geçmişte bir spor altyapısı yoksa, koşu, bisiklet gibi branşlardan önce sıkı bir kuvvet programı yapmak yani fitness. aksi halde sakatlanmalar hayatınızın olağan bir parçası haline gelir ve özellikle de kas ve tendon iltihaplanmaları kronikleşebilir.
peder zickler17 profili
-
39 yaşında başlanabilecek spor
-
pegasus ceo'su m.nane'nin canlı yayında ağlaması
hayatında on kişilik ekip yönetmemiş bebeler, bir kriz anında yetkili kişilerin tamamının isitfa etmesinin onurlu bir davranış olduğunu sanıyor. peki o kriz, sona erene kadar koordinasyon nasıl sağlanacak? kurumsal hafıza ne olacak? en yetkili kişinin yerine tüm kurumu koordine edecek yetkinlikte birini hemen nasıl bulacaksın? yönetim kurulunda sadece huzur hakkı alıp işlerden anlamayan adamlar mı yönetecek şirketi? boş boş, mal mal konuşuyorsunuz. krizin ortasında istifa edip gitmenin onurlu bir davranış olduğunu sanıyorsunuz. eğer krizin sorumlusu sen isen de, tüm yükümlüklerini yerine getirirsin, işi sahipsiz bırakmazsın, çekil dendiğinde çekilirsin ya da çekildiğinde işi yürütebilecek bir ekip olduğundan emin olursun bırakırsın. kriz anında çekilen adam dünyanın en berbat yöneticisidir ya. sen o anda işin başında olmayacaksın da ne zaman olacaksın?
-
metal müziğe başlama hikayeleri
ortaokul 1’de haluk levent ile başlamıştım. aşkın mapushaneyi dinleyip elimle cıv cıv cıv diye hava gitarı çalarken kendimi hemen bir sonraki aşamada önce manowar, sonra megadeth, sonra iron maiden ve rammstein dinlerken buldum. o geçiş nasıl oldu anlamadım ama haluk levent’in başarısı olduğu kesin. adam bir şekilde insanların hayatına dokunuyor. kendisinden önce spice girls ve backstreet boys dinlediğimi de eklemeliyim. dönüşümüm muhteşem oldu. sağol ahbap.
-
istanbul'da kahvaltı yapılacak mekanlar
"aynısını evde yesek şu kadar tutardı" avuntularını bir kenara bırakırsak, kahvaltı, bir çiftin zaman açısından rahatça gerçekleştirebileceği, en uygun yemek içeren etkinliktir. herhangi bir akşam yemeğinin aynısını da evde yesen daha az tutar, kahvaltıyı linç etmeyi gerektirecek ne var, anlamıyorum. büyük çoğunluk hafta içi 7'de işten çıkıp, 9'da eve varabildiği için akşam yemeği imkansızken, kahvaltı bir günlük bir stres boşalması için çok uygun bir dışarı aktivitesidir. on yıllık mortgage kredisine girip, dışarıda hiçbir şey yapamayacak kadar borçlanmış her birey, kahvaltı gibi, akşam yemeği gibi, evde de hazırlanabilen ama dışarıda gerçekleştirildiğinde kendini ödüllendirip, bir hiç uğruna yaşamadığın illüzyonunu sana yaşatan keyifli anıları lanetliyor. sen evde ye kardeşim.
dışarıda kahvaltı yapma konusunda tecrübeliyim. sizinle paylaşmak isterim. bahsedeceğim yerler takribi kişi başı 30-35 lira olan yerlerdir.
beykoz civarı'ndan başlayacak olursak, kanlıca'dan rüzgarlıbahçe'ye doğru giderken, dönerciyi geçtikten iki sonraki soldan girince "van kahvaltıcısı" var. dolu dolu, güzel malzemeler.
yine rüzgarlıbahçe'ye doğru gider gibi dümdüz devam ediyorsunuz. biraz ileride solda iki tane karadeniz kahvaltıcısı var. birinin adı mıhlama'lı bir şey. mıhlama'lı adı olan daha iyi. bahçesi var genişçe, çeşitleri de fazla.
paşabahçe'ye inin. paşabahçe'de, sahil tarafındaki cami'nin hemen arkasında sade bahçe diye bir yer var. minnoş, hoş bir yer, tam bir ege pansiyonu. ege kahvaltısı veriyorlar. çok güzel peynir ve zeytinleri var, özellikle zeytini bol keseden salmışlar her şeyin üzerine. kızartmaları filan çok hoş. el değiştirdiğinde kaliteleri biraz bozuldu ama halen fena sayılmaz.
anadoluhisarı'nda göksu deresi'nin hemen yanında göksu cafe var. ambiyansı hoş, kahvaltısı ortalama. değer.
polonezköy'e doğru giderken bir sürü köy kahvaltısı yazan yer vardır. herhangi birine oturabilirsiniz. hiçbiri köy kahvaltısı değildir. sadece çayırın, kırın içinde olduğu için stres atabilirsiniz. fakat, kulindağ diye bir yer var, dağ evi, orayı bulup gidebilirsiniz. açık büfe kahvaltı. malzemeler sıradan, muhteşem değil ama harikulade bir ortamı var. mis gibi ağaçlar, rüzgar, dağ evi, kahvaltı yap, uzan hamağa takıl filan, çok güzel bir yer.
kanlıca'da çok güzel yerler var. sahil tarafında değil de azıcık içeride ikinci bahar diye bir yer var. tam bir cihangir'den bıktım da buralara geldim abisinin işlettiği bir mekan. buranın fiyatları beş on lira daha fazla standarttan ama bayağı lezzetli yiyecekler, farklı bir menüsü var, farklılığı kazandırıyor. farklı ne vardı derseniz, hatırlamıyorum ama farklıydı. yine kanlıca'da, üsküdar'dan beykoz'a kadar ki her yerleşim yerinde olduğu gibi çınaraltı var. bu çınaraltlarının hepsi aynıdır, her birine oturup upucuz menemen, çay filan tüketebilirsiniz.
anadolu kavağı tarafına bir iki kere gittim, ikisi de çok kötüydü. pek bir fikrim yok, tavsiye de etmem.
beykoz'daki koruların kahvaltılarında da bir numara yoktur, pahalı ve standarttır. koruları, illa ki manzara olsun demiyorsanız geçiniz.
üsküdar tarafında pek bir numara yok. kuzguncuk'ta zahir art cafe diye bir yer var. fena sayılmaz ama peynirleri çok vasat. iki sosis kızartıp, patates tavayla kahvaltı veriyoruz sanmışlar. etraftaki en iyisi olsa da, özellikle tercih edilmez.
beylerbeyi'nde sahilde bir iki yer var, lokasyon olarak iyi ama oraların da kahvaltısı vasat. çengelköy börekçisi'nin adı var, yine de iyidir.
anadolu yakası'ndaki en iyi kahvaltıcılar kanımca, kavacık ve etrafında. gelelim avrupa yakası'na.
bakırköy sahil yolu'nda, veliefendi hipodrom'a dönüşten hemen sonra kale vah kahvaltısı var. delirtir. hem malzemeler çok iyi, hem de iki kişilik diye dört kişilik filan getiriyorlar.
zeytinburnu'nda manastır cafe diye bir yer var. rum bir aile işletiyor. tam rum manastırı'nın karşısında. idare eder bir kahvaltı, ortam çok güzel. full ağaçlar içinde, etraf mezarlık zaten, sessiz sakin, istanbul'un avrupa yakası'nda olduğunu unutturuyor insana.
şişli kurtuluş caddesi başında itimat şarküteri var. malzemeler direk şarküteri'den.
nişantaşı'ndaki yerlerden genel olarak bahsedilmiş. fazla pahalı olduğunu düşünüyorum. cihangir'deki gibi fiks idare eder van kahvaltıcı'sı var. göreme muhallebicisi filan da iyi seçenekler. ama kahvaltı için nişantaşı'na gidilmez. alaçatı bazlama'da yemedim, bir kahvaltı mekanının önünde yaklaşık 30 kişi bekliyorsa, o iş keyiften çok zulme dönüşür.
galata'da galip dede yokuşu'ndan inerken ilk sağ, sonra sol, biraz daha yokuş aşağı inince bir karadeniz kahvaltıcısı var. ortalamanın üstünde fiyat, ortalamanın üstünde lezzet.
kumbaracı yokuşu'ndan aşağıya tophane'ye inin, yol bitince sağa dönün, arabaların geldiği istikamete, yaklaşık elli metre sonra solda bir lübnan restoranı var, arada cafe. çok güzel bir kahvaltısı var.
karaköy'dekiler malum, beşiktaş'takiler malum, bebek mebek malum, hep aynı.
çavuşbaşı'nda, hacı osman bayırı'ndan inerken sahile varınca, hemen sağda iki tane karadeniz lokantası var. anzer isimli olanın kahvaltısı harikulade.
aklımda çok hoş yer etmiş yerleri hatırlamaya çalıştım. bunların dışındaki popüler yerler zaten malum ve kalabalık. -
öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler
google earth'ün geçmişe yönelik uydu fotoğraflarını içeren bir özelliği varmış. ben de geçen debe'ye giren, antalya'daki yapılaşmaya yönelik bir entry vasıtasıyla keşfettim. aklım çıktı. iki gündür google earth'deyim.
türkiye'de maksimum 2001'e kadar dönmek mümkün.
ama bazı büyük dünya şehirlerinde nasa'nın uydu fotoğrafları sayesinde 1950'lere kadar gidilebiliyor. aklım çıktı, her yere bakıyorum. neresi nasıl değişmiş, kafayı yedirtiyor.
mesela las vegas:
1950: http://i.hizliresim.com/javnye.png
2016: http://i.hizliresim.com/d2am0y.png
50 senede nasıl bir şehir kurdunuz arkadaş? gerçi boş araziye şehir kurmak kolay. sim city'den biliyorum. var olanı korumak zor.
bakın mesela bu da dubai. 2000'e kadar geri dönülebiliyor. onda da şehrin ortasının kaydı var ama geri kalan yerler silüetten belli oluyor. bir çölken, neye dönüşmüş ya 15 senede, götüm götüm adalar dikmişler.
2000: http://i.hizliresim.com/vabnjq.png
2016: http://i.hizliresim.com/ljvpal.png
hadi istanbul'a da bakalım.
kuzey istanbul, üçüncü köprü inşaatı başlamadan evvel, 2010: http://i.hizliresim.com/z5bl9d.png
üçüncü köprü inşaatından sonra 2016: http://i.hizliresim.com/oapnm5.png
yazık günah lan. orada yeşil kalmayacak.
burası vaditepe diye bir yer. kiptaş'ın konutları var burada şimdi. bahçeşehir'in tam karşısı diye biliyorum, aradan bir vadi geçiyor.
vaditepe 2004: http://i.hizliresim.com/oapngq.png
vaditepe 2016: http://i.hizliresim.com/javn1o.png
bakın şimdi mesela acıklı bir durumu göstereceğim:
istanbul'un tarihi yarımadası'nı 2001, 2005 ve 2016 olarak görelim. 2001'de bir kısmı gözükmüyor ama geri kalanlarda tamamı gözüküyor. peyzaja, yeşil alana, yapılara, sahildeki değişikliklere bakın. ufak tefek, büyük küçük değişiklikler mutlaka gözünüze çarpacaktır. arkadaş tarihi olan bir bölge bu kadar değiştirilir mi ya? hele bir şu yenikapı'ya bakın aşağıya. ulan coğrafi yapı değiştirilmiş ya, böyle bir şey olabilir mi?
2001: http://i.hizliresim.com/a7ppzv.png
2005: http://i.hizliresim.com/57bzpz.png
2016: http://i.hizliresim.com/d3re4d.png
bir de roma'ya bakalım. roma'yla ilgili bir yazı okumuştum. şehir üç bölgeye ayrılmış. en içte kalan 1. bölgede çivi çakamıyorsun. hiçbir yapı st. peter's bazilika'sının en üst noktasını geçemez. zaten yeni yapı yapamıyorsun, değişiklik yapamıyorsun. ikinci bölgede de yeni yapı yasak, restorasyon yapabiliyorsun.
roma'nın 1943'e ait uydu görüntüsü var. aradan 73 sene geçtiğinde, şehirdeki peyzajın bile nerdeyse aynı kaldığını görüyoruz. nasıl şehir bilinci varsa...
roma 1943: http://i.hizliresim.com/57bz8d.png
roma 2016: http://i.hizliresim.com/d3renn.png
velhasıl şehirciliği bilmiyoruz gibi bir final yapmak isterdim de he-man'in orko'su gibi mesaj verip sonunu tatsızlaştırmaya hiç gerek yok. girin google earth'e zaman yolculuğu yapın, çok keyifli.
ekleme: bir ekleme daha yapmak istedim. baktıkça insan hayret ediyor. odayeri'nin 14 sene sonra dönüştüğü hal beni gerçekten üzdü. odayeri istanbul'un kuzeyinde üçüncü köprü bağlantı yolunun geçtiği yer. bakın nasıl bir değişim geçirmiş:
odayeri 2002: http://i.hizliresim.com/g8b0ml.png
odayeri 2016: http://i.hizliresim.com/pkgwxv.png -
istanbul atatürk havalimanı
şu anda inişe geçen bütün uçaklar bir anda inişi iptal etti. zeytinburnu'nda tam önümde arka arkaya üç uçağın inişi iptal ettiğini gördüm. hemen flight radar'a baktım ve evet şu anda inen hiçbir uçak yok ve hepsi turlamaya geçmiş. itiraf edeyim ki, böyle anlarda çok büyük heyecan duyuyorum. ne olduğunu çok merak ediyorum. inşallah ciddi bir şey yoktur. acaba bir wind shear ya da microburst durumu filan mı oldu? air crash investigation'dan öğrendiklerimle bu meseleyi yorumlayabilecek miyim? atatürk havalimanı'nın kapatılacağıyla alakalı haberlerin bu durumla bir alakası var mı? ilerleyen dakikalarda bunu göreceğiz. aha tekrar iniş rotasına dizilmeye başladılar. pencereden, yaklaşık 60 metre yükseklikten izliyorum. sizleri bilgilendireceğim. kars uçağı iptalden önce varşova uçağının arkasındaydı. çok dar bir tur çizdi kars uçağı, varşova'nın önüne geçti. tam bir ışıkta bir arabalık boşluğu değerlendirip tırım tırım en öne geçen taksici mantığı ya. ulan herif kaç km yoldan geliyor, dursana aq.
edit: tamam her şey yolunda. bir anda trafik oluştu şimdi. iki dakika arayla uçak geçiyor. ulan kars uçağı. adam resmen ışıklı dönel kavşakta içten girip dıştakinin önüne geçti. en önce inen o oldu. -
tolga zengin'in milletvekillerine tepkisi
olay muhtemelen şu şekilde gelişiyor:
yüzü kameraya dönük olanlar cumhurbaşkanlığı koruma müdürlüğü'nün elemanları. arkalarında cumhurbaşkanı ve diğerleri var. o yüzden orada durmuşlar ve geçişi engelliyorlar.
tolga zengin'in beşiktaş oyuncusu olması dolayısıyla oraya geçiş hakkı var. büyük ihtimalle bir kartı ya da başka bir şeyi vardır o günkü etkinlik için. ancak önünde bir ya da birkaç sinyalci milletvekili var. büyük ihtimalle davetli bile değiller ancak bir şekilde "ben milletvekiliyim" filan diyerek korumaları geçip, o alana giriş yapıp bir ihtimal erdoğan'la fotoğraf çektirip sağda solda "ya reis beni çağırmıştı zaten" diye poz kesecekler. bu sinyalcilerin olayı bu.
cumhurbaşkanlığı korumaları da milletvekili filan dinlemiyor, oraya giriş için izni olmayan kimseyi almıyor.
muhtemelen tolga zengin'in tam önünde iki üç tane milletvekili, bir de onun yancıları var. bu sinyalciler orada iki saattir açıklama yapıyor ve tolga da efendiliğinden bir şey demeyip arkada bekliyor. sinyalci milletvekili de bir türlü vazgeçmiyor "ya ben şunun şusuyum bilmemnere milletvekiliyim, ya reis zaten kendi çağırdı" filan derken tolga artık delleniyor ve yardırıp geçiyor. üstünde muhtemelen korumaların içeri alınacak kişileri tanıyacakları bir rozet vs. var. korumalar ona izin veriyor, sinyalci milletvekilleri arkada kalıyor. o "bu kim ya" diyen ya milletvekilinin ta kendisi, ya yancısı ya da şoförü.
öff. ne analiz yaptım, niye yaptım aq bilmiyorum. yoruldum şu anda allah kahretmesin. -
bazı doktorların teşhis koymada yetersiz kalması
dört ay kadar önce kafamda bitmek bilmeyen çınlamayla kulak burun boğaz polikliniğine gittim. bu konuda iyi hizmet veren, doktorları çok övülen bir hastaneyi tercih ettim. şimdi kendimdeki sıkıntıları biliyorum. çok şiddetli bir geniz akıntım var ve küçükken geçirdiğim sinüzit bitmek bilmiyor. çınlamanın düzgün nefes alamamaktan kaynaklanan sinüzit olduğunu düşünüyorum. doktora da bunu anlattım ve “o zaman önce bir tomografi yapalım, bakalım” dedi. yaptırdık ve sinüzit çıkmadı. hatta sinüslerim bebek götü gibiymiş.
dedi ki “sende alerjik bir durum olabilir. bir alerji testi ve kan testi yapalım.” önce alerji testi yaptı, bir şey çıkmadı. sonra da kan tahlili için listeye nelere bakılacağını işaretledi. ben de o sıralar hayvan gibi yiyor, içiyorum. dedim “hocam, hazır kan tahlili yaparken, mikrop, bakteri, yok efendim bir hastalık belirtecek ne varsa baktırayım, bir de kolesterol falan, hepsine bir baktırayım” dedim. özel hastane durur mu? yapıştırdı cevabı: “tabii ki.”
kan tahlilini yaptırdım. hiçbir mikrop, enfeksiyon, değerlerde anomali gözükmedi. hatta alerjik bir durum da çıkmadı. ama o da ne? kolesterolün iki kötü değeri olması gereken en yüksek değerin en az beş katı. trigliserid en yüksek değerin dokuz katı. hoca dedi ki “bu ne ya, senin kanın boza gibi akıyor. sen ne yaptın kendine bu yaşta? sende alerjik durum da yok ama bu kafandaki çınlamaya kanındaki bu basınç bile yol açabilir. ben sana şimdi akıntın için şu şu ilacı yazıyorum. sen bir dahiliyeye git.”
gittim dahiliyeye, adam bir tansiyona baktı, sonra beni ölü ilan etti aq. bir tahlil listesi verdi, sadece sgk farkı 1700 lira tutuyor. diyorum “kulak çınl...” diyor “olmaz, sende tansiyon çok yüksek, bakmamız lazım, karaciğerde mi sıkıntı var vs.”
neyse ben ölü bir şekilde, son günlerimi güzel geçireyim diye çıktım hastaneden elimde tahlil sonuçlarıyla. bir iki gün vasiyetimi filan yazdım, sonra bir diyetisyene gittim. övgüye mazhar olan bir diyetisyen. dört aydır programa sadık gidiyorum ve 14 kilo verdim. kolesterol, trigliserid, hepsi olması gereken değerlere indi. tansiyon desen normal, bebek gibi. ama çınlama devam ediyor. e tansiyon düştü. kolesterol düştü. kandaki yağlanma azaldı. vücudumdan inşaat hafriyatı gibi yağ çıkarmışım, ama tansiyonum düşük olduğu zaman bile çınlama var. ya sebebi ne?
ben düşündüm, taşındım, boynumun çok zorlandığı, kötü yattığım, çok çalıştığım zamanlar kafa çınlamamın arttığını tespit ettim. ne zaman ki boynum fazla yorulsa, omuzlarımda acı olsa kafa çınlamam da artıyor. şimdi sırada nöroşirurji var, oraya sevk ettim kendimi.
sonra tekrar düşündüm, taşındım. “ulan kendimdeki sorunu tespit etmesi gereken, beni hastalıkla ilgili doğru yere yönlendirmesi gereken ben miyim lan” dedim. “doktor ne işe yarar” dedim. “al” dedim “git” dedim “bu konuyu ekşi sözlük’te yaz” dedim.
hanımlar, beyler! uzun girişten sonra meramımı dile getireyim.
türkiye’de teşhis uzmanlığı noktasında çok ciddi bir sıkıntı var. house md izleyenleriniz bilir, adam ıdısının dıdısından bir hastalık ihtimalini ortaya sürüyor ve bildiğim kadarıyla elin memleketinde hakikaten bu konuda bir uzmanlık var.
benim meselem dahilinde ben bir çınlama şikayetiyle bir doktora gidiyorum. velev ki bu vuku bulan çınlama senin tedavi uzmanlığının dışında kalıyor ancak yine de bu konuda başka hangi hastalıkların, rahatsızlıkların gelişebileceğine yönelik asgari ölçüde bilgin olması gerekmiyor mu? bu eğer ki, beyinle alakalı olabilecek bir sebebe de sahipse, senin beni buraya yönlendirebilmen gerekmiyor mu? ben kendim mi oturup tüm ihtimalleri üretip buna göre davranacağım?
sağlık, eğitim gibi ve daha nice elzem alan gibi iflasın eşiğinde geziniyor. majör tedaviler noktasında türkiye’de alanında uzman doktorlarımız var. kanser tedavisi konusunda, ortopedi konusunda, hatta saç estetiği konusunda çok başarılı, yetenekli doktorlarımız var. gel gör ki, bu majör tedaviler teşhis için ekstra gözlem yeteneği, analitik düşünme kapasitesi gerektirmiyor. bir insanın bacağı feci şekilde kırıksa, kemik bacaktan fırlamışsa “ya bu acaba kırık mı, çıkık mı?” demen gerekmiyor. ya da adam kelse ve saç ektirecekse “bu adamın kafası mı kel, yoksa ışık mı yansıyor?” demezsin. ne yazık ki, teşhisi çıplak gözden ötesini gerektiren ve özellikle hayat konforunu etkileyen rahatsızlıklar noktasında genel geçer tedavi önerileri dışına çıkılamıyor. bu çınlama meselesi örneğin... babamın kırk seneden beri kulağı çınlıyormuş, bunu da yeni öğrendim. kırk senelik çınlama ne ya? insan erer lan bu çınlama allah’tan geliyor diye. buna zamanında gripten demişler öyle kalmış. onda da ciddi manada boyun kireçlenmesi ve boyun fıtığı var ve bu ikisi arasında korelasyonu ben üretiyorum aq bu çınlama boyunla alakalı olabilir diye. kulak burun boğazcının da en azından bu korelasyonu kurabilecek asgari bilgiye sahip olması zorunludur ya. sen kimsin ya?
bunu sadece kulak burun boğaz özelinde söylemiyorum, her türlü rahatsızlıkta, o rahatsızlıkla alakalı hangi birimde net bir araştırma yapılabileceğine yönelik tüm uzman doktorların asgari ölçüde bilgiye sahip olması gerekiyor. hiç bana “zaten var” demeyin, yok, görüyoruz işte, yok yani. yanlış teşhisi geçtim, teşhis koyulamıyor. özellikle de bireyin geri planda olduğu toplumun içinden yetişmiş doktorlar milletin ne derdi varken çınlama gibi hayat konforunu minimize eden bir rahatsızlığı “bir de şunu deneyelim” diyerek ertelemeyi seçiyor.
vallahi çok doluyum sağlık sektörüne dostlar. uzmanlar, mesaisi az, tırı vırısı az, maaşı 8-10 bin diye gidiyor aile hekimi oluyor, ortalık çömezlere kalıyor, devlet saçma sapan bir politika izliyor ama her hastanede bilgisayarlı sistem var diye “yess bee” diyoruz. dün duydum, aile hekimi olmuş birinin bir yakınından. istanbul dışı bir şehirde, bir kasabada aile hekimliği yapıyor. bunların tarama görevi varmış. gidip bir köyde sağlık taraması yapacak. bunlar gidiyormuş, muhtara soruyorlarmış “var mı bir sıkıntı” diye. muhtar “yok yok” deyince de taramayı yapmış bir şekilde geri dönüyorlarmış. bunu da keyifle anlatıyor “valla çok boş vaktimiz var keyfim çok yerinde” diye. ulan bir tane de idealist insan olmaz mı, girsin evlere zorla sağlık taraması yapsın. yok. türkiye’deki temel sıkıntılardan biri idealist insan olmaması da değil, herkes idealist olmak zorunda da değil. temel sıkıntı idealist insan sayısının nüfusa oranının çok çok düşük olması. yoksa güzel insanlar var ama nüfusa oranı çok düşük.
şimdi şunu tekrar yineleyeyim: teşhis uzmanlığı asgari ölçüde tüm doktorlarda olmalı. kendi alanı olsun olmasın, doğru yönlendirebilmeli. hasta, hastalığıyla ilgili doğru yeri nokta atışıyla kendisi bulmak zorunda değil, sen yönlendireceksin. ilk seviyede ulaştığım doktorun bir rehber gibi davranma zorunluluğu var. bunu doktorun kendisi değil, eğitim sisteminin revize edilerek aşılanması gerekir. -
ekşi sözlük
ya arkadaş kafayı yiyeceğim. bugün debe'de stevemcqueen’in talepleriyle dolu entry’sini okudum. yok efendim “özür dilesin. tüm görevlerinden istifa etsin. sözlüğün tüm geliri yazarlar arasında pay edilsin” falan filan. bu nasıl kezbanlık anlamıyorum. stevmcqueen de hoş adamdır, severim de ama nedir abi bu ya, kaç yaşında adamsın. uzlaşmak bu mu?
beri yandan otisabi ayrı kezbanlık yapıyor “şunu yaptın mı? yok. cevabın var mı? yok. öteyi beriyi ettin mi? yok. onu bunu verdin mi? yok. bir yıldönümümüzü önce sen hatırladın mı? yok. ben senin anneni her anneler gününde aradım. sen benimkini aradın mı? yok.” n’apıyorsun abi ya? bir sevgili tripleşmesine girmiş tüm akil tayfa, o ona küsüyor, o ona trip atıyor. otisabi’nin burada yaptığı tam 99 ekşi sözlük çocuklaşması. muhatabını suçlamalarla, sarkastik ithamlarla oyuna çekecek, muhatabı cevap verecek, sonra o ona cevap verecek. karşılıklı laf sokuşacaklar. “ooo o nasıl ayar verdi, ooo bu nasıl ayar verdi. sen ayar vermedin, ben ayar verdim.” ne gerek var efendim bunlara. hobi olarak yine yap da şurada iki dakika ciddi konuşuyoruz. ki otisabi’yi de severim, çıksa şurada akılcı bir şekilde sorun tespit etse, sorun üzerinden çözüm fikri sunsa mis gibi rasyonel bir çözüm üretme zemini oluşacak.
kanzuk zaten iktidar partisi gibi davranıyor, stevemcqueen çıkmış hdp’cilik oynuyor, otisabi tam bir muharrem ince. en çok şukuladığım yazar olan immanuel tolstoyevski mansur yavaş gibi zaten, kendini savunuyor sonra da kendine yönelik yapılan eleştirileri bertaraf etmek için azıcık nalına vuruyor. ssg olmuş abdullah gül, kalpleri ısıtan munis tavrıyla övüyor da övüyor. ya kardeşim, kaç yaşında adamlarsınız, elle tutulur, azıcık kırıntı mahiyetinde bir rasyonellik bile yok yaklaşımlarınızda ya. bütün refleksleriniz duygusallıktan öte gidemiyor. rica ediyorum, uzlaşmak bu değil. uzlaşmak sadece talep öne sürmek değil. suçlamak değil. tripleşmek değil. kendini savunmak değil. uzlaşmakta sen, ben yok, sorunlar var, somut meseleler var.
sen boşanıyor musun da “benden özür dileyeceksin. pılını pırtını toplayacaksın. kedi de bende kalacak” filan diye ağlıyorsun. yapmayın abi bunu. bir kriz anını resmen “vurun abalıya” durumuna çevirdiniz. kanzuk’u kişisel ihtilafımdan dolayı sevmiyorum ama siz de işin bokunu çıkardınız.
adam olaylardan beri çıkıp, adım atacağına dair bir sinyal vermişken, bu meseleleri çözmeye dair bir vaat vermişken, bunu medeni bir tartışma ve uzlaşma zeminine çekebilecekken, tam tipik türk siyasetinin uzlaşmadan uzak, rasyonellikten uzak, tamamen tek taraflı kazanıma odaklanmış çirkin kavga zeminine çektiniz olayı. istem inönü yerine stevemcqueen’i gönderseydik lozan’a sıçmıştık yani. “ingiltere, mingiltere özür dilesin. türkiye’den çekilsin. yunanı da yanına alsın. on iki adaları bıraksın. londra da bizim olsun. bundan sonra dünya üzerinde bir karara varılacaksa önce türkiye’ye sorulsun.” vallahi bravo yani abi.
bakın. yapacağımız şey basit. suçlamalardan, saçma sapan duygusal isteklerden, saçma sapan kezban tripleşmelerinden uzak durarak önce sorunları tespit ediyoruz. böylece bu tartışma zeminini nedensel bir çatıya oturtuyoruz. bu tespitlerle altlığımızı oluşturduktan sonra, bu sorunları nasıl çözebileceğimizi tartışıyoruz. ardından da bununla ilgili, anlaştığımız konuları, ya da anlaşmayla alakalı bir durum söz konusu değilse, fikir birliğine vardığımız çözüm yollarını devreye sokuyoruz. dolmabahçe görüşmesine çevirmiyoruz işi.
nedir o zaman sorunlar?
1) kullanıcı sözleşmesinin tutarsız ve kullanıcı aleyhinde olması
sözleşmenin kullanıcı aleyhinde olması, hukuki açıdan bir sorun teşkil edebilecek olmasına rağmen, ileri vadede kullanıcının markaya olan inancını zedeleyecek ve ekşi sözlük’ü internetin tozlu sayfalarına gömebilecektir. her ne kadar butik bir işletme olsa da, ekşi sözlük kullanıcı tarafından doldurulan bir yer olduğu için, kullanıcı memnuniyeti en üst seviyede olmak zorundadır. bu yüzden kullanıcı sözleşmesi yenilenmelidir, hukuk dışı ve kullanıcı aleyhinde olmamalıdır.
bu konuyla alakalı kanzuk başlığında, şahsi fikrime göre sözleşmede tutarsız ve hukuk dışı olan konuları belirttim. (bkz: #59021394) bu konuyla alakalı hukukçu arkadaşlar ve bir halkla ilişkiler uzmanının oturup çalışması gerekir.
2) içeriği üreten yazarların hiçbir surette gelir elde edememesi
içeriğin yakıtı motivasyondur. en önde gelen motivasyon ise paradır. paraya dönüşmeyen hiçbir içerik süreklilik arz edemez. unutmayalım ki dostoyevski’ye en iyi işlerini yazdıran da paradır. bu yüzden içeriğin kalitesini artırmak ancak ve ancak güzel bir gelir modeliyle sağlanabilir.
bu konuyla alakalı fikirlerimi, neler yapılabileceğini, nasıl yan ürünler oluşturulup, reklam birim ücretlerini artırarak yazarların da gelir modeline dahil edilebileceğini ekşi sözlük başlığında yazdım. (bkz: #59049037)
bu yazıda debe’nin bir tescilli ürün olması hasebiyle, daha değerli olması gerektiğini, debe’ye alternatif olarak sadece istatistiki değeri olan en çok şukulananlar, en çok fav’lananlar listesinin de olması gerektiğini, debe’nin farklı bir algoritmayla “yarramiyo” bakınızlarından kurtulup, rafine, kaliteli bir ürün haline getirilerek daha pahalıya satılabileceğini ve bu sayede debe’ye giren yazarlara telif ücreti verilebileceğini söyledim.
yani kanzuk’un hoşuna gidecek tabirle range rover satıyorsun. hem full dinamik paketi var, hem daha alt paketi var. böylece “20 bin fazla vereyim ama full olsun” diyeni de “gerek yok 20 fazla vermeye, o özelliği işime yaramayacak” diyeni de çekebiliyorsun. hem görece kalitesiz, hem daha üst ürünü müşterilerine sunuyorsun ve bu içeriği dolduranların da emeğinin karşılığını veriyorsun.
yazar arkadaşlarımızdan paul muaddib çok güzel bir formül hazırlamış. bana mesaj vasıtasıyla gönderdi. şu linkteki excel tablosunda gelir dağılımıyla alakalı türetmiş olduğu formülü görebilirsiniz: https://drive.google.com/…vgvqckk/view?pref=2&pli=1
paul muaddib’in formülünü beğendim. tabi bir finans uzmanı bunu optimize etmelidir ama mantık olarak hoşuma gitti. buradaki tek farklı düşüncem, bu formülün gelir için değil debe listesine girecek entry’lerin seçimi için uygulanması. yani referansı yüksek olanın oyuyla, referansı düşük olanın oyu bir olmamalı. sonuçta bu bir genel seçim değil, estetik kaygısı olan da bir derleme eser ortaya çıkarıyorsun debe ile.
3) ekşi şeyler
2’inci maddede yazdıklarımın çoğu burası için de geçerli. yine debe gibi, farklı görselde bir featured content oluşturursun ve buraya giren eserlerin sahibi belli bir pay alır.
4) tema değişikliği
yeni tema ile ilgili kullanıcı geri dönüşü çok olumsuz oldu. bu olumsuzluk ve devamındaki olumsuzlukların çığ gibi büyümesi toplu kullanıcı terkine sebep oldu.
5 numaralı sorundaki çözüm önerisi ile bu işe başlanmış olsaydı çok daha olumlu tepkiler alınabilirdi. en azından şu anda sözlüğün bir yerine bir ay boyunca orada kalacak bir anket kutucuğu konulup kullanıcılara yeni anketi nasıl bulduklarını ve anketin sonucuna göre düzenlemelere gidilebileceğini söyleyebilirsin. “sevdim. sevmedim. sevdim ama iyileştirilebilir. sevmedim ama iyi hale gelebilir” diye dört şıktan kendine bir ay sonunda güzel bir istatistiki değer çıkarabilirsin. ankete oy vermeyi de mükerrer olmayacak şekilde oyunu değiştirebilir hale getirirsin.
5) ekşi sözlük’ün iletişim sorunu
iletişim, halkla ilişkiler ciddiye alınması gereken bir iştir. özellikle yöneticilerin çok fazla göz önünde olmaması, onun yerine bu işi yapan bir ekibin olması hem görüntüyü daha profesyonel kılar, hem de kullanıcı ile daimi bir iletişim içinde olunması kullanıcıdaki sadakati artırır.
ssg’nin de zamanında yaptığı gibi, kanzuk iplikçi kadının götü gibi sürekli konuşmamalıdır. çok ciddi bir halka ilişkiler sorununuz var beyler. şunu da unutmayın, bütün dünyaya da genelleyebiliriz ama bizde daha had safhada olan bir yönelim var: gizemli adama duyulan hayranlık.
var mısın yok musun’daki hamdi bey olsun, arkadaşım hoş geldin’deki yönetmen olsun, fuatavni olsun, gizemli kişiye karşı duyduğumuz bir hayranlık var. sen vırt gel ağızlı olmasan da, arada bir konuşsan, çok nadir, ay tutulması nadirliğinde ve girdiğin konular zuckerberg’inki gibi işinle alakalı değil de geneli ilgilendirecek konular olsa çok daha fazla saygı görürsün. sen niye hem başbakan, hem başbakan yardımcısı, hem içişleri bakanı hem de hükümet sözcüsü olmak istiyorsun ki? özeniyor olabilirsin de, o bile bu kadarını istemedi.
bul iyi bir halkla ilişkiler uzmanı. iletişimi o yönetsin. sen belli ki anlamıyorsun bu işten ve zarar görüyorsun. belki de iyi niyetlisin ama bunu anlatamıyorsun. sen girme o topa.
bak mesela şu son sürecin bu kadar büyümesinin en büyük sebebi iletişimi hatalı kurman.
golden circle diye muhteşem bir iletişim tekniği var.
rahmetli steve jobs’un iphone’u böylesine bir marka yapmasının arkasında yatan en büyük unsurların başında gelir bu teknik.
nedir golden circle?
https://thundafund.files.wordpress.com/…-circle.png
golden circle içten dışa çıkan, daha güzel ifadeyle detaydan genele çıkan bir iletişim stratejisidir. ürünü satmak için önce kişide motivasyon yaratmak gerektiği savıyla yola çıkar.
üç soru vardır bu stratejide.
neden, nasıl ve ne?
bu stratejiye göre önce neden ile başlarsın. bu ürünü neden yaptığını anlatırsın. sorunları dile getirirsin, altlığını oluşturursun ve insanları önce anlattığın konuların gerçekten sorun olduğuna ikna edersin.
ardından nasıl kısmına geçersin ve bu sorunları çözmek için nasıl bir yol izlediğini anlatırsın.
ve finale geldiğinde anlatmana değecek çok fazla bir şey kalmamıştır. ne sorusunun cevabı zaten bellidir. tüm bu sorunları ortadan kaldıracak senin ürünün.
steve jobs çıkar “insanlar yol bulamıyordu, adres bulamıyordu, konuşurken mail atamıyordu. bu şöyle soruna yol açıyordu, böyle soruna yol açıyordu” diye seni ikna eder. “bak yol bulmak için şöyle bir şey yapılabılır” der yolunu gösterir ve “ahanda yol bulmak için işte biz bu iphone’u yaptık” der ve sen onu alırsın. iphone’dan daha iyi telefonlar “amanda şöyle süper bir telefon yaptık, bak şöyle özelliği var” diye lafa başlar ve gerisi gelmez. çünkü ne yaptığının değil, neden yaptığının bir önemi vardır.
sen şimdi daha ilk gün kalkıp “ya bütün dünya kullanıyor bu temayı arkadaş, böyle bir şey olabilir mi? çağa ayak uydurmakta herkes zorlanıyor” zaten diyerek yaptığının üstüne tüy diktin. bu çok yanlış bir iletişim yöntemi.
sen kalkıp neden beyaz yaptığınla alakalı kendini de ikna edecek bir altlık oluştursaydın, atıyorum “arkadaşlar yaptığımız araştırmalarda beyaz dışındaki renklerle kurulan sitelerin gözü bozduğunu öğrendik. al bak araştırma” diye link bile verseydin mesela ya da eski tasarımda nelerin çok yanlış, kullanıcıyı rahatsız eden özellikler olduğunu söyleseydin, sonra bunun için ne yaptığını anlatsaydın ve en sonunda “tüm bunları göz önünde bulundurarak yaptığımız çalışmalar sonucunda bu yeni temaya geçtik” deseydin çok daha az tepki alırdın.
sana tepki geldiğinde tüm tepkileri kabul edip, bunları özümseyip, bunlardan yola çıkarak bir cevap verseydin krizi yönetebilirdin. tekrar söylüyorum, bu krizi bu şekilde sen yönetmek zorunda değilsin, yanına al bir uzman halkla ilişkilerci, tüm bu iletişim stratejini o belirlesin.
el netice; (şahsi fikirlerdir) proje bazlı bir finans uzmanı bul, gelir ve debe modeli belirle.
daimi halkla ilişkilerci bul, yeni bir iletişim stratejisi belirle. hatta mümkünse şu komikli şeylerden kurtul. halen giriş yapmaya çabala filan yazıyor ya, komik misiniz nesiniz.
yeni sözleşmeyi halkla ilişkilerciyi de işin içine katarak hazırla.
bu kadar yani. bu konularda da insanların fikrini almaktan çekinme abi. kanzuk’u sevmiyorum ama bu konuda fikri olarak ortaya atabileceğim bir şey varsa, geri de durmam. ekşi sözlük’ü seviyorum çünkü ve buradan dolaylı maddi ve manevi kazanımlarım oldu. tüm bunların dışında özel bir işletme olsa da bu platformun kamunun yararına olduğunu düşünüyorum. o yüzden kamu yararı gözeterek, burayı herkes için iyileştirmek adına elimden geleni yaparım.
aklı çalışan, kodaman sözlük ağabeyleri de kezban gibi tripleşmeyi bitirse, linç primitifliğinden kurtulsa, şuraya fikir atsa da, şu iş karşılıklı uzlaşmalı, katılımcı bir akılla çözülse. -
ekşi sözlük
ekşi sözlük için barışçıl ve katılımcı çözümü, durum değerlendirmesini ve uygun bir gelir modelini örnekleyerek anlatacağım.
ona geçmeden önce kanzuk’un dün yaptığı açıklamayı bir iyi niyet göstergesi olarak görmenin uzlaşma için gerekli olduğunu belirtmek isterim. bir adım atılmıştır ve ilerleyen süreç içinde bu adımın şu anda nazarımda gözüktüğü gibi bir iyi niyet taşıyıp taşımadığı da netleşecektir. otisabi dün güzel yazmış yazmasına ama bu gibi durumlarda uzlaşmak için bir adım atan muhataba yüklenmenin çok akılcı olduğunu düşünmüyorum. uzlaşı karşılıklı tavizle gerçekleşir, tek taraflı tavizle değil. yine de henüz atılmış bir adım yok, sadece atılacağına dair söz var. rahmetli demirel de zamanında herkese iki anahtar, bir de inek vereceğini söylemişti. bizim halen ineğimiz yok. sütümü marketten alıyorum.
şimdi basitçe ve kısaca örneklemeye geçelim. ekşi sözlük ali olsun, yazar da veli.
veli bir bakır tencere ustası. haberlerde gördüğümüz tiplerden. unutulmaya yüz tutmuş bir zanaatla iştigal ediyor ve ahaber’den bir muhabirin kendisiyle bu unutulan değerimiz üzerine röportaj yapmasını bekliyor. ali’nin de bir dükkanı var. dükkanında envai çeşit ıvır zıvır satıyor.
veli yaptığı bakır tencerelerini ali’ye veriyor ve dükkanının vitrinine koymasına izin veriyor.
ali, bakır tencereleri vitrinde görüp gelenlere dükkanında satılık olan diğer ürünlerini sunuyor. (banner, tam sayfa reklam ve sair tanıtım ürünleri...)
olay bu. ekşi sözlük bu.
ali bir yer sağlayıcı, bir galeri.
şu anki durumda ali şöyle davranıyor: veli’den tencereleri alıyor ve vitrine koyuyor. veli’nin tencerelerini “kardeşim ben bunları satıyorum, benim dükkanımda yani bu” diyor ve satıyor. bu tencerelerden memnun olmayan birine “kardeşim bunu veli yaptı, git ona söyle” diyor. tencerelerle ilgilenen ve bir şube açıp bunları orada da sergilemek isteyen hatta satmak isteyen birine de “kardeşim, yetkili benim, tamam ben izin verdim” diyor. ali kaypak, ali şark kurnazı, ali çıkarcı. ali gibi olmayın.
ali, veli’nin tüm tencerelerini dilediği gibi satmak istiyorsa, tüm bu tencerelerin parasını veli’ye vermek zorunda. ya da ürün gamına veli’nin ürünlerini de eklemişse, ürün satıldıkça veli’ye payını vermek zorunda. eğer ali, veli’nin sürekli ona ürün üretmesini istiyorsa, ona aylık belli bir ücret verebilir ve karşılığında mesela en az 20 tencere isteyebilir. bu durumda veli, ali'nin maaşlı çalışanı olur. (onedio editöryası)
eğer ki, ali, veli’ye sadece vitrinini sunuyorsa ve içeride yine kendi ürünlerini satıyorsa ve bir müşteri gelip illa veli’nin tenceresini almak istiyorsa ali bunu önceden bu konuda sözleştiği veli’nin rızasıyla satıp veli’ye karşılığını vermek zorunda.
yani veli, ali’ye dükkanını kullandığı için borçlu değil çünkü ali “gel kardeşim, dükkan senin” demiş.
ali, veli’nin tencerelerinin sahibi değil çünkü tencereleri veli üretmiş.
ali, dükkanına gelen müşterilerine veli’nin rızası olmadan veli’nin tencerelerini satamaz.
veli, tencereleri sadece ali’nin dükkanında duruyor diye de ali’den para talep edemez.
ali, veli’nin tenceresini sattıkça, satıştan veli’ye de pay vermek zorunda. (dergilerdeki telif sistemi. para, yazı yayınlanırsa ödenir.)
ali, veli’nin tencerelerinin hepsini onun rızasıyla ondan alıyorsa, tüm bu tencerelerin sorumluluğu artık ali’dedir. ali en fazla veli’ye, tencereyle alakalı bir sorun oluştuğunda, hesap sorabilir, suçu ona atamaz. yani bu hesaplaşma sadece ikisinin arasındadır, müşteri bazında ise müşteri ile ali arasındadır.
ali, veli’nin tencerelerini sadece sergiliyorsa tencerelerdeki sorunla alakalı sorumlu değildir.
veli’nin tencerelerini sadece sergilemek, ali’yi “servis sağlayıcısı” yapar.
veli’nin tenceresi, mehmet’in cezvesi, ahmet’in çaydanlığıyla bir paket yapıp satarsa, ali bir “derleme eser” oluşturmuştur.
veli’nin tenceresini, bir de bağcılar’da yeni açtığı şubede satmak ya da sergilemek isterse, ali bir “yayıncı” olmuştur.
ali bu bağlamda, ne olduğuna ve neler yaptığına karar vermelidir.
ali hem bir galeri, hem bir yayıncı, hem de derleme eser olamaz. yani bir insan hem bar, hem bira, hem de mekanda çalan şarkı olamaz, murat boz ft. gülşen – iltimas.mp3 olamaz. elmalarla, armutlar ya... ilkokul meseleleri bunlar. bunların hepsini bir arada olamazsın arkadaşım.
ancak şu olabilir: ali bir yer sağlayıcıdır. galerisinde derleme eser de satar. ali galericiliğin yanı sıra yeni bir iş olarak yayıncılık da yapmaya başlayabilir. bunların her birinin farklı hukuki sorumlulukları ve altlıkları vardır. yani ali bir derleme eser asla olamaz ancak derleme eser oluşturabilir. bunu da çok güzel bir gelir modeliyle sunup, ortaya harika bir iş çıkarabilir.
nasıl?
burada herkesin yazdığını satmaya değer ürün olarak görmeye gerek yok. ekşi sözlük’ün çer çöp dolu olduğu konusunda hemfikir olmayan yok gibi. çer çöp yazan bile bu konuda hem fikir, nasıl oluyor anlamıyorum.
bak mesela, senin sol frame’de bir tescilli ürünün var. nedir adı? debe. yanında tm yazıyor hatta, o kadar tescilli.
şimdi bu senin featured content’in aslında, öyle değil mi? hah. senin derleme eserin sadece bu; debe.
debe’ye giren yazılar için bir yüzde belirlersin, bir algoritma yazarsın ve debe’nin maddi bir karşılığı olur. çünkü sen de bu tescilli ürününden para kazanıyorsun. bu derleme eserini benim yazımla dolduruyorsun. amma velakin bu güzel ürünü öyle kötü tasarlamışsın ki, dünün en beğenilen entry’leri listesi, “bkz: şuradan siktir git”lerden, “onların hepsinin ağzını yüzünü sikeceksin”lerden geçilmiyor. şimdi bunu yazan adama da mı gelirden yüzde yazacaksın? saçmalama. otur, doğru düzgün bir algoritma yaz, ekşi şeyler’le uğraşacağına, elindeki hazır ürünü adam et, içinde rafine, kaliteli yazılar olsun, debe ürününün marka değerini artır, oraya aldığın reklamların böylelikle birim fiyatını artır ve orayı dolduran insanlara da bundan bir pay ver.
karından mı eksilmiş olacak? eğer düzgün bir algoritmayla, gerçekten takip edilmek istenen günlük, güncel bir liste çıkarırsan, orayı dolduranlara pay vermene rağmen karından eksilmeyecek. çünkü kalite ve talep arttıkça reklam birim fiyatını artırabileceksin. unutma ki, sen facebook değilsin, olamazsın da. facebook minimal rakamlarla reklam işini yürütüyor olabilir ama sen butik bir işletmesin. bu butik işletmenin de hakkını ver, sünmüş, sulu peynir koyacağına müşterinin önüne, güzel, yağlı bir keçi peyniri koy, bir gouda koy, bir long blanc koy ki kaliten belli olsun. sen bununla var oldun, bununla ayakta kalabilirsin.
ekşi şeyler’de oluştur bir featured content çatısı. artık manşet mantığında mı yaparsın, başka bir formül mü bulursun, en çok okunanlardan, paylaşılanlardan bir görsel başlık mı bulursun? burada, “ekşi şeyler’de entry’m paylaşılmasın” dememiş olan, entry’si paylaşılan insanlardan oluşturduğun içeriği de damıtmış ol ve feature ettiğin content’in gelirinden pay ver.
eğer sen gelir ve reklam modelini akılcı ve çağa uygun hazırlamazsan batarsın abi, bu kadar net. sen müşterine neden alternatif sunmuyorsun? ne yapıyor iyi tüccar? satmak istediği ürünün yanına, kalite olarak kötüsünü koyuyor, bu x lira, bu 2x lira diyor. debe’yi sen rafine, kaliteli bir liste haline getir, yanına istatistik listelerini de koy alternatif olarak, biri dünün en çok şukulananları, biri de en çok fav’lananları olsun “şurdan siktir git”i görüp “ulan ne gırgır şamata adam ne laf sokmuş” diyen adam da mutlu olsun, ona ulaşmak isteyen reklamveren de mutlu olsun, debe vasıtasıyla kaliteli içeriğe sponsor olmak isteyen müşteri de, o içeriği okumak isteyen adam da mutlu olsun. alternatif üret, herkesi mutlu et. hep olmak istediğin facebook ne yapıyor? bir sürü reklam seçeneği var. mesela sayfanı boost edebiliyorsun daha cüzi bir rakama, ya da post’unu boost edebiliyorsun. ama genel temayüle baktığında, parayı harcayacak olan adam “ya boşver sayfayı, post’u boost edelim biraz daha fazla para verip, hem post görülsün hem de o sayede sayfa da gözükmüş olur, her türlü kara gireriz” diyor. alternatif sayesinde sana para harcatıyor. şimdi tabi eşeğin aklına karpuz kabuğu da düşürüyoruz böylelikle ama ben taviz veriyorum, sen de taviz ver, sana para kazandıran içeriği hazırlayan adama hakkını ver. inşaatçı gibi davranma, butik bir işletmenin kaliteli sahibi gibi davran amk. dürümünü ye, yeme demiyorum ama hobi olarak ye.
yani sonuç olarak;
1) herkese para vermemiş oluyorsun.
2) editöryal ve kullanıcı bazlı bir damıtma yapıp rafine bir ürün sunuyorsun ve marka değeri oluşturuyorsun. bu sayede reklam birim fiyatını artırıyorsun. üstelik alternatifler üreterek müşteriye farklı para harcama yöntemleri sunuyorsun ve müşteri sayını da artırıyorsun.
3) “hani bana para” diyene de “kardeşim iyi yaz, sen de kazan. iyi yazan parasını alıyor. ayrıca parayı kime vereceğimi ben belirlemiyorum, millet belirliyor milleeeet” diyorsun ki “millet belirliyor” deyip sandığı işaret ederek tam olarak mantalitene de uygun ve aynı zamanda adil davranıyorsun. bu işin eser gelirini de en sorunsuz ve en adilane şekilde modelleyerek prestijini de yukarıya çekiyorsun.
bu sistemde kim zararlı çıktı? kimse. kim kazandı? ekşi ve emek gösteren her yazar.
ve şunu netleştirmiş olalım: ekşi sözlük bir yer sağlayıcı. bunu kesinlikle sözleşmede belirtmek zorunda. yer sağlayıcı olarak içerikler üzerinde hiçbir hakkı yok. ancak, debe ya da ekşi şeyler birer derleme eser. bu derleme eseri doldurmak için de dolduracağı ürünleri hak sahiplerinden muvafakat ederek almak ve karşılığını vermek durumunda.
ekleme: mesela debe için yazılabilecek yeni algoritamda beğenenlerin karma puanlarını da bir hesaplama değeri olarak al. beğenenlerin beğenilme oranını da bir hesaplama değeri olarak sun. rafineleştirmek için alabileceğin tüm değerlerden bir ortalama puan çıkar, ortaya kaliteli bir derleme eser, debe çıksın. yanına iki tab daha koy, dünün en çok şukulananları, dünün en çok fav'lananları. herkese yönelik içerik çıkardın, oldu bitti. bunlar basit meseleler. -
ekşi sözlük sözleşmesindeki mantık hatası
hukuk, vicdan ve etiğe aykırı bir hatadır.
bu, ekşi sözlük'ün nasıl bir nobranlık ve gasp mantığıyla işletildiğini, bir ihaleden voleyi vurmuş taşeronlardan hiçbir farkı olmadığını göstermektedir.
konuyla alakalı kanzuk bey'in başlığı altına fikir ve sanat eserleri kanunu'nun ilgili maddelerine referanslarla daha geniş ve karışık bir yazı yazdım. ilgilenen bakabilir: (bkz: #59021394)
göze çarpan ve sözleşmenin kullanıcıyı bağlamamasına sebebiyet verecek hata hata ekşi sözlük'ün kendini tanımlamadaki kaypak ifadeleridir.
sözleşmeye göre ekşi sözlük ilk olarak kendini servis sağlayıcı olarak tanımlamaktadır. bu tanıma göre, yargıtay'daki emsal kararlara göre ekşi sözlük'te paylaşılanlardan hukuki olarak mesul değildir.
aynı sözleşmenin telifle ilgili bölümünde ekşi sözlük kendini derleme eser olarak tanımlamaktadır. bu tanıma göre, bir ansiklopedi, antoloji gibi bir hüviyete bürünerek, yayınlanan eserleri, eserlerin hakkı sahibinde olmak üzere yayınlamaktadır. yani eserlerin yayıncısı olarak kendini tanımlamaktadır.
aynı sözleşmede yorumsal farklılıklar kullanarak, telifini yazarlara bırakmasına rağmen, fikir ve sanat eserleri kanunu'nda hiçbir şekilde lehine yorumlanamayacak bir şekilde eserlerin yayınını süresiz ve bedelsiz olarak lisanslamaktadır. yani buradan eserleri, sahibinden tüm haklarıyla devraldığı sonucu çıkmaktadır. bu da fsek'e aykırıdır, zira hiçbir eser sahibiyle arasında yazılı muvafakat bulunmamaktadır.
ekşi sözlük yönetimi, kaypaklığı bir yöntem olarak tercih etmiş ve lehine olacak her yerde kendi tanımını değiştirmiştir. sözleşme içindeki bu tutarsızlık, bu sözleşmeyi tamamen hükümsüz kılmaktadır. zira sözleşme kullanıcının aleyhine büyük bir art niyet içermektedir. bu art niyet dolu sözleşme maddi ve manevi tazminat hakkı doğurur, zira eser sahibi aldatılmaktadır.
sözleşmenin, kullanıcının tamamen aleyhine yönelik bir şekilde değiştirilmesi de büyük bir art niyettir ve hiçbir emsal karar bu durumda ekşi sözlük'ün lehine değildir.
akıllı adam öncelikle nerede durduğunu, ne olduğunu bilir. çıkarına göre adını değiştirmez. -
kanzuk
hukuka, vicdana ve etiğe aykırı davranan medya patronu. bu aykırılıklar bugünün türkiye’sine uygun olabilir ancak dinamizmini şu anki avamlığından sıyırırsak, 16 sene öncesinin türkiye’sine aykırı zihinlerle, fikirsel protestolar ve teatilerle sağlamış ve büyümüş olan bu platforma zarar vermektedir, vermeye devam edecektir.
size kendisiyle ilgili kısa bir anımdan bahsedeyim, sonra da çok özetle yaptığı hukuksuzluğu özetleyeyim ve bunun neden tazminat davalarıyla başlayabilecek bir ekşi sözlük iflasına yol açabileceğine çok kısaca değineyim.
sene 2007. gününü hatırlamıyorum. o zaman boxer dergisinde yazarlık yapıyorum. işteyken babam aradı ve hemen eve gelmemi söyledi. eve polisler gelmiş ve beni soruyorlarmış. aralıklı tırsmalar eşliğinde eve gittim. bilmiyorum da niye gelmişler, ne diye evi basıyorlar. eve vardım, baktım iki tane polis, bir tanesi kötü polisi oynuyor herhalde. aralarında bölüşmüşler, ben iyiyi oynarım, sen kötüyü oynarsın diye. kötüyü oynayan bana “ekşi sözlük’le ne alakan var lan senin?” dedi. “yazıyorum orda” dedim. “sen orada yazılanları niye çaldın o zaman?” dedi. ulan anlamıyorum, neyini çalayım ekşi sözlük’ün, bilezik mi amk bu? “evdeki tüm bilgisayarları alacağız. sana haber verdiğimizde gayrettepe’ye gel ifade ver” dedi. bilgisayarlar incelenecekmiş, suç unsuru bulunursa ayvayı yemişim, falan filan. pc’yi, laptop’ı aldılar gittiler, bir de arabaya kadar bana taşıttılar.
sonra evde yaşanan çocuk terörist mi oldu eğilimli panik havasını es geçiyorum. tanıdıkları filan aradık, bilgisayarın incelenmesinin hemen o gün yapılmasını sağladık ve ertesi gün gayrettepe’ye gittim. bir tane amir var, onunla konuşuyorum. onun bana özetlediği kadarıyla konu şu. o dönemler yönlendir diye bir internet sitesi vardı. eksisozluk.com.tr.tc adresi, yönlendir üzerinden sozluk.sourtimes.org’a yönlendirilmiş. yönlendiren bilgisayarın ip’si de bizim evdeki bilgisayarınmış. diyorum ben yapmadım, bilmiyorum, hakikaten de bilmiyorum.
düşünüyorum, kim yapmış olabilir diye, kardeşim mi, eve gelip giden komşu çocuğu mu? yok yani, bilemiyorum. amir de hem ifademi alıyor hem de dosyayı hemen kapamak için bana zarf atıyor. “bak, zaten bilgisayardan suç unsuru çıkmadı. hiçbir içerik kopyalanmamış. yaptıysam yaptım de, zaten sonucunda bir şey çıkmaz, suç unsuru yok çünkü” diyor. “ya amirim vallahi bilmiyorum, düşünüyorum çıkamıyorum işin içinden” diyorum. sonra ifadeyi öfleye pöfleye benim dediğim şekilde aldı ve bilgisayarları kucağıma sıkıştırıp gönderdi. sonraki günlerde ben işi kurcaladım ama kimin yaptığını nerden bulayım?
ondan sonra şikayetçinin başak purut olduğunu gördüm ve ekşi sözlük avukatı olan nam-ı diğer kanzuk’a ulaştım. olayı anlattım, benimle alakası olmadığını, bilgisayarda da zaten suç unsuru sayılacak içeriklerin hiçbirine rastlanmadığını ve davanın takipsizlikle sonuçlanacağını söyledim ve şikayeti geri çekmesini rica ettim. kendisinin bana kelimesi kelimesine olmayabilir ama özetle söylediği şu oldu: “dava masraflarını ve artı şu kadarı öde, şikayeti geri çekelim.”
kanzuk, işte bu. para vermedim, dava iki seneye yakın süre sonra takipsizlikle sonuçlandı. yani para hırsı, burada da kendisine daha fazla para kaybettirdi.
gelelim sözleşmeye. çok basit ve hızlı geçeceğim.
ekşi sözlük, kullanıcı sözleşmesindeki “ekşi sözlük, kayıtlı kullanıcılarının içeriklerine yer sağlayıcılık hizmeti veren bir internet sitesi olup” ifadesiyle kendini sadece bir yer sağlayıcı olarak tanımlamaktadır. yani bu bağlamda bir blog’dan farkı yoktur.
yine aynı kullanıcı sözleşmesinde “oluşturduğunuz içerik tüm sorumluluğu size ait olmak üzere ve hiçbir ön denetime tabi olmadan yayına girdiğinden, oluşturduğunuz içeriğin hukuka aykırı olmadığından lütfen emin olun” ibaresiyle hukuki sorumluluğu içerik oluşturucusuna bırakarak, yayıncılık, dolayısıyla sorumluluk ilkesini üzerinden atarak sadece ve sadece bir yer sağlayıcı olduğunu tekraren kesinleştirmektedir.
kullanıcı sözleşmesinde geçen şu ibare “ekşi sözlük’te oluşturduğunuz/yayınladığınız içeriklerin telif hakları size aittir. bu nedenle ekşi sözlük’te yayınlandığınız içeriğinizi (entrylerinizi) ticari maksatla dahi dilediğiniz şekilde derleyip, kullanabilirsiniz. ancak ekşi sözlük'te yayında olan içeriklerinizi internet üzerinde başka bir sitede daha yayınlamanız halinde ekşi sözlük’e aktif link vermeniz gerekmektedir. ekşi, sourtimes, ekşi şeyler ve ekşi sözlük markalarının kullanımı ise ekşi teknoloji’nin yazılı iznine tabidir.
telif hakları size ait olmakla birlikte, ekşi sözlük’te yayınladığınız tüm içerik için ekşi teknoloji’ye çoğaltma, kopyalama, işleme ve basılı ortam, radyo-televizyon, uydu ve kablo gibi telli veya telsiz yayın yapan kuruluşlar vasıtasıyla veya internet ve sair dijital iletim şekilleri de dahil olmak üzere işaret, ses ve/veya görüntü nakline yarayan araçlar ve sair her türlü araçla yayınlama hakları dahil olmak ancak bunlarla kısıtlı kalmamak kaydıyla tüm mali haklarını hiçbir coğrafi sınırlama olmaksızın, süresiz ve bedelsiz kullanma hakkı(lisans) vermektesiniz” fikir ve sanat eserleri kanunu’nun 49’uncu maddesine aykırıdır. 49’uncu maddeye göre bir eserin devren iktisabı için eser sahibi veya maliklerinin yazılı muvafakatının alınmasını şart koşar. yani sen kafana göre benim senin de söylediğin üzere sahibi olduğum içeriği, benim muvafakatımı yazılı olarak almadan sana ait olsa da başka bir mecranda yayınlayamazsın. yani şöyle düşün: kanal d’de yayınlanan akasya durağı’nı, cnntürk’te de yayınlamak istiyorsun, ikisi de senin kanalın ama cnntürk’te yayınlamak için türker inanoğlu’nun muvafakatını almak zorundasın. ayrıca yine fsek 52. maddeye göre eserlerin toptan devri diye bir durum söz konusu değildir, bu devir için yazılı muvafakat şarttır ve devre dahil olan tüm konular tek tek belirtilmelidir. yazarın yazdığı her şeyin devrini talep etmek ya da bunu belirtmek sözleşmenin aldatıcı, tek tarafa zarar verici olmasıdır ki, aynı şekilde haber vermeden karşı tarafın aleyhine olacak şekilde sözleşmede düzenlemeler yapmak da, aleyhte olan kişiyi bağlamaz, bağlamadığı da işçi-işveren davalarına kadar, birçok telif hakları ihlali davasında zarar gören kişinin lehine sonuçlanan davalarla da emsallidir. yargıtay kararları mali veya manevi haklara ilişkin yetki ve izinlerin tek tek verilmesi gerektiği üzerinde birleşir. yani sözleşmede bahsedilen tüm mecralarda yayınlama hakkı, bu konuda yazardan tek tek yetki ve izin alınmadığı için hükümsüzdür ve kanuna aykırıdır.
üstelik tüm bunların üzerine tüy diker gibi, esas konu, ruhsat ve lisans meselesidir ki, ekşi sözlük sözleşmesi tüm yazılanların bedelsiz ve süresiz olarak lisanslandığını söylemektedir. halbuki fsek’e göre ruhsat ve lisans sadece belirlenmiş haklar doğrultusunda alınabilir. yani süresiz lisans, süresiz ruhsat mevzuata aykırıdır, sözleşmeyi hükümsüz ve art niyetli kılmaktadır. art niyetli sözleşme manevi tazminat hakkını da doğurmaktadır. diyelim ki 80’inci maddeye göre komşu haklardan faydalanıp bunu yayınlıyorum diyorsun ve mantığa göre başka bir icracı, benim eserimi yorumlayacak ve sen hukuki olarak buradan sıyrılacasın. bunu yazıda nasıl sağlayacaksın? yani yazımın cover’ını yapıp bunu nasıl yayınlayacaksın?
işin en komik tarafı da ekşi’nin kendini derleme eser olarak tanımlamasıdır. derleme eser fsek 1. madde’ye göre tam olarak şudur: “özgün eser üzerindeki haklar saklı kalmak kaydıyla, ansiklopediler ve antolojiler gibi muhtevası seçme ve düzenlemelerden oluşan ve bir düşünce yaratıcılığı olan eser”. ama aynı maddede eser, gayet net olarak açıklanmıştır. yani sen derleme esersen, özgün eser üzerindeki haklar, yani benim haklarım saklıdır. sen servis sağlayıcıysan, nasıl derleme eser oluyorsun? yok sen bu kanun tanımaz sözleşmenle, kafana göre koyduğun maddelerle eseri sahiplenmiş, artık sahibiysen, nasıl servis sağlayıcısın? sen derleme eser misin, eser sahibi misin, servis sağlayıcı mısın? nesin sen ya? daha ne olduğunu bile anlatamamışsın sözleşmende, nerede ne senin lehine olacaksa o oluyorsun. hukuki açıdan sorumluluk almak istemediğinde servis sağlayıcı, telif açısından sorumluluk almak istemediğinde derleme eser, içerikleri kullanıp para cukkalamak istediğinde eser sahibi. bu kadar art niyet taşıyan bir sözleşme olabilir mi ya? bu nasıl bir ahlaksızlıktır, nasıl bir paragözlüktür? hepsini geçtim, 1999’daki ruhun bir parçası olan ssg nasıl böyle bir kirlenmişliğe, adaletsizliğe ve kanun tanımazlığa çanak tutar da ekşi şeyler’i över.
ekşi şeyler ne allah aşkına abi? bir de yazmış ssg, kanzuk’un yıllardır aklında vardı, gerçekleştirmesine çok sevindim diye. ne yılları ya? onedio’yu görmüş, bunda da iyi para var demiş, gitmiş aynısını yapmış, bir de hazır içeriği gasp ederek içini dolduruyor.
her neyse, sözleşmede ayrıca şu var:
“oluşturduğunuz içerikler ekşi sözlük’te yayında olduğu müddetçe ekşi teknoloji bu içerikleri başta ekşi şeyler'de olmak üzere, uygun gördüğü bütün ortamlarda kendi kullanımında olan markalar altında ve/veya diğer internet sitelerinde ticari amaçla kullanma hakkına sahip olacaktır. bunu engellemek için kullanılmasını istemediğiniz içeriği silmeniz veya hesabınızı kapamanız yeterlidir ancak bu eylemler sadece ileriye dönük olup, size daha önce yapılmış çalışmalardan entrylerinizin çıkarılması, telif ücreti talep etme ve benzeri bir hak vermeyecektir. daha önce yapılmış çalışmaların yeniden basımı veya yayını da bu nedenle her zaman mümkündür. “
böyle bir şey az önce de söylediğimiz üzere mümkün değildir, fsek’e aykırıdır, hukuksuzdur. oluşturduğum içerikler için, yayınlamak istediğin her platform için benden muvafakat almak zorundasın. ayrıca süresiz ruhsat ya da lisans diye bir konu olmadığı için, silmiş olduğum, sahibi olarak artık kaldırmak istediğim içeriği ne yazık ki sen ticari olarak değerlendiremezsin. kendin diyorsun zaten yayında olduğu müddetçe diye, sonra süresiz yayınlayabilirim diyorsun. bu nasıl tezat ya? bu adam nasıl hukukçu anlamıyorum. tam yeni türkiye modeli inşaatçı mantığında hazırlanmış bir sözleşme.
“ekşi teknoloji, entrylerinizin internet dışındaki ortamlarda ticari amaçla kullanılması halinde, ilgili çalışmadan kar elde edilmesi şartıyla, kendi takdir edeceği miktarda telif ödemesinde bulunacağını taahhüt eder.”
oldu paşam. fsek madde 45’e aykırı bu da. uzun uzun yazmayayım, açın okuyun.
şu şekilde özetleyelim:
1) ekşi sözlük yazarlarının yazıları bir eserdir. (eser deyince götünüz kalkmasın hemen, çoğunluk halen saçma sapan şeyler yazıyor.)
2) eserlerin sahibi yazarlardır.
3) ekşi sözlük kullanım sözleşmesi, art niyetli ve eser sahibine zarar verecek şekilde hazırlanmış ve haber vermeden değiştirilmiştir. bu yüzden eser sahibini bağlamaz. yargıtay bu konuda emsal kararlar vermiştir.
4) eserlerin, servis sağlayıcıya ait başka mecralarda yayınlanması için fsek’e göre yazılı muvafakat alınması gerekmektedir. aksi takdirde telif hakları ihlal edilmektedir.
5) sözleşmede, ekşi, kendini lehine gördüğü yerlere göre farklı konumlandırmaktadır. kendini farklı konumlandırması bu sözleşmeyi çelişkili ve güvensiz kılmaktadır. yeni bir sözleşme ve her mecra için muvafakat alınması şarttır.
bu bilgiler ışığında isterseniz gidin iyi bir avukatla dava açın. son dönemde avukatlarla çok uğraştığımız için, çok iyilerini biliyorum. size ben önereyim. telif hakları ihlali konusunda kazanılacak bir dava emsal oluşturacak ve ekşi sözlük’ün sonunu getirebilecektir. ben bunu istemiyorum, burası içinde olmaktan keyif aldığım bir oluşum. umarım kanzuk, para hırsının önüne başarılı olma hırsını getirir de bu oluşumun çökmesini engellemiş olur. ne sanıyorsunuz ki zaten, bugün ekşi var, yarın mekşi olur, olmadı mı sanki bugüne kadar, ilelebet devam mı edecek? bunun devam etmesi de senin elinde.
ben böyle bir davayla uğraşırsam da sadece emsal oluşturması için ve 8 liralık manevi tazminat davası için uğraşırım. niye 8 lira derseniz, bir kuzu şiş dürüm alıp kendisine temyizden de aleyhine döndüğünde yollamak için. kargo parası benden.
ekleme:
bir örnekleme geldi aklıma. onu da eklemek istiyorum.
sözlük sözleşmeye göre şu etik ve hukuk dışı davranışı sergiliyor:
yazılan bir yazıdan dolayı hukuki bir problem mi doğdu? "kardeşim ben facebook gibiyim. beni bağlamaz. git yazara sor hesabını" diyor. -servis sağlayıcısı
yazılan bir yazı bir gelir mi getirecek? "kardeşim ben onedio gibiyim. yazılan içeriğin sahibi benim. bundan geliri ben elde ederim" diyor -derleme eser
yazılan bir yazı başka platformda başka bir amaçla da mı gelire dönüşecek? "kardeşim ben can yayınları gibiyim. bu eser bana devredilmiş. istediğim yerde yayınlarım, satarım" diyor -yayıncı
ne yazık ki, kanuna göre tek bir şey olabilirsin. birinden birini seçmek ve sözleşmeni buna göre düzenlemek zorundasın. -
tüm türkiye'nin tereddütsüz buluşabileceği zemin
(bkz: laminat parke)
her eve girdi bu zıkkım. bu yaygınlaşmadan evvel de marley ile kaplanırdı zeminler. -
ıssız adamların ortak özellikleri
bir gün bir gezgin hindistan'da dağda yaşayan bir bilgenin yanına gider. bilgeye der ki "ey ulu bilge. yüzlerce gün yürüdüm kendimle ilgili bir sorunun cevabını bulmak için ama bulamadım. ben neden bağlanamıyorum ulu bilge, ben neden kadınları üzüyorum?"
bilge adama uzun uzun bakmış ve onu eliyle işaret ederek yanına çağırmış. kulağına eğilmiş ve çatallı, hırıltılı bir sesle şöyle demiş:
"senin derdini sikeyim derdini. kırk yıllık sessizlik yeminimi bozdum senin yüzünden. hayatta dertlene dertlene buna mı dertlendin amk liselisi? siktir git lan dağımdan." -
türkler fotoğraf çekiyor koreliler kazanıyor
vosvoslu başkan jose mujica'nın bugün bir yerde çay içerken herkesin samsung'larıyla onun fotoğrafını çekmesi üzerine yaptığı espri. adam tek cümleyle teknolojik kalkınmadan dışa bağımlılığa, üretimsiz tüketimden gereksiz lüks sarfiyatına öyle bir eleştiri yapmış ki, insan hayret ediyor.
türkler kapıyı tok sesle kapatıyor, almanlar kazanıyor.
türkler kanepeyi monte ediyor, isveçliler kazanıyor.
türkler bombalıyor, amerika kazanıyor.
ulan hatta türkler evlenmeye niyetleniyor, bulgarlar kazanıyor. -
dalai lama'nın tırt soruya verdiği cevap
böyle önemli insanların olduğu ortamlarda mutlaka bir münasebetsiz olur, kendini önemli kişiye ispat etmek isteyip kendince çok zeki bir soru sorar. sorusunu yönelttikten sonra "bu kadar zekice bir soru bu insanın aklına nasıl geldi acaba" nazarlarını üzerinde hissetmek ister.
14'üncü dalai lama tenzin gyatso bir söyleşide soruları cevaplandırırken aynen böyle bir dallama kalkıp şöyle tırt bir soru soruyor:
"efendim. hayatınız boyunca dilsiz olsaydınız ve sadece bir an konuşabilecek olsaydınız, o bir konuşabileceğiniz anda ne mesajı vermek isterdiniz?"
dalai lama da şöyle cevap veriyor:
"bu çok saçma bir soru. duruma göre değişir. eğer o an çok açsam 'bana hemen yemek verin' derim."
alelade bir popçuya bile böyle bir soru sorulunca, kamuoyuna karşı sorumluluğu olduğunu düşünüp "barış, barış içinde yaşayabilmektir derdim" gibi moron cevaplar verebilirken, büyük bir topluluğun ruhani lideri "sen ne soruyon la değişik" diyebiliyor. esaslı adammış.
http://www.liveleak.com/view?i=098_1440638334 -
survivor all-star
hasan: peki merve'nin doğu'yu etkilemiş olma ihtimali var mı?
hilmicem: (kendinden emin ve duraksamadan) yüzde 85.
yüzde 85 ne olum? 90 de, 100 de, 50 de. konda sanki herif.