yalnızlık vs sevmediğin insanla evlenmek

  • eğer hayatı rölantide yaşayabilen biri değilseniz;
    yalnızlığınızı seyreltmek amacıyla evlenirseniz kendinizi hiç olmadığınız kadar yalnız hissedeceğiniz konusunda sizi temin ederim ama başlığa mevzu kavramlarda biraz muğlaklık sözkonusu.
    kavramları kendi bakış açımla yorumladığım için cevabım buna göredir.

    yalnızlık, hayatında bir partner olmaması anlamında kullanılıyor sanırım. çevrende kimse olmaması, ailen, dostların olmaması anlamında değil.
    versustaki yalnızlığa bakışım bu, bu kenarda dursun.

    “sevmediğin insan” ifadesi de, tahammül edemediğin, katlanamadığın değil de tam uygun olmadığın, gönül telini titretmeyen, paylaşamadığın ve yanında “tam” hissetmediğin kişiyi belirtiyor diye varsayıyorum.
    yapacağım yorum yalnızlığı ve sevmemeyi böyle kabul ederek yapılmış olacak.

    sevmemek içine, aşık olmamayı dahil etmedim çünkü o zaman her şey değişir. evliliğin, aşk varlığına dayandığını düşünmüyorum. “ah aşk” bekliyorsanız boşuna beklemeseniz iyi olur, aşkınız bitecektir.
    o yüzden aşk, benim yapacağım yorumun dışında bir harçtır, evliliğin dayanağı aşk değildir.

    başlık hakkında her ne kadar söyleyecek çok sözüm olduğunu düşünsem de, o kadar çok kırılımı var ki, birini yazsam diğerini unutacağım için her türlü ya eksik ya da yanlış olacak. neyse ne.

    giriş yaparken hayatı rölantide yaşamak diye bir tabir kullandım. bununla neyi kastettiğimi açıklamak isterim çünkü işin nüvesi bu olabilir.
    kimi insan tevekkül içindedir, kabullenmiştir ve sahip olduğu hayatını tatlı tatlı yaşar gider. iştiyaklardan vazgeçeli de epey olmuştur. var olanın içinde habis bir şeyler yoksa akıntıya bırakılmış bir dal parçası -üstelik de cansız görüntüsüne rağmen yaşayan bir dal parçası- gibi sürüklenip gidebilir.
    bu bir yaşam alternatifidir; bende olmayan şeydir.

    bir de böyle olmayanlar var, ben gibi olanlar.
    bir şeyin doğruluğu, iyiliği ve devamına duyulan iştah onun habis olması olmaması ile ilgili değildir.

    şimdi metaforları bir kenara bırakıp daha düz anlatmaya çalışacağım.
    dün sabah, dışarı çıkmak üzere giyiniyordum. sweatshirt içine beyaz bir tişört giymek istedim ama sevişmek niyetinde olmadığım için tıpkı bugün sevişmem donu seçer gibi bir tişört seçtim. evde giyilenlerin ya da hiç giyilmeyenlerin arasından yani.
    elime öyle bir tişört geldi ki, yatağın üzerinde tişörte bakarak on dakika, aynada kendime bakarak birkaç dakika, gün içinde de farklı farklı zamanlarda sayamadığım kadar çok dakika, aynı anının parçacıkları ile savaşmam gerekti.
    tişört şu;
    üzerine bir fotoğraf basılmış; üç kadın urfa'da çiğköfte yiyor. 2015 tarihi var, yanında da istanbul loading yazısı ve bir ilerleme çubuğu.
    kadınlardan biri tahmin edileceği üzere benim, diğerleri de urfa viranşehir'deki hemşire komşularım, bana o dönem can yoldaşı olanlar.
    birbirimizden çok ama çok farklıyız, sanki apayrı dünyalara aitiz ama benim için çok kıymetliler çünkü dünyanın en iyi insanları ve bana yoldaş olmak için var güçleriyle çabaladılar. ben yalnız kalmak istiyordum; onlar yalnız bırakmanın ayıp olduğunu sanıyorlardı. öyle bir çatışmanın içinde gelişen bir sevgi.

    biz istanbul'a döndükten sonraki ilk yılbaşı, evimize geleceklerdi. bu tişörtü de gelmeden önce heyecanlarını göstermek için olsa gerek bana göndermişler
    istanbul loading.

    bizim mutsuz evliliğimiz; pırıl pırıl, cıvıl cıvıl, istanbul'da geçireceği yılbaşının heyecanı ile başka hiçbir şeyden bahsetmeyen bu iki insanın hevesini kursaklarında bıraktı, hayatları boyunca asla unutmayacakları kadar kuru, sıkıcı, bunaltıcı bir tatil yaşamalarına neden oldu.
    bunun ağırlığı benim üzerimde o kadar büyük bir yüktü ki, seneler sonra elime gelen bu tişört o dönem çektiğim bütün acıyı da raftan çıkardı.

    birbirine asla uygun olmayan iki zıt mizaçlı insanın evliliğindeki sorunların zirve yaptığı zamana denk geldiler. urfa'da da çok sorun vardı ama onlar bunları bilmezlerdi; aralarında hiyerarşik de bir ilişki vardı, özel hayat paylaşmazdık ama bir hafta evimizde kalınca her şey ayyuka çıkmış oldu. bir o yılbaşı gecesini unutamıyorum, bir de onları gece kulübüne götürdüğümüz geceyi.
    üzerinden bunca yıl geçmesine de inanamıyorum; bunca yıl öncesinin anıları insanı hala nasıl bu kadar utandırabiliyor?
    kavga, gürültü, küfür kıyamet beklentiniz varsa, okumanıza gerek yok.
    bizde bunlar yoktu. bizde insanı içeride çürüten mutsuzluk vardı, ölüler evinden notlar derim ben o dönem için.
    eğer bu kızlar, o bir haftayı bir günlüğe yazsalardı başlığı kesinlikle bu olurdu.

    dünyanın gelmiş geçmiş en sıkıcı yılbaşı akşamıydı. aramızda müthiş bir gerginlik var ve dünyanın ucundan sadece istanbul'da güzel vakit geçirecekler diye kalkıp gelmiş bu iki insana rağmen aşamıyoruz bunu; deniyoruz, deniyoruz olmuyor. misafir gelmiş ulan misafir.
    yok olmuyor, kadehler vuruluyor ama yemin ediyorum o kadar kaotik bir ortam var ki, bir çıt çıksa ortadaki karmaşa bir anda çözülmeye karar verip patlayacak ve hepimiz havaya uçacağız gibi.
    o gecenin fotoğrafları var; kızların birbiriyle, kızların benimle, kızların eşimle, kızların tek başına ağaçla.
    ama eşimle benim tek kare fotoğrafımız yok.
    bundan birkaç gün sonra da bir gece kulübü maceramız var; cenazeye gitsek daha güzel bir grup olurduk.
    hani insanı çok utandıran anılar aklına geldiğinde, onu çekmeceye tıkmak için çok acayip bir çaba gösterir ya; o bir hafta aklıma geldiğinde ben de çok utanıyorum, silmek istiyorum.
    çok rezil olmuşuz, çok küçük düşmüşüz, insanları bin pişman etmişiz gibi geliyor; çok ama çok üzülüyorum.

    bu örneği vermemin nedeni şu; bir evdeki mutsuzluk sandığınızdan da ağır sonuçları olabilen bir şey.
    bunun ağırlığını yaşamadan anlamanız oldukça güç. bir evlilikte mutsuzluk, iki kötü insan ya da bir iyi ve bir kötü insanın birlikte olmasıyla olmaz sadece.
    iki iyi insandan da ortaya kötü bir şey çıkabilir; bizimki gibi.
    kötü bir evlilik; şiddet, aldatma, kötü davranış, sorumsuzluk ya da akla gelen muhtelif yanlış davranışa eşit değildir. evet bunlar kötüdür ama bir evliliği sadece bunlar çürütmez. çürüyen bir evlilikte çürümemek için de çok büyük çaba, kurtulmak için de bağları “yeter ulan, benim tek bir hayatım var” diye kesip atabilecek kudret gerekir.
    kolay değildir.
    biz boşanmasaydık birbirinden nefret eden ve “hayatımı mahvettin” diye birbirini suçlayacak iki insan olurduk.
    şimdi birbirimiz nezdinde kıymetimiz büyükse bunun tek nedeni evliliğimizi kesip atmış olmamızdır.

    yani ne demek istiyorum?
    evliliğin çok kolay ve yürütülebilir gibi göründüğünün farkındayım. belki de sadece özgürleşmek anlamına geliyordur sizin için. aile baskısından azade, tüm kararları kendinin aldığı özgür bir yaşam hayalidir belki.
    kulağa güzel geliyor. doğru insanla eminim de böyle bir şeydir.
    ama buradaki doğru insan sizi seven insana ya da iyi bir insana ya da baba/anne olabilecek insana denk değildir.
    iyi insanlık iyi eşlik anlamına gelmez.
    yemin ediyorum benim kocam iyi bir insandı, beni de çok severdi ama kötü bir kocaydı.
    başka biriyle, benden başka biriyle çok iyi bir koca da olabilir. aynıları benim için de geçerlidir.

    bu insanla sadece sizi seviyor diye mi evleniyorsunuz?
    -beni üzmez, üzerime titrer, ne istersem yapar, ben de yaşar giderim işte. ne var ki?

    yaşayıp gidebilirsiniz, sizin gibi çok kişi de yaşayıp gidebilir. ben, benim gibi insanlar için yazdım; öyle yaşayıp gidemeyenler için.
    öyle yaşayıp gidemediği için çekip gidenler için.

    motivasyonum hep yaşlılıktı, ileride birbirimizi suçlayacağımızı biliyordum. düşünsene, mutsuz bir evlilikle elindeki tek yaşamı zayi etmişsin.
    kimi suçlayacaksın?
    kendini değil, yanındakini.
    bedenin kendini korumak üzere çok güzel programlanmıştır; seni aklayacak yüzlerce bahane bulur. öyle de ikna eder ki seni, sen bu enkazdan pür pak çıkarken karşı koltukta oturan adamdan nefret edersin;
    ben böyle bir kadın değildim; sen yaptın beni. sen mahvettin hayatımı.

    sonra da kalkar kahve yaparsın belki, ben yapamazdım.
    yapardım da ölüler evinden olurdu işte.
    ölüler mutfağı.

  • bir arkadaşımın yaşadığı ikilem. aklımda kaldığı kadarıyla söyledikleri şöyle:

    "zamanında birini sevdim anlaşamadık ayrıldık. sonra başkasını sevdim reddedildim. sonra birini daha sevdim ama bu iş olacak gibi değil. açılsam kesin reddedecek. reddedilmek hiç hoş bir şey değil. hem böyle arkadaş kalıyoruz. umut devam ediyor. beni seven başka biri var ona karşı nötrüm. karşılık versem iş evliliğe kadar gider. bu hayatta sevdiğim birinden karşılık bulamayacağım. bari beni seven biriyle birlikte olayım. hem belki ilişki başladıktan sonra nötr olduğum o kişiyi sevmeye başlarım. bilemiyorum. kararsızım."

    hiç bölmeden dinledim bitince "sevmediğin insanla evlenme" dedim. ortamdaki kadınlar tarafından öküz ve duyarsız olmakla suçlandım. tam tersine ben duyarlı olduğum için evlenme dedim. evleneceğin kişi de insan onun duygularıyla oynayacaksın sonra da terk edeceksin veya evlenip mutsuz olacaksınız o insana da yazık. erkeğiz ve bazı konularda net konuşuyoruz diye kadınlar tarafından hemen öküz olmakla suçlanıyoruz. "asıl duyarsız sizsiniz hatta bencilsiniz sırf kendinizi düşünüyorsunuz. evleneceğin kişinin duyguları yok mu?" diyecektim ama kadınlar kalabalıktı tırstım diyemedim.