carriebradshaw43
profili

  • tayt giyen kadınlara tavsiyeler

    bir kadının bir başka kadının bedeni üzerinden şunu giy olur, bunu giyme olmaz demesi kadar itici bulduğum az şey var hayatta.
    bu sana yakışır, giyebilirsin.
    bu sana yakışmaz, giyme.
    vallahi mi, yemin et?

    --- spoiler ---
    spor için üretilen taytları herkes giyebilir, spor yapıyor sonuçta. kilo vermek için spor yapan insana ne gareziniz var? onlara laf yok. ama spor taytlar haricinde üretilen tüm taytları lütfen düzgün bir vücudunuz varsa giyiniz. giyme hakkınız olmadığını söylemiyorum. sadece yakışmaz, siz rahatsız olursunuz. groove leggings denilen ispanyol paçalı yoga taytları vardır, onları giyebilirsiniz mesela, onlar yakışır.
    --- spoiler ---

    bu hanım arkadaşımız, alıntıladığım kısım dışında güzide entrysinin alt metninde demiş ki; ben giyiyorum çünkü kıçım güzel, ben giyiyorum çünkü bana yakışıyor.
    bu kısmı anlamamız önemli. anladık mı? tamam.
    sonra diyor ki, giymeyin demiyorum. giyin ama yakışmaz.
    öncelikle müsaade ettiği için teşekkürler. çünkü ben bir şey giymeden önce sözlüğe gelir bakarım, icazet var mı diye.
    kilo vermek için giyenlere laf yok. ay pisler be. napsınlar onlar da insan. onlara zaten vuran vurmuş, biz de mi vuralım? onlar giysin.

    “giyme hakkınız yok demiyorum.”
    beni bu hayli fuzuli başlığa yazmaya iten, sanırım bu cümle oldu.
    hakkınız yok demiyorum. allah razı olsun.

    “yakışmaz, rahatsız olursunuz.”
    bak giyip giymemem konusunda yargıyı dağıttı, şimdi de benim beden algımla oynuyor.
    yoga taytları var, onları giyin, onlar yakışır.

    güzel popolu, fit arkadaşım, iyi niyetin için çok teşekkürler ama bu satırlar seni nasıl rahatsız etmiyor?
    kendi yazdıklarını okuyup göndere basmaya karar verdiğinde hiç demedin mi ben ne diyorum diye?

    bana çok oluyor bu mesela. salak bir şey yazıyorum, o an fark etmiyorum. sonra “ne yazmışım ben lan” diyip siliyorum. kendimi öyle rezil etmişliğim çoktur.
    gerçekten merak ediyorum, şu yazdıklarını okuyunca evet, doğru yazmışım diyebiliyor musun?
    eğer öyleyse birbirimizi hiç anlamayacağız demektir.

  • karısından içişleri bakanı diye bahseden erkek

    ya hu bunun yapanlar babalarınız, amcalarınız.
    eve giderken “hanım bir şey lazım mı?” diyen tonton amcacıklar.
    her şey bitti onların söylemleri mi mevzu oldu?

    akraba ortamında bir mevzu olur. bu amcacık der ki “ooo bizde içişleri bakanı hanımdır. o ne derse o.”
    sonra “ooo necmiye abla baksana nuri abi ne diyor” derler, gülüşür portakallarını yemeye devam ederler.

    adama varoş, çomar sıralamışsınız.
    akıl fikir diliyorum.

  • kitaplıktaki en kıymetli kitap

    işe başladığım sene, yurtdışında bir organizasyonumuz olacaktı.
    büyük müşterileri götürüyorduk; seçilen organizasyon firmasının nasıl bir hatası olduysa bir sürü insanın vizesi anlayamadığımız şekilde reddoldu.

    ben de çok tecrübesizdim ve yönetmekte çok zorlanıyordum. bana bağırıp çağırıyorlardı ve ağlamaklıydım.

    direktörüm geldi “öğlen yemeğe dışarı çıkalım.” dedi.
    yemek yedik, sonra kitapçıdan bana şunu aldı, içine de şöyle yazdı;
    görsel

    çok ama çok severdim, bir daha öyle bir yönetici ile çalışmadım.
    o yüzden çok ama çok kıymet veriyorum bu kitaba.

  • düz vites araçla dik yokuşta durmak zorunda kalmak

    herkes ne kadar iyi şoför olduğunu anlatmış. ne değişik insanlarsınız, kendinizi övmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorsunuz.

    kimse şeyi söylemez tabii;
    yokuşta kalan kişiyle asla empati kurmadan kornaya abanan olduğunu,
    küfürü bastığını,
    yokuşta kalan kişinin -eğer acemiyse- uzun süre tekrar direksiyon başına oturamayacağı kadar hevesini kırdığını,
    öndeki arabanın tamponuna yapışıp ona azıcık bile kaydırma mesafesi bırakmayıp üzerinde baskı oluşturduğunu,
    ola ki araç kayar ve arkadakine dokunursa “biraz mesafe bırakmalıydım” yerine “napıyorsun beeeğ” diye salyalar saçarak arabadan inen olduğunu…

    bunların hiçbiri siz değilsiniz. bunlar dışarıdaki pis adamlar.
    siz pırıl pırıl, zengin, başarılı, yakışıklı ekşi sözlük gençlerisiniz.
    sizinle gurur duyuyoruz.

  • erkeğin aldatması ile kadının aldatmasının farkı

    hiçbir fark yoktur diyenlere inanmayın, ya destek görmek için yalan söylüyorlar ya da norveç'te yaşıyorlar.

    aldatma sonrası bir boşanma sözkonusu ise, aldatanın erkek olması durumunda kadın şunu duyar;

    -yuva kurmak kolay mı? hepimizin başına geliyor bunlar. annelerimiz farklı mı sanıyorsun? erkektir, boşver. evine ekmek getiriyor mu getiriyor. kumarı, içkisi yok. bazı şeyleri görsen de yutacaksın.

    aldatanın kadın olması durumunda erkek hiçbir şey duymaz.
    sırtını sıvazlarlar en kötü.
    çünkü kadının aldatması o kadar büyük bir günah, ayıp, utançtır ve kabulü o kadar imkansızdır ki bundan konuşmaz bile insanlar.
    konuşmanın erkeği küçük düşüreceği varsayılır.
    kadın zaten orospudur da bahsedip erkeği kadının günahının büyüklüğü yüzünden utandırmak istemezler.

    bizim ülkemizde aldatmak sadece kadının günahıdır. bedel ödeyen sadece kadındır.
    erkek aldattığını karısından saklar ama arkadaşlarından saklamaz. neden saklasın?
    anlattıkça erkekleşir. ne kadar anlatırsa o kadar erkekleşir.

    şimdi ne olur birileri kalkıp aldatmayı savunduğumu iddia etmesin, çok rica ediyorum. bir daha okuyun anlamadı iseniz.

  • yalnızlık vs sevmediğin insanla evlenmek

    eğer hayatı rölantide yaşayabilen biri değilseniz;
    yalnızlığınızı seyreltmek amacıyla evlenirseniz kendinizi hiç olmadığınız kadar yalnız hissedeceğiniz konusunda sizi temin ederim ama başlığa mevzu kavramlarda biraz muğlaklık sözkonusu.
    kavramları kendi bakış açımla yorumladığım için cevabım buna göredir.

    yalnızlık, hayatında bir partner olmaması anlamında kullanılıyor sanırım. çevrende kimse olmaması, ailen, dostların olmaması anlamında değil.
    versustaki yalnızlığa bakışım bu, bu kenarda dursun.

    “sevmediğin insan” ifadesi de, tahammül edemediğin, katlanamadığın değil de tam uygun olmadığın, gönül telini titretmeyen, paylaşamadığın ve yanında “tam” hissetmediğin kişiyi belirtiyor diye varsayıyorum.
    yapacağım yorum yalnızlığı ve sevmemeyi böyle kabul ederek yapılmış olacak.

    sevmemek içine, aşık olmamayı dahil etmedim çünkü o zaman her şey değişir. evliliğin, aşk varlığına dayandığını düşünmüyorum. “ah aşk” bekliyorsanız boşuna beklemeseniz iyi olur, aşkınız bitecektir.
    o yüzden aşk, benim yapacağım yorumun dışında bir harçtır, evliliğin dayanağı aşk değildir.

    başlık hakkında her ne kadar söyleyecek çok sözüm olduğunu düşünsem de, o kadar çok kırılımı var ki, birini yazsam diğerini unutacağım için her türlü ya eksik ya da yanlış olacak. neyse ne.

    giriş yaparken hayatı rölantide yaşamak diye bir tabir kullandım. bununla neyi kastettiğimi açıklamak isterim çünkü işin nüvesi bu olabilir.
    kimi insan tevekkül içindedir, kabullenmiştir ve sahip olduğu hayatını tatlı tatlı yaşar gider. iştiyaklardan vazgeçeli de epey olmuştur. var olanın içinde habis bir şeyler yoksa akıntıya bırakılmış bir dal parçası -üstelik de cansız görüntüsüne rağmen yaşayan bir dal parçası- gibi sürüklenip gidebilir.
    bu bir yaşam alternatifidir; bende olmayan şeydir.

    bir de böyle olmayanlar var, ben gibi olanlar.
    bir şeyin doğruluğu, iyiliği ve devamına duyulan iştah onun habis olması olmaması ile ilgili değildir.

    şimdi metaforları bir kenara bırakıp daha düz anlatmaya çalışacağım.
    dün sabah, dışarı çıkmak üzere giyiniyordum. sweatshirt içine beyaz bir tişört giymek istedim ama sevişmek niyetinde olmadığım için tıpkı bugün sevişmem donu seçer gibi bir tişört seçtim. evde giyilenlerin ya da hiç giyilmeyenlerin arasından yani.
    elime öyle bir tişört geldi ki, yatağın üzerinde tişörte bakarak on dakika, aynada kendime bakarak birkaç dakika, gün içinde de farklı farklı zamanlarda sayamadığım kadar çok dakika, aynı anının parçacıkları ile savaşmam gerekti.
    tişört şu;
    üzerine bir fotoğraf basılmış; üç kadın urfa'da çiğköfte yiyor. 2015 tarihi var, yanında da istanbul loading yazısı ve bir ilerleme çubuğu.
    kadınlardan biri tahmin edileceği üzere benim, diğerleri de urfa viranşehir'deki hemşire komşularım, bana o dönem can yoldaşı olanlar.
    birbirimizden çok ama çok farklıyız, sanki apayrı dünyalara aitiz ama benim için çok kıymetliler çünkü dünyanın en iyi insanları ve bana yoldaş olmak için var güçleriyle çabaladılar. ben yalnız kalmak istiyordum; onlar yalnız bırakmanın ayıp olduğunu sanıyorlardı. öyle bir çatışmanın içinde gelişen bir sevgi.

    biz istanbul'a döndükten sonraki ilk yılbaşı, evimize geleceklerdi. bu tişörtü de gelmeden önce heyecanlarını göstermek için olsa gerek bana göndermişler
    istanbul loading.

    bizim mutsuz evliliğimiz; pırıl pırıl, cıvıl cıvıl, istanbul'da geçireceği yılbaşının heyecanı ile başka hiçbir şeyden bahsetmeyen bu iki insanın hevesini kursaklarında bıraktı, hayatları boyunca asla unutmayacakları kadar kuru, sıkıcı, bunaltıcı bir tatil yaşamalarına neden oldu.
    bunun ağırlığı benim üzerimde o kadar büyük bir yüktü ki, seneler sonra elime gelen bu tişört o dönem çektiğim bütün acıyı da raftan çıkardı.

    birbirine asla uygun olmayan iki zıt mizaçlı insanın evliliğindeki sorunların zirve yaptığı zamana denk geldiler. urfa'da da çok sorun vardı ama onlar bunları bilmezlerdi; aralarında hiyerarşik de bir ilişki vardı, özel hayat paylaşmazdık ama bir hafta evimizde kalınca her şey ayyuka çıkmış oldu. bir o yılbaşı gecesini unutamıyorum, bir de onları gece kulübüne götürdüğümüz geceyi.
    üzerinden bunca yıl geçmesine de inanamıyorum; bunca yıl öncesinin anıları insanı hala nasıl bu kadar utandırabiliyor?
    kavga, gürültü, küfür kıyamet beklentiniz varsa, okumanıza gerek yok.
    bizde bunlar yoktu. bizde insanı içeride çürüten mutsuzluk vardı, ölüler evinden notlar derim ben o dönem için.
    eğer bu kızlar, o bir haftayı bir günlüğe yazsalardı başlığı kesinlikle bu olurdu.

    dünyanın gelmiş geçmiş en sıkıcı yılbaşı akşamıydı. aramızda müthiş bir gerginlik var ve dünyanın ucundan sadece istanbul'da güzel vakit geçirecekler diye kalkıp gelmiş bu iki insana rağmen aşamıyoruz bunu; deniyoruz, deniyoruz olmuyor. misafir gelmiş ulan misafir.
    yok olmuyor, kadehler vuruluyor ama yemin ediyorum o kadar kaotik bir ortam var ki, bir çıt çıksa ortadaki karmaşa bir anda çözülmeye karar verip patlayacak ve hepimiz havaya uçacağız gibi.
    o gecenin fotoğrafları var; kızların birbiriyle, kızların benimle, kızların eşimle, kızların tek başına ağaçla.
    ama eşimle benim tek kare fotoğrafımız yok.
    bundan birkaç gün sonra da bir gece kulübü maceramız var; cenazeye gitsek daha güzel bir grup olurduk.
    hani insanı çok utandıran anılar aklına geldiğinde, onu çekmeceye tıkmak için çok acayip bir çaba gösterir ya; o bir hafta aklıma geldiğinde ben de çok utanıyorum, silmek istiyorum.
    çok rezil olmuşuz, çok küçük düşmüşüz, insanları bin pişman etmişiz gibi geliyor; çok ama çok üzülüyorum.

    bu örneği vermemin nedeni şu; bir evdeki mutsuzluk sandığınızdan da ağır sonuçları olabilen bir şey.
    bunun ağırlığını yaşamadan anlamanız oldukça güç. bir evlilikte mutsuzluk, iki kötü insan ya da bir iyi ve bir kötü insanın birlikte olmasıyla olmaz sadece.
    iki iyi insandan da ortaya kötü bir şey çıkabilir; bizimki gibi.
    kötü bir evlilik; şiddet, aldatma, kötü davranış, sorumsuzluk ya da akla gelen muhtelif yanlış davranışa eşit değildir. evet bunlar kötüdür ama bir evliliği sadece bunlar çürütmez. çürüyen bir evlilikte çürümemek için de çok büyük çaba, kurtulmak için de bağları “yeter ulan, benim tek bir hayatım var” diye kesip atabilecek kudret gerekir.
    kolay değildir.
    biz boşanmasaydık birbirinden nefret eden ve “hayatımı mahvettin” diye birbirini suçlayacak iki insan olurduk.
    şimdi birbirimiz nezdinde kıymetimiz büyükse bunun tek nedeni evliliğimizi kesip atmış olmamızdır.

    yani ne demek istiyorum?
    evliliğin çok kolay ve yürütülebilir gibi göründüğünün farkındayım. belki de sadece özgürleşmek anlamına geliyordur sizin için. aile baskısından azade, tüm kararları kendinin aldığı özgür bir yaşam hayalidir belki.
    kulağa güzel geliyor. doğru insanla eminim de böyle bir şeydir.
    ama buradaki doğru insan sizi seven insana ya da iyi bir insana ya da baba/anne olabilecek insana denk değildir.
    iyi insanlık iyi eşlik anlamına gelmez.
    yemin ediyorum benim kocam iyi bir insandı, beni de çok severdi ama kötü bir kocaydı.
    başka biriyle, benden başka biriyle çok iyi bir koca da olabilir. aynıları benim için de geçerlidir.

    bu insanla sadece sizi seviyor diye mi evleniyorsunuz?
    -beni üzmez, üzerime titrer, ne istersem yapar, ben de yaşar giderim işte. ne var ki?

    yaşayıp gidebilirsiniz, sizin gibi çok kişi de yaşayıp gidebilir. ben, benim gibi insanlar için yazdım; öyle yaşayıp gidemeyenler için.
    öyle yaşayıp gidemediği için çekip gidenler için.

    motivasyonum hep yaşlılıktı, ileride birbirimizi suçlayacağımızı biliyordum. düşünsene, mutsuz bir evlilikle elindeki tek yaşamı zayi etmişsin.
    kimi suçlayacaksın?
    kendini değil, yanındakini.
    bedenin kendini korumak üzere çok güzel programlanmıştır; seni aklayacak yüzlerce bahane bulur. öyle de ikna eder ki seni, sen bu enkazdan pür pak çıkarken karşı koltukta oturan adamdan nefret edersin;
    ben böyle bir kadın değildim; sen yaptın beni. sen mahvettin hayatımı.

    sonra da kalkar kahve yaparsın belki, ben yapamazdım.
    yapardım da ölüler evinden olurdu işte.
    ölüler mutfağı.

  • sevgiliye en güzel hitap şekli

    tartışma anlarında, sonuna eklenen -cim takısıyla kendi adım benim için.

    çünkü ismimi kullanarak “bak kericim” diye bir cümleye başladıysa, ciddi konuşacağız demektir. bu da iletişim yolu açılmış ve sorun çözülecek anlamına gelir.
    bunu nasıl anlatacağımı tam olarak bilemiyorum aslında.

    ben, birbirini dinlemeye teşne insanların her sorunu çözeceğine inanırım. konuşabilmek, ilişkilerde açık ara en önem verdiğim yeti.
    dolayısıyla tartışma anında gelen “bak kericim” hitabı, benim zihnimde “tamam çözüm yoluna girdik” anlamına geldiği için en sevdiğim sesleniştir.
    maçlar her zaman buradan döner.

  • tek taş yüzük istemeyen kadın

    ben galiba insan sevmiyorum; gerçekten.
    böyle başlıkları okuyunca fark ediyorum.

    insanlığın hanımefendi tarafı diyor ki;
    ay ben asla.
    iğrenç.
    alacaksam da ben alırım.
    alsa da istemem.
    bunu takan hemcinslerim umarım geberir.

    insanlığın beyefendi tarafı diyor ki;
    bunu istemeyen kıza anında nikah promosyonu.
    pamuklara sarılacak kız.
    instagram da kullanmıyorsa beni bulsun.
    olmayan kız.

    hepiniz patlasanız keşke; ne güzel olur.

    bunların bir de sınırsız varyasyonu var;
    kuaföre gitmeyen kadın.
    makyaj yapmayan kadın.
    düğün istemeyen, instagram kullanmayan, balayına çıkmayan.
    yemek yemeyen, sıçmayan…

    siz neden böylesiniz? böyle derken sıkıcı diyorum, gerçek olamayacak kadar riyakar ve sıkıcı.
    size ne milletin yüzüğünden? adamın parası var almış. kadın yakasına mı yapışıyor sanıyorsunuz?
    -bak ercan, şeyma'nın yüzüğünü gördün. dolandırıcı molandırıcı anlamam ben. almış mı almış. ya bana da yüzük gelecek ya da bir daha mememi göremezsin.

    böyle mi oluyor sizce?
    hayır bir kadın size böyle bir şey diyorsa, kendinizi sorgulamanız gerekmez mi ilişkide olduğunuz kadın için?
    sizin seçiminiz değil mi bu? eşlerimizi kendimiz seçmiyor muyuz?
    tercihleriniz sizsiniz. burada kendinizi pazarlamak için gömmeye çalıştığınız kadınlar gerçek ise, bu da sizsiniz aslında.

    bir kadının evleneceği adamın hediye edeceği bir yüzüğü parmağına takması, suç, günah, ayıp değildir.
    bunu severek takabilir, bu onu mutlu edebilir. var mı burada bir sorun?
    bu kadın şeytan değil.

    bir kadın, bunu istemeyebilir.
    kendince gerekçeleri vardır, ne olduğu önemli değil. maddi durumunuz buna uygun olmayabilir. yüzük sevmiyordur, aksesuar takamıyordur.
    bu kadın da melek değil.

    neymiş tek taş yüzüğü varmış.
    vay itoğluit, kapitalizmin köpeği!
    sanane demezler mi adama güzel kardeşim?

    edit: bir de ekleme yapayım. bu satırları sevgilisine tek taş küpe almış bir kadın olarak yazdım.
    keseme bereket. ayrıldık ama güle güle kullansın.

  • mesajlaşılan kadının 45 yaşında olduğunu öğrenmek

    bir boşanmış kadın başlığında bir de bu tarz belli yaş üstü kadın başlıklarında şu durum var;

    ooo, tadından yenmez.
    uğraştırmaz.
    aradığım şey.
    tribi, kaprisi yoktur.
    beni bulsun.

    boşanınca ya da 35 yaşını geçince bu kadınların herkese kendini açtığını mı zannediyorsunuz?
    yaş ilerleyince çıta düşüyor ve yeter ki erkek olsun çamurdan olsa da olur mu deniyor sanıyorsunuz?
    ya da bunların hepsini geçtim; boşanınca ya da 35'i geçince bir perde var ve o kalkıyor kadın kendini sadece özgürce sevişmeye mi adıyor sanıyorsunuz?

    hayır her ne sanıyorsanız çok yanlış sanıyorsunuz. çok salakça şeyler yazıyorsunuz; insan aklınızı başına alın deme gereği hissediyor.

    ya çok film seyrediyorsunuz ya da umut sarıkaya okuyorsunuz.
    geçen gün bir badim paylaşmıştı benimle; durumunuz tam olarak şudur;
    görsel

  • çocukken baba eve getirdiğinde mutlu olunan şeyler

    ben açık ara, anneme çiçek ya da hediye getirdiğinde sevinirdim.

    benim babam geleneksel babaydı; modern babalar gibi aşkım, hayatım, karıcım babası değildi ama bilirsiniz ki çocuklar anne babalarını hep mutlu görmek ve birbirlerini sevdiklerini bilmek, bunu hissetmek isterler.

    özel günleri hiç atlamazdı; çiçek getirirdi, hediye alırdı.
    hediye dediğim de, mağazaya gidip elbise seçmek değil tabii. kuyumcudan alınırdı eskiden hediyeler hep. bileklik olurdu, kolye olurdu.
    en az annem kadar mutlu olurdum.

  • kar yağışının duygusal karşılığı

    karı da yağmuru da çok severim, bende hüzün çağrıştırmazlar. mutlu olurum.

    fakat, iki gündür bu başlık aklıma babamın vefatını getiriyor.
    halbuki hayatımın şirazesinin kayışı dediğim bu olayın karla ilişkisini sonlandırdım sanıyordum kafamda. kar görünce seviniyordum.
    başlığı göre göre bilince çıktı herhalde.

    benim babam pat diye öldü. sabahında sağlıklıydı, kronik hasta değildi, beklenen bir ölüm değildi.
    öğrenme anımız da çok travmatikti, düşmanım yaşasın istemem.

    işte o gece lapa lapa kar yağıyordu, 2 ocak.
    haberi alınca annem sinir krizi geçirdi, ben pijamalarla sokağa çıkıp oturmuşum.
    oturdum daha doğrusu çünkü sakin sakin merdivenlerden inişimi hatırlıyorum.
    öyle dizilerdeki gibi koşuyor ve bağırarak ağlıyor değildim.
    sessizce oturuyordum ve kesinlikle ağlamıyordum.
    yanlışlık olmuş, yanlışlık yapmışlar, karıştırmışlar diyordum. çok emindim yanlışlık olduğuna.
    lapa lapa kar yağıyordu. sonra karşı komşumuz gelip beni kaldırımdan aldı.
    gel demişlerdi; tamam demiştim.
    sonra bizi hastaneye götürdüler. hastanelerde bir polis merkezi odası olduğunu bilmiyordum. bizi o odaya götürdüler, polisin masasının üstünde babamın kimliğini gördüm.
    her şey o an bitti ama bitişi yıllar sürdü.

    şimdi hatırladım ya o geceyi; kar görünce sevinemeyeceğim bir süre.

  • bir kadının asla giymemesi gereken şeyler

    kadınların kadınlarla ilgili yorumlarını şaşkınlıkla okuyorum.

    tayt ve crop topları eleştiren bir leydi gördüm. bu tarzın kuku ve göt göstermek için olduğunu, kapalı olanın merak edileceğini söylemiş. mal gibin oluyonuz demiş.
    basit falan filan diye gidiyor. 190 kişi de yürü be bacım demiş.

    nergis vardı; nergis’i hatırlattı bu bacımız bana.
    bir de neslihan vardı. ben o zamanlar tazecik bir uzman yardımcısıyım, bu ablalarım da uzman.
    neslihan çok güzel giyiniyor. ne giyse yakışıyor, ne giyse akım oluyor. ben neslihan’a hayran.
    onda ne görsem gidip alasım var. giyinmeyi de bilmiyorum zaten. konversten çıkıp işe gelmişim.
    nergis de her gün neslihan’ı eleştiriyor. “ben dünyada uğraşmam, ay ne kalkıcam sabah sabah. ay hiç rahat edemem, ay şu, ay bu”
    anladınız işte.

    kendi öyle olmadığı için eleştiriyordu. bakın kıskanıyor falan demiyorum. kendi öyle olmadığı, tercih etmediği için sürekli farklı olana bok atıyordu.
    saçını taramaya hali yoktu, kızın kısacık saçlarına “ay nasıl uğraşıyorsun her gün her gün”
    sanane ulan, olmuş işte. hakkını versene.

    bu bacımız da belli ki dar kostümlerle pek sevişmiyor. sevişene de son derece çirkin, çirkinden öte terbiyesiz yorumlarla saldırıyor.
    şahsen ben utanırım. birine tayt ve büstiyer giyiyor diye mal demek, kukunu gösteriyorsun demek çok ucuz bir saldırı.
    bacımız adına ben utandım.

  • pazar sabahı erken kalkmak için bir neden

    ben dünyanın en uyku sever insanıyım. üstelik yastığa yaklaşırken rüyaya dalma gibi bir uyku hızım var; bu benim süper gücüm.
    sekizde uyusam -ki sıklıkla uyurum- gece boyunca hiç uyanmam; öyle düşkünümdür.

    ama cumartesi pazar sabah uykularımı bile belgrad ormanı’na gidebilmek için feda ediyorum.
    çünkü sonuna kadar değer.
    üstelik ormana yakın bile değilim; bizim ekibin tekerleği 6.30’da döner ki 7’de başlamış olalım.

    saat 12 olduğunda biz sporumuzu yapmış, kahvaltımızı etmiş, duşumuzu almış tembellik ediyor oluyoruz.
    gün öyle harika başlıyor.
    herkese önerim sabah sporunu bir şekilde hayatlarına dahil etmeleridir.
    istanbul’un aşağı çekmeye çalıştığı yaşam kalitenizi bir ucundan yukarı çekiştirmek için böyle çabalara ihtiyacımız var.
    çok öneriyorum.

  • küt saçlı kızlar

    bir kadın bu başlıkta “uzun saç kezbanlığını bırakmak” diye bir ifade yazmış.

    bu ne kadar rahatsız edici bir bakış açısı. kendi sevmiyorsa “uuu kezban”
    pardon ama otoriteniz nereden geliyor sayın yazar?
    görüşlerinizin görüş değil de “gerçek” olduğuna sizi kim inandırdı?

    bir ara bakınız;
    post truth nedir?

    tanım; güzel bir yüze sahipse ekstra güzel olan kızlardır.
    güzel yüze değil kaliteli dolgun saçlara sahipse de saçlarını yıldız yapmayı seçmiş olan kızlardır.

  • bir kadına edilecek en güzel iltifat

    gerçekçi olandır.
    neyi övdüğünüz değil, samimi mi olduğunuz önemli.
    bazen öyle bir iltifat ediyorsunuz ki, tüm samimiyetinizi alıp götürüyor.

    bunu benim sevgilim de yapardı; annem de çok yapar.
    her seferinde “ya yapmasana şunu” diye öfkelenmeme neden oluyor.

    anneme birini gösteriyoruz kardeşimle; siz daha güzelsiniz diyor.
    en son gösterdiğimiz kadın da sofia vergara düşünün artık.

    sevgilimle de instagramda karşımıza hangi güzel kadın çıksa “sen daha güzelsin” derdi.
    yuh ulan artık!
    bahsettiğimiz kadın benden onbeş yaş genç, bacak boyu benim boyum kadar, teni mikelanj’ın mermeri gibi.
    değil ondan güzel olmam; aynı kategoriye sokulmam bile mümkün değil hayatımın hiçbir döneminde.

    işte böyle olunca noluyor? inandırıcılık kayboluyor. gerçekçi iltifatlar da anlam kaybına uğruyor.
    edilecek en güzel iltifat, inandırıcılığı olan iltifat.
    senden güzel olduğunu bir aptalın bile görebileceği bir kadınla kıyaslamak değil; başka bir şey işte.
    uf bilmiyorum, yeter işte, anladınız.

  • ekşi itiraf

    büyüyünce geçmiş de değişiyor ve bu bazen bok gibi bir şey.

    zamanında kendini çok haklı hatta mağdur gördüğün bazı olayları, üzerinden zaman geçtikten ve sen artık değiştikten sonra muhakeme ettiğinde “hata resmen bendeymiş” diyorsun ya hani; işte o durum bok gibi bir durum.

    ben böyle zihnin de psikolojinin de içine edeyim; ben kendimi mağdur görüyorken kafam çiçekler gibiydi, ne kadar rahattım.
    suçluyor ve keyfime bakıyordum.

    eğer ki telafi edilemeyecek durumlar sözkonusu ise, böyle aydınlanma olmaz olsun.

  • yazarların gurur duydukları özellikleri

    beni ekebilirsiniz.

    bugün randevumuz var ama canınız çıkmak istemiyor, benim yerime sevgilinizi görmek istediniz, buluşmak değil film izlemek istediniz, kitap okuyasınız geldi, koltuğa çöküp hiçbir şey yapmadan duvara bakasınız geldi...
    hiç sorun değil; kızmam, küsmem, bozulmam. beni her zaman ekebilirsiniz.

    beni düğünde en arka masaya atabilir, sana davetiye kalmadı diyebilirsiniz.

    o da ne demek diyenlere açıklayayım. insanlar düğün arefesinde deliriyor. sadece düğün sahipleri değil yakınları, arkadaşları da deliriyor..
    benim masam güzel değildi, beni arkaya atmışlardı, ayşe’ye bizzat davetiye vermiş ama bana mail attı gibi gibi.
    bunlar hep yaşandı, yaşanıyor ama beni en arka masaya atabilirsiniz, küsmem. eminim bir açıklamanız vardır.

    kendimle ilgili en sevdiğim huylarım bunlar evet. toleransım yüksek. hatalarınızdan dolayı da yargılamam. banane, sizin hayatınız.
    herkesin her şeye küsüp alındığı bir ülkede kendimi sevmeme neden olan şeyler bunlar.

  • ekşi itiraf

    bayramlar ama özellikle bayram kahvaltıları benim için hüzün kaynağıdır.

    ne anne tarafından ne baba tarafından akrabamız yok.
    nasıl yok demeyin, yok işte.

    babam da senelerdir ulaşılmaz yerlerde, umarım iyi ve mutludur nerede ise.
    hep topu annem, kardeşim, ben.

    kalabalık ailelere çok özenirim. beş, on tane kardeşim; halalarım, dayılarım, amcalarım, teyzelerim olsaydı keşke.
    kalabalık masalarda gürültüden yanımızdakini zor duyduğumuz neşeli sofralarımız olsaydı.
    çok isterdim.

    kardeşim evlendi ve eşinin ailesi kalabalık. umarım bu eksikliği orada biraz doyurabilir, umarım çok mutlu olur o sofralarda.

    bugün instagramda en çok bu aile sofralarına özendim. kıskanmadım, kötü niyetli değilim. özendim, içlendim.
    ben de bayram kutlamak için bir fotoğraf koydum; kendimi koydum lan resmen. yemin ederim acı geldi sonradan.
    paylaşacak kalabalık bir bayram fotoğrafım bile yok dedim.

    böyle bakınca gözüme çok yalnız görünüyorum. arkadaşlar, dostlar varolsun ama bayramda bu açığı kapamıyor.

  • şu an okunan kitap

    eğer bu başlığı, acaba ne okusam diye geziyorsanız naçizane bir öneride bulunmak isterim.

    sosyal medya kullanıyor iseniz; karşınıza sıklıkla albert camus / la peste (veba) paylaşımları çıkıyordur.
    “ah! tam da bu günlerin kitabı” diye.
    cık! değil.

    bence okumayın arkadaşlarım; ben malım, okudum ve pişmanım.
    bugünlerde kaygınızı yönetmekte zorlanıyorsanız kesinlikle önermiyorum; hiç olumlu katkısı yok.
    hele ki ölümlerin artması ve gömü işlemleri ile ilgili bir bölümü var ki sağlam insanı hasta eder.

    başka şeyler okuyun bence; iyi gelecek, iyi hissettirecek, gülümsetecek.

    yerdeniz serisi, otostopçunun galaksi rehberi, don kişot ne bileyim gurur ve önyargı gibi gibi şeyler.

    bu satırların sahibi bu sözleri ederken thomas mann / der zauberberg (büyülü dağ) okuyor arsızca.
    - bir sanatoryumda kalan veremli hastaları anlatan uzun uzun upuzuuuuuuuuun bir roman -

  • an itibarıyla yazarların nerede olup ne yaptığı

    eve döndüm.
    dönerken sevdiceğimin annesi bana lavantalar vermişti.
    onları aksesuarlarımı boşalttığım küçük keselerin içine pay edip dolabımın muhtelif köşelerine yerleştiriyorum.

    bence en mis kokulu ve sevgi dolu entry benimki oldu.
    kendimi çiçek gibi hissetmeyeli öyle zaman olmuştu ki.

    canım bob ross;
    buraya lavanta moru çiçekler çizebilir misin? teşekkürler...