fikolas1
profili

  • istanbul'da yaşamayanların hayatı kaçırması

    bir dönem ben de böyle düşünürdüm. sonra fikirlerim değişti.

    anlatayım...

    izmit'te (kartepe) doğdum büyüdüm. üniversiteyle birlikte aile evinden ayrımdım. okuldu, sonrasında işti derken iyice koptum. şimdilerde istanbul'da yaşıyorum.

    lisedeyken okuldan kaçıp trenle istanbul'a gittiğimizi hatırlarım arkadaşlarımla. (2,75 ytl'ye haydarpaşa bileti alabiliyorduk o dönem, şimdi söğütlüçeşme 79 lira) kadıköy'de takılır, sahilde dolaşır hiçbir şey olmamış gibi işçi treniyle eve dönerdik. güzel zamanlardı.

    üniversiteden sonra iş bulup, temelli istanbul'a taşındım. alibeyköy, halkalı, fulya ve kurtuluş'ta yaşadım. şimdilik ümraniye'deyim. iş yerim cihangir'de. her gün metro, motor, finiküler yapıyorum. allahtan ev metronun dibinde. 1 saat 15 dakika sürüyor. dönüşü de aynı. üsküdar-kabataş motoru olmasa çekilecek dert değil.

    halkalı'da yaşadığım dönemde kullandığım toplu taşımadan bahsetmek bile istemiyorum. o kadar nefret ettim.

    taksim sosyalleşmeleri önceden çok eğlenceliydi. urban'da, ziba'da biraya oturur, baylo'da koktely söyler, bir iki dükkan yanında şarap, meclis'te rakı içer, şahika'da dans ederdik. geçmiş zaman fiili kullanıyorum ancak halen daha bunları ekonomik kriz yıpratmasına rağmen zevkle yapıyorum.

    diğer taraftan istanbul bana türkiye'nin hiçbir yerinde olmayan müzik, sinema, festival ve tiyatro çeşitliliğini de sağlıyor. fransız kültür merkezi'nde documentarist'in kapanışına gidebiliyor, küçükçiftlik parkta epica dinleyebiliyorum. şehir tiyatrolarınaysa bilet bulabilirseniz şanslısınız.

    hafta sonları motosikletle çıkıp florya'ya, karaburun'a, kilyos'a sürebiliyorum.

    ama artık boğuluyorum bu şehirde. mesela motosikletim değil de arabam olsa hayatta gezmeye çıkmam. 2 saatlik gezinti için 4 saatimi trafikte harcamak istemiyorum.

    gerçi şimdilerde istiklal'e de çıkmak istemiyorum. çünkü adım atacak yer yok. zaten çok uzun süreden beri taksim'in bir kimliği de yok.

    kadıköy'e gidiyorum, insan seli... bir yere gideceksem ara sokaklardan yürüyorum ki kalabalığa girmeyeyim.

    mekanlar desen tıklım tıkış... önlerinde de sıra var. çorbanın 20 lira olduğu esnaf lokantalarının önünde de, cadde'de 35 liraya çay satan mekanın önünde de sıra var artık yahu. hesap öderken bile bekliyorsun ki sıra sana gelsin.

    bu koşturma, bu hep bir yere yetişme zorunluluğu, insanların gerginliği, tartışmaları, kavgaları, mutsuzluğu... beni de mutsuz ediyor. ekonominin boktanlığı üstüne... sakin bir gün yok artık! gerçekten boğuluyorum.

    boğulduğum için artık daha az sosyalleşiyorum. zaten işim aşırı stresli ve yorucu.

    napıyorum peki? hafta sonları izmit'e (kartepe) kaçıyorum çok uzun zamandan beri. çatı'da, yelken kulübü'nde, kafi'de arkadaşlarımla rakı içiyorum mesela. hem daha ucuz, hem de çok daha az kalabalık. yazsa hadi bahçeye diye topluyorum insanları. başkası kendi balkonuna davet ediyor. üçte biri fiyata mekanlarda eğlendiğimizden çok daha fazla eğleniyoruz köyde.

    illa içki içmemiz de gerekmiyor. birileri çekirdek getiriyor. çay eşliğinde çitliyoruz. köyün yollarında serin serin yürüyoruz. yeri geliyor biralıyoruz.

    eskiden geceleri göle gider hatta yüzerdik. şimdi kimse gece yüzmüyor ama göle gitmesi hala çok zevkli. bugün babamı alıp gittim mesela. o açtı birasını keyfine baktı, bense yüzdüm. geçen hafta iş arkadaşlarım geldi. eşme tarafına götürdüm. kimsenin olmadığı bir iskele bulduk. kah göle girdik, kah makara yaptık. üstelik bedava!

    yine burada yalnız kaldığımda motorla çıkıyorum. kuzeye doğru sürüyorum. doğma büyüme buralıyım. ne kadar çok bilmediğim, gitmediğim köy varmış... saatlerimi geçirip dönüyorum.

    kartepe'ye çıkıyorum. ulan babamın-annemin darlamasıyla zirveye çıkıp içme suyu alması bile zevkli. biz kamp atıyoruz.

    yine göl kenarına gidip dünyanın en boktan restoranında çok güzel bir kahvaltı çekiyoruz kendimize. sapanca'ya gidip kahve içiyoruz, sonra yanık'ta yürüyüş yapıyoruz. kandıra'ya gidip kimsenin bilmediği sahillerde denize giriyoruz.

    yahya kaptan'daki bir çay bahçesinde otururken ani bir kararla süleyman demirel'deki tiyatroya gidebiliyoruz.

    hadi sosyal hayatı geçtim. akşam yemeği vakti annemin babamın yaptığı bostandan domates, salatalık, biber koparıp salata yapabiliyorum burada. kapının önündeki ağaçtan düşen armudu hüpletebiliyorum.

    ya da sıcak yaz gecelerinde cam açık yatarken içeriye uyutmayacak kadar trafik gürültüsü gelmediği için mutlu olabiliyorum.

    şimdi olduğum yaştan daha küçükken evet istanbul çok güzeldi ve beni tüketti. artık asıl istanbul'dayken hayatı kaçırıyormuşum hissi var. çünkü yakalamaya çalışırken hiçbir yere yetişemiyorum. ne ekonomim, ne enerjim, ne de psikolojim bunu kaldırıyor.

    istanbul yoruyor, izmit ise dinlendiriyor.

    istanbul dışında çok güzel bir hayat var. doya doya, yavaş yavaş, sindire sindire bir hayat var. bozulmaması dileğiyle...