tumbleweed5
profili

  • yalnızlık kader mi tercih mi

    psikiyatristlerin/psikologların, görebildiğim kadarıyla ortak bir söylemi/iddiası var ki bağlanma ihtiyacı yemek yemek kadar temel ihtiyaçtır ve yok edilemez.

    bugün aklımdan tam olarak şu cümle geçti, bir insanın bir şeyi isteyip, arzulayıp, hepsinden öte onun açlığını çekip de o şeyi kendinden uzaklaştırması, itmesi, ötelemesi yeryüzünün en büyük acılarından, yürünen en zorlu yollardan, geçilen en çetin sınavlardan biri olabilir.

    bebeklik, çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik evresinde aldığınız etkiler, yaşadığınız olaylar size kaçıngan ya da kaygılı bağlanma problemi olarak döndüyse, siz yalnızlığı tercih ettiğinizi zannederken aslında o olayların güdümünde hareket etmekte olduğunuzun farkında bile olmayabilirsiniz. beyniniz, bedeniniz geçmişteki o olaya/olaylara takılı kalmış ve yaşadığınız yeni deneyimi görmüyor, tüm davranışlarınızı eskilerin ekseninde döndürüyor olabilir. bulunduğu ana, yaşadığı olaya gelememiş birinin aldığı karar özgür iradeyle alınmaz.

    tercihlerinizin ne kadarı gerçekten size ait, ne kadarı değil hiç düşündünüz mü?

  • denize işemek etik midir

    12 mil açılabildiyseniz atık su tankınızı boşaltabilirsiniz, 12 mil içinde hem etik değil hem de yasaktır.*

  • pazar sabahı erken kalkmak için bir neden

    kendi kendine, kalk hadi seni çok güzel bir yere götüreceğim demek

    (bkz: deliliğe giriş 5.3.e)

  • türkiye'de bir erkekle evlenmenin imkansızlaşması

    şu aralar dünyayı kurtarmakla meşgul olduğum için (eheh) ekşi hesabımı kapadım bir süreliğine ancak, araştırma yaparken ekşi linki çıkıp da ona tıklayınca soldan soldan bana baktı başlık. dayanamadım hesabımı açtım yazıp kaçacağım.

    baştan söylüyorum bu sadece samimi görüşlerimdir. deneyimlerden süzülmüştür. aaa aranıyor gibi anlamlar çıkarmayın. hepiniz değil ama bazılarınız böyle bir entry okuduktan sonra bunu yapıyor evet. konuya dönüyorum.

    şimdiye kadar evlenmediysem tek sebebi sevgi eksikliğiydi. pek çok farklı gerekçe sunulabilir, şunun şurası bunun burası böyleydi diye ama aslında hepsinin bağlandığı tek nokta karşılıklı o yoğun sevgi ve saygıyı yakalayamamış olmaktı. kiminde ben az geldim kiminde karşımdaki. evlenmenin ise tek bir mantıklı gerekçesi var, ben bu insanla bir ömür beraber olmak, her halinde yanında olmak istiyorum diyebilmektir. bu olmadan olmuyor işte.

    şu yaşıma geldim ne maddi beklentilerim oldu, ne saçma sapan taleplerim. düğün sevmeyen, sosyal medyada (ekşi hariç) takılmayan, yaşadıklarını üçüncü şahıslara pespaye etmeyen, saçma sapan ilişki oyunlarından ve taktiklerinden kaçan, her işini kendi yapabilen ama tek derdi bir yudum huzur ve mutluluk olan biriyim. yıllardır böyleyim. hani burada yazıyorsunuz ya, şimdi sor yine de nasıl olmadı, çok mu tipsizsin diye :) zevkler başka başka ama o da değildir herhalde. e hani bulsanız evleniyordunuz, buyurun kanlı canlı örnek size, peki niye olmadı?

    böyle olunca ne oluyor biliyor musunuz? akıl almayacak triplerle karşılaşıyorum. cepte keklik gibi gören mi istersin, kendini naza çeken mi, heyecanı biten mi istersin, yoksa tıhı tıhı diye havalara giren mi, anlayışlı olmaya çalıştıkça malında mülkünde, yakışıklılığında, artık size sunacağını, lütfedeceğini zannettiği her ne ise onda gözünüz olduğunu, onu kapaklamaya çalıştığınızı zanneden mi? bir de kızlara söverler burada hep. trip atmayınca her şeye he diyeceğim zannediliyor mesela. olay çıkarmayınca hatalarını görmediğim düşünülüyor mesela. bir kabahati yalvarmasını, sürünmesini beklemeden affedince ona muhtaç olduğumu bir de. kesin altında başka bir niyeti var diye de düşünülüyor. algılayamadığınız bir şey var, yana yakıla aradığınız özellikleri sergileyen biri olduğunda sizde bir değişim oluyor. başka yerlere kaymaya başlıyor aklınız ve kanaatkarlık nedir bilmiyorsunuz. pasiflikle iyi niyeti birbirine karıştıran bir toplumuz çoğunlukla ve toplumun her noktasında olduğu gibi bu konuda da iyi niyetli insanları ezmek en birinci görevimiz.

    bakın çok ilginçtir, şu meşhur thor’u biliyorsunuz değil mi? nam-ı diğer chris hemsworth. ömrümde gördüğüm en yakışıklı adamlardan biri gerçekten. hani son filminde masada yatıyorken “işte gerçek bir adam” denilen adam. karakterinin nasıl olduğunu bilmiyorum ancak bu adam kendinden, tam emin değilim 6-7 yaş büyük bir kadınla evli. yine tam emin olmamakla birlikte, burada bir yerde okumuştum sanırım, tanıştıktan sonra 3 ay içinde evlenme kararı mı almış, evlenmişler mi ne öyle bir şeydi. kadın da fena değil güzel bir kadın ama kris istese “daha” taş, “daha” şöyle karakterli, “daha” böyle birini bulamayacak bir adam değil takdir edersiniz ki. adam da daha 83’lüymüş şimdi baktım. 3 tane de çocukları var… neyse.

    mesele tip değil ama karakterini tanıdığımız ortak insanlar olmadığı için şekilci örnek veriyorum, şu adamın yarısı bile etmeyecek adamlarda (siz bunu tip yerine karakter olarak da düşünebilirsiniz) bir afralar tafralar var ki hala niye uzaya çıkamadık anlayamıyorum mesela. halbuki o mabat atmosferi aşmış, ne kalmış oradan sonra? oksijensizlikten yönünü bulduramadıysa demek hala bize tahammül ediyor. ben iddia etmiyorum bunu, tavrı bu.

    bir şey arıyorsunuz ama o aradığınız şey yaldızlı olan değil. organik olanlar biraz yamru yumru ve kurtlu. hayatın gerçeği. rol yapmayan, rol kesmeyen insanlar hatalarıyla, eksikleriyle karşınızdalar ama siz bu hatalı deyip üzerini çiziyorsunuz. belki birlikte düzeltebileceğiniz bir şey ama hayır! size en mükemmeli lazım! neşter!! kafanızda oluşturduğunuz hayali kalıba cuk diye oturacak insan mı arıyorsunuz sokakta? yarı tanrıcılık oynamak gibi bir şey. tanıdığım mutlu çiftlere baktığımda, gördüğüm şey birbirinden çok farklı da olsalar birbirlerini seviyor, saygı duyuyor, her şeye rağmen genele bakıldığında uyumlu hareket edebiliyor olmaları. daha fazlası değil. ne meslek uyumu, ne siyasal görüş ortaklığı, ne hobi ortaklığı, ne temizlik algılarının ortaklığı, ne karakter benzerliği… sevgi, saygı, uyum yakalanınca bir diğerine kıyamayıp o çorapları sepete atıyor mesela her ne kadar buna üşense ve gereksiz görse de. öyle kaba bir örnek vereyim siz anlayın.

    sevmeyi, kalp kırmamayı, kanaatkar olmayı, hep daha fazlasının, daha farklısının bizi beklediği sanrısını aşabilmeyi öğrenmek gerekiyor. insana insan olduğu için değer vermeyi, sevmeyi, saygı gösterebilmeyi öğrensek, her insanın özel olduğunu algılayıp, 3 günde tanıdım zannederek insanların üzerini bir kalemde çizmesek birbirimizi anlamak, doğru tanımak ve analiz etmek için daha çok imkan bulacağız belki. illa sevgili olmak, evlenmek için bile demiyorum tanımak için diyorum bakın. tanıyacaksın ki sevmeye fırsatın olsun. bunu bile beceremeyen topluma görücü usulü en doğru hamledir ama ben bu durumun zaten toplumun yıllarca görücü usulü evlendirilmiş olmasından kaynaklandığını, zamanla düzeleceğini, geçiş sürecinde olan bizlere piyangonun vurduğunu düşünüyorum.

    neyse işte böyleyken böyle. hepinizin aynı olduğunu iddia etmiyorum farklılarınız da var elbette, çok farklı gerekçelerle oldurulamayan ilişkiler de oluyor ama toplumun geneli bu şekilde maalesef. diğerleri küçük, küçücüüük bir azınlık. o nedenle bu yazıyı yazma gereği duydum. ve işin başka bir açısı, erkekler bu durumun gerekçelerini kadınlardan daha iyi biliyor. bir de illa ki kadınlarda da kabahatler var. hatta benzer kabahatler de var. bu sadece karşıdan görünen tablonun bir kısmına benim getirdiğim yorum diyelim.

    herkese hayatında başarılar diliyorum. çok konuştum yine, şimdi sessizliğime geri döneyim. buraya kadar okuyan oldu mu ya??

  • türkiye'de bilim neden ilgi görmüyor

    konu bilime gelmeden önce şu aşağılayıcı ve ayrıştırıcı dilinizi bir yana bırakıp, ülkenize, içinde yaşadığınız topluma, dolayısıyla kendinize duyduğunuz küçümseyici, çirkin ve kaba görüşlerinizden bir sıyrılın. biri bir soru sormuş, herkes içinde bulunduğu yeri nasıl daha iyi boklarım diye yarışa girmiş sayfalarca entry dolmuş.

    sıyrılabildiysen gel kardeşim, bizim ülkemizde bilim var. benden önce de sadece 3-5 entryde belirtildiği gibi var. almanya rusya gibi ülkelere teknoloji üretip milyon dolarlara satan adamlar da var. tükkanı bu memlekette olup mit'e (istihbarat teşkilatı olan değil amerika'daki meşhur enstitüden bahsediyorum) ders vermeye giden hocalar da var. sen görmüyor sen bilmiyorsun sadece ama bu olmadıkları anlamına gelmiyor. hatta bir şey daha diyeyim mi? yurt dışından böyle adamların laboratuvarlarında çalışmak araştırma yapmak için gelen yabancı bilim insanları bile var.

    sen bunları işin içinde değilsen görmezsin. hatta birazcık siyasete buluşacağım ama pek çok konuda eleştirdiğimiz, pek çok konuda yerdiğimiz mevcut hükümet var ya, işte bu hükümet tersine beyin göçü programlarıyla yurtdışında çalışan bilim adamlarımızın bir kısmını ülkemize döndürdü. onlara, burada kendi laboratuvarlarını kurup, çalışmalarını burada yapma imkanı tanıdı. kimisi geldi kimisi gelmedi. bilime teknolojiye ödenekleri arttırdı (bu bir övgü değildir). eğer istersen, ilgin alakan varsa, disiplinli çalışabiliyorsan, çok ama çok çalışabiliyorsan, biraz da yatkınlığın varsa sen de onları bulabilir o çalışmalara katılabilirsin.

    neden şunu üretmiyoruz, neden bunu icat etmiyoruz soruları anlamsız bence. sen ne yapıyorsun, ne yapmak istiyorsun da olmuyor, bunlara yönelmek gerek.

    şimdi akademide olan bazı arkadaşlar isyan edebilir açız diye ama şöyle bir gerçek var, bir laboratuvarın ayakta durabilmesi, civcivlerini doyurabilmesi için o laboratuvarın başındaki hocanın iyi planlama yapması gerekir. her şeyi devletten bekleyen, bana ödenek bana ödenek deyip dişe dokunur bir makale bile üretmeyen insanlarla iş yürümüyor. benim yanında, projesinde çalıştığım adam devletten aldığı ödenek olmasa da kendini döndürebilecek üretimler yapıyordu. ödenek almak için başvuru yapan bütün projelerin kabul alması mümkün değil. kabul alamama durumunda ikinci bir planınızın olması gerekir. bu nedenle parasal getirisi olan projeler de yapmak zorundasınız. ama siz hali hazırda devletten maaşlı, proje kabul alırsa civcivlerini besleyen, almazsa beslemeyen, sülalesi rahat bir tavuksanız böyle açlıktan sersefil olur işte sizinle çalışan akademisyenler. hayatın gerçekleri.