bu rakamları kullanarak uçakta ortalama 130'dan fazla yolcu olduğunu düşünebiliriz.

    yolculardan %93'ü kapı değişikliğine rağmen uçakta yerlerini almışsa, biraz da kalan %7'nin nerede hata yaptığını düşünmek lazım.

    ben bu tip tek taraflı rezaletlere pek itibar etmiyorum.

    evet, boston'da pazar sabahı. yeni kahvaltı yaptım. işim gücüm yok :)

    edit: evet, babaanne - dede konfigürasyonu da probleme katıldığı için bunu da düşünelim. öncelikle, uçağı kaçırır kaçırmaz, sözlüğe demeç veren elemanın babaanne ya da dede olmadığı belli. benim tahminim, 20'li, 30'lu yaşlarında bu insanlar. dahası, 100'ün üzerinde yolcu ile havalanmış uçakta bizim "rezalet" grubunun babaannesi ya da dedesi yaşında olması muhtemel insanların varlığı da neredeyse kesin gibi. yani babaanne-dede mazereti kullanan sosyal medya gençliği buraya entry girerken, gerçek babaanne ve dedeler uçağa binmiş.

    ve son olarak... uçak planlanandan neredeyse 20 dakika geç kalkmış. o 20 dakika içinde bu 9 kişinin aranmadığı, anons edilmediği, beklenmediği ne malum? bu uçuşun planlanan kalkış saati 12:35. son 7 günün ortalama kalkış saati 12:38. yani hayli dakik bir uçuş. ne hikmetse bugün 12:54'te kalkmış. evet, bence anons filan olmuş. bu 9 kişi beklenmiş.

    dediğim gibi... tek taraflı olarak kaleme alınmış, tatminkarlıktan son derece uzak bir rezalet söz konusu. hatta bence bu 9 kişiye sahip çıkan bir babaanne ya da dede olsaymış güzel güzel uçaklarını yakalarlarmış. babaanne / dede deyip geçmeyin. hepsi son derece uyanık. eski toprak. onlar bilir işlerini.

  • 11 eylül 2001

    abd yakın tarihinin en travmatik günüdür.

    o gün aralarında 270 ila 400 arası yahudinin de bulunduğu binlerce insan hayatını kaybetmiştir. bu yahudilerden ikisi de benim o zamanlar çalıştığım bir danışmanlık şirketinde görevliydi. her ikisini de tanırdım.

    o gün, ikiz kuleler 2500 fahrenheit'a kadar erimeyen, ama 1500 fahrenheit ısıda yanan jet yakıtı ve bu yakıtın neden olduğu iç yangın nedeniyle sadece 1100 fahrenheit civarında dayanıklılığının %50'sini kaybedip deforme olan çelik kolonlar nedeniyle yıkılmıştı.

    binaların tasarımcıları uçak çarpmasını dikkate almıştı, ama uçak çarpmasının şoku ile çelik kolonların üzerinden sökülüp atılan izolasyonu, uçağın yakıt tanklarının nerdeyse tamamen dolu olabileceğini, jet yakıtı ile birden çok katta aynı anda başlayacak bir yangının halısından masasına kadar her tür malzemeyi de beraberinde yakıp o çelik kolonları gevşetebileceği hesaplanmamıştı.

    o gün bütün pentagon da dahil olmak üzere binalara çarpan ve yere çakılan her uçaktan oldukça fazla sayıda kalıntı elde edilmişti. hakkında en çok tartışılan pentagon'un çim alanı irili ufaklı uçak parçaları ile doluydu.

    ikiz kuleler civarında toplanan kalıntılar arasında rastlanan terörist pasaportunun yanında, daha aylar önce boston'daki bir üniversiteden mezun olan bir kızın united airlines üyelik kartı da vardı. bunların yanında daha düzinelerce kişisel eşya bulunmuştu.

    gerçi pasaport olsa da, olmasa da o uçaklarda kimlerin olduğu zaten belliydi.

    o gün, ve o güne giden aylar süresince abd devleti adeta uykudaydı. abd tarihinin en düşük zekalı başkanı beyaz saray'da ikamet ediyordu. hatta o yazı hatırlayanlar varsa, abd'nin en önemli dış kaynaklı probleminin bir çin savaş uçağının yüksek irtifada uçan bir abd casus uçağının burnunu kesip atması ve uçağı inişe zorlaması olduğunu hatırlayacaktır.

    o gün o uçaklarda insanlar vardı. hepsi öldü. bazılarının ses kayıtları hala internet'te bulunabilir.

    o gün o binalarda yahudiler de, müslümanlar da, budistler de, hristiyanlar da, ateistler de vardı.

    o gün tahmin edilmeyen sadece tek şey vardı.

    o saldırıyı hazırlayanlar bile o kulelelerin çökeceğini tahmin edemediler. kulelerin çöküşü, travmayı en azından bir 10'a katladı ve rumsfeld gibi, cheney gibi, ashcroft gibi şahinlerin kontrolü ele almasına yol açtı.

    hayır, ortada onbinlerce insanın haberdar olup da gizlilik yemini ettiği bir senaryo yok. o kuleler 90'lı yıllarda da devrilmeye çalışıldı. başarısız oldular. yakalandılar. hapiste çürümekteler. bu defa tek fark, başarılı olmalarıydı.

    ben 9/11 sonrası abd'nin - afganistan dışında - takındığı tutuma tabandan karşı olan, ve demokratik parti tarafında yer alan bir abd vatandaşı olarak bu işin abd tarafından tasarlandığına filan inanmıyorum.

    öte yandan, bu konuda defalarca yanıt bulmuş komplo teorilerine sarılan insanlara da biraz acıyarak bakıyorum.

    bu yazıyı da, basit bir gerçekle bitiriyorum:

    - abd'nin 2015 senesinde ırak'tan ithal ettiği petrol, toplam ithalatının sadece %2.5'i.

    - abd'ye en fazla petrol ihraç eden ülke kanada. abd ithallerinin %40'ı bu ülkeden geliyor.

    - abd'nin - suudi arabistan dahil - opec ülkelerinden ithal ettiği petrol, toplamın sadece %31'i. buna %2.5'lik payı ile ırak da dahil. zaten bu dilimin yarısı kuveyt ve suudi arabistan gibi yandaş devletlerden alınıyor.

    - abd'nin rusya'dan satın aldığı petrol, ırak'tan gelen petrolden daha fazla.

    ama olayın en önemli yanı şu...

    artık abd kendi kendine yetecek petrol kapasitesine sahip bir ülke.

    evet... bazen en basit açıklama en doğru açıklamadır. uçak eğitimlerinde inişe önem vermeyen müslüman teröristlere tekrar bir bakın derim.

    ingilizceniz varsa, komplo teorilerinin hepsinin teker teker çürütüldüğü çok kaliteli kitaplar, yayınlar da var. mesela yukarıda vatandaşın biri "alın bakın, burada her şey açıklanıyor" diye link atmış. açılışta muhammed'in söylediği bir hadis var. sonrasını izlemedim.

    yazık size.

  • 2016 ekonomik krizi

    2016 olmaz, 2017 olur - ama adım adım yaklaştığı kesin olan krizdir.

    çok kısa özet geçmek gerekirse; türkiye bu sene aynı anda hem enflasyon hedefini hem de büyüme hedefini kaçırıyor. buna rağmen ekonomide yapısal reform paketi açmak yerine hala faiz oranlarını düşürmekle uğraşan bir otorite var. bunun sebebi de ekonomik değil, politik. hatta faiz oranlarının bir 50 baz puan daha aşağı çekilebileceğinin sinyalleri veriliyor. bütün bunlar erdoğan'ın üretim değil tüketim üzerine kurduğu ekonomik saadet zincirinin nihayet çatırdamaya başlamasının sonucudur.

    yukarıdaki paragraf neden bütün gazetelerin manşetinde değil, anlamıyorum. aslında anlıyorum da, siz anlamıyorum diye düşünün.

    bütün bunların üzerine, en büyük sıcak para kaynağı olan turizm ve dış ticaret kalemleri inanılmaz darbe almış durumda.

    türkiye'nin 2017 büyüme hedefi %5. içinde bulunulan durumda 2016 hedefi kaçırılıyorken, 2017 hedefinin nasıl tutturulacağı muamma. enflasyon almış başını gidiyor.

    fitch gibi, moody's gibi risk derecelendirme şirketlerinin türkiye'nin gelecekteki görünümünü negatife çevirmelerinin, ve daha geçenlerde fitch'in türk bankalarının notunu düşürmesinin sebepleri bunlar.

    ama zavallı akp seçmeni hala "abd bizi sevmiyor" kafasında. zavallı akp seçmeni ülkeyi ekonomik krize, terör batağına, bugüne kadar eşi benzeri görülmemiş bir ayrımcılığa, ve hatta pek yakında top yekün savaşa taşıması muhtemel bu beceriksizleri baş tacı yapmakta meşgul. niye? gata'nın adı değişti, başörtülü polis onaylandı, köprü yapıldı.

    sağlık bakanının daha çok çocuk istemesi normal. nitelikli eğitim alamayan daha çok çocuk demek, cahil sürüsünden elde edilebilecek daha çok oy demektir.

    demokrasi ne güzel, değil mi?

    bana kalırsa bu saatten sonra ekonomik kriz de olsa bu halk uyanmaz. suçu başkasında arar. uyanabilemek için gerekli sınır çoktan geçildi. önümüz karanlık.

  • doğum kontrolü tarihin çöplüğüne atılacak

    hayatının her alanında nitelik yerine niceliği tercih etmiş islam eksenli partinin sağlık bakanının yaptığı açıklamadır.

    hatta üşenmedim, verilen linkteki haberi de okudum. bu adam aynen şu cümleyi de sarf etmiş:

    "bizde de ortalama doğum sayısı 2.1’lerde. bu daha alta inerse, biz de batılı ülkelerin yaşadığı sıkıntıları yaşarız."

    nedir o sıkıntılar? doğum oranının azlığı, nüfus artışının yavaşlaması, hatta negatife dönmesidir.

    iyi de, senin nüfus patlaması yaşayan ülkende futbolcu yetişmiyor. gidip batılı ülkede doğan türk asıllı oyuncu devşiriyorsun.

    senin nüfus patlaması yaşayan ülkende bilim adamı, sanatçı, mühendis yetmişmiyor, yetişenler de hasbelkader kendi çabaları ile bir şeyler yapıyorlar, onlara da köstek oluyorsun. beğenmediğin batının insanlığa katkısı senin fersah fersah ilerinde.

    senin nüfus patlaması yaşayan ülkende bir sınıfa kaç öğrenci düşüyor? bir çim saha başına kaç sporcun var? bir doktora kaç hasta düşüyor? hepsinde sınıfta kalmışsın. hala "doğurun" diye telkin eden adamın ülkesinin haline bak.

    en başta dediğim gibi, bu cahil takımı nitelikten anlamaz. niceliğe bakar.

    saray yaptırmakla kalmaz. en çirkinini yaptırır, ama bin odası vardır.

    köprü yaptırır, hangi sorunu çözdüğünü anlatamaz, ama uzunluğuyla, genişliğiyle övünür.

    aynen arap kafası.

    onlar da "en büyüğü bizde" diye batılı mühendise, mimara paraları yedirip koca koca binalar yaptırırlar. o paraları alan batılı ülkeler de kendi az ama öz insanına yatırım yapar.

    her şey abd'nin oyunu filan değil.

    kalitesizliğin, vasıfsızlığın, cehaletin seçim sandığında baş tacı edildiği yerde o koyunları güdecek çoban nasıl olsa bulunur.

  • recep tayyip erdoğan

    kendisini atatürk ile karşılaştıranlar olmuş. anladık, çok heyecanlısınız bu günlerde ama biraz oturun da soluklanın.

    atatürk 1919 senesinde başladığı milli mücadelenin silahlı aşamasını 1923 senesinde cumhuriyeti ilan ederek noktalamış. tayyip dediğiniz adam 15 senede ülkeyi bölünmenin eşiğine getirdi.

    cumhuriyetin ilanı sonrası atatürk'ün hayatta olduğu 15 sene içinde bu yepyeni devlet sadece 5 sene bütçe açığı verdi. 1937 senesinde atatürk meclisin dönem açılışı konuşmasını yaparken, son verilere göre bütçe fazlası o dönemin parası ile 20 milyon doların üzerindeydi. tayyip dediğiniz adamın yönetiminde türkiye'nin cari açığı kontrolden çıktı, sadece dış kaynaklı sıcak para ile döner hale geldi.

    cumhuriyetin ilk 15 senesinde gerçekleştirilen ziraat, sanayi, ulaştırma hamlelerini iyice bir araştırıp okuyun. o dönemde osmanlı'nın son dönemleri dahil, tam 35 sene yakalanamayan dış ticaret fazlasını atatürk'ün türkiye'si tam 9 sene üst üste yakaladı. bugün içinde bulunduğumuz durum malum. tayyip'in yeni türkiye'sinin en önemli, en stratejik kurumları birer birer yabancılara satıldı. 2015 sene sonu itibarı ile dış ticaret açığımız 63 milyar doların üzerinde.

    cumhuriyetin ilk 15 senesinin sonunda milli gelir %105 oranında artarken, tarım sektörü %101, sanayi sektörü %149 oranında büyümüş, türk lirası abd doları karşısında %25 değer kazanmıştı. tayyip'in türkiye'sinde büyüyen, daha doğrusu büyütülen sektörlerin en başında inşaatçılık geliyor. bilal alsın, sümeyye'ye satsın, sümeyye alsın ahmet'e satsın, vs. böyle işleyen içe dönük bir saadet zinciri. ama dış ticaret açığımız ortada.

    yeniden hatırlatmak gerekirse, atatürk bu hamlelerin hepsini hemen savaş sonrası yapıyor.

    lütfen, ama lütfen gücünü vasıfsız kitlelerden alan popülist bir lider ile gücünü o vasıfsız kitleleri biraz olsun vasıflı kılabilmek için harcayan atatürk'ü karşılaştırmayın.

    eğitim hakkında da iki laf edelim de, tam olsun. osmanlı döneminde %10'un altındaki okur/yazar oranı, atatürk devrimleri sonunda %25'i aşmıştı. evet, gaipten gelen seslere, gökten inen kitaplara inanmayan önderin yaptıkları bunlar. din adlı uyuşturucuyu kullanarak öteki dünyada güzel bir yer karşılığı oy satın alan şarlatanların ülkesinde ise "bizi eğitimlilerin şerrinden koru" lafına amin diyen bir lider var.

    halkını bilgiye, bilime, sanata doğru iteleyen insan ile, halkının cahil kalmasını kendi çıkarları için daha uygun gören insan aynı kefeye konulamaz. iki dakika dik durun şurada.

    yazmaya devam etsek, daha sayfalarca yazılır, ama bunları bilen biliyor zaten. bilmeyenlere laf anlatmaya kalkışmak ise zaman kaybı. tanrı onları uzun dönemli hafızanın, mantığın, karakterli ve sağlam duruşun, dürüstlüğün şerrinden korusun. amin.

  • 19 temmuz 2016 tsk açıklaması

    tsk'nın açıklamasına göre:

    - darbe girişimi başlamadan bitirilebilecek iken, politik çıkar elde etmek amacı ile başlamasına göz yumulmuştur.

    - tayyip erdoğan, otelinden zar zor kaçtığını, 15 dakika daha orada kalsa hayatını kaybedeceğini iddia ederken yalan söylemektedir. zaten sözde darbeci f16'lar havada iken kendisinin adeta tarifeli uçuş ile yavaş yavaş
    istanbul'a süzülmesi bu çıkarımı desteklemektedir.

    - tayyip erdoğan geç saatlerde "ben başkomutanım, ve böyle bir girişimden haberdar değilim" derken yalan söylemektedir.

    kısacası, darbe girişiminin kendisi tiyatro olmasa da, bundan haberdar olan karşı darbecilerin hareketleri tam olarak tiyatrodur, ve çıkar elde etme amaçlıdır.

    burada olan, piyon olarak ileri sürülen erlere ve halka oldu. kaybeden türkiye cumhuriyeti, kazanan tabii ki akp ve erdoğan.

    yapılması gereken neydi? eğer bu istihbarat askere geldiyse, asker kendi içinde bunu bastırabilir, ilk önemli adımlar atıldıktan sonra da tv kanalları aracılığı ile ne olup bittiği çok erken saatlerde halka ilan edilebilir, darbe girişiminin başarı oranı bir kişinin burnu kanamadan sıfırlanabilirdi.

    oysa erdoğan ve grubu, darbe girişiminin başlamasını tercih ettiler. benim anladığım o. vatana ihanet filan derken... derin konular bunlar. ne de olsa "canlı bomba kendisini patlatana kadar masumdur" kafa yapısındaki insanlardan bahsediyoruz burada.

    tutuklanan orgeneralin ifadesi de yukarıda yazılanları destekliyor. istihbarat alındıktan sonra darbe girişimcisi azınlığa cumhurbaşkanı destekli "sessiz onay" verildi, ve planın ilerlemesine göz yumuldu. ilk adımlar atıldıktan sonra darbe girişimcileri baştan planlandığı gibi yalnız bırakıldı, ve olaylar kasıtlı olarak bu noktaya getirildi.

    asıl planın ne olduğu, bu girişime neden göz yumulduğu, halkın neden daha da bölünüp parçalandığı önümüzdeki günlerde ortaya çıkacaktır.

    bir de ek düşünce... tsk neden durduk yerde yazılı bir açıklama ile bu "saat 16:00" olayını belgeledi? demek ki tsk bünyesinde son iki gündür akp merkezli yayılan gelişmelerden büyük rahatsızlık var. onu da düşünün. bu da planlı, programlı bir hareket.

  • new york times'ın yeni türkiye haritası

    boş yere eleştirilen harita.

    eğer haritanın referans olarak verildiği times makalesini okursanız, bu haritaların güncel değil, 100 sene öncesinin alternatif planları olduğunu anlarsınız. bunlar sadece tarihi belge... bunlar birinci dünya savaşı sonunda ingiliz-fransız işbirliği ile geliştirilen sykes-picot haritasına (zamanında) alternatif olarak düşünülen haritalar, ki bunların arasında abd başkanı wilson'un haritası da var.

    bu arada, times'ın kapanış yorumu da aynen şu:

    "bunlar uygulanmış olsa bile, bölge bugün aşağı yukarı yine aynı halde olurdu."

    bu haritanın bugün ortaya çıkmasının sebebi de, sykes-picot haritasının (ya da fransız-ingiliz antlaşmasının) 100. yıldönümü haftasında olmamız. ama en büyük beşiktaş, yaşasın fenerbahçe erkek basketbol takımı.

    başımızın ucunda olan biteni times araştırıp sunuyor, onu bile anlamaktan aciziz.

  • okul başvurusu reddedilen çok modern genç kız

    tepki göstereyim derken daha da dibe batan genç kızdır bu.

    öncelikle, avustralya'ya türk öğrenci kabulünün durdurulması gibi bir durum söz konusu değil. bahsedilen listede yer alan ülke vatandaşları için ek güvenlik prosedürleri uygulansa da, türkiye'den yapılan başvurular mesela abd'den yapılanlar kadar çabuk sonuçlandırılamasa da iki ülke arasındaki ilişkiler devam etmekte.

    işin iç yüzü şu...

    kızımız "ben süper okuldan mezun oldum, ama para yok bende... bana burs verin..." dediği anda karşı tarafın tonu değişiyor. uğraşmak istemiyorlar. demek ki yabancı öğrenci kontenjanını cepten ödeyen öğrencilere ayırmak istiyorlar.

    uğraşmak istemedikleri için de yalan yanlış bu "sizi kabul edemiyoruz, devlet baba kızıyor" tarzı bir cevap veriyorlar.

    o noktada da iki cahilin tartışması başlıyor...

    gelelim türk kızının aldığı pozisyona.

    sevgili türk kız... başkasının sana saygı duymasını istiyorsan, önce kendine saygı duyacaksın. elindeki diploma filan zerre önemli değil. yarın bir yerlere gelmek istiyorsan, ilk olarak kendini ezdirmeyeceksin. ama bunun yolu da "ben diğer türkler gibi terörist dinci değilim" demek değildir. o ettiğin laftan sonra kimse sana saygı duymaz. o laftan sonra sana saygı duymaya başlayan varsa, sen o insanın yanından çabukça uzaklaş. böyle ezik insanların etrafında bulunmamak lazım.

    uzun yıllardır türkiye dışında yaşıyorum ve iş icabı sürekli yeni insanlarla tanışıyorum. bunların çoğu avrupalı, abd'li, uzak doğulu, vs.

    birilerini kendime hayran bırakmak için şimdiye kadar türkiye'yi toptan satmak durumunda kalmadım hiç. mesela lafa direk dinden girmişsin... kendinin "kainata inandığını" filan söylemişsin. evet, bravo. kainata inanan bir insanın vizyonu "türkiye müslümansa bu benim suçum mu???" demek olmamalı. belli ki senin kainatın birlikte cin-tonik içtiğiniz arkadaş grubu ile sınırlı.

    oysa tamamen göçmenlerden oluşan avustralya'da kainata inanmamasına rağmen, vizyonu senden geniş çok sayıda insan var. kendi inanış sistemleri ne olursa olsun, diğer dinlere inananları ezdirmeyen, onların yanında duran bir sürü avustralyalı var.

    kısacası, kendini multi-kültürel avustralyalıya "kainata inanan köpek sahibi alkol içici" olarak lanse etmeye kalkman son derece trajikomik.

    bir de tavsiye sana... ki işin çıkış noktası bu.

    ne yaparsan yap, kabul alıncaya kadar burs filan isteme. ne zaman işin bürokratik kısmı hallolur, sonra ödeme işlerini konuşursun.

    senin sıkıntın orada.

    bir de, ufak tefek bir dil kursu faydalı olur. belki de avustralya'ya dilini geliştirmek için gitsen hem daha çok fayda görürsün, hem de ortamı yerinden takip edersin biraz. yazışma dili olarak ingilizce çok önemli. hele bu tür resmi yazışmalarda daha da önemli. kendini geliştirmen lazım.