windweaver11
profili

  • the batman

    süper kahramanlar aynı kalamaz. hepsinin belli bir karakteristiği var tabi ama yeni bir çizgi roman, dizi ya da film yaparken en önemli şey elinizdeki karakterin temelini zamanın ruhuna uyarlamaktır. mesela körfez savaşı çıktığında süper kahramanlar artık sokakta gangster kovalayamaz daha devletler arası bir konumda mücadele etmeleri gerekir. ancak bu uyarlama kısmında yeni filmi yapacak insanların birincisi zamanın ruhunu iyi gözlemlemesi gerekir (her ne kadar villain olsa da joaquin phoenix'li joker filmi buna güzel bir örnektir) ikincisi de karakteri iyi anlamaları gerekir. örneğin vigilante olmasına rağmen batman'i rastgele birini öldürürken gösteremezsiniz hiç bir zaman.

    batman de aslına bakarsanız uyarlaması en zor kahramanlardan biridir. çünkü batman gayet depresif, karanlık biridir. marvel'ın getirdiği ve zamanın ruhuna işleyen espri anlayışını kullanmaya çalışırsanız bu mekanik çalışmaz. ayrıca süper teknolojiler kullanmasına rağmen noir bir dedektif yönü de vardır. filme heyecan gelsin diye teknoloji işini abartırsanız o karanlık havayı elinizden kaçırırsınız. şimdi 04 mart itibariyle vizyona giren yeni filmde bu alanda neler yapmışlar bir bakalım.

    --- spoiler ---

    öncelikle tabi ki robert pattinson'ın batman'inden bahsetmek gerekiyor. çünkü böyle ikonik roller devredildiğinde izleyiciler tarafından yeni gelen oyuncu illaki reddedilir. bu james bond'da da böyledir, superman'de de böyledir, hatta sürekli oyuncu değiştiren doctor who'da bile böyledir. robert pattinson da nedendir bilmiyorum hala twilight'taki performansıyla hatırlanıyor. ki aradan geçen yıllarda oyunculuğunu ispatladığı pek çok yapımda yer aldı. pek ses getirmeyen the devil all the time'daki rolü bile yeterli olur aslında ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu anlamak için. bu nedenle rolün altından kalkabileceği üç aşağı beş yukarı belliydi zaten.

    ancak batman'i hem oyuncunun hem filmin nasıl yorumladığı da önemli bir nokta. bu filmde bruce wayne henüz iki yıldır batman. ve christian bale'in batman'i gibi operasyon adamı havası da yok. mesela filmin başında joker takipçisi çeteyi dövdüğü sahneye bakalım. burada suçlu psikolojisini çözmüş bir batman değil, suçlulardan gerçekten nefret eden bir intikamcı görüyoruz. ayrıca öfke problemiyle birlikte henüz travmalarını atlatamadığına, olaylardan hızlı bir şekilde etkilendiğine de şahit oluyoruz. ha derseniz ki batman hayatının hangi evresinde travmalarını atlatmış ki? burada haklısınız zaten ama bruce wayne / batman'in en güçlü özelliklerinden biri kendi psikesine olan hakimiyetidir. yoksa killing joke olayından sonra ortalama insanın akıl sağlığını koruması mümkün değil zaten. buradaki batman ise henüz bu kontrole sahip değil.

    filmin batman'i yorumladığı en ilginç nokta ise bruce wayne'in nasıl zorlandığını mümkün olan en insani şekilde ele alması. normalde batman "all men have limits. they learn what they are and learn not to exceed them. i ignore mine." diyen bir karakter. ancak bütün gece şehrin en büyük suçlularının peşinde koştuktan sonra vurup kafayı yatmak kolay bir iş değil. buradaki batman'in de hafıza sorunları yaşadığını görüyoruz. ayrıca şahit olduğu şeyler normal bir insanın kaldıracağı türden işler değil. örneğin riddler'ın arkasında bıraktığı herhangi bir suç mahalini görmüş biri zaten bir hafta uyuyamaz.

    batman de tüm bu olumsuzluklardan bire bir etkileniyor ve film batman'i 40'larda ve 50'lerde zirvesini gördüğümüz noir dedektiflerden biri gibi ele alıyor. dış ses olsun, sürekli yağmur yağması olsun, ben bir şeyler yapıyorum ama dünyadaki kötülük aslında değişmeyecek havası olsun hep bu estetiğin ürünü. ki bu aslında zamanın ruhunu temsil ediyor bir yerde ve uyarlama konusunda filmi bambaşka noktalara taşıyor.

    tüm batman külliyatının en güzel özelliklerinden biri de çok çok iyi yazılmış villain'lara sahip olmasıdır. joker zaten de two face, riddler, scarecrow gibi otursanız üzerine tez yazabileceğiniz mükemmel örnekler var burada. bu filmde de riddler'ı kullanmışlar. ancak riddler'ı da tuzaklar kurup anlamsız aksiyon peşinde koşan bir karakter yerine neo-noir bir havada işlemeyi tercih etmişler.

    peki hangi özellikler bu değişimi sağlamış? öncelikle riddler bir seri katil psikolojisine getirilmiş. karşılaştırma yapmak gerekirse örneğin seri katiller bir şekilde yakalanmak ister. (bkz: edmund kemper) riddler da yaptığı plana göre bir kafe'de polise teslim oluyor. ayrıca insanlardan ne kadar üstün olduklarını kanıtlamak için polisle ve toplumla oyun oynamaya çalışırlar. polise mektup yazan veya bulmaca bırakan (bkz: the zodiac killer) pek çok seri katil örneği var. riddler'ın seri katil psikolojisine yakın olduğu bir diğer nokta da hatırlanmak ve iz bırakma düşüncesi. pek çok seri katil gerçek hayatında kenara itilmiş insanlar olsalar da çok büyük ego'lara sahiplerdir. bu nedenle çarpık narsisizm özellikleri göstererek toplumu en rahatsız edici şeyleri yaparak hafızalara kazınmak isterler. batman, tutuklanan riddler'a kimse seni hatırlamayacak dediğinde o ana kadar soğukkanlı duran karakterin birden bire zıvanadan çıkması da bu yüzden. zaten riddler'ı canlandıran paul dano'nun tedirgin edici gülümsemesinden gözlüklerine, vücut dilinden bakışlarına kadar seri katil psikolojisinde birini canlandırdığını çok net şekilde anlayabiliyoruz. bu da karakteri ortalama bir süper kahraman kötüsünden çok çok çok daha tedirgin edici bir boyuta taşımış diyebiliriz.

    filmin çekimlerine ve sanat yönetimine gelecek olursak da burada yine çok farklı bir anlayış belirlediklerini görmek mümkün. filmden çıktıktan sonra bir arkadaşımla da konuştuk bu filmin derdi temelde hikaye değil aslında. yani kim kazanmış kim kimi nerede dövmüş çok önemli değil. salondan çıktıktan sonra batman'in depresifliğini, gotham'ın karanlığını ve riddler'ın ürkütücülüğünü yanınıza aldıysanız the batman istediğini başarmış demektir.

    çekimler de hep bu anlayışla yapılmış. mesela tüm sahneler bile isteye karanlık bırakılmış. hatta batman asansörden çıktıktan sonra insanları döverken sahnenin sadece kesikli olarak silahlardan gelen ışıkla aydınlatılması bu durumu ayrı bir estetiğe dönüştürmüş. bir de net alan derinliğini en uçta kullanmışlar. sahnede bir nesne bulunuyorsa sadece o net. hatta atıyorum bir kalem varsa sadece ucu net geri kalan her şey bulanık görünüyor. bu tabi bir hata değil. çünkü bu kadar ince bir net alan derinliği tutturmak dslr kamerada bile sıkıntılı bir iştir. burada amaç detaylar var evet ama dünya aslında anlaşılmaz ve karışıktır. baktığımız şey dışında (ki onun da belli bir kısmı sadece) hiçbir şeyi net göremeyiz demek olabilir.

    sanat yönetimi ise yine dünyanın eksik ve tekinsiz atmosferini yansıtmak üzerine kurulu. mesela karşılaştırma için batmobile'lere bakalım. chris nolan'ın batman filmi biraz daha teknoloji hayranı bir yapıdaydı. bu nedenle kevlar yeleklerden, karbon fiber parçalardan bahsediliyordu sürekli. o üçlemede kullanılan batmobile de bildiğiniz tank gibi bir şeydi. ancak filmin evrenine göre mükemmel tasarlanmıştı. bu filmdeki batmobile ise kusursuz değil. hatta bazı tasarım hatalarına sahip. örneğin kompleks bir yapıda tasarlanmış olan motor baya aracın dışında. yani mermilere kafa atan tumbler'a göre daha kırılgan bir durumda bu araç. ufak bir patlayıcıyla aracı komple devre dışı bırakabilirsiniz mesela. yine de o köşelendirilmiş tasarım üzerine klasik amerikan arabası olması nedeniyle 40'ların noir filmlerine daha uygun bir estetiğe sahip diyebiliriz.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak karşımızda batman'i sinemada (animasyonlar dahil değil yoksa batman the animated series'in eline su dökebilecek çok az yapım var) daha önce yapılmadığı şekilde ele alan, ciddi, sert ve kara film estetiğine yakın güzel bir film var. yalnızca süresi biraz kısaltılabilirdi belki insanlar o uzunluktan şikayet etmiş ama ağır atmosferli bir filmi de hızlı işletmek teknik açıdan çok doğru bir karar olmayabilir. o nedenle ben filmin süresi hakkında çok da şikayetçiyim diyemem.

    ha bir de yazıyı kapatmadan son bi not. zoe kravitz çok güzelmiş, çok iyi oyuncuymuş, beğenmezsem allah da benim belamı versinmiş.

  • kulüp (dizi)

    türkiye anlatılacak hikaye konusunda gerçekten cennet. mesela atıyorum bir isveç'in norveç'in 80 yıllık gündemini biz 3 günde falan yaşıyoruz. bu nedenle diziler ya da filmler ile söyleyebileceğimiz çok şey var. yine de bu hazinenin yeterince değerlendirilemediğini düşünüyorum. çünkü açın televizyona bakın yıl olmuş 2021 hala ağa dizisi, töre dizisi yapan var. hadi onu geçtim zengin kız fakir oğlan var, sevip de kavuşamayan bütün ilişki dinamiğini yanlış anlaşılmalar üzerinden kurmaya çalışan var. netflix ise malumunuz ülkeye geldiğinden beri hep farklı bir şey yapma derdinde oldu. bu kimi zaman iyi sonuçlanmadı ama yine de cesaretlerini tebrik etmek lazım. kulüp ile yine bambaşka bir projenin peşine düşmüşler. şimdi dizi nasıl olmuş bir bakalım.

    --- spoiler ---

    öncelikle şunu söylemek istiyorum. dizinin üzerine kurulduğu fikirler gerçekten çok çeşitli ve iyi. eğer edebiyata ilgiliyseniz 40'ların 50'lerin türkiye'sine yine aşinasınızdır ama ne bileyim bir mad men ya da broadwalk empire gibi kaliteli dönem dizileri izleyemiyorduk. yani görsel sanatlar alanında bir boşluk söz konusuydu. her ne kadar çemberimde gül oya, elveda rumeli ve hatırla sevgili gibi beğenilen dönem dizileri yapılmış olsa da onlar da bütçe probleminden çok çekiyordu. kulüp ise ilk önce bu probleme el atmış. normalde bir dizi yapılırken ne olur, bütçenin ortasına bomba atmamak için dekorları ve sahnelerde kullanacağınız eşyaları birilerinden satın alır sonra atmosfere uysun diye dua edersiniz. atıyorum bir küllük, 60'lar 70'ler dizisi çekiyorsanız kristal bir küllük ararsınız sonra o dönem çekilen fotoğraflara bakarak en uygun olanı seçersiniz. artık olduğu kadar.

    peki bu işin en kaliteli yapıldığı yer olan amerika'da nasıl oluyor? onlar bu işte sektörleştiği için stüdyoya haber veriyorsunuz onlar da dizilerde filmlerde kullanılmak üzere özel olarak üretilmiş şeyleri kataloglardan çıkarıp gönderiyor. siz de iş bittikten sonra iade ediyorsunuz. burada asıl söylemek istediğim şey neden biz de böyle bir sistem yok değil. çünkü sebep ortada. maliyetini çıkarmaz böyle bir oluşum. asıl bakmamız gereken şey ise bu ekipmanların dizi film çekimi için özel olarak üretilmesi. diziyi yapanlarla görüşmedim o konudan tam emin değilim ama buradaki perdelerden masalara kadar her şeyin dizi için özel üretim olduğunu düşünüyorum. çünkü hiçbir şey uydur kaydır eklenmemiş. mesela bunun için selim'in kulisine bakabilirsiniz. bu odadaki hiçbir şey bir yerlerden bulunup getirilmiş gibi durmuyor. sanki sanat yönetmeni ben böyle bir şey istiyorum diye çizmiş de ekip ne istiyorsa ayarlamış gibi bir uyum söz konusu. ha tabi bu dediğim gibi böyle olmayabilir. belki bildiğimiz şekilde ilerlediler ama kurdukları her mekan aşırı güzel görünüyor.

    dönem dizisi yapan kişilerin uğraştığı ikinci bela da dil ve kültür meselesi. şimdi bir oyuncu mamafih dedikten sonra dümdüz günümüz türkçesiyle yardırıyorsa o iş olmaz. illaki o dönem kullanılan bir terim, bir sokak ağzı birşey, o günlerde çok konuşulan meselenin diyalog içine yedirilmesi gerekiyor. bunu da yine böbürlenmeden yapmak lazım. diyelim ki 90'lar dizisi çekiyorsunuz. sürekli kaset kaset derseniz olmaz. bugün kasetten albüm dinlemek evet ilgi çekici bir şey ve atmosfer kurmak için bu konu eklenebilir. ancak bu bize ilginç. 90'larda yaşayan karakterler için kaset konusu günlük bir olaydı. bu nedenle ekleyeceğiniz şeyi ekleyip sanki eklememiş gibi bir doğallıkla izleyiciye aktarmanız gerekiyor. kulüp ise bunu gerçekten çok başarılı bir şekilde yapıyor. mesela sefarad'ların kullandığı ispanyolca öyle text'ten 5 dakika önce ezberlenmiş gibi değil. ben ispanyolca bilmiyorum ama ispanyolların diyaloglarını çok dinledim ve bu dizideki kullanım gerçekten doğal geldi diyebilirim. bunu tabi başrol yapınca çok önemli değil. çünkü zaten işin bu senin. asıl güzel taraf agop olsun, yani olsun bütün figüranların da dil konusunu başarılı şekilde uygulaması olmuş.

    kültür konusu da benzer şekilde incelikle işlenmiş. bu konuya da bir öz eleştiri ile başlamak istiyorum. ülkemizde aslında yerleşik pek çok farklı kültür olmasına rağmen (biraz da tek yönlü eğitim sistemi nedeniyle) biz bunları pek tanımıyoruz. aslında benim de buna imkanım var. mesela izmir'de kilise, sinagog hepsi bulunuyor. bir musevi nasıl dua ediyor, hristiyan cemaatler hangi günlerde toplanıyor bu tür şeyleri öğrenmenin bir insanın gelişimi için çok faydalı olacağına inanıyorum. ha sinan bir günden bir güne bu mabedleri ziyaret ettin mi dersen hayır etmedim ama ülkenin kültürel zenginliğini özümsemek için bence bunlar bir gereklilik. bir de tabi ülkenin demografik yapısı dizide de anlatıldığı üzere bile isteye değiştirildi. ülkenin evrensel değerleri kesildi ve yönümüz yıllar içinde orta doğu coğrafyasına çevrildi. işte bu nedenle mesela bu dizide anlatılan şenlikleri falan bilmiyoruz biz. yine de diziyi yazan kişilerin o detayları iyi bir şekilde eklediğini söylemek mümkün. kendinizi böyle hikayenin bir yerlerine iliştirmek için iliştirilmiş şeyleri değil de gerçekten hayatın doğal akışı içinde yer alan konuları izliyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz bu anlarda.

    bir de çok dikkat çekici olan hikaye yapısından bahsedelim. burada aslında büyük bir potansiyel varmış ama biraz denge kaçırılmış gibi hissettim. şimdi bu ana akım işlerde çok standart bir kullanımdır. eğer bir dizinin ismini mekandan seçtiyseniz hikaye yapısını da buna uygun düzenlersiniz. bir tane ana karakter ve yan karakterler yazar, bütün bu insanların hikayelerini ortak olarak bulundukları mekan üzerinden anlatırsınız. bu noktada kulüp başarılı bir seçim. çünkü assolistinden patronuna, çamaşırcısından misafirine kadar bir karakterler panoraması sunma şansı veriyor. ancak hikaye yapısında bir iki başlılık söz konusu. dizi bu dediğim panoramaya geçtiğinde gerçekten başarılı. bir yığın farklı karakterin dönem üzerinden birbirleriyle olan ilişkisini görebiliyorsunuz. matilda'nın rolü de bu farklı karakterler üzerinde köprü olarak seçilmiş. ki gökçe bahadır lokomotif olan karakterini de başarılı şekilde canlandırmış. mesela patronuna karşı farklı bir tavır alırken, kendi cemaati içinde farklı bir duruş sergiliyor. özellikle hacı karakterine bildiğin abla şefkatiyle yaklaşıyor.

    buraya kadar her şey güzel. ve fakat raşel karakteri tüm bu dengeyi bozuyor. bunu hikayede tuttuğu yer ya da bölüm başına aldığı süre için söylemiyorum. kulüpte olanlar çok akıcı ve ilgi çekici. mesela metin akdülger'in canlandırdığı patron ve büyükbaşlarla yaptığı konuşmalar, sonra fırat tanış'ın çalışanlara gösterdiği tavır falan atmosfer için çok değerli. çünkü bize bilmediğimiz bir dünyanın kapılarını açıyor. raşel'in hikayesi ise böyle bir dizi için aşırı sıradan. yani bu kadar farklı bir dizinin ana eksenine annesi tarafından terk edilen asi ergenin hikayesini koymak dizinin yakaladığı tüm tempoyu aşağı çekiyor. ayrıca insanların netflix dizisi izlemesinin asıl sebebi zaten televizyondaki 780 tane karbon kopya yapımdan uzak kalmak. da raşel'in yahudi olması dışında ortalama tv dizisi karakterinden ne farkı var? önce sağa sola atar yapıyor. sonra yakışıklı ama çapkın karaktere aşık oluyor, sonra sevmediği ve aşkı asla istediği gibi yaşayamayacağı biriyle evlenmeye karar veriyor. bir de artık dünyanın en klişe şeyi hamile kalıyor. yani bunu izlemek istiyor olsak açar tv izleriz zaten her akşam 4 tane dizi vardır böyle.

    bu karakterin ayrıca işlenişi de kötü. mesela selim karakteri hem dönemle ilişki içinde hem de ilgi çekici noktaları var. bu nedenle babasını kaybetmesinin ardından sahneye çıkması dramatik olarak yoğun bir olay. raşel'in en dramatik olayı annesiyle eve geç geldiği için tartışmak falan. bu zaten dizinin ilk yarısıymış umarım ikinci kısımda bu karaktere daha az yer ayrılır. böylece anlatının ritmi de yükselir.

    bir de eğer bahsetmezsem insanların cidden hakkını yemiş olacağım için oyunculara değinmek istiyorum. metin akdülger'i ben sanırım ilk defa şahsiyet'te izlemiştim. o zaman da iyi bir oyuncu olduğunu düşünüyordum. burada centilmen ama kendi içinde sıkıntıları olan bir karakteri de başarıyla canlandırmış. zaten kendisi pusuya yatmış piyasadaki bütün farklı işleri kovalıyor. bu nedenle kariyer tercihleri için de kendisini tebrik etmek lazım.

    dizide beğendiğim bir diğer oyuncu da selim karakteriyle salih bademci oldu. hani klasik söylenir ya hep biz sette çok eğlendik diye. bu salih bademci için bence kesinlikle doğru. çünkü karakterini canlandırırken eğlendiğini, farklı şeyler keşfetme hevesinde olduğunu görebiliyorsunuz. mesela selim'in kırılgan halini de sahneye çıktıktan sonraki diva halini de başarıyla canlandırıyor. sadece ben orhan ve selim arasında bir şeyler yazmak istemişler de yazamamışlar gibi hissettim. hatırlayacaksınız benzer bir durum aşk101'de de osman karakteri için vardı. umarım şu problem yakın zamanda çözülür de biz de karakterlerin hikayelerini kesintisiz olarak izleyebiliriz.

    fırat tanış'ın performansı ise sürpriz olmadı diyebilirim. yani bir insan hem komedi karakterlerini hem bu kadar ağır psikopatları nasıl aynı başarıyla canlandırıyor anlamak mümkün değil. bu dizide de tehditkar, iş bilen, ayrıca dominant bir hali vardı. hikayesini biraz erken açık ettiler gerçi daha üstü kapalı ilerleyebilirdi ama olsun yine de akışa çok büyük katkısı olmuş burada.

    bir de son olarak gökçe bahadır'dan bahsetmek istiyorum ki kendisi benim en çok şüphede olduğum isimdi. şöyle söyleyeyim ben yaprak dökümü izlemedim. televizyon da izlemiyorum o yüzden dizilerden de aşina değilim. o nedenle kendisini 3 asır önce perran kutman için takip ettiğim hayat bilgisindeki performansıyla değerlendirecek halim yoktu. bu nedenle karşıma ne çıkacak emin olamadım. ancak hikaye akışı içinde bahsetmiştik gerçekten dizinin merkezinde olmak konusunda çok başarılı. hem duygusal, hem kırılgan hem de güçlü durabiliyor. zaten ana karakter çalışmıyor olsa dizinin ikinci kısmını bu kadar heyecanla beklemezdim sanırım.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak bence dizi gayet keyifli. sadece dramatik anları (özellikle raşel'in olduğu) biraz abartmışlar. bunlar belli pratikler ve alışkanlıkları atmak kolay olmuyor tabi ama insanları diziye bağlamak için bunlara gerek yok bence. çünkü dizi teknik olarak zaten başarılı. bir de yan karakterleri de düzgün çalışmışsınız. herkesin anlatılmaya değer sosyolojik bir altyapısı var. bu nedenle biraz daha tempo daha az dramatik anla dizinin diğer kısımları çok daha güzel olabilir.

  • dune (film)

    şu dönemde yazılan çoğu kitap lan acaba dizisi filmi yapılır mı diye yayınlandığı için görsel olarak daha fazla ipucuna sahip, ayrıca daha akıcılar. ancak fantastik ve bilimkurgu kitaplarının atası dediğimiz yapıtlara baktığınızda böyle bir çaba göremezsiniz. çünkü şimdilerde kült olan pek çok seri o dönemde ana akımın dışındaydı. dune bu konuda çok iyi bir örnek. mesela kitapta iki karakter konuşurken üst tarafta yüzeysel bir diyalog geçiyor. alt tarafta ise karakterlerin birbirini jestleri, mimikleri ve yaptıkları göndermeler ile uzun uzun analiz edişine şahit oluyoruz. (ki serinin en sevdiğim özelliklerinden biridir) işte karakterlerin bu ufak nüansları fark edişini görsel bir sanat olan sinemaya aktarmak çok zor. ayrıca kitap serisi okuyucusunu sürekli farklı kültürlerin içine atıp duruyor. bunu da sanki öyle bir kültür gerçekten varmış gibi doğal bir şekilde yapıyor. bu nedenle o kültür şokunu iliklerinize kadar hissediyorsunuz. mesela kitabı okurken yanınızda duran bi bardak suyu devirdiniz diyelim. kısa bi an çok büyük bir hata işlemişsiniz gibi geliyor kitabın etkisiyle. bu nedenle evet matrix, yüzüklerin efendisi, the foundation gibi (ilk iki bölümü için inceleme yazmıştım meraklısı okuyabilir) dev serilerin geldiği bir dönemde dune'un yapılması da çok şaşırtıcı değil. yine de en cesur adımlardan biri olarak görüyorum ben bunu. şimdi filmimiz nasıl olmuş bir bakalım.

    --- spoiler ---

    öncelikle sinemacılar uyarlamalara nasıl yaklaşıyor bir bakalım. burada en bilinen iki yöntem var. ilkinde kitapların genel havasını yansıtmaya çalışıp olay akışını nasılsa 2 saatlik süreye sığdıramayız diyerek boş vermek. ancak bu yaklaşımda karakter gelişimi tam oturtulamadığı için filmin başarısız olma ihtimali çok yüksek. ikinci adımda ise olaylara sadık kalmaya çalışıyorlar. yalnız burada da süre kısıtlaması olduğu için filmin koştur koştur gitme ihtimali var. bu da haliyle hikayenin önemli anlarının ağırlığını yitirmesi anlamına geliyor. şimdi diyeceksiniz ki sinan iki yöntem söyledin ikisinde de filmler başarısız oluyor, peki kitap uyarlamasından nasıl iyi film çıkacak? onun da yöntemi sinemada aşağı yukarı her konuda olduğu gibi denge kurmaktan geçiyor. yani hem hikayenin ruhunu yakalayacak hem olay akışında bütünlük sağlayacak bir senaryo çalışması yapmalısınız.

    dune da tam olarak bu noktayı denemiş. öncelikle dikkat ettiyseniz filmin başında dune part 1 yazıyor. yani ilk kitap iki filme bölünmüş durumda. bu da hikayeden olabildiğince çok para kazanmak için yapılmış bir şey değil. olay akışını düzgün bir şekilde anlatma çabası var. ki ilk kitabın başındaki olayların çoğuna da yer veriyorlar. hatta bazı yerlerde gerekli bilgileri aktarmak için dış ses bile kullanmışlar. bu kısım fena değil. en azından detaylı bir çalışma var diyebiliriz ama karakterler arasındaki ilişkiye ve kimin kim olduğu konusu üzerine çok durmamışlar. mesela duncan idaho evrenin en iyi kılıç ustalarından biri, millet sardaukar adını duyunca kaçacak yer arıyor, bene gesserit'ler yüz kat daha sinsiler kimse onlara güvenmiyor ve sevmediklerini açıkça belli ediyorlar. şimdi kitapları okumamış olan izleyiciye bu noktalar geçti mi çok emin değilim. mesela lonca ve uzay taşımacılığındaki tekelleri seride çok önemli bir problem ama buna hiç değinilmemiş.

    yalnız bu çok çok büyük ihtimal bilinçli bir tercih. çünkü jamis'in ölümü bir filmi bitirmek için yeterli gerilime sahip bir konu değil. (bari paul'un ağladığını gösterip ölüye su veriyor deseydiniz allahsızlar) bu nedenle şimdi yarım yamalak anlatmak olmaz daha fremen kültürü var, muad'dib var, evrene yayılacak savaş var, solucan sürmenin incelikleri var, arrakis'i yeşillendirme projesi var, var üstü var. hikaye tam olsun diye 7 saat film yapmayalım diyerek tam yerinde kesmişler sanırım. bu da yine her şeyin hızlıca tüketildiği dizi/sinema döneminde riskli bir karar. yaptığınız işe çok güveniyor olmanız ya da bu işin ideali budur tamam stüdyoyla anlaştık ama her şey de para getirecek formüller değildir diyebilmeniz gerekiyor. bu bile bence dennis villenueve'nin dönemi içinde nasıl öne çıktığının işaretlerinden biri.

    oyunculuklar kısmına gelecek olursak da timothee chalamet kardeşimiz gerçekten rolüne yakışmış. tam o ergenlik ve yetişkinlik arasındaki dönemde duruyor tip olarak. ayrıca paul de başlarda böyle meraklı ama kontrollüydü. timothee de o havayı yakalamış. lakin bu noktadan sonra işi zor. zira muad'dib dediğin adam geleceği görerek yaşıyor. yani olan ve olacak her şeyi biliyor herif. timothee muad'dib'in o ilahi halini ne kadar yansıtacak tartışma konusu. ha bunu timothee kötü oyuncu olduğu için söylemiyorum. zaten öyle olsa genç yaşına rağmen bi yığın kaliteli yönetmenle çalışamazdı ama ta en başından muad'dib gibi bir karakteri canlandırmak mümkün müdür o koca bir soru işareti.

    oscar isaac de leto atreides'in hem lider ruhlu hem çok soğuk olmayan havasını yakalamış. yalnız lady jessica biraz problemli. şimdi lady jessica sonuçta bir bene gesserit ve bene gesseritler vücutlarındaki en ufak kası bile kontrol edebiliyor. ayrıca düşüncelerine duygularına hakim olmak onlar için çocuk oyuncağı. bu nedenle kitapta lady jessica ailesine karşı sevecen ama dışarıya karşı kontrollü ve elegan bir kadın olarak yansıtılıyor. yani bir bene gesserit'in ellerinin titremesi bile aslında çok büyük bir olay. buradaki karakterin yansıtılması ise gereksiz şekilde histerik.

    chani'yi ise henüz tanıyamadık hikaye gereği. sadece zendaya ile güzel görseller alınmış ama bunların kullanılış yeri biraz garip. zendaya'nın çok fotografik bir yüzü var ve paul'ün rüyalarında baya parfüm reklamı gibi dolanıyor ortalıkta. bu tamam da o rüyalarda paul ne görüyor aslında, chani ile birlikte giderse neye sebep olacak ve o güzel görüntü bu anlatılan ile eşleşiyor mu çok emin olamadım. bir de zendaya yaş itibariyle henüz kariyerinin başında. ben de oturup tüm filmlerini izlemedim ama her filmde aşağı yukarı aynı kızla karşılaşıyormuşum gibi geliyor. bu nedenle rol yelpazesi hayli dar olabilir. tabi biraz acımasızlık olacak ama bunu stilgar'ı canlandıran javier bardem'e baktığınızda daha iyi anlayabiliyorsunuz. adam resmen farklı bir kişiliğe bürünüp gelmiş buraya.

    filmin teknik yönüne bakacak olursak da allah imax'i icat edenden razı olsun demek istiyorum. o savaş sahneleri falan muazzam bir görsel şölendi. ayrıca hikayede sıkça kullanılan topterlerin tasarımı da hem çok şık hem de çok kompleks olmuş. lakin sanat yönetiminde gözüme batan bir ufak nokta oldu. şimdi kitapları okumayan arkadaşlar da fark etmiştir film süresinde, arrakis aslında orta doğu kültürü temelli bir yer. hacılar olsun, mesih kavramı olsun, kahvenin önemi olsun, kum solucanlarına fremenlerin şeyh hulud demesi olsun bir yığın atıf var. atreides'lerin dune'dayken yerleştikleri şehir de aslında daha canlı. böyle 16. yy şam / bağdat gibi yerleri düşünebilirsiniz. sokak satıcısından tüccarına, zengininden dilencisine kadar türlü çeşit insan var normalde ama burada nedense o eklemeyi yapmamışlar. o da yine filme aktarılırken lore'un bir derece kaybedilmesine sebep olmuş.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak film izlenir mi, izlenir. hele imax'te muazzam keyifli. ama the voice nedir, jessica ve paul'ün yaptığı o parmak işaretleri ne işe yarar, padişah imparator'un madem sardaukar gibi güçlü birlikleri var neden atreides'leri kendisi ortadan kaldırmıyor, kimse neden ateşli silah kullanmıyor da kalkan ve bıçaklarla dövüşüyorlar gibi soruların cevabını bilirseniz daha fazla keyif alacağanızı düşünüyorum. ha derseniz ki film çıktı şimdi kitap ne ara yetişecek yanınıza bilen birini alabilirsiniz. gördüğüm kadarıyla sinemaya gelen çoğu kişi böyle yapmış. hiç denk gelmezse gelin bana sorun ben anlatırım size. şimdilik benden bu kadar. kendinize iyi bakın.

  • kin (film)

    dijital platformlar türkiye'de yayına başladıklarında neden bilmiyorum bi fantastik hikayelere heves ettiler. sonra tabi burada altyapısı olmadığı için o işler pek tutmadı. daha sonra televizyonun müsaade etmeyeceği kısa ve vurucu polisiye / dramalara ağırlık verdiler ve orada doğru damarı tutturdular. şahsiyet ve alef gibi güzel diziler izleme şansımız oldu mesela. kin de polisiye olduğu için haliyle dikkat çekici. şimdi film, diğer yapımların başarısına ulaşmış mı yoksa sıradan bir filmi mi olmuş bir bakalım.

    --- spoiler ---

    öncelikle türk sinemasının bir eksikliğinden bahsedelim. türk sineması genel olarak uluslarası yapımlardan çok geride. özellikle 2010'lardan sonra geniş kitlelere ulaşan aynı zamanda kaliteli hikayeler anlatan çok az film yapıldı. bunun bir nedeni de sinemacılarımızın film türlerini çok incelememesi. mesela bir aksiyon filmi temelini doğru düzgün çalışmadıkları için bu türün işe yarar formüllerini uygulayamıyorlar. kin de bu dertten muzdarip çoğunlukla.

    bu filmin hikayesi bir film-noir olmaya çok uygunmuş aslında. üzerine suç yıkılan ana karakterin yaşadığı stres hitchcock filmleri incelense (ki bu hitch'in en sevdiği mekaniklerden biridir) çok daha yüksek noktalardan yaşatılabilirmiş. orada formül nedir? ana karakter olabildiğince bu işlerden uzak olacak, daha sonra istemeden bir suça karışacak ve kendi karakterinden taviz vermemeye çalışsa da filmin kötü karakterinin yaptığı planlarla sürüklenip gidecek. bu filmde ise atılan iki adımla bu ihtimali ellerinin tersiyle itmişler.

    ilk adım zaten filme en büyük hasarı veren nokta. yılmaz erdoğan'ın canlandırdığı ana karakter kendisini savunmaya çalışırken taksiciyi bıçaklıyor ve olayların nasıl geliştiğini saklamaya karar veriyor. işte o karar motivasyonu çok önemli çünkü burası karakteri sıkıştıracağınız nokta. motivasyonu ne kadar erdemli seçerseniz izleyiciyi ana karaktere o kadar yaklaştırırsınız. burada ise başkomiser aman terfi kaçmasın diye hareket ediyor. ki bu işini her zaman doğru yapmaya çalışan, ekibine yol gösteren ağır abi imajına zarar veriyor. halbuki baskı noktası ahmet mümtaz taylan'ın canlandırdığı karakterin terfisi olsa hem başkomiser bu kadar bencil görünmeyecekti hem de dünyadaki pek çok insan müdür baskısı altında yaşadığından karakterin başına gelenleri izlerken strese girecekti. ancak daha önceki filmler iyice etüt edilmediği için bu fırsat kaçırılmış.

    ayrıca karakterin bundan sonra yaptıkları ve yılmaz erdoğan'ın oyunculuğu da bu stresi engelliyor. aslında atmosfer gayet hazır. ancak yılmaz erdoğan, karakterini stres altında gibi değil de canı bir şeye sıkılmış gibi canlandırıyor. yani yılın en başarılı polisi olarak gösterilen, adalet duygusu gelişmiş birinin üzerine suç kalacağını anladığı anda bile yau bu benim başıma nasıl gelebilir, ben ne hallere düştüm diye tonla strese girmesi ve bunu izleyicilere aktarması gerekiyordu.

    yine karakterin yaptıkları da onu kapana kısılmış şekilde göstermiyor. mesela eski uyuşturucu satıcısının mekanına gittiğinde yılmaz erdoğan'ın karakterini tüm atmosfere hakim şekilde görüyoruz. bu da karakterin olayların kontrolünü elinde tuttuğunu düşünmemize neden oluyor. ki aslında tam tersi olmalıydı, çünkü bu şekilde bi stres yaratma şansı kalmıyor.

    filmin olması gerekeni yapmama huyu bununla da bitmiyor. duygu sarışın'ın canlandırdığı karakter aslında sinema tarihinin en büyük geleneklerinden biri olan femme fatale örneği. bunun için illaki ana karakteri baştan çıkarması gerekmiyor ama sinsiliği ve kurnazlığı olmazsa olmaz. bu konuda ise problemler saymakla bitmiyor. öncelikle duygu sarışın bu karakteri canlandırmıyor, baya belli bir kalıbın taklidini yapıyor. bu nedenle inandırıcılığı çok düşük. aşırı kullandığı mimikleri, dramatik olmak için yaptığı ağır çekim jestleri falan 50'lerden sonrası için fazlasıyla abartılı. muhtemelen kendisinden istenen oyunculuk bu şekildedir ama sessiz döneme benzer bir şey arıyorum ben demiyorsanız gözünüzü fazlasıyla yoracaktır bu.

    finale gelecek olursak da bu konu için benim çok sevdiğim bir önerme var: "her hikaye, kötü karakteri kadar iyidir." bunu hayatla sorunu olan karakterler için özelleştirirsek, final mologunun bize en azından birkaç sefer "adam haklı galiba." dedirtmesi gerekiyor. burada ise o alana gelemiyorsunuz çünkü tuncay baştan aşağı haksız aslında. sen çocukken 7 kişiyi öyle ya da böyle zehirlemişsin. bunu da baban üzerinden yapmışsın. elde aksi bir delil olmadığına göre polisten tam olarak ne yapmasını bekliyordun ki? ben polise babam masum dedim ama beni dinlemediler. anlatmaya çalıştığın müthiş çıkarım bu mu gerçekten? sinema tarihinde john doe gibi karakterler varken kusura bakma kimse bunu yemez. zaten bu nedenle filmin hem başlangıç, hem final motivasyonu çöküyor.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak film, sorgu sahnesi hariç akıcı diyebiliriz. ama bu akış ne sebeple başlıyor ve nereye gidiyor diye sorarsanız o noktalar biraz sıkıntılı. yine de şöyle kafa dağıtmalık bi film olsa da izlesem derseniz göz atılabilir. yok ben daha derin bir şeyler bakıyorum derseniz, o aradığınızı burada bulamayabilirsiniz.

  • ferhan şensoy

    ben artık çok sıkıldım ya. hadi işlerin düzgün gitmemesine bi nebze alıştım da üzerine böyle haberler almaktan çok bunaldım. şurada elimizde bir şey de kalmadı zaten. tiyatroya gitmek bile hayal.

    yine de kimin aklına geldiyse sağ olsun ustayı bi soru cevap podcast'ine ikna etmişti. ortaoyuncuların eski oyunlarını da kendi resmi kanallarına ekliyorlardı. bi de bazı oyunları biletli olarak online yayınlıyorlardı. her ne kadar usta, seyircisiz tiyatro olmaz dese de yayından önce koltuğuna kurulmuş şarabını içerken bi fotoğrafı geliyordu yüzümüz gülüyordu en azından.

    şimdi o da yok. aşık mahzuni anıları yok, beyoğlu yok, gitar gibi çaldığı bağlaması yok, boris vian yok, kahraman bakkal yok, kendine has ahenkle kurduğu cümleler yok. mesela önümüzdeki yıl şahları da vururlar'ı bir daha sahneye koyacaklardı artık o da yok.

    usta da bazen arkadaşlarından bahsederken sesi titrer, gözleri dolardı. bazı üzüntülerin tarifi gerçekten mümkün olmuyormuş. yerine bir şey bulayım, şununla idare edeyim denmiyormuş. bazı insanların bıraktığı boşluk bir türlü dolmuyormuş.

    o yüzden bu haberden sonra ben olduğum yere yığıldım kaldım. sabahtan beri boş boş etrafı izliyorum. biri gelsin beni bi çayın kenarına kadar taşısın istiyorum. belki orada alacağım iki nefesle başımı kaldırıp oturur, ustanın ruhuna bi kadeh şarap içerim. anılarını okuyup belki biraz toparlanma şansım olur. beraber galatasaray'ın duvarlarından atlayıp taksim'e kaçarız. ne bileyim vapuru falan izleriz. ustanın da bi türlü anlaşamadığı dünyanın kötülüğünden belki böyle uzaklaşırım.

    çünkü ne yaparsanız yapın güzel insanlar bir bir eksiliyor hayatımızdan. insanlara yaşattıkları için teşekkür mü edelim, geride kalanlar olarak halimize mi üzülelim bilemiyoruz. neyse gece gece canınızı sıktım. belki ferhan şensoy'un kalemimin sapını gülle donattım ve başkaldıran kurşun kalem kitaplarında anlattığı gibi üzüntü ve mutluluk iç içedir ve elimizden gelen en iyi şey olanı olduğu gibi kabul etmektir. bilmiyorum.

  • 50m2

    hatırlarsanız bir ara yerli dizi yersiz uzun diye bir slogan vardı. oyuncular ve yönetmenler uzun çalışma saatlerinden, sabahlamak zorunda kaldıkları setlerden şikayet ediyorlardı. ki bence bu konuda haklılar çünkü her hafta 90 sayfa senaryo yazarken terminatör olsanız kaliteyi yukarıda tutamazsınız. bu şikayetler bir de izleyiciler olarak bizim kulağımıza gelenler. ışıkçısından sesçisine, kostümcüsünden makyözüne kadar set çalışanlarının durumu bundan da kötü. ancak umuyorum dijital platformlarla birlikte durum düzelecek. çünkü birazdan bahsedeceğimiz 50 metrekare dizisinin bir sezonu 8 bölüm olarak tasarlanmış. yurtdışındaki örneklerinden ortalama 12 bölüm daha kısa olsa da diziye emek veren insanların kendilerine vakit ayırıp anlatmaya değer hikayeler aramaları için bence uygun bir süre.

    ancak bu durum beraberinde bazı zorluklar da getiriyor. daha öncesinde hikayeleri süreye yayarak anlatma şansları vardı. 45 dakikalık diziler ise konuyu anlatırken gezintiye çıkmanıza izin vermez. atılan her bir adımın derli toplu ve planlı olması gerekir. şimdi hazırsanız burak aksak ve selçuk aydemir bu yeni alanda neler yapmışlar bir bakalım.

    --- spoiler ---

    madem süreden konuşmaya başladık bu konuyu en çok ilgilendiren kısım olan senaryo tekniğiyle devam edelim. yabancı dizi takipçileri fark etmişlerdir house, prison break, lost, hatta samurai jack'te bile bölüm bazlı senaryo yazımı vardır. bu teknik nedir? bu yazım şekline göre her bölüm orta metraj film mantığıyla kurulur. mesela rastgele bir person of interest bölümünü açıp izleyebilirsiniz. kim kimdir hemen anlamayabilirsiniz ancak bölümde ne anlatıldığını tüm sezonu bilmeden de üç aşağı beş yukarı çıkarabilirsiniz. çünkü bölümün kendine ait bir teması ve izleyicisinin takip etmesini kolaylaştıran belirgin giriş gelişme sonuç bölümleri vardır.

    bu teknik ilk bakışta kolay görünüyor ancak üç büyük zorluğu var. birincisi bu teknikte fazlalığa kesinlikle yer yok. mesela bir yan karakter ana karaktere hadi şurada hamburger yiyelim dedi ve ana karakter bunu reddetti. bu aslında basit bir diyalog gibi görünebilir ancak bunun bile bir yere bağlanması gerekir. atıyorum dizi aile dramasıysa ana karakterin babası hamburgerci olabilir ve ana karakter ile küsmüşlerdir. ana karakterin babası uzun yıllar önce ölmüştür ve karakterimiz çocukluğunun geçtiği kasabayı ziyaret ediyordur. bu konudan bir şekilde bahsedersiniz ve finalde de karakter bir restorana oturup hamburger söyler. böylece babasıyla yaşadığı iç çatışmanın son bulduğunu izleyiciye anlatmış olursunuz.

    ikinci zorluk bu vereceğiniz işaretleri kör göze parmak yapmamak gerekir. mesela biraz önce bahsettiğimiz diyalogda yan karakter teklifi reddedildikten hemen sonra "senin baban hamburgerci değil miydi ya? nasıl istemiyorsun hamburger." dememesi lazım. belki eve geldiğinde babasının bir fotoğrafı ya da eski komşularından biriyle geçen ufak bir diyalog yeterli bunun için.

    üçüncü zorluk da ana hikayeyi hareket ettirmek. bu konuda doctor who çok iyi bir örnektir mesela. spoiler içinde spoiler yapmayayım ama örnek olması açısından sezon boyunca bir bölümde dalek'lerle ilgili bir detay öğreniriz, bir bölümde cyberman'ler bir şeyler yapar, bir bölümde olaylar öyle bir gelişir ki doctor zaman yolculuğuyla ilgili bir detay paylaşır bizimle. finalde de dalek'ler, cyberman'ler bir araya gelir. doctor da bize anlattığı detayla düşmanlarını alt eder. böylece sezon kapalı sistem olarak hikayesini tamamlamış olur.

    şimdi genel yazım tekniğini konuştuğumuza göre 50 metrekare'yle durum karşılaştırması yapabiliriz. dizi bu bahsettiğimiz üç zorluğun üçünü de aşamamış. birinci zorlukta tüm olayların ana karakterin hikayesine bağlanması gerekiyordu. bunu roma'lıların inşa ettiği su yolu gibi düşünebilirsiniz. ana karakter suyun akacağı yatak, yan karakterler de su yolu ayakta kalsın diye dikilen kolonlar. bu dizide ise ara karakterlerin dramatik anları var ancak bunlar ayrık otu gibi ana hikayeden farklı yerlerde duruyorlar. mesela dilara'nın mahalleyi terk etmiş olması, muhtar'ın yakup'a attığı tokat, kurtarılan mülteci çocuk uzun süreli bir dizide zaman doldurmak için kullanılabilir. ancak 45 dakikalık bir bölümde ana karakterin hikayesini bire bir etkilemeyen her şey fazlalıktır. örneğin mülteci çocuğu kurtardı. ondan sonra aralarında bir abi kardeş ilişkisi gelişmesi gerekiyordu eğer mahalleye getirecekse. burada ise çocuğu bir süre sonra gönderdiler ve finale ya da ana karakterin hikaye gelişimine hiçbir katkısı olmadı.

    ikinci nokta ise yapılan değişimlerin burada fazla göze batması. civan'ın dark side'a geçişi güzel işlenmiş. ancak detaylarına bu kadar fazla vakit ayırmaya gerek var mıydı emin değilim. mesela sevdiği kızı başkasıyla gördükten sonra eski takımının meşale yakarak gelmesi, yakup'la diyalogları falan bunlar karakter gümbür gümbür değişiyor demek. oysa dizi civan'ı gerçek hayatta olduğu gibi bir köşeye atsa sonunda geldiği nokta çok daha etkileyici olurdu.

    üçüncü nokta ise en problemli yer sanırım. zaten dizinin varmak istediği net bir yer var mı şüpheli. yani ilerleyecek bir hikaye kurmuşlar aslında ama buraya gitmek için bir çabaları yok. o yüzden mesela diziyi iki oturuşta bitirmeye çalışıyoruz çünkü bölüm bölüm ilerleyen derli toplu bir hikayeden çok altı yedi saatlik tek bir bölümmüş gibi ilerliyor dizi. mesela üçüncü bölümün ortasında bırakıp öbür gün buradan devam edebilirsiniz çünkü devam eden parçalar diziye eşit şekilde dağıtılmamış. finalde varılan nokta ise tamamlayıcı değil. yani normalde bir sezonun başında atılan düğüm finalde çözülür. ikinci bir sezon istiyorsanız çözülen bu düğümün daha büyük bir soruna neden olacağını işaret edersiniz. çünkü silah sesi ve kimin vurulduğu şüphesi 90'larda kaldı sanıyordum ben.

    dizinin mizah yönüyse başarılı. özellikle muhtar'ı canlandıran cengiz bozkurt ve turan'ı canlandıran tuncay beyazıt en ciddi anlarda bile atışmalarıyla izleyiciyi güldürebiliyor. oyunculuk olarak ben engin öztürk'ü de başarılı buldum. çünkü diğer bütün karakterlerin gerçek hayatta bir karşılığı var. hırslı iş adamı, muhtar, mahallenin ipsiz sapsız gençleri falan gözlemlenebilir insanlar. bu nedenle bu karakterleri canlandırmak çok zor değil. ancak kendi babasını öldürdükten sonra tetikçi olarak yetiştirilen hafif sosyopat karakterle günlük hayatta karşılaşma ihtimaliniz yok. (ya da umarım yoktur) bunu tamamen kendi hayal gücünüzle inşa edip oynamanız lazım. bu konuda ben genel olarak performansını başarılı buldum.

    dizinin bir diğer kaybı da klişelere fazla yaslanması. özellikle diyaloglar herkesin ne söyleyeceğini tahmin edeceğiniz kadar tekdüze. amerikan aksiyon filmlerinden bire bir çeviri gibi duran repliklere hiç girmiyorum bile. bir de yıl olmuş 2021 pastane işleten kız ve ana karakter arasında başlayan yakınlaşma yeterin artık.

    ancak mahalle birliği gibi konuların ben kendini tekrar ya da klişe olduğunu düşünmüyorum aslında. yani burak aksak ile selçuk aydemir'in tarzı böyle. artık farklı bir şey yazın demek çok anlamlı değil çünkü bu insanların hayat görüşü bu yönde gelişmiş. yaptıkları işlerde kendi hayatlarından yola çıktıkları için bir önceki işleri bu kadar dikkat çekti. anlatım tarzları böyle olduğu için yeni bir şey anlatmak için arayışa girip farklı şeyler yaşamaları lazım. ya da aynı tarzdan hikayeler yapmaya devam edecekler. bu biraz nuri bilge'nin taşra anlatması, zeki demirkubuz'un kriminal hayatlara takıntılı olması gibi. yine de bu tarz bana hitap etmiyor derseniz orası da mantıklı çünkü bu nokta işin teknik kısmından çıkıp kişisel bir boyuta giriyor. bu alanda da herkes neyi beğenip neyi beğenmeyeceğine karar vermekte özgür.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak dizi aslında fazlalıklarından kurtulsa potansiyeli yüksek bir yapım olabilirmiş. mesela bir milyon lira için gölge'nin peşine düşen adamın hikayesinin ayrıca anlatılmasına gerek yok. adem / gölge değişimi servet'le karşılaştığı zaman işlenebilirdi. çünkü düşman olarak leke gibi başarıyla canlandırılan (hasan yalnızoğlu'nu şu tiple sokakta görsem şener şen gibi ayaklarım götüme vura vura kaçarım) bir karakter var. hikayeyi yaymaktansa gölge ve leke arasınaki rekabet derinleştirilebilirdi.

    dizi genel olarak akıcı. o konuda bir problem yok. ancak gidişat nereye derseniz o kısmı sorunlu. çünkü hikaye çok dallanıp budaklanıyor ve gereksiz detaylar var çoğu noktada. halbuse entry'nin başında konuştuğumuz tekniğin çizgileri gayet net. her türlü hikayeye de uyarlanabilir. ancak şimdiye kadar şahsiyet ve bir başkadır'da bile kullanılmadı bu yapı. sinema film işinde bir kural birilerinin dayatmasıyla oluşmaz. teknik işe yaradığı için kaide haline gelir. çok da gizli olmayan ve işe yaradığı bariz bir yapıdan neden faydalanılmaz anlamak gerçekten mümkün değil bu nedenle.

  • azizler

    sinema aslında anlatım için çok zorlu bir format. diziler falan neyse de bir filmde yaklaşık iki saatlik süre içinde bir insanın hayatının en ilginç dönemini anlatmanız gerekiyor. burada ne kadar çok detay kullanırsınız hikayeniz o kadar inandırıcı oluyor ancak olayların geçmişiydi karakterlerin tanıtımıydı derken anlatılması gereken şeyler bir yerden sonra dağ gibi birikiyor. bu nedenle sinemacılar kısa yol diyebileceğimiz bazı yöntemler bulmuşlar. işte karakter kalıpları belirlemişler, anlatıyı giriş gelişme sonuç gibi bölümlere ayırmışlar, tema gibi filmleri bir eksende toplayan kavramlar geliştirmişler. böylece hikayede kullandıkları her şeyi tekrar tekrar açıklama zahmetinden kurtulmuşlar. mesela uzaylı varsa işte mısır tarlasına inecek, parlak gri kıyafetler giyecek ve uzun parmaklı olacak. bu kalıp hazır olduğundan izleyicinin kafası karışmayacak artık.

    bu durum standart bir hikaye anlatmak istiyorsanız avantajlı olabilir tabi ki. ancak 2021 yılında bu çabanızla nereye varırsınız orası meçhul. çünkü güvenli iş yapmaya çalışırken düşeceğiniz klişe tuzağı sizi orada bekliyor olacak. başarısızlıktan kaçmak için yapmanız gereken şey ise standartların dışına çıkmak. senaryo, karakterler, oyunculuk derken değiştirebileceğiniz bir çok şey olmasına rağmen burada da hassas bir denge bulunuyor. aynı anda birden fazla şeyi değiştirmeye kalkarsanız kurulan yapı pek sağlam olmuyor. şimdi taylan biraderler yönetimindeki azizler filmi neleri değiştirmiş ve en önemlisi kullandığı unsurlar arasındaki dengeyi sağlayabilmiş mi bir bakalım.

    --- spoiler ---

    ilk bakışta filmin sanki senaryosu yokmuş gibi görünüyor. ancak aslında filmin takip ettiği bir anlatı var. filmin adı azizler. filmde de aziz olan üç karakter var aslında. bunlardan ilki genç aziz olan alp. ikincisi engin günaydın'ın canlandırdığı gerçek aziz. üçüncüsü de haluk bilginer'in karakteri erbil. bu üç karakterin ortak noktası yalnızlık. alp maddi gücünü kullanarak yalnızlığını bastırmaya çalışıyor. karakterin buradaki mantığı ise gencim demek ki yalnız olmadığımı göstermeliyim oluyor. alp filmde yalnız kalmamak için sürekli aziz'i çağırıyor evine. aziz partiye geldiğinde ise evine parayla bir yığın insan topluyor. çünkü genç insanlar için bir şey gibi görünmek gerçekten o olmaktan daha önemli. aziz, alp'in davetlerini reddettiğinde ise alp çaresizliğini göstermemek için sürekli yalana başvuruyor. (elinde kayak botuyla gezmek gibi) bu da yine genç insanların sık yaptığı bir şey.

    üçüncü aziz olan erbil ise daha stabil bir hayata sahip. ayrıca yalnızlığını ölen eşiyle paylaşmanın da bir yolunu bulmuş. ancak yalnızlığı diğer karakterlere göre daha derin çünkü ömrünün sonunda artık ve yeni birine alan açacak kadar zamanı yok. erbil sayesinde filmde alp'ten farklı bir yalnızlık çeşidi izliyoruz. alp yalnız olmadığını başkalarına kanıtlamaya çalışan bir insan. erbil ise yalnız olduğunu kabul ediyor ve bunu da etrafındaki diğer insanlar ile paylaşmaktan çekinmiyor. mesela alp, aziz'i partiyle ya da başka şeylerle evine davet etmeye çalışrken, erbil aziz'e dümdüz ne iyi oldu da geldin diyebiliyor. çünkü diğer insanların kendisi hakkında ne düşündüğünü aşmış biri o.

    bir de bu iki ucun ortasında duran gerçek aziz var. engin günaydın'ın karakteri de insanın yalnız kalma isteğini gösteriyor. ancak filmin bize söylediği üzere yalnız kalmak aslında çok iyi bir şey değil. bu nedenle aziz'in kendi kamuran'ını bulması gerekiyor. ancak irem sak'ın canlandırdığı kız arkadaşıyla ayrılma kararı verdiği için hayatındaki akış bozuluyor. burcu kafede takılı kalıyor ve aziz gideceği yolu bulmak için hayli tuhaf macerasına başlıyor.

    filmin genel olarak anlatmayı denediği akış bu şekilde. peki bunu aktarabilmiş mi derseniz orası biraz problemli. çünkü film olayları değil durumları ele almış. bir olayı işlerken neden sonuç ilişkisi kurmak böylece sahneleri birbirine bağlamak daha kolaydır. durum anlatırken ise bu biraz zor çünkü durumlarda neden-sonuç bağlamı karakterlerin kendisinden çıkar. olayların anlatıldığı filmlerde karakterler maksimum ilk beş dakika içinde tanıtılır ve geçilir. durum filmlerinde ise bu tanıtım işi de anlatıma dahil olduğu için daha uzun sürer. bu nedenle ilk yirmi dakikada seyircinin "ben ne izliyorum şuan?" deme ihtimali daha yüksektir. bu filmin başına gelen de biraz bu aslında. durum anlatımına hızlı giriş yaptıkları için karakterlerin tanıtımı daha geçe kalıyor. arada yaşanan bu kopukluk da filmin yorucu olmasına neden oluyor.

    bir de filmin reklam değerini arttıran ancak iş anlatıya geldiğinde dengesini bozan bir durum var. o da oyuncu bolluğu. şimdi belli ki türk oyuncular klasik dizilerde yer almaktan sıkıldılar. bu nedenle farklı rol ne varsa oynamak istiyorlar. bu orta vadede biz izleyiciler için de güzel bir durum. ancak sanırım tüm oyunculara yetecek kadar kaliteli dizi ya da film yapılmıyor. çünkü buradaki gibi bir yığılma söz konusu genel olarak. bu yığılma afişte güzel dursa da iş filmi çekmeye geldiğinde büyük bir problem.

    filmde ilker aksum ve fatih artman gibi iki adet kaliteli oyuncu var. ancak bu karakterler genel olarak hikayeye etki edecek rollerde değiller. bu da sahnelerde izleyicinin ilgisinin bozulmasına neden oluyor. şöyle düşünün apocalypse now bir vietnam filmi. hikaye büyük çoğunlukla da diğer vietnam filmleri gibi ilerliyor. işte emrindeki askerleri hayatta tutmaya çalışan bir adamı ve savaşın anlamsızlığını falan görüyoruz. buraya kadar her şey yerli yerinde. ancak filmin finalinde marlon brando'nun karakteri ortaya çıkıyor ve filmin o zamana kadar kurduğu bütün düzen alt üst oluyor. izleyici olarak siz neredesiniz, bu savaş ne, buraya kadar nasıl geldiniz her şeyi unutuyorsunuz. ancak coppola buradaki eksen kaymasını planladığı için bu durum bir dezavantaja dönüşmüyor. hatta brando'nun performansı filmin diğer vietnam konulu yapımlardan ayrılmasını sağlıyor.

    bu filmde ise sahnelerdeki eksen kayması planlı değil kesinlikle. mesela ilker aksum'un canlandırdığı enişte karakteri yangın çıkardığında burada ilginç bir şeyler yapmasını bekliyorsunuz. ancak ilginiz buraya kaymış olmasına rağmen film size bir şey iletmiyor. biz karakteri böyle planlamadık diyebilirsiniz ancak o zaman rolü ilker aksum'a vermemeniz gerekirdi. çünkü izleyicinin bu konuda yapacağı bir şey yok. daha önce başarılı rollerde izlediği bir oyuncuyu görünce haliyle ondan da bir şeyler bekliyor. bu beklenti anında da odak, olması gereken yerden yani ana karakterden çıkmış oluyor. bu durumun aynısı fatih artman'ın karakteri için de geçerli.

    ha illaki onlar da oynasın diyorsanız konuk oyuncu statüsünde yer verebilirsiniz. ki bu filmde de bergüzar korel, halit ergenç ve okan yalabık'ın canlandırdığı karakterler çok başarılı olmuş. hatta bergüzar korel ve halit ergenç'in tartıştıkları sahneye kadar kara-mizah adına bir şey yoktu filmde. o andan sonra film güldürmesi gereken yerde güldürmeye başladı diyebilirim. okan yalabık'ın olduğu sahne ise zaten filmin en komik yeriydi. ingilizce "delivering the line" diye bir tabir var. burada tonlama, jest, mimikten ziyade zamanlama kast ediliyor. ki repliğin komedi gücünü oluşturacak şey zamanlamadır aslında. mesela "caner, maalesef, denyo." dediği kısma bakın. buradaki komedi tamamen okan yalabık'ın sözcükleri tam zamanında söylemesiyle oluşuyor.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak azizler, kendi içinde güzel bir mantık kurmasına rağmen bunu aktarırken yorucu olan bir film. komik anları var, yalnızlık için söyleyecek güzel şeyleri var, iyi oyunculuklar var ancak bunların bir araya gelişi sıkıntılı. yani filmin geçtiği sahnelerde tıkanma var sürekli. arada güldürüyor kabul ancak derli toplu bir film değil bu. ki potansiyel varmış aslında ama senaryo yapısı nedeniyle maalesef bunu göremiyoruz pek.

  • the witcher (dizi)

    uyarlama yapmak zor bir iştir. çünkü kitap uyarlamalarında herkes daha öncesinde kendi hayal gücü ile o hikayeyi yaşadığı için siz ne yaparsanız yapın beğenilme ihtimali düşüktür. çünkü okuyucu kitabı düşlerken sınırsız imkana sahipken siz bütçe, oyuncular, yapımcıların beklentileri gibi şeylerle boğuşursunuz. benzer bir durum oyun uyarlamaları için de geçerlidir. hatta bir oyun uyarlaması daha zordur çünkü oyuncular bire bir o evrene dahil olduğu için sizin karakter üzerinde verdiğiniz kararları eleştirmeye daha meyilli olurlar.

    bu yüzden ben de dizinin tutmayacağını düşünüyordum. çünkü öncesinde insanlar hikayeyi farklı platformlarda yaşamış ve bu işlerin kalitesi nedeniyle beğeni standartları çok yükselmişti. bunun üzerine cast hakkında yapılan ağır eleştiriler ve witcher evreninin ağırlığının netflix için fazla olması gibi nedenlerden dolayı beklentimi düşük tutarak izlemeye başladım. ancak ilk bölüm bittiğinde yüzüm gülüyordu çünkü dizi beklediğimden çok daha iyiydi. şimdi bu işi nasıl başarmışlar spoiler ibaresi koyup inceleyelim.

    --- spoiler ---

    dizinin izleyici karşısındaki asıl handikabı şurada; witcher evreni öncesinde 7 kitaplık bir seri ile başladı. ardından üç oyun ve bir dlc ile devam etti. bu da demektir ki evrenin ana fikrini aktarabilmek için yazarın ve oyun yapımcılarının elinde çok fazla zaman vardı. örneğin kitabın bir bölümünde geralt'ın ne kadar yalnız ve dışlanmış bir karakter olduğunu anlatamazsanız elinizde hala yüzlerce sayfa var. ve belli temaların üzerinden tekrar tekrar geçebilirsiniz. ancak dizi için böyle bir durum söz konusu değil. bu yüzden dizinin zaman konusunda daha ekonomik, anlam konusunda da daha net olması gerekiyordu. bunu yapabilmek için de hikayenin temeli oyuncular, yapım ekibi, yönetmenler ve senaristler tarafından çok net anlaşılmalıydı.

    öncelikle witcher evreninin temaları nedir onları konuşalım. birincisi geralt'ın dünyası gayet sert bir yer; gasp, hırsızlık, cinayet gibi pek çok kötü olayı hikayenin her bir köşesinde görebilirsiniz. çünkü burası bildiğiniz fantezi evrenlerinden değildir. elf'ler ormanda şarkı söylemez, insanlar tarafından yerlerinden edildikleri için açlıktan ve hastalıktan ölürler. eğer biri size içki ısmarlıyorsa amacı ya sizi maniple etmektir ya da sızmanızı bekleyip eşyalarınızı çalacaktır. mesela renfri'nin hikayesi pamuk prensesin bu evrene uyarlanmış halidir ve her anı acı doludur.

    dizi bu temayı anlatmak konusunda yüzde yüz başarılı değil belki ancak elindeki zamanla iyi iş çıkardıklarını söyleyebiliriz. çünkü mesela kitapta renfri hikayesini anlatmak için çok daha uzun zaman buluyordu. burada ise kısa zamanda da olsa hikayesinin özünü ve yaşadığı acıları izleyiciye aktarmayı başarmış. aynı şekilde elf'ler de normalde ne kadar kötü durumda olduklarını göstermek için daha fazla zamana sahipti kitapta. burada ise yine kısa zamanda en azından genel durumlarını anlatmayı başarmışlar. ayrıca dizi sert temalardan da kaçınmamış. mesela bir dizi ne kadar sert olursa olsun yapımcılar ölü bir bebeği göstermekten çekinirler normalde. burada ise birden fazla planda bu bebek gösteriliyor ve neden öldüğünü bildiğiniz için evrenin ne kadar pis bir yer olduğunu hissediyorsunuz izlerken.

    ikinci tema ise yalnızlık ve dışlanmışlıktır. normal bir fantezide karakter gelir, köyü kurtarır ve kahraman ilan edilir. burada ise farklı olana karşı keskin bir ön yargı vardır. bütün insanlar, geralt'a ihtiyaç duyana kadar onu dışlarlar, ona ihtiyaç duyduklarında onu kazıklamaya çalışırlar, onunla işleri bittiğinde de bir an önce ortadan kaybolmasını isterler. geralt ve diğer witcher'lar bu duruma aldırmaz gibi görünür, çünkü geralt geçirdiği mutasyon sayesinde göründüğünden çok daha yaşlıdır aslında ve insanların nasıl olduğunu gayet iyi bilir. ancak yine de yalnızlık çeker çünkü herkesin inandığı şekilde duygularını kaybetmemiştir aslında.

    bu kısım da gayet net bir şekilde aktarılmış ekrana. mesela geralt aldığı bir kontrat ile uğraşırken atını ve eşyalarını çalmaya çalışan iki adam bu konuyu gayet net bir şekilde gösteriyor bize. burada eksiklik ise yan hikayelere çok girememeleri. özellikle oyunlarda geralt'ın hikayeyi ilerletmeyen ve sadece witcher'lık yaptığı kısımlar vardır. burada insanların ona bakışını daha net anlayabilirsiniz. dizide ise zamandan kazanmak için yaptıkları bir çıkarma bu temanın zayıflamasına neden olmuş. normalde kitapta renfri, stregobor'u kuleden dışarı çıkarmak için bütün köyü rehin almayı planlıyordu. geralt da stregobor'un köylüleri umursamadığını ve dışarı çıkmayacağını bu nedenle insanların zarar göreceğini bildiği için renfri ve çetesine saldırıyordu. daha sonra kurtardığı insanlar tarafından taşlanıyordu ve kaçmak zorunda kalıyordu. bu rehin alma kısmını tam anlatmadıkları için bu tema eksik kalmış ama mesela geralt'ın kaer morhen'dan çıktıktan sonra bir kızı kurtardığı hikaye de yine görsel olmasa da duygu geçişi olarak temayı güzel bir şekilde desteklemiş. o yüzden bazı eksiklikler olsa da bu tema da başarılı bir şekilde aktarılmış.

    serideki en önemli temalardan biri de seçimlerin ağırlığıdır. witcher'ların normalde seçim yapmaması, olayların akışına karışmaması ve sadece işini yapması gerekiyor. çünkü seçim yapan bir witcher'ın ileride kendi çıkarları için çalışmaya başlamayacağının garantisi yok. diğer insanlardan daha avantajlı olan bir witcher kendi çıkarı için çalışmaya başladığında zamanla insanların öfkesine sebep olacak ve zaten topluma zar zor tutunan witcher'ların üzerine daha çok nefret çekecek diye düşünüyorlar sanırım. en azından basit bir temel bu diye düşünüyorum ben. ancak her ne kadar uzak kalmaya çalışsa da özellikle oyunları oynayanların hatırlayacağı üzere geralt sürekli seçimler yapmak zorunda kalıyor. buradaki asıl problem ise geralt'ın önüne gelen her iki seçeneğin de birbirinden kötü olması. mesela dizide dediğim gibi biraz zayıf kalmış ancak geralt normalde renfri'ye karşı çok büyük sempati besliyor. ancak insanları kurtarmak için bir seçim yapıyor ve sonunda hem değer verdiği bir insanı öldürüyor hem de kurtarmaya çalıştığı insanlar tarafından "butcher" olarak anılıyor. ancak dizi daha evrenini yeni kuruyor. yapısı da ilk kitabın derleme hikayeleri gibi. o yüzden bu seçim temasına henüz yoğun bir şekilde girmemesi anlaşılabilir de bir durum.

    bu serinin benim en sevdiğim teması "asıl canavar kim?"dir. dediğim gibi bu farklı bir hikaye ve klasik şekilde insanlar iyidir geri kalan her şey kötüdür mantığına sahip değil. geralt da mesela bir yaratığı öldürmeden önce onunla bir şekilde anlaşmaya çalışır sürekli. çünkü kendisini insanlardan çok, türünün diğer üyeleri öldürüldüğü için yalnız kalan yaratıklara yakın bulur. mesela bir köprünün başında bekleyen ve kimsenin geçmesine izin vermeyen troll'ü öldürmekten ziyade derdinin ne olduğunu anlamaya çalışır. ki bu tip durumlarda problemin asıl kaynağının insanlar olduğu anlaşılır hep. dizide yedi kitaplık bir seri kadar olmasa da buna benzer işaretler var. mesela geralt'ın torque'u ya da striga'yı öldürmemesi, urcheon'a yardım etmesi gibi konular bunlara işarettir hep. ayrıca sir eyck'ın karnı aç olan yaratığı öldürmesinin sebebi sadece gösteriş merakı değil. temelde tüm insanların davranışı bu. yoksa dünyada sınırlı sayıda kalan bir canlıyı öldürmek için ekip kurup dağ başlarında gezmekle kim uğraşır?

    serinin bir diğer dikkat çekici noktası da politikadır. geralt'ın hiçbir şeye karışmamaya çalıştığı dünyada geri kalan herkes, herkesin işine burnunu sokar. özellikle brother of sorcerers bu konuda bir numaradır. yaptıkları plan ile dünyayı yönetimleri altına alıp güçlerini arttırmayı amaçlayan bu ekip kendi yollarına çıkan insanları da bir takım ayak oyunlarıyla sindirme konusunda çok başarılıdır. ayrıca sürekli krallar ve lordların yanında oldukları için casusluk, dedikoduculuk, insanları istekleri doğrultusunda yönlendirme ve buradan çıkar sağlama konusunda da çok iyidirler. dizide bu temayı ise biraz kısıtlı gördük. ancak henüz olaylar başlamadı aslında. daha phillippa eilhart ve dijkstra'yı bile görmedik ancak bu gibi karakterlerin yaptıklarını henüz başlayan bir dizide anlatmaya çalışmak atılmaya çalışan temeli karıştıracağı için en iyi tercihi yapmışlar sanırım. bunun yerine brother of sorcerers kimdir, necidir, ne işler yapar gibi soruların cevaplarını vererek daha sağlam bir temel atmışlar burada.

    gördüğünüz gibi temalar böyle ve dizi temel ruhu yakalamak konusunda genel olarak başarılı. dediğim gibi bazı konuları yeterince yoğun işleyememişler ancak bunun ayrımına da varmak zor. çünkü bunu bilebilmek için oyun ve kitapların hiç var olmaması gerekiyordu. ancak o zaman sıfırdan yaratılan temaları anlatmayı başarıp başarmadıklarını söyleyebilirdim. ancak bu haliyle de dizi hikayenin temelini anlamış ve aktarmayı başarmış diyebilirim.

    bundan sonra tabi ki çok tartışılan oyuncu seçimini konuşmamız gerekiyor. burada önemli olan nokta şu; bir insanın güzel olması ya gözlerinin ne bileyim badem şeklinde olması gerçek hayatta belki ikili ilişkilerde işine yarar. ve bir insana güzel değilsin derseniz bu kaba bir davranıştır. ancak oyuncular için durum farklıdır. tüm burun,çene, saç, gözler bir oyuncu için ancak enstrüman olabilir. yani bir oyuncu zayıf uzun boylu ve sivri burunlu ise bu insana hayatını bilgiye adamış bir büyücüyü oynatabilirsiniz rahatlıkla çünkü oyuncunun enstrümanı buna uygundur. bu dizide ise geralt of rivia, dandellion, tissaia, stregobor ve mousesack dışında rolüne yakışan oyuncu sayısı gerçekten az. özellikle elflere ve sorcerer'lara hiç özenmemişler. birincisi elflerin insana benzememesi lazımdı. yani sadece kulak taktım al sana elf derseniz o işi kabul etmez izleyiciler. çünkü bu evrendeki elfler genelde ormanda yaşayan ve hayatta kalmak için sürekli mücadele eden karakterler. bu yüzden hepsinin zayıf ve ince yapılı olması gerekiyordu. ayrıca insan değiller dediğim gibi ve ses tonları, konuşmaları da farklı olmak zorunda normal insanlardan. bunun en iyi örneğini lord of the rings ve hobbit serisinde görebilirsiniz mesela. şimdi cate blanchett evet gerçek hayatta da çok güzel bir kadın ama galadriel insan ötesinde ilahi bir havaya sahipti. hobbit serisinde de lee pace için de buna benzer bir durum söz konusu. orada lee pace ilahi görünmüyor ancak mimikleri, bakışları bir insandan çok daha donuk ve limitli. çünkü bilmem kaç bin yıl yaşayan birini normal insan mimikleriyle oynayamazsınız.

    bu durum sorcerer'lar için daha belirgin. şimdi sorcerer'lar dizide de anlatıldığı üzere kusursuz güzelliğe sahip olmak için belli bir süreçten geçiyorlar. kitapta bu dönüşüm dizideki kadar ağır anlatılmıyor. kendileri bile yapabiliyorlardı sanırım bu büyüleri ve her büyücü etrafındaki insanları etki altına alabilmek ve rakibi olan diğer büyücüleri geçebilmek için insan üstü bir güzelliğe sahip. burada ise bir kızın saçına maşa yaptılar diye bu sürecin başarılı olduğunu düşünmemizi istiyorlar ki bu durum istenilen amaca ulaşamıyor. çünkü dediğim gibi ister cgi kullanın ister makyaj yapın ister aklınıza gelen daha bir çok metot olsun bir sorcerer'ın diğer insanların arasındayken dikkat çekici olması gerekiyor. bu da hikayenin bir gerekliliği ve eğer sorcerer'lara bakarken bütün izleyicilerin dibi düşmüyorsa yanlış bir tercih yapılmış demektir burada.

    mesele sadece dış görünüşten de ibaret değil. mesela yen, normalde çok karizmatik, etkileyici, zeki ve alaycı bir karakter. seride yer almasının sebebi de geralt'ın aşamayacağı bir karakter olması zaten. ki geralt'ın onu zaman zaman terk etmesinin sebebi de bu aşırı kontrolcülüğü ve yanında duran kimseye nefes alacak alan bırakmaması. yen'i canlandıran oyuncunun ise böyle bir havası yok. dizi öncesi fotoğraflarına falan da bakarsanız gayet sempatik bir insan kendisi. o yüzden kızdığı ya da bağırdığı zamanlar gerçek yen kadar korkutucu olmuyor.

    triss konusuna ise gerçekten hiç girmek istemiyorum. burada meseleyi sığ tutup oyuncunun triss'e benzemediğini söylemeyeceğim. buradaki asıl sıkıntı dizideki triss'in gerçek triss karakteriyle alakasız olması. evet kendisine çok az yer verildi ama triss, yen'in aksine insanlarla arasını iyi tutan bütün önemli insanları tanıyan ve ayak oyunlarını iyi bilen bir karakter. ayrıca güçlü de bir büyücü. ama burada kendisini bir kere falan dövüşürken görüyoruz onda da meşaleyle yakıyorlar kendisini. ki bu triss gibi bir karakterin asla başına gelmeyecek bir şey. çünkü dediğim gibi bu kadar zeki ve büyü konusunda yetenekli bir insanı üç beş tane asker köşeye sıkıştıramaz normalde.

    etkileyicilik demişken witcher serisi normalde sağlam feminist bir bakışa sahiptir. hikaye pek çok güçlü kadın karakter barındırır. ana kahraman geralt olmasına rağmen genelde bu kadınlara karşı (yen, triss, nenneke vs.) gelemez. burada ise kadın karakterlerin karizmasında büyük eksiklikler söz konusu. mesela calanthe'de de görebilirsiniz bunu. calanthe normalde cintra'nın komutanı, lioness, kontrollü, lider ruhlu, gözünü budaktan sakınmayan, baya tywin lannister'ın kadın versiyonu gibi bir karakter. burada ise yazmışlar bir şeyler ancak oyuncu size bunu iletemiyor. gerçi bunu yapabilmek için kaşesi baya yüksek biriyle anlaşmanız gerekiyordu ama sanırım dizinin bütçesi ve imkanı biraz kısıtlı o yüzden böyle oyuncular bulamamışlar.

    peki henry cavill, geralt rolünü nasıl oynamış? normalde ben bu rolün mads mikkelsen'in hakkı olduğunu düşünüyordum. ki yaş ve yüz yapısı olarak çok da iyi bir geralt olurdu ancak henry cavill de rolün hakkını vermiş. geralt ilk kitapta da bu şekilde donuk, pek bir şey anlatmayan, suskun ve alaycı bir karakterdi. ciri'yi bulduktan sonra asıl dönüşümü başlıyordu. şimdilik henry cavill, bu ilk kısımdaki geralt'ı yansıtmayı başarmış. kafamda oluşturduğu imajı hikayenin ilerisi için düşündüğümde de bir sakillik oluşmuyor. o yüzden hikaye dönüştükçe henry cavill'in de karakteri sıkıntı yaşamadan ilerleteceğini düşünüyorum.

    son olarak dizinin teknik kısmından bahsetmek istiyorum. şimdi serinin ilk kitabı bu şekilde birbirinden kopuk öykülerden oluşuyor. zaman atlaması gibi durumlar da sık yaşanıyor. o yüzden ilk okumada biraz dağınık bulmuştum ben kitabı. burada ise orijinal materyale sadık kalmak adına diziyi de bu şekilde yapmışlar ancak daha yeni tanıtılan karakterlerin hikayesinde bu kadar atlama sıçrama olunca insanlar haliyle karışık bulmuş diziyi. burada ekibin biraz inisiyatif alıp daha derli toplu bir akış belirlemesi lazımdı sanırım. çünkü hikayeleri insanlar teker teker okuyabilir. kafaları çok karıştığında da bir köşeye bırakıp kitabı üzerine düşündükten sonra devam edebilirler ancak bir dizi ya da film akışa bağlıdır ve eğer izleyiciniz bölümün ortasında durdurup başka işlerle ilgileniyorsa bu sizin için iyi bir şey değildir. bu yüzden her ne kadar kitapları okuyanlar için problem olmasa da evrene buradan başlayan insanlar için hayli zorlu bir tercih yapmışlar.

    dizide teknik anlamda dikkatimi çeken bir diğer nokta da çapraz açılar oldu. bunu bilirsiniz mesela masada bir şey vardır, ayakta da bir insan duruyordur. bu iki figürü aynı ekranda göstermek için kadrajı düz değil de çapraz kurarsınız. bu kusurlu bir teknik değil aslında ancak şuan pek kullanılan bir şey teknik diyemem. o yüzden bende 2019 yılında kasetçalar ile müzik dinleyen bir insan görmüşüm gibi bir his yarattı bu durum. evet olabilir, ama dönemimiz için hayli sıra dışı bir tercih. çünkü şu dönemde yüze yakın, asimetrik portreler kullanılıyor daha çok ve gözümüz ona alıştı artık sanırım.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak dizinin belli kusurları var. bütün temalar da bütün potansiyelleri ile aktarılmamış ancak beklediğimiz kadar da kötü bir dizi değil bu. özellikle henry cavill, karakteri gayet iyi çalışmış ve ekrana yansıtmış. evrenin temel birkaç kuralı ile oynasalar da genel havayı da vermeyi başarmışlar. ki bu kadar çok hayranı olan bir evreni başka bir platforma taşımak cidden büyük cesaret. dizi de daha yeni başladı zaten. temeli de fena olmayan bir şekilde attı. ki child of surprise gibi bir konsepti anlatmak zor bir durum. bunları da iyi bir şekilde yapmış. o yüzden ikinci sezon için şimdiden heveslendim diyebilirim.

  • el camino a breaking bad movie

    breaking bad'i kaliteli yapan pek çok unsur var. şüphesiz bunlardan biri de walter white'ın kanser olduğunu öğrenmesiyle başlayan hikayeyi tam yerinde noktalamalarıydı. o hikaye kendi dönüşümünü başlatmış, olayları yükseltmiş ve sonunda müthiş bir final yapmıştı. ancak bu hikayenin geçtiği evren sadece walter'dan ibaret değil. aynı zamanda hepsi mükemmele yakın yazılmış ve işlenmiş çok orijinal yan karakterlere de sahip. bu yüzden evrenin başka bir kısmını anlatmak için önce better call saul dizisi geldi. daha sonra da jesse pinkman'ın hayatına nasıl devam ettiğini anlatan bu film.

    ben film duyurulduğunda çok heyecanlandım. çünkü hikaye kötü yada ortalama fikirler ile uzatılmaya çalışılmamıştı. bu yüzden eğer bu kadar zamandan sonra bir film ile geliyorlarsa kesin iyi bir hikayeleri vardır diye düşündüm.

    çünkü dizideki herkes gibi jesse de harika yazılmış bir karakter. öncelikle walter ile çok güzel bir kontrast oluşturuyorlar. dışarıdan bakınca sıradan bir insan gibi görünen walter aslında, tüm kötülüğü organize eden bir sosyopat iken jesse "suçlu" görüntüsünün altında vicdanlı bir insandı. bu yüzden dizide walter'ın yaptığı pek çok şeyden kötü etkilendi. kız arkadaşını kaybetti, kaçırıldı, dövüldü. görünüşünün altında çok farklı bir insan olduğu için de müthiş katmanlı bir karakter oldu. bu yüzden solo bir jesse pinkman filmi çok ilgimi çekiyordu. şimdi siz de filmi ilgiyle beklediyseniz ortaya nasıl bir sonuç çıkmış birlikte bakalım.

    --- spoiler ---

    öncelikle film hakkında şunu söylemek istiyorum. bu filmin tonu izlediğimiz diziden farklı. çünkü o dizide walter'ın hikayesini anlatıyordu. burada ise jesse'nin tüm yaşadıklarından sonra geçirdiği dönüşümü izliyoruz. jesse'nin bu dönüşümü dizide başlıyor aslında. çünkü dizideki jesse, biraz korkak, heyecanlı, eğlenmeyi seven ve duygusal bir insandı. mesela ne kadar ağzı bozuk, sert biri gibi görünmeye çalışsa da walter'a inatla "mr. white" demeye devam ediyordu. ayrıca walter kendi hikayesinin sonuna doğru insanların infazını emredecek bir duruma gelmişti. jesse'nin ise gale'i öldürmeye gittiğinde bile eli titriyordu.

    film de çok katmanlı bir karakterin geldiği noktayı göstermek açısından başarılı. dediğim gibi jesse biraz heyecanlı bir karakterdi öncesinde. ancak o kafeste geçirdiği zaman sonunda hayatta kalabilmek için her şeyi yapabilecek bir insana dönüşmüş. mesela diziden bir bölüm açın, jesse'yi stres içinde nefes nefese bağırırken görürsünüz. burada da gergin olduğu anlar var ama jesse kontrolünü kaybetmiyor çoğu zaman.

    bu değişimi de en net filmin sonlarına doğru yaşanan bir diyalogda görüyoruz. jesse, gereken parayı tamamlamak için hurdalığa dönüp, iki kişiyi vurduktan sonra geri kalanlardan ehliyetlerini topluyor. burada elemanlardan biri "benim çocuğum var." diyor. jesse de "bana ne bundan."a yakın küfürlü bir cevap veriyor. karmaşa ortada, ancak jesse durum ne olursa olsun çocuklar hakkında çok hassas bir insandı ve bu cevabı vermesi bile filmin tonunun ne kadar koyu olduğunu anlatmaya yetiyor. bu yüzden ben filmi dizinin son sezonuna benzettim. orada da walter artık yenildiğini kabul edip kaçmaya çalışıyordu. filmde ise bu tükenmişlik durumunu jesse'de görüyoruz.

    dizi ile film arasındaki göze çarpan bir diğer farklılık da mizah anlayışları. eğer kara mizah seviyorsanız breaking bad gerçek bir nimettir sizin için. benim de dizinin çok sevdiğim bir yönü bu. özellikle dizinin ilk sezonlarında walter ve jesse henüz acemiyken daha çok görüyorduk bunu. ancak dizinin ilerlemesiyle ile bu mekanik biraz geriye çekildi. bu filmde de o mizahi bakışı pek bulamıyorsunuz ancak jesse'nin karakter gelişimi artık bu şeylere müsaade etmeyeceği için yazmamışlar sanırım. bu da yerinde bir tercih. ancak birkaç ufak yerde yine var bu tür şeyler. mesela ed'in dükkanındayken jesse'nin polis arabasını görüp tabanları yağlaması, ailesinin evinde bulduğu silahlara bakışı ve walter ile olan flashback'teki konuşmaları buna örnek gösterilebilir.

    breaking bad ile ilgili benim sevdiğim bir diğer nokta da ustalıkla yazılmış yan karakterleriydi. burada da efsane olan skinny pete ve badger karakterlerini görüyoruz ancak bu alanda film biraz zayıf kalmış. öncelikle jesse'nin arkadaşı olan bu iki karaktere az zaman ayırmışlar. ayrıca breaking bad'de kötü karakteri bize düzgünce anlatıp onun da katmanlarını gösterirlerdi. burada ise hurdalıkta takılan o ekip hakkında çok bir şey öğrenemiyoruz.

    ayrıca todd karakteri biraz garip olmuş. çünkü birincisi todd, kendi çetesinde bu kadar otorite sahibi değildi ve tutuk bir hali vardı. burada ise çok kontrollü görünüyor. bu da karakterin durumu için biraz tutarsız. ikincisi de todd'u canlandıran oyuncunun belirgin şekilde kilo alması. kilo bir insan için problem değil ama canlandırdıkları karakterler için kilo alıp veren ne bileyim vücut çalışan bu kadar oyuncu varken jesse plemons'un eğer bir sağlık sorunu yoksa hiç kilo vermemesi garip bir durum. çünkü hayranların kaç senedir beklediği filme hazırlanmamış gibi görünüyor.

    bunu dedikten sonra verdiği birkaç röportaja ve çıkan haberlere baktım. bana body shaming yapıyorlar demiş ama bence durum böyle değil. şöyle düşünün mesela bir oyuncu winston churchill'i canlandıracak olsun. google'a yazıp bakın winston churchill bütün fotoğraflarında kilolu görünüyor. şimdi bu adamı mark wahlberg gibi sürekli vücut çalışan bir adama oynatırsanız da aynı tepkiyi alırdınız. bu yüzden yaptığı bu açıklamaları haksız bulduğumu söylemeliyim.

    bir de filmin göze çarpan renk kullanımından bahsedelim. çünkü dizinin öne çıkan bir noktası da kullandıkları o sarı yeşil ağırlıklı görsellerdi. bu filmde ise gri ve siyaha yakın tonları tercih etmişler. ben bu değişikliği açıkçası mantıklı buldum. çünkü dizi biraz böyle bitmek bilmeyen sıcak yaz günleri gibi bir havada geçiyordu. bu film ise sonbaharın kışa döndüğü zamanları hatırlatan bir içe kapanmayı, sonlanmayı ve tükenmeyi anlatıyor. ayrıca dizi daha çok meksika odaklıydı. bu dizi ise alaska odaklı. bu yüzden mekanların değişimiyle birlikte renkler de değişmiş. bir de walter'ın veda ettiği beşinci sezonda da renkler bu şekilde koyu tercih edilmişti. burada ise hem kontrastı arttırmışlar hem renkleri değiştirmişler çünkü beşinci sezonda walter'ın egosu zarar görüyordu ve imparatorluğu çöküyordu. jesse ise fiziksel ve zihinsel ağır bir şiddete maruz kalmış. bu yüzden o kontrast bu ağırlığı yansıtmak için kullanılmış burada.

    ancak renk olayıyla ilgili küçük bir düşünce; keşke flashback'lerde eski tonları kullansalardı. hem eskiye dönüş daha belirgin olurdu hem de o ton gerçekten çok güzel yakalanmıştı zamanında. yine de film içinde bu kadar zıt renk geçişi yaşanmasın diye böyle bir tercih yapmış olabilirler.

    bir de walter'ın göründüğü sekanstan bahsedelim. bryan cranston'ı görünce filmde kendisine neden daha fazla yer vermediler diye hayıflandım. hatta todd olacağına keşke walter'ı görseydik dedim ama yazının başında söylediğim gibi diziyi efsane yapan şeylerden biri de walter'ın hikayesini bir saniye bile fazlalık olmadan tam zamanında bitirmeleriydi. bu da hayran olunası bir kararlılık. çünkü bu dizi final yaptığında muazzam bir hayran kitlesi vardı. yani para kazanmak için rahatlıkla üç sezon daha uzatabilirlerdi ama tarihte pek az insanın verebileceği bir kararı verip tam zirvedeyken finalini yaptılar bu hikayenin.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak bu film o slide gitarlı jeneriği olan dizi değil. hayli farklı yönleri var ama temelde farklı bir hikaye anlatıyor zaten. o yüzden bu bir problem değil. ancak önemli olan nokta şu; bu film breaking bad tarzına uygun bir hikaye anlatabiliyor mu? evet, o konuda gayet başarılı. gerilimi, mizahı çok iyi. sadece yan karakterler biraz az kullanılmış gibi. daha az todd daha fazla, mike, badger yada skinny pete olabilirmiş. ancak yine de aradan geçen 6 yıldan sonra bunlardan da şikayet edecek halim yok tabi ki.

  • bartu ben

    tolga karaçelik her ne kadar sevdiğim bir yönetmen olsa da bartu ben, biraz ön yargılı olduğum bir diziydi. bunun nedeni de bartu küçükçağlayan'ın etrafında gezindiği "kadıköy kafası (ki kadıköy'ü severim normalde) yada alternatif müzik yapıyoruz tavırlarının bana pek hitap etmemesiydi. dizinin böyle konuları işlediğini düşündüğüm için de izlemeyi sürekli erteliyordum.

    ancak geçen hafta diziyi izlemeye başladım ve baya şaşırdım. çünkü bu iş sadece alternatif komedi olsun diye yapılmış bir dizi değildi. bazı anlarda komik olsa da söyleyecek şeyleri olan ve bunu iletmek için metaforlar kullanan iyi bir metindi.

    peki dizinin derdi tam olarak ne? bartu küçükçağlayan bu diziyi yazarken, belli hayalleri ve vizyonu olan, farklı bir şeyler arayan herkese uyarılarda bulunmuş. yazarlık, müzisyenlik, oyunculuk, fotoğrafçılık, yönetmenlik gibi yaratıcı bir alanda çalışmak istiyorsanız yada hayatın genel akışından rahatsız olan bir insansanız, geçeceğiniz süreçler bunlardır, o yüzden bunlara hazırlıklı olun demiş.

    bu alanda yapılan yolculuk uzun olduğu için de yine başarılı bir tercih ile her bölümü bir uyarının etrafında kurmuş. şimdi hazırsanız, dizinin verdiği mesajlar nedir bölüm bölüm birlikte bakalım.

    --- spoiler ---

    1. bölüm

    bu bölüm aslında dizinin hikayesini ve ortamını kurmak için yapılmış. başlangıçta bartu küçükçağlayan'ın kariyeri olduğundan daha kötü bir durumdaymış gibi anlatılmış. bunun nedeni de insanları uyarmak için kötü bir örnek göstermenin iyi bir örnek göstermekten daha etkili olması.

    zaten bartu, ben kariyerimde şöyle şöyle yaptım bu yüzden başarılı oldum diye bir dizi yazsaydı, bu proje çekim aşamasına geçmezdi bile. bu nedenle bartu'yu kariyeri yükselmiş ancak henüz bartu'nun yada bizim bilmediğimiz bir nedenle düşüşe geçmiş bir halde görüyoruz.

    bölüm bir uyarı etrafında kurulmamış ancak verdiği mesajlar da yok değil. örneğin ilk sahnede bartu'yu bir audition'da görüyoruz. metnin burada bize söylediği şey siz istediğiniz kadar farklı işler yapın, bu işler istediği kadar kaliteli olsun (bkz: kelebekler) içinde bulunduğunuz şey en nihayetinde bir ticarettir ve sizin değeriniz karşı tarafın talep ettiği şey ile ölçülür. bu nedenle sizden en ana akıma hitap eden şeyleri (karadeniz şivesi) isteyebilirler. bunları yapmayı reddederseniz de o işi alamazsınız.

    bir de bu bölümde bartu'nun menajeri ile yaptığı görüşmede metin size; yine istediğiniz kadar kaliteli işlerde yer alın yada en ana akım işlerde yer alıp ünlü olun insanların baktığı yerlerde bulunmazsanız zamanla sizi unutacaklardır diyor. yani ben sadece oyuncu olmak istiyorum diyemezsiniz aynı zamanda da reklamcı olmanız gerekir mesajı veriliyor.

    2. bölüm

    bu bölümün başında bartu'yu, şaban bey ile birlikte banyoda tamirat yaparken görüyoruz. bartu'nun banyosundaki gider tıkanmış ve açılması gerekiyor. bu da bartu'nun psikolojik durumunu anlatmak için kullanılmış. onun da aynı şekilde akması gerekiyor ama hayatındaki tortular birikmiş bu nedenle işleri tıkanmış durumda.

    bu bölümün asıl anlatmak istediği ise yaratıcı bir iş yaparken şikayet ettiğinizde insanların sizi anlamayacak olması. çünkü şöyle düşünün gerçek hayatta insanların yaptığı işlerin kendi kişilikleriyle ilgisi çok yoğun değildir. yani bir kasiyerin işi belli saat aralıklarında gelen ürünleri kasadan geçirmektir. bu adam işten çıktığı anda kasiyer değildir artık ancak durum sizin için öyle değil.

    çünkü yaratıcı bir işte çalışan insanın ürettiği şey karakterinin bir parçasıdır. mesela bir nakliyecinin aldığı irsaliyenin rengi onu ilgilendirmez ama bir fotoğrafçının çektiği fotoğraf onun kişisel tercihi olduğu için yapmayı tercih ettiği yada etmediği iş direkt olarak kendi karakterinin sonucudur.

    bu temel farklılık nedeniyle eğer yaptığınız işten şikayet etmeye başlarsanız insanlar sizi anlamayacaktır. mesela atıyorum hikaye yazarısınız ve bir dergide köşeniz var. böyle işlerde çalışmayan bir insan ile konuşup "abi çok sıkıldım aynı şeyleri yapmaktan farklılık arıyorum." derseniz ne dediğinizi anlamazlar. çünkü sonuçta işiniz var ve her hafta bir yazınız yayınlanıyor işte. yazının a basitliğinde yada a+xy+(3z.1/2t) karmaşıklığında olması onlar için bir şey ifade etmez. bu yüzden bu işlere girerken derdinizi anlamayacak insanlar buna hazırlıklı olun diyor bu bölüm.

    3. bölüm

    bu bölüm işe yeni başlayanlar için değil de yaptığı işte ilerleyip iç sıkıntısı yaşayan insanlar için yapılmış. burada bartu'nun evini kaybetme riski ortaya çıkıyor ve bartu kafasını dağıtmak için kendisini eğlenceye vuruyor.

    eğer diziye karşı ön yargılı iseniz "işte biz çok eğleniyoruz, çok marjinaliz, çok farklıyız." diyen bir bölüm gibi duruyor bu ama aslında bölümün mesajı bu değil. çünkü bölümün anlatmak istediği; eğer bir şeyler üretme hevesiniz varsa şöhret, para, ün, seks, evler falan sizi zamanla mutsuz edecektir. hatta partiler, eğlenceler falan sizin için bir dikkat dağınıklığıdır, bu tür şeylere fazla önem verirseniz ne istediğinizi göremez hale gelirsiniz diyor.

    bu kısmı da bölümün sonundaki terapist sahnesi ile görüyoruz. sürekli "ne istiyorsunuz?" diye soran terapist karşısında bartu önce eski hayatındaki dikkat dağıtıcıları istiyor ancak terapi devam ettikçe fark ediyor ki aslında istediği bunlardan çok daha farklı. bu yüzden eğer yanlış şeylerin peşinde koşarsanız kendinizi hiç bulmak istemediğiniz bir yerde bulabilirsiniz uyarısı yapılıyor.

    not olarak da şunu söyleyeyim ikinci ve üçüncü bölüm birincisi kadar güldürmüyor ancak bu bölümün başında söylenen "yüzünde başakşehir'i göreyim." repliğini baya beğendim ben.

    4. bölüm

    bu bölümde üçüncü bölümde başlayan ev sıkıntısı devam ediyor. dayısı bartu'ya bir teklif sunuyor. bu teklife göre dayısı evi satın alacak ancak bartu ve kuzeni gizem birlikte yaşayacak.

    bartu burada bir ikileme düşüyor. çünkü çok uzun zamandır tek başına yaşıyor. bu yüzden ya "aile yanına" dönmemek için yoksulluğu tercih edecek yada hayatının işgal edilmesine müsaade edecek.

    burada izleyiciye, eğer kendi fikirleriniz üzerinde diretecekseniz bazı lükslerinizden vazgeçmeye hazır olun deniyor. erdi ile yapılan diyalogda yoksulluk üzerine de bir şeyler söyleniyor ancak bartu bunu istemiyor. ayrıca işin sonunda kiranızı yada faturalarınızı ödeyemez hale gelebilir, kendi özgürlüğünüzden olup "aile yanında" yaşamak zorunda kalabilirsiniz şimdiden bilin diyorlar.

    ayrıca bu bölümde kariyer ile de ilgili gelişmeler oluyor. bartu bir audition'a çağrılıyor. bartu küçükçağlayan'ın oyunculuğunu sevmeyebilirsiniz ancak sektör için gerekli referanslara sahip kendisi. burada ise, siz ne kadar başarılı olduğunuzu düşünürseniz düşünün, yeteneğinizi insanlara tekrar tekrar kanıtlamanız gerekecek haberiniz olsun deniyor.

    5. bölüm

    beşinci bölüm biraz iş ilişkileri ile alakalı. bu bölümde deniliyor ki siz bir şeyler üretmeye çalışırken karşınıza şermin gibi insanlar çıkabilir. bunlara dikkat edin. çünkü bu bölüme kadar gördüğümüz kadarıyla şermin'in, bartu'nun kariyeri yada hayattan istedikleriyle bir gram alakası yok. onun tek istediği alacağı komisyon. bu yüzden bartu'yu olabildiğince çok yere göndermek istiyor.

    ayrıca mercimek ve bartu arasında geçen sahneler ile de arkadaşlar iyidir; sizi anlamıyor olabilirler, sizden çok farklı olabilirler ama destekleri çok önemlidir bu süreçte sizi ne olursa olsun destekleyecek insanların kıymetini bilin deniyor.

    bu bölümün sonunda bir de şebnem bozoklu'nun konuk olduğu kısım var. burada söylenen de şu; yaptığınız işi siz yetenek, çok çalışmak, kendini adamak olarak görebilirsiniz ancak herkes bu şekilde görmeyecek. bazı insanlar sadece para için orada ve sizin idealizminiz istenilen bir şey değil. bazen insanlar bir şeyler yapıyormuş gibi davranarak para kazanacak bu duruma da alışın.

    bu bölüme de not olarak şunu söyleyeyim. atölye sekansı başladığında şebnem bozoklu, mastürbasyon ile ilgili bir şey anlatıyordu. ben bunu garip, rahatsız edici bir ortam kurmak için yaptılar sandım. ancak bölüm biterken şebnem bozoklu'yu tekrar gösterdiler ve kolunun o ritmik hareketini görünce gülmekten içtiğim kahve boğazımda kaldı. espriyi o kadar güzel hazırlayıp gömmüşler ki ortaya çıktığında şaşkınlık faktörüyle birlikte yerlere yatıyorsunuz gülmekten.

    6. bölüm

    bu bölümde bartu kendisine yeni bir menajer arıyor ve her ne iş yapıyorsanız yapın çevre sizin için çok önemlidir mesajı veriliyor. çünkü bartu, başarılı bir menajere ulaşmak için telefon görüşmeleri yapıyor ancak insan ilişkileri iyi olmadığı için beraber çalıştığı insanlar bile kendisini hatırlamıyor. bu kısım da bize yaptığınız işte iyi bile olsanız eğer sektörden arkadaş çevresi edinmezseniz istediğinizi elde edemezsiniz deniyor.

    daha sonra bartu, ezgi mola ile karşılaşıyor ve ezgi mola ona bir iş teklifinde bulunuyor. ancak bu bir rol değil, yapımcısı olduğu bir filme yatırım yapmasını istiyor. burada, zor zamanlarınızda karşınıza çok iyi teklifler ile gelen insanlar olacak ancak bu insanların planlarının tamamını dinlemeden kendimi kurtarayım diyerek balıklama atlamayın deniyor.

    bu bölümde gizem karakterinin iyice irrite edici bir hale geldiğini de görüyoruz ancak bu tabi planlı yapılmış bir şey. hatta dizinin verdiği en önemli öğütlerden biri diyebiliriz buna. gizem, bartu ile ev arkadaşı olamayınca istediğini elde edememiş oluyor ve bu durum onu sinirlendiriyor. burada metin size diyor ki; yaptığınız iş ve bulunduğunuz durum kırılgan olacak. bu yüzden bir insan size saldırmak istediğinde, sizi üzmek yada sinirlendirmek istediğinde ilk vuracağı yer yaptığınız iş olacak, burası sizin günlük hayattaki yumuşak karnınız buna hazırlıklı olun deniyor.

    7. bölüm

    bu bölümde sanırım en sağlam uyarıyı yapıyorlar. bartu, kendisine yeni bir menajer bulamayınca tekrar şermin ile çalışmaya başlıyor ve dizi burada eğer bir yerden çıkıp giderseniz, geri dönmek istediğinizde çok daha ağır koşullar sunulur size diyor.

    bu bölümde bir de "mütevazi olma gerçek sanırlar." lafının test edildiğini görüyoruz. bu yaratıcı işler yapan herkese söylenir normalde. dizide de bartu'nun dayısı tarafından söyleniyor ama bartu bunu başka bir sahnede denediğinde işin ters teptiğini görüyor.

    ayrıca dizi size bir kaçış butonu da sunuyor. bazı işlere ihtiyacınız olduğunu düşünebilirsiniz ancak koşullar çok çok kötü ise para için bile orada kalmayın deniyor.

    bartu bölümün sonuna doğru da kabulleniş sürecine başlıyor. ilk altı bölümde gördüğümüz üzere daha öncesinde şermin, bartu'yu böyle bir seçmeye gönderseydi, çıkışta aradığında bartu'dan kalayı yerdi. ancak burada bartu "çok iyi geçti." diye yalan söylüyor. çünkü sektör ile bağı olan şermin'i kaybetmek istemiyor.

    8. bölüm

    bu bölümde bartu'nun kabulleniş sürecinin ilk evrelerini görüyoruz. çünkü mercimek ile yaşarken evini özlüyor ve "bir takım teknikler" ile dayısını evi almaya ikna ediyor.

    evi geri aldıktan sonra bartu, rahata ermiş gibi görünüyor. çünkü hem kiradan kurtulmuş hem aidat ikiye bölünecek falan ama artık özgürlüğü de yok. yani "aile yanına" dönmüş durumda artık.

    9. bölüm

    bu bölümde kabullenmenin ikinci aşaması anlatılıyor. çünkü bartu girdiği mücadeleye ne için girdiğini bilmiyor. yani dizi yapmak istemiyor evet ama ne yapmak istediğini de bilmediği için mücadeleyi boşa verdiğini düşünüp konfor alanına geri dönebilmek adına gelen her rolü kabul edecek bir vaziyete ulaşıyor.

    kendisine türk dizilerindeki en klişe rollerden biri teklif ediliyor ve bartu düşünmeden evet diyor buna çünkü dirense bile karşısına onun istediği şeyin çıkmayacağını biliyor artık.

    bu kısımdan sonra öner erkan ile buluşuyorlar ve bartu ona nasıl idare ettiğini soruyor. öner, bartu gibi dertleri olan ancak buna bir çözüm bulmuş biri. dizi para getiriyor, rahat olmak için de arada sinema falan yapıyorum diyor. bu çözüm onun için işe yarıyor. bartu da kendisi gibi olup da idare edebilen bir insan gördüğü için rahatlıyor burada.

    10. bölüm

    final bölümü bu tür fikirleri olan insanlar için bir nevi hayat tavsiyesi ile başlıyor. mercimek ve erdi üzerinden diyorlar ki, eğer sürekli kendi hayatınızdan şikayet ederseniz sonunda arkadaşlık ilişkileriniz zedelenmeye başlar. bu yüzden arkadaşlarınızı yıpratmayın deniyor.

    ayrıca gizem üzerinden nasıl hayatta kalınır onu görüyoruz. gizem'in sete başladıktan sonra oportünist bir insan olduğunu daha iyi anlıyoruz. çünkü o bir şeyler üretme hevesiyle değil "bir şeyler" olma isteğiyle orada. bu yüzden baş role yakın duruyor ve kendisine verilen içi boş işi sevinçle kabul ediyor. bu tavırları nedeniyle ben gizem'in zamanla bartu'nun sevmediği ne varsa ona dönüşeceğini düşünüyorum ileride.

    dizi de güzel bir ironi yapıyor bu bölümde. yeni dizide başrol olan ömür arpacı, önce dizi tutsun diye her şeyi yapacağım falan diyor ancak daha sonra sektör içinde iş yapmanın o kadar da kolay olmadığını fark ediyor.

    dizi geldiği noktada güzel bir final sekansı yapıyor. setteki yemek sahnesinde bartu'nun gizem'e bakarak ağlaması, ne aradığımı bilmiyordum ama aradığım bu değildi. farklı bir şey de bulamadım, mücadele de edemedim o yüzden mecburen buradayım diyor ve hüzünle karışık garip bir mutluluk ile bize veda ediyor.

    --- spoiler ---

    sonuç olarak şunu söyleyeceğim; bu dizide işlenen şeyler çok büyük dertler mi? aslında değil. kimse yasak aşk yaşamıyor, kimse kaçırılmıyor, büyük holdinglerde büyük ihaleler dönmüyor, intikam için kimse kimseyi vurmuyor. ama dizi değerli çünkü bir derdi var ve bunu anlatıyor işte.

    bartu küçükçağlayan belki dizideki sıkıntıları çekmiyor, belki cidden güzel paralar kazanıp istediği projelerde yer alıyor ama dizinin söylediklerini, bir şeyler üreten yada farklı şeyler arayan insanları uyarmasını, kendine ait bir iç sıkıntısını düzgün bir senaryo ile anlatabilmesini ben değerli buldum.

    dizi mükemmel değil. kimi kısımlarında çok güldüm, çok uzatılan diyaloglarda içim bayıldı, kabullenişin yaşandığı o son üç bölüm de çok hüzünlendim. çünkü dediğim gibi bartu küçükçağlayan'ın gerçek hali bu olmayabilir ama karşımızda bir bartu var ve bu karakter bambaşka şeyler peşindeyken istemediği şeyleri kabullenmek zorunda kalıyor. bu da sadece bir şeyler üretmeye çalışan insanların değil aşağı yukarı hepimizin başına gelebilecek bir durum. yani aslında oyuncu olmanıza gerek yok, jenerik akarken siz de bartu ben, tolga ben, windweaver ben diyorsunuz.

  • organize işler sazan sarmalı

    film, yasa tartışmaları ve sinemalarla yaşanan pay kavgası sonrasında piyasaya çıktı. bu yüzden birçok insan tarafından boykot edildi. ayrıca filmin daha sinemadayken netflix gibi bir platformda yayınlanması sinema salonlarına internetin gümbür gümbür geldiğini gösterdi.

    sinema salonları demişken şunu söyleyeyim aslında ana akım türk sinemasından uzak duruyorum. sebebini de türkiye box office listesine bakarak anlayabilirsiniz. ancak yaşanan tartışmalar filmi merak etmeme neden oldu. bir de hazır netflix'te var zaten diyerek izlemeye başladım. filmi her şeyden bağımsız olarak değerlendireceğim çünkü diğer alanlarda söylenmesi gereken çoğu şey söylendi zaten. o yüzden entry'i okuduktan sonra sen yılmaz erdoğan hakkında böyle böyle düşünüyorsun zaten ondan eleştirmişsin demeyin. hazırsanız başlayalım.

    --- spoiler ---

    önce senaryo. film temelinde bir dolandırıcılık hikayesi. ayrıca suçluların dünyasına mizahi bir bakış atıyor. ilk filmden tanıdığımız asım'ın kızı bir şekilde dolandırılıyor. o sırada asım da standart işlerine devam ediyor ve dolandırdığı kişiler kıvanç tatlıtuğ'un canlandırdığı sarı saruhan'a gidiyorlar. asım hem kovalayan hem kovalanan oluyor ve bu genel olarak işleyecek bir fikir gibi görünüyor. peki senaryo işliyor mu? maalesef hayır.

    neden işlemiyor? çünkü ilk filmde çalışan mekanizmaların hiçbiri bu filmde yok. ilk filmde asım'ın nasıl dolandırıcı olduğunu ve nasıl çalıştığını izliyorduk. film seyirciyi bilmediği bir dünyaya götürüyordu. hem suçlu tipini çok iyi çiziyordu hem de olaylara mizah katıyordu. bu filmde ise kişiler derinlenmesine incelenmemiş. insan psikolojisine yapılan dokunuşlar yok. mesela ilk filmde tolga çevik'in canlandırdığı superman karakteri kadar derin bir karakter yok sazan sarmalında. bu filmde aynı görevi damada vermişler ama onu da hikayenin dışında tuttukları için karakterin varlığı bir işe yaramamış. ilk filmde tolga çevik'in karakteri yeni bir dünya ile tanışıyordu ve onun bocalamalarını izliyorduk. ayrıca tolga çevik, yılmaz erdoğan'ın karşısında rolünü oynayabiliyordu. damat karakterine ise akılda kalıcı bir sahne bile yazmamışlar. bu yüzden karakter bütün herkesin gölgesinde kalmış.

    ilk filme göre en kötü detaylardan biri yılmaz erdoğan'ın canlandırdığı asım karakteriydi. asım ilk filmde derin bir karakterdi aslında. bize usta bir dolandırıcı olarak tanıtılıyordu ve bu vaadini de gerçekleştiriyordu çoğu zaman. yani siz onun gerçekten akıllı bir hırsız olduğuna inanıyordunuz ancak bu filmde herhangi bir ustalığını görmüyorsunuz. daha çok emekliliği gelmiş biri gibi dolaşıyor etrafta. bir de asım ilk filmde ben sevmem o tarzı ama "görkemli bir kaybeden"di. bu filmde ise o afilli abi havası yoktu. çünkü karakter özelinde bir şey anlatılmıyordu. mesela ilk filmdeki şu sahneye bir bakın. bu filmin tümünde bir tane bile böyle sahne yok.

    https://www.youtube.com/watch?v=rse7lfnp_0g

    filmde öne çıkan karakter ise kıvanç tatlıtuğ'un canlandırdığı sarı saruhan olmuş. saruhan ilk filmde cem yılmaz'ın canlandırdığı müslüm karakterinin boşluğunu doldurmak için yazılmış. her ne kadar cem yılmaz'ın karakteri daha üst seviyede olsa da bu karakter de gayet iyi. kıvanç tatlıtuğ'un kariyerini çok yakından takip etmiyorum ancak yaptığı işlere saygım var. çünkü zaten adam yakışıklı. türkiye'de kendisini hiç geliştirmese de parasını kazanır. ancak o bu özelliğini bir kenara atıp böyle rollerde oynayabiliyor. bu da tabi ki takdir edilesi bir çaba. umarım daha da iyi yerlere gelir.

    ezgi mola da yine takip ettiğim bir oyuncu değil ama birkaç yerde gördüm. kendisi için şunu söyleyeceğim oyunculuğuna biraz çeşitlilik katması gerekiyor. her yerde aynı karakteri canlandırıyor gibi. belki de kendisinden istenen hep aynı şeydir ancak bu tercih kariyerini uzun vadede kötü etkiler. kıvanç'tan biraz örnek alıp farklı karakterler ile izleyici karşısına çıkması lazım.

    filmde beğendiğim bir oyuncu da ata demirer. gerçi kendisi şöyle bir uğrayıp geçmiş ama yine de kendisini görmek güzel. bu filmdeki karakteri eski tiplemelerinden veteriner hekim niyazi gül'ü hatırlattı bana.

    gördüğünüz gibi senaryo yeni yada derin bir şey sunmuyor. hikayenin aksamasının bir nedeni de kurgunun anlatılan hikayeye uymaması. şimdi her filmin kurgusu kendine özgüdür. yani yavaş ilerleyen bir filmde haldur huldur kesme yapılmaz. uzun plan kullanırsınız. nuri bilge ceyhan filmlerinde mesela uzun planlar vardır çünkü hikaye ağırdır. bir dolandırıcılık filmi ise hızlı kurgu gerektirir. mesela cut on action denilen teknik sıklıkla kullanılır. nedir bu cut on action? bir hareket başlar kesilir hareket diğer planda tamamlanır gibi. bu da sahneye dinamizm katar. ancak bu filmde kurgunun tempoya hiçbir katkısı yok. mesela now you see me'ye bir bakın. klip çeker gibi iki saniyede bir kesme kullanmış adamlar. bu filmde ise planları uzattıkça uzatmışlar. ayrıca yine senaryo ile alakalı ancak çok fazla gereksiz sahne var filmde. kurguda filmi kısaltmak isteseniz rahat rahat yarım saatlik kısmını atabilirsiniz. ki bu da filmi bir nebze hızlandırır aslında. çünkü dediğim gibi bir dolandırıcılık konulu komedi filminin hızlı olması gerekir aslında.

    filmin diğer bir teknik yönü olan görüntü yönetmenliğinden de bahsedelim. filmin görüntü yönetmeni olan uğur içbak'ın işlerini genel olarak beğenirim aslında. ama bu filmde görüntü yönetimi adına parlak pek bir şey göremedim. bunun da nedeni türkiye'de oluşan saçma bir trend. şimdi görüntü teknolojisi ilerledi. kabul. insanlar cebindeki ekranlarla bile fhd video izlemeye alıştı. ancak bu bizim çekilen her filmde reklam filmi çeker kabak gibi net, gölgesiz görüntüler kullanmamızı gerektirmez. ilk filme hakim şahane bir sarı renk tonu vardı mesela. bu filmde garip soğuk mavi, gri renkler var. ne gerek varsa. suçluların dünyasını anlatan bir komedi filminde gerçekten kimin aklına geldi böyle bir renk paleti ve ışık kullanmak anlaşılabilir gibi değil. aynısını hakan dizisinde gökhan tiryaki yapmıştı mesela. bu tür hikayelerde bu kadar net görüntülere ihtiyacımız yok gerçekten. biraz daha "kirli" çekimler filme daha çok katkı sağlar düşüncesindeyim.

    bir de diyaloglardan bahsedelim. ilk filmde diyaloglar yerli yerindeydi. yani ortaya atılan aforizmalar canınızı sıkmıyordu. bu filmde ise bir edebiyatımız olsun der gibi söylenmişler. o yüzden çok havada kalıyorlar. belki filmin dramatik yapısı bu kadar temelsiz olmasa bu sözler de bu kadar sakil kalmazdı ama destekleyen hiçbir şey olmayınca tabi ortaya böyle bir sorun çıkmış. sanki olay akışını kesip haydi asım bir aforizma söylesin burada gibi bir yapı çıkmış ortaya. organik değil yani yapılan eklemeler.

    diyalogların diğer aksayan noktası da yılmaz erdoğan'ın daha önce "tutan" repliklere sürekli gönderme yapmasıydı. tam olarak saymadım ama ben dört defa denk geldim bu yapılana. birincisi saruhan'ın bak tikim var demesi. bu vizontele'de emin'in danimarka'lı kızla yaşadığı şeye benziyordu. ikincisi mecazi cazi mi cazi nedir repliğiydi. üçüncüsü saruhan'ın yaptığı bob marley konuşmasıydı. bu da ilk filmdeki bye bye happiness sahnesine gönderme. şu araba nerede, para nerede repliğinin göndermesini bile filmde iki defa yapmışlar. bir tanesi yetmedi sanırım. bu da biraz ne gülmüştünüz bunlara, hadi bir daha gülün demek gibi. ilkinde güldük çünkü tam yerinde söylenmişlerdi. bunda gülmedik çünkü senaryonun içine bunu da kesin koyalım demişler gibi dağınık şekilde eklenmişler. hatta güven kıraç'ın canlandırdığı karakter ve oğlu vizontele'de şafak sezer ve babasının canlandırdığı karakter gibi yazılmış. bu da bir göndermenin ötesinde kendini tekrar etmeye dönüşmüş tabi.

    filmde bir de beni rahatsız eden bir şeyden bahsedeceğim. bu konu da ürün yerleştirme. ürün yerleştirme kim yaparsa yapsın izleyici tarafından sevilmez. spielberg bile ürün yerleştirme yaptığı için eleştiriliyor. çıta ne kadar yüksek siz düşünün. bu filmde de ürün yerleştirmeler yapılmış ancak şöyle bir fark var. yabancı filmlerde ürün yerleştirmeler hikayeye dahil edilmiyor genelde. yani ya arkada bir yerde tabela falan olur ya ürünü başrolün elinde kısa bir süre görürsünüz gibi. sanırım zaten adama reklam izletiyoruz bari iyice gözüne sokmayalım da fitil olmasın diye düşünüyorlar. türk filmlerinde ise sanırım o kısmı komple reklam ajansına yazdırıyorlar çünkü oyuncular filmi kesip baya diyalogla falan reklam yapıyorlar. bu da gördüğüm en saçma uygulama. daha önce cem yılmaz bu nedenle eleştirilmişti. bu filmde de bu yapılmış.

    --- spoiler ---

    film hakkında yazmayı bitirirken sanırım beğendim yada beğenmedim dememe gerek yok. ayrıca objektif şekilde iyiye iyi, kötüye kötü dediğime inanıyorum. ha bu filmi izlemezseniz bir şey kaybeder misiniz? bence etmezsiniz. ancak türk sinemasının gittiği yeri görmek üzücü diyebilirim. çünkü yılmaz erdoğan kaliteli filmleri büyük kitlelere ulaştıran bir insandı benim gözümde. bu film ise bu kariyere uymuyor. kıpırdanmalar olsa da bizi umutlandıracak bir hareket yok gibi. o yüzden kendi açımdan ana akım türk sinemasından uzak durmaya devam diyebilirim.