tirendaz 1713
profili

  • lazer ameliyatı yapan gözlüklü göz doktoru

    debe'ye giren entry oldukça komik, fakat cahilce yazılması ve bunun debe'ye sokulması bakımından da trajik.

    defalarca yazdık, anlamayanlar için bir daha yazalım:

    göz doktorları, göz bozukluğunu ''hastalık'' olarak görmüyor... nasıl ki insanların bazısı uzun, bazısı kısa boyluysa, göz doktorları için de bu durum aynı şeyi ifade ediyor. yani onlar için miyopluk (ya da astigmat da olabilir) hastalık veya kusur değil. dolayısıyla ''düzeltilmesi gereken'' bir şey de değil. yani burda çok büyük bir bakış açısı farkı var, evvela bunu anlamanız lazım.

    ikinci bir husus da, söz konusu operasyon birçok insanda çok başarılı da geçse derinlik algısıyla ilgili genel bir sıkıntı zuhur ediyor. bununla ilgili bir anekdotu paylaşmak isterim:

    ameliyatı olduktan sonra ışık ve derinlik algısının kaybolmasıyla (ya da bozulmasıyla) ilgili olarak, bir konferans sırasında milli savunma üniversitesine girmek isteyen öğrencinin,

    -msü ve daha öncesinde harp okulları lazer ameliyatlı kişileri almaya pek sıcak bakmıyordu, bu konuda bir fikir değişikliği var mı?

    sorusuna, hava subayı ilginç bir cevap vermiş:

    -derinlik algısı bizim için çok önemli. örneğin venüs çok güçlü bir gezegendir ve kuvvetli bir ışık saçar gece. lazer ameliyatı olup da uçuş yapan biri, derinlik algısını kaybettiğinden, önündeki uçağı çok küçük bir nokta olarak görüp venüsü daha büyük ve yakın görmesi neticesinde, venüsü takip eden pilotlarımız olabiliyor. komik ama gerçek. bunun çok örneği var. (konferansın ve ilgili sorunun video kaydı için: https://www.youtube.com/…tifeqs2v0&feature=youtu.be)

    subayın paylaştığı şey gerçekten yaşanmış mıdır emin değilim ama böyle bir problemin meydana gelmesi bilinen bir şey. göz doktorları da işlerinden dolayı hassas ve derinlik yaratan göz cihazlarıyla doğal olarak sürekli haşır neşir olduklarından dolayı, gözleri bozuk bile olsa bu ameliyatı olmaya sıcak bakmıyorlar. sırf bu derinlik algısındaki olası kayıplardan/sıkıntılardan kaynaklı. bu, böyle bir işi olmayanlar için hiçbir ehemmiyet arz etmezken, doktorlar veya işte örnekte olduğu gibi pilotlar için büyük bir handikap yaratabilir.

    kısacası ''göz doktorları neden olmuyor bu ameliyatı'' demek, konuya yanlış bakış açısından bakıp, yanlış soru sormaktır... herkesin yaşam standartları, meşgul olduğu mesleği, hayat pratikleri vs farklı. ona göre olur ya da olmazsınız. şimdi zırvalamalarınıza kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.

  • murat bardakçı'nın seçmeni nankörlük ile suçlaması

    bardakçı kanımca doğru söylemiş. örneğin bu ülkenin kurucu kadrosuna büyük bir nankörlükle son 20 senedir savaş açıldı... kendi milli tarihine ve kazanımlarına saldıran başka bir toplum daha gösteremezsiniz yeryüzünde. nasıl, ürpertici bir nankörlük demi? bunu gerçekleştirenler acaba hangi seçmen? yazısında onu da belirtse güzel olurdu.

  • izlanda'nın antidepresan tüketiminde 1. olması

    "hehehehe gelsinler bizim ülkeye de 3 gün yaşasınlar, döndüklerinde şükrederler" gibi bilmem kaçıncı kez aynı zırvalığı yazmayı bir kenara bırakacak olursak işin evrimsel açıdan bilimsel boyutunu ortaya koymakta fayda var.

    insanoğlu özellikle 20. asrı da geride bırakıp içinde bulunduğumuz asra girdiğinden beri psikolojik sıkıntılar yaşamakta. bunun sebebi ise evrimsel psikolojide yatıyor büyük oranda. ilkel dönemlerde atalarımızın ortalama yaşam ömrü 30 sene kadardı. bu 30-35 senenin de en az 20 senesi hayatta kalma, avlanma, beslenme, barınma ve çiftleşme döngüsü içinde geçip gidiyordu. boş boş düşünmeye yetecek kadar ne geniş zaman, ne de uzunca ömür vardı.

    bugün konforlu yaşam standartlarımızda hayatta kalmak için çaba sarf etmemize gerek yok (bizim gibi görece ortadoğu ve afrika ülkeleri hariç, oraya birazdan değineceğim). buna ilaveten, sağlıkta ve bilimde oldukça ileri bir noktaya gelinmesi, kullanılan ilaçlar ve aşılarla birlikte ortalama yaşam süresinin 80 seneyi bulması gibi sebeplerden, artık homo sapiens'in isminin hakkını verircesine zekasını kullanması ve saatlerce düşünebilmesi için epey bol vakti var. kimse "bugün mamut avlayamadım ne yiyeceğiz" ya da "yırtıcı hayvandan kaçamazsam öleceğim" gibi her gün ekstrem olaylar yaşamıyor.

    tamamen konfor odaklı ve güvenli bir yaşam sahamız olduğundan, beynimiz meşgale arıyor... bir şeylere saracak ve vakit geçirebilecek şeyler arzu ediyor. kuzey avrupa ülkelerindeki çalışma şartları da gayet makul olduğundan, bizdeki gibi kölelik sistemi olmadığından, insanların düşünmeye ve sorgulamaya çokça vakti oluyor.

    "ölüm fikrinin insanları çıldırtmıyor oluşu" diye bir başlık var, biliyorsunuzdur. sürekli bu konuyu düşünecek kadar aşırı boş vaktimiz olsaydı eğer, emin olun çıldırırdık. nüfusun en az yarısının 10-12 saat çalıştığı, haftada sadece 1 gün tatil yaptığı bir ülkede böyle şeyleri düşünmeye de, sorgulamaya da vakit kalmıyor.

    o yüzden kuzey avrupa ülkelerinde antidepresan kullanım oranının ve intihar etme veya intihara teşebbüs etme vakalarının görece fazla olması, gayet tabii bir durum.

    biz mi? yukarıda dediğim gibi, bizde en basit şeyleri bile zihinde muhakeme edebilecek vaktimiz yok ki. siz bir de buna ortadoğudaki siyasi konjonktürel rüzgarları da ekler ve hayatta kalmayı daha da zor hale getirirseniz, hayata tutunmak için daha çok çaba sarf eder insanlar. dini inanç ve motivasyon, çeşitli ritüeller ve pratikler, bunların bonusu.

    hülasa, insan artık ne av ne de avcı, varlığını sorgulayan kendine yabancı.

  • 2250 tl maaş ile öğretmenlik yapmak

    bazı arkadaşlar olaya inanmamış ama inanmayan arkadaşların türkiye gibi bir ülkede sahip oldukları naifliğe inanmak istemiyorum ben de.

    2000 küsur lira yine iyiymiş dediğim teklif. bana geçen sene özel bi okuldan "1 yıl boyunca ücretsiz çalışmayı kabul ediyorsan gel başla. 1 yılın sonunda eğer öğrenciler seni sever ve senle kaynaşırlarsa, o zaman bi sözleşme imzalarız. şimdilik sadece yol ve yemek masraflarını karşılarız" gibi ahlaka bile sığmayan teklif gelmişti. ne güzel demi insanları köle yerine koymak? benim de alnımda "köle" yazıyordu ya, bir yıl boyunca yemek ve yol masrafımın karşılanacağı bir yerde ücretsiz çalışacağım! insan olabilen, bunu teklif etmeye utanır... çünkü bu düpedüz ahlaksızlık.

    soran olursa "gençler iş beğenmiyor" dersiniz, kim bilecek.

  • esenler'de röportaj veren yaratık

    yaşadığımız bu meş'um dönemin en korkunç noktalarından biri de bu oldu: cehaletin meşrulaştırılması... videodaki gibi cahil ve gafil insanlar bu ülkede hep vardı ama en azından hadlerini biliyor, susmak zorunda kalıyorlardı. şimdi ise meydanlarda, caddelerde, sokaklarda bas bas "hainsiniz siz hain!" diye çığırtabiliyorlar.

    dikkat edin, bu akımı ilk başlatan yaşlı bir dede vardı. röportaj sırasında "bah 155'i ararım, seni polise çektiririm" diyen bir kara cahil. o adam, o cüretkar ve saygısızca tavrından sonra ayıplanıp toplumdan dışlanacağı yerde el üstünde tutuldu ve hatta bir siyasetçi kendisini makam odasında ağırladı. topluma bundan daha büyük bir hakaret yapılır mı bilmiyorum.

    cehalet işte böyle meşru kılındı bu ülkede. kışlalı'nın dediği gibi: "bülbüller susturuldu, en güzel ses seçimi kargalar arasından yapılıyor... ve ülkenin burnu da pislikten kurtulamıyor."

    bize bülbül lazım, karga değil.

  • hüseyin nihal atsız

    atatürk'e düşman değildir. ancak bir dönem hem atatürk'ün hem de chp parti programının uygulumaya çalıştığı bazı şeyleri tenkit etmiştir, bu da her insan gibi en tabii hakkıdır, edebilir. aziz nesin'in de atatürk'ü tenkit ettiği görüşleri vardır ve konuyla ilgili ahmet taner kışlalı ile yaptığı söyleşide ''geçmişte atatürk'ü eleştirmiş olmaktan dolayı utanç duyuyorum, her geçen gün gözümde küçüleceğine, tersine daha da büyüyor. zaman bizleri değil, atatürk'ü haklı çıkardı'' demiştir. kaynak için: atatürk'e saldırmanın dayanılmaz hafifliği

    aziz nesin'e de şimdi kalkıp bir dönem atatürk'ü eleştirdiği için, kendisi hakkında atatürk düşmanı mı diyeceğiz?

    atsız da eleştirmiştir. bilahare ülkenin popülizm pisliğine bulaştığını ve bilhassa demokrat parti iktidarı ile nasıl bir yol aldığını gördükten sonra bazı şeyler (deyim yerindeyse) kafasına dank etmiş ve ''korkarım bu memlekette atatürk'ü savunan bir ben kalacağım. çok aşırı ve haksız atatürk düşmanlığı propagandası yapılıyor'' demiştir. bi de bugünleri görse acaba kim bilir ne derdi?

    arkadaşlar, konjonktürel şartlara göre insanların eğilimleri, hayata bakış açıları, düşünceleri, tavırları, kısacası her şeyleri değişebilir... fikirleri yumuşayabilir, aynı fikri daha farklı açılardan düşünebilir. herkes sabahattin ali meselesinden dert yanıyor, ali'nin 30'ların ortasına kadar atsız ile samimi arkadaş ve türkçü görüşleri olduğunu, sonradan birtakım menfaatler uğruna çark ettiğini biliyor musunuz peki? biliyorsanız bilmiyormuş gibi yapmanızın sebebi ne? çocuk mu kandırıyorsunuz?

    atsız, bu ülkenin tarih ve edebiyat araştırmalarına çok şey katmıştır. akademik camia kendisini tanımaz, tanımak istemez, ırkçı fikirlerinden dolayı. ama aynı akademik camia mensupları atsız'ın neşrettiği osmanlıca çevirileri bugün hâlâ kullanmakta bir sakınca görmez (süleymaniye kütüphanesi çevirileri). daha yeni okuduğum bir akademik kitabın dipnotunda dahi 15. asırdan kalma bir eserden alıntı yapıldığını ve eserin atsız tarafından çevrildiğini gördüm, bir tebessüm belirdi dudaklarımda.

    atsız, bu ülkenin kanımca 20. asırda yetiştirdiği en büyük kalemlerinden biridir. tatlı su solcularının kendisine yönelik itham ve hakaretleri ondan bir şey eksiltmez. aksine onun doğru olduğunu bir kez daha ispat eder.

    bu vesileyle ölüm yıldönümünde bir kez daha saygıyla anıyorum kendisini. ruhu şad olsun.

  • kayserili almancının isyanı

    ulan hep de aynı terane... yolda 15 dakikalık mesafeyi araba yoğunluğundan dolayı 1,5 saatte gitmiş de, her taraf araba kaynıyormuş da, kriz nerdeymiş de bilmem ne de...

    o araba yoğunluğu ve sıkışması, plansız ucube şehir tasarımsızlığından kaynaklı olabilir mi? bildiğim kadarıyla türkiye, kişi başına ortalama en az araç düşen ülkelerin arasında geliyor. yani araç fazlalığı yok, düzensizlik ve plansızlıktan kaynaklı keşmekeş hali var. ayrıca piyasada yeni araç yok, bugün servis için gittiğim hyundai yetkili bayiinde satış danışmanı kadın acayip bir dönemden geçtiklerini ve hem kendilerinin, hem de müşterilerin araç bulma ve alma-satma konusunda ciddi sıkıntı yaşadıklarını anlattı. piyasada görünen araçların ekseriyeti en yakın 2-3 yaşında, yeni çıkan modellerden hiç yok. bu ucuz politik söylemleri gurbetçiler artık bıraksın, otomobil üretiminin kalbi olan almanya'dan gelip de türkiye şöyle süper, böyle zengin demek baya komik oluyor.

    hele benzin fiyatlarından bahsedip, almanya'da litresi 19-20 lira demek tam şark kafası... almanya'da maaşı da çöp haline gelmiş türk lirası ile alıyorsun demi ondan böyle bi hesap yapabiliyorsun? desene "bizim birim olarak 1,5-2 verdiğimiz şeye siz 8-9 vermeye başladınız" diye, diyemezsin demi?

    işte sefasını süren böyle insanlar bir de oy kullanıp hayatımızın istikbali hakkında tasarrufta bulunuyor... en fenası bu. yoksa yukarıda saydığım zırvalıklar için "he tamam öyleymiş" der geçersin ama, diyemiyorsun. bu kitlenin partizanlığını durduramıyorsun. yazık ki ne yazık.

  • enver paşa

    bugün ölüm yıl dönümü olan zat.

    ülkeyi bir oldu-bitti ile cihan harbine sürüklemiş, saraya damat olduğu için hak etmediği ve çabalayarak elde etmediği şekilde rütbe üstüne rütbe atlayarak generallik seviyesine kadar yükselmiştir (normalde en fazla binbaşı olarak kalması gerekiyordu). harbe girmemiz mukadderdi, enver yerine başka biri ya da birileri olsa yine girmek zorunda kalacaktık fakat enver ve kabinesi son derece tedbirsiz, hazırlıksız şekilde koca ülkeyi harbe sokmuştu. bunda, almanlara şirin görünme ve onların her arzusunu yerine getirme dürtüsü de etkili olmuştu maalesef. 1. dünya harbi'ne neden ve nasıl dahil olduğumuzu idrak etmek isteyenler şu yazımı okuyabilir: https://seyler.eksisozluk.com/…savasina-neden-girdi

    almanların hem batı'da fransızlara karşı, hem de doğu'da ruslara karşı olan iki cepheli ağır savaş yükünü hafifletmek için kanını ve canını sömürdüğü bir ülke: enverland (bu tabir dönemin resmi yayın organlarında kullanılmıştır). enver maalesef almanya'nın bizi sömürme ve insan gücümüzden istifade etme arayışına alternatif bir plan oluşturamadı ve neticede hemen her yerde ağır kayıplar vererek harbi kaybettik.

    enver'in o dönem yakınında bulunmuş isimler kendisini ''laf dinlemeyen, dinlese bile bunu ciddiyetle yapmayan, bildiğini okuyan dikbaşlı biri'' olarak tarif etmiştir. mesela sarıkamış faciasının yaşanmasında da bu dikbaşlılığın payı vardır. o dönem görev başında bulunan 3. ordu kumandanı hasan izzet paşa, çetin kış şartlarında sarıkamış harekâtının başarısızlıkla sonuçlanabileceğini belirtmiş ve bu harekâta karşı çıkmıştır. hasan izzet paşa aynı zamanda enver'in askeri mektepten hocasıdır. enver, hasan izzet paşa'nın bu tutumunu işitince, izzet paşa'ya ''hocam olmasaydınız sizi idam ettirirdim'' dediği iddia edilir. hasan izzet paşa idam edilmemişse de, harekâta karşı geldiği için görevden alınmış ve başka bir yere sürülmüştür. hasan izzet paşa sarıkamış'la ilgili yaptığı uyarılarından birinde şöyle diyordu: ''bu mıntıkada iaşe ve cephanenin ikmali tasavvur olunamayacak kadar kesb-i müşkilat ediyor (çok zor görünüyor diyor mealen). bilhassa bu iki mesele ve ordunun kısmen çıplak bulunması, bu kış mıntıkasında harekât-ı askeriyeye pek büyük tesir yapıyor.'' izzet paşa'nın bu uyarısı maalesef enver tarafından ciddiye alınmamıştır. neticede hepimizin bildiği gibi ağır bir bozgun ve hatta dram yaşanmıştır sarıkamış'ta.

    çanakkale'de ise enver bütün komuta yetkisini yine almanlara devretmiş, atatürk'ün o dönem bütün yakarışlarına ve itirazlarına rağmen hiçbir önlem almamış, bizzat atatürk'ün göndermiş olduğu telgraflara dönüş dahi yapmamıştır. liman von sanders öyle kritik hatalara imza atmıştır ki, bunun bedeli olarak çanakkale savaşı 9-10 ay gibi çok uzun bir sürede ancak nihayete ermiş, aynı zamanda ağır zayiat vermemize sebep olmuştur. enver ile atatürk'ün arası daha evvelden de pek iyi değildi, çünkü ikisi de balkanlar'da 2. abdülhamit'e karşı birlikte hareket etmek gayesinde bulunmuş fakat bir türlü anlaşamamışlardı. bi defa atatürk ordu ile siyasetin kesinlikle birbirinden ayrılması taraftarı idi, enver ve arkadaşları aynı görüşte değildi. kişisel anlamda ise atatürk'ün davranışları ve sosyal hayatı enver'i rahatsız ediyordu. enver, sanıldığının aksine türkçü-turancı biri değil, koyu islamcı idi. fakat islamcılığı sadece siyasi hedef olarak belirlememişti, yaşamında da islami usüllere dikkat ediyor, mesela içkiyle arasına mesafe koyuyor ve namazlarını kaçırmamaya çalışıyordu (bizim malum kesim enver'in hayatını adamakıllı öğrense islamcılık güzellemesini abdülhamit üzerinden değil, enver'i anarak yaparlardı). atatürk'ün ise böyle bir yaşam biçimi yoktu, hatta yer yer arkadaşlarıyla içki mekanlarına gidip eğlenir, kafa dağıtır ve stres atmaya çalışırdı. enver'in gözünde atatürk o dönem fazla hızlı ve taşkın hareketleri olan biriydi, dine de uzaktı. trablusgarp görevi çıktığında da beraber gitmişler fakat anlaşmazlıklar orada da peşlerini bırakmamıştı. işte bu durum içinde, çanakkale'ye geldiğimizde ikisinin arasında son derece incelen ip, çanakkale'de vuku bulan tatsız gelişmeler neticesinde tamamen koptu. atatürk liman von sanders gibi müşir (mareşal) rütbesinde olan ağır top bir askere karşı bile eleştiri getirmekten sakınmadı, enver'e mealen ''almanlarla bu iş yürümez, çanakkale'ye gel ve vaziyeti kendin gör'' dedi. işte 1915 senesinde enver'e gönderdiği o telgraf:

    'muhteremim,
    evvelce zatı âlilerinize, bu mıntıkanın bütün mıntıkalarla olan farkının önemini arz etmiştim. maydos mıntıkası kuvvetlerine kumanda etttiğim zaman almış olduğumuz tertibat ile düşmanın karaya çıkmasına imkan verilmeyebilirdi. liman von sanders paşa hazretleri; bizi, bizim orduları, bizim memleketimizi tanımadığı ve layıkıyla araştırmada bulunacak kadar bir zamana sahip olmadığından, sahilde çıkarma noktalarını tamamen açık bırakacak tertibat almış ve düşmanın karaya asker çıkarmasını kolaylaştırmıştır. vatanımızın müdafaasında, kalp ve vicdanlarının bizim kadar çırpınmayacağına şüphe olmayan, başta liman von sanders olmak üzere bütün almanların fikirlerinin üstünlüğüne itimat etmemenizi kati surette temin ederim. bizzat buraya teşrif etmeniz ve umumi vaziyetimizin icaplarına göre bizzat sevk ve idare etmeniz münasip olur kardeşim.''

    atatürk bu telgrafı, o zaman için genelkurmay başkanı olan enver'e gönderiyor fakat enver bu çağrıya ne yazık ki kulak vermiyor. işte o zaman atatürk hem almanlardan, hem de potansiyel bir ulusal tehlike haline gelebilecek enver'den kurtulmak gerektiğini anlıyor. büyük harbi kim kazanırsa kazansın faturasının türkiye'ye çok pahalıya patlayacağını idrak ediyor ve almanların samimiyetine inanmıyor.

    bu savaşla ilgili çok şey yazılır fakat yazı çok uzayacağından bahsi kapatmak zorundayım. nihayetinde 1918 yılında savaşı kaybediyoruz. enver, talat ve cemal paşalar'ın da aralarında bulunduğu bir ekip, alman torpidosuyla gece vakti ansızın kırım'a kaçıyor, oradan bir kısmı rusya'da kalıyor, bir kısmı ise almanya'ya geçiyor. enver, tıpkı vahdettin gibi ülkeyi bir oldu-bitti ile ateşe attıktan sonra yabancılara sığınarak yurdu terk ediyor. vahdettin ile arasındaki tek fark, vahdettin'in ingiliz zırhlısına binip kaçması iken enver alman torpidosuyla bunu gerçekleştiriyor. ilginçtir, vahdettin başa gelir gelmez bir karar çıkartıp enver ve kaçan tüm ekibin yurda dönmesini yasaklıyor, yurda girişleri olursa da tutuklanmalarını emrediyor (aynı akıbet kendisinin başına gelecek).

    enver yurtdışında iken şu üç faaliyeti gerçekleştirmek istemişti:

    1- anadolu'ya bir şekilde geçerek (ki epeyce girişimleri olmuştur) milli mücadelenin başında yer almak.
    2- bolşevikler ile birlikte ingilizlere karşı savaşmak (özellikle enver almanya-rusya arası sürekli mekik dokumuş, ruslardan belli bir müddet ciddi destek görmüştür. ruslar, ankara hükümeti milli mücadelede yunanlara karşı başarısız olur da hezimete uğrarsa, anadolu'ya arkasında büyük bir kuvvetle enver'i sürüp atatürk ve arkadaşlarını saf dışı bırakarak kendi siyasi yönetim tarzları çerçevesinde enver'i getirtmeyi planlamıştır. ne zaman ki ankara yunan'a karşı muvaffak olmaya başlamış, ruslar da o zaman yedekte tuttuğu enver'i tamamen oyun dışı bırakma kararı almıştır.)
    3- türkistan'da milli bir hareketi yönetmek.

    fakat enver, kabaca bu 3 planı aslında gerçekten samimiyetle arzu ettiği için değil; eski şan ve şöhret içindeki günlerine yeniden kavuşabilmek, adından tüm dünyada söz ettirebilmek için yerine getirmek istiyordu. hatta konuyla ilgili kazım karabekir paşa, enver'in anadolu'ya girmek istediği haberlerini duyunca çok ağır şeyler söylemiş ve ankara hükümeti'ne ''tedbir alın'' mealindeki telgrafında enver'i şöyle itham etmişti:

    ''tamamiyle bolşevizm ve komünizm esaslarını ihtiva eden seksen beş maddelik programın ismine halk şûralar fırkası namı verilerek anadolu'ya gönderilmeye başlanmıştır. (...) külliyetli para ile enver paşa'ya çapulculardan mürekkep bir kızıl ordu teşkil ettireceklerdir. manastır dağlarında iken, yıldızlı kâşanelerde yaşamayarak millet için her varlığımızı fedadan ibaret olan ilk yemini, sarayların fesat havasında bozan enver paşa'ya harb-i umumiye'ye atılmakta acele edilmemesini, almanların ilk muvaffakiyetlerine aldanılmayarak, beklememizin faydasını kurmay heyetimiz kendisine her gün anlatırken o, memleket için esaslı birçok menafii (menfaatler/yararlar) temin etmeden ve milletin mukadderatını milleti idare edenlere dahi haber vermeden harbe girdi. kuvvetimizi israf etmememkliğimizi ve almanların bir gün harpten çekiliverirlerse bizim mevcudiyet muharebesi yapmak mecburiyetinde kalacağımızı, hazinemizin anadolu'ya atılmasına, para ve kuvvetimizin israf edilmeyerek tedafüi (savunma) vaziyetlerde kalmaklığımızı ve bilhassa vatan haricine kuvvet çıkarmamasını rica edenleri muhitinden uzaklara atarak almanlar hesabına merhametsizce iran'a, mısır'a, galiçya'ya saldırırken mukadderat-ı milletle (milletin kaderiyle) alakadar olanlarla istişareye bile ehemmiyet vermedi. neticede memleketi parasız, fabrikasız, teşkilatsız, bütün kaynakları kurumuş bir halde bırakıp kaçan ve şimdi de rusların elinde vatanın bakiye-i izâmını (vatanın kalan sınırlarını) kemirmeye teşebbüs eden, orduyu milis yapmak gibi cinayetleri irtikâba başvuran enver'den hükümetimiz hesap sormalı ve neşrettiği programı millet nazarında çürüterek enver'in manevi şahsiyetini bitirmelidir. tecrübesiz ve emeksizce türkiye'de diktatörlük yapan enver'in serbest kalır ve imkan bulursa aynı mevkiyi velev bir dakika olsun işgale koşacağı ve bunu temin için her kuvvetten istifade edeceği anlaşılıyor. bolşevikler, mustafa suphi ve emsali ile yapamadığı anadolu kızıl inkılabını enver paşa ve rüfekası vasıtası ile yaptırmaya çalışacaklar ve bittabii akabinde hakimiyeti kendi ellerine alarak inkılap yapanları da imha edeceklerdir.''

    enver'le ilgili değinebileceğim daha pek çok enteresan hadise olsa da (mesela atatürk'e gönderdiği hakaret dolu mektupları var), vaktim ve enerjim olmadığından yazıyı burada sonlandırmayı uygun buluyorum. talep olursa devam edebilirim.

    hülasa enver, kazım karabekir'in de dediği gibi, ilk çıktığı yolda sahip olduğu o ideali ve emeli sarayların fesat havasında bozarak tam yetki ile başa gelmiş ve türkiye'yi 4 senede ateşin içine atarak ülkeden kaçıp gitmek zorunda kalmıştır. tartışmasız şekilde başarısız olmuş, ehliyetsiz ve yetersiz biridir. binbaşılıktan öteye rütbe almaması gerekirken saray bağlantısı sayesinde elde etmediği mevki-makam kalmamıştır. atatürk ise tam tersi, saraydan hiç kimseyle bağı bağlantısı olmadığı halde, büyük emek ve mücadele vererek batı'dan doğu'ya farklı farklı cephelerde, çetin şartlarda bulunmuş ve kazıya kazıya vatan sınırları içinde başarıya ulaşmıştır.

    atatürk ile enver'in kıyaslanması tam anlamıyla zırvalıktır... ikisi denk bile değildir, ciddi vizyon farkı vardır. ayrıca enver abdülhamit'i tahttan indirmeyi başarsa da saltanat yanlısı idi. osmanoğlu hanedanının bir şekilde devam etmesini, kendisinin de yönetimde olmasını arzu ediyordu. tabiat olarak da demokratik görüşlü, karşısındaki insanı dinleyen biri değildi.

    enver'in nasıl bir yönetime sahip olduğunu ve bunun ülkedeki uygulamasını şair eşref şöyle izah etmişti:

    devr-i istibdatta söz söylemek memnu idi (2. abdülhamit yönetimine ithafen, söz söylemek yasaktı)
    ağlatırdı ağzını açsan hükümet ananı.
    devri hürriyetteyiz, sanma ki değişti kaide;
    konuştururlar evvela, sonra s*kerler ananı.

    gerçekten de ''özgürlük getireceğiz'' diye yola çıkan hürriyet kahramanı binbaşı enver; gücü tamamen eline alıp enver paşa olunca, abdülhamit döneminden daha berbat bir despotizmi ülkede uygulamıştı.

  • helikopterle plaja inen ayı

    celal şengör boşuna "türkiye'de insanların mercedese binmesi, bikiniyle denize girmesi medeni olduğu anlamına gelmiyor. türkiye'nin medeniyet seviyesi afganistan kadardır" şeklinde açıklama yapmamıştı. bu görüntüler hocanın söylediklerinin ispatı gibi olmuş.

    plajda çoluk çocuk olsa ve o helikopterin altına girse ne olacak mesela? çocuğu geçtim, yetişkin bir insan için bile tehlike arz ediyor oraya iniş yapmak.

  • osmanlı imparatorluğu'nun çöküş nedeni

    bir konuya temas etmekte fayda var: profesyonel tarihçilikle uğraşan insanların büyük bir kısmı, 19. yüzyıla kadar osmanlı devleti'nin çöküşe sürüklendiğini kolay kolay düşünmez veya düşünmek istemez. bu saydığınız rönesans-reform hareketleri, coğrafi keşifler, bilimsel faaliyetler, burjuvazi ile birlikte serbest ticaretin ve ekonomik zenginliğin oluşmaya başlaması vs gibi konuları tarihçiler osmanlı'nın çöküş süreci olarak okumaz ve değerlendirmez.

    sebebi basit: her ülke ve toplumun kendi iç dinamikleri farklıdır. hele osmanlı ile batı avrupalı ülkelerin durumu arasında uçurum denecek düzeyde siyasal alandan askeriyeye, kültürel değerlerden toplumsal sorunlara kadar çok ciddi farklar vardır ve tarihçiler bu farkları birbirleri ile bağdaştırmaz. bütün bu olguların, içinde doğup büyüdüğü siyasal ve coğrafi sınırlar içinde değerlendirilmesi gerektiği görüşü baskın gelir.

    bunu biraz daha açmak için size şöyle örnek vereyim, kafanıza bilmiyorum ne kadar oturur: reform hareketleriyle ilgili ben bir akademisyenle konuştuğum zaman kendisinden şunu duymuştum, ''osmanlı'nın reforma ihtiyacı yoktu çünkü islam toplumları zaten reformdan geçmiş, reformu kendi içinde avrupa'dan çok daha evvel gerçekleştirmişti.'' şeklinde bir yorum yapmış ve demişti ki ''islam toplumları 9-12. asırlar arası onlarca farklı mezhebe bölünerek ve islama farklı yorumlar, öğretiler getirerek bu reform sürecini avrupa'dan yüzyıllar evvel gerçekleştirmişti.''

    bu bir bakıma doğru önermedir, mezhep çatışması olarak bakacak olursak evet avrupa'da 16. yüzyılda yaşanan şiddetli mezhep kavgalarını, doğu toplumu en az 500 sene evvel yaşamıştı. fakat mesele sadece mezhep mi? okur-yazarlık, dinin ruhban sınıfın tekelinden kurtarılması, halkın kulaktan dolma bilgilerle değil de bizzat kendi tecrübe ederek dinini öğrenmesi gibi meseleler hususunda ciddi soru işaretleri bulunmaktadır. bu bakımdan ben bu önermeye hak vermekle birlikte %100 katılmam. (toplumsal açıdan da yine çok farklı dinamikler söz konusu devreye giriyor burda da ve derinlemesine irdelenmesi gerekiyor.)

    işte, diğer askeri ve siyasal gelişimleri de tarihçiler bu örnekteki gibi değerlendirir ve okur. özellikle bizdeki osmanlı tarihçilerinin büyük bir kısmı, osmanlı'nın esas ve nihai çöküşünün 19. yüzyılda yaşanmaya başladığını, bunda da ulus-devlet modellerinin tarih sahnesine resmiyet kazanarak çıkmasının başlamasıyla birlikte ayrıca sanayileşmenin ve getirmiş olduğu yeni ekonomik düzlemin de osmanlı'yı tükettiğini, osmanlı'nın da 19. yüzyılda kırılma yaşadığını vurgularlar. ancak 19. yüzyıl öncesi yaşanan diğer gelişmelerin osmanlı'nın çöküşüyle doğrudan bir ilgisi yoktur, bu bakış açısına göre.

    avrupa krallıklarının dinamikleri ile osmanlı'nın sahip olduğu dinamiklerin çok farklı olduğu hususuna ben de katılmak zorundayım, bu doğru ve kabul edilmesi gereken bir tespit. ancak neden çöktü? sorusu ise çok uzun ve kapsamlı bir mevzu, bunlar yukarıda izah ettiğim gibi sebeplerle açıklanamayacak kadar derin ve uzun bir mesele. ilerde bunla alakalı bir çalışmam olursa belki burada da paylaşırım. siz şimdilik biraz daha okumaya ve öğrenmeye devam edin ama ezberlenmiş şeylerin de ötesine geçmeye çalışın. kolay gelsin.

    ekleme: esg, son kitabı "bunu herkes bilir"de de celal şengör'e atıfta bulunarak coğrafi keşifler konusunda osmanlı dinamikleri ile avrupa dinamiklerinin çok farklı olduğunu vurgular ve bu yüzden osmanlı'nın coğrafi keşiflere iştirak etmemesini dönemin şartlarında normal karşılar. benim konuyla alakalı görüşüm de farklıdır, hatta esg başlığına bunu yazmıştım bizzat ama genel anlamıyla tarihçilerimizin meseleye nasıl baktığını daha iyi ortaya koymak adına bu örneği de vermek istedim. celal şengör tarihe, "alanında uzman" birçok isimden daha vakıftır, bunu çok net söylüyorum. fakat profesyonel tarihçi bakış açısından da uzaktır ve tarihe amatör hislerle yaklaşır bazı konularda, bu sebeple yer yer anakronizm de yapabilir. bu yüzden celal şengör'ün her tarihsel çıkışına tarihçi akademisyenlerimiz hep bir ağızdan şiddetle itiraz eder.

  • osmanlı birinci dünya savaşı'na neden girdi

    birinci dünya harbi'ne neden girdik ve almanların yanında nasıl saf almak zorunda kaldık? biz mi almanya'yı yanımızda görmek istiyorduk yoksa almanlar, üzerindeki savaş yükünü hafifletmek için bizi kendi yanlarına mı çekmeye çalışmıştı? bu konu çok tartışılmıştır fakat kayda değer şekilde mesele aydınlatılamamıştır. ben bu meseleyi ele aldım, yazı biraz uzun ve kapsamlı oldu fakat okuduğunuz zaman eminim ufkunuzu açacaktır.

    avrupa'da savaş başlamış, almanlar ikinci dünya savaşı'nda aynısını tekrar edecek şekilde iki cepheli olarak; hem fransa'ya karşı, hem de doğuda rusya'ya karşı taarruza geçmişti. türkiye'yi savaşa sokacak olan iki alman gemisi, goeben (yavuz) ve breslau (midilli) akdeniz'de bulunuyordu. cebelitarık boğazı'ndan başlayarak cezayir önlerine gelen bu iki muharip gemi, cezayir limanı'nı bombalamıştı. 4 ağustos'ta aynı bölgede devriye halinde gezen iki ingiliz gemisi, bu iki alman gemisini görmüş ve ingilizler, almanlara nota vermişti. nota kâfi olmayınca, ingilizler, önüne aldıkları bu iki alman muharip gemisini kovalamaya başladı. fakat yetişmekte zorlanıyorlardı çünkü ingiliz gemileri 25 milden fazla yapamamakta, buna mukabil alman gemileri 29 mile kadar çıkabilmekteydi. 5-6 ağustos gününü sicilya'da geçiren alman muharip gemileri buradan tekrar yola çıkarak ege kıyılarına gelmiş ve kendilerini hâlâ takip etmekte olan ingilizlerden kurtulmak için çareyi çanakkale boğazı'na girmekte bulmuşlardı. bu arada, ittihatçı enver paşa'nın da etkisiyle aynı günlerde almanya ile türkiye arasında ivedi bir antlaşma imzalandı. kayzer wilhelm, berlin'deki yunan elçisine türkiye ile antlaşma yapıldığını ve bu alman gemilerinin türkiye'ye katılacağını bildirdi. dönemin yunan kralı aynı zamanda kayzer'in eniştesiydi.

    alman savaş gemileri çanakkale boğazı'ndan içeri girmeyi başarmıştır ve onlara içeride türk kılavuz gemisi eşlik ederek, kendilerini mayınlı bölgeden geçirmiş ve güvenli bölgeye sokmuştur.

    alman gemileri boğazdan geçer ve bu gemilere türk bayrağı çekilerek, gemilerin türkiye tarafından almanlardan satın alındığı yönünde izlenim bırakılmak istenir. bu sebeple, bu gemilere ''yavuz'' ve ''midilli'' adı verilir. ancak boğaz girişinde demirleyen ingilizler, gemilerin alman gemisi mi yoksa türk gemisi mi olduğunu ayırt etmek mümkün olmayacağı için çanakkale'den çıkacak olan her türlü gemiye düşman muamelesi yapıp ateş edeceklerini bildirir.

    21 eylül'de ingiliz amiralliği, çanakkale boğazı önlerinde hazır bekleyen ingiliz donanmasına şu emri verir: ''goeben ile breslau hangi bayrak altında çıkarsa çıksın batırılsın. onlarla birlikte çıkacak türk gemileri de batırılacaktır.'' fakat sadece türk gemisi, kendi tasarrufu ile tek başına çıkacak olursa, batırıp-batırmama inisiyatifi orada bulunan ingiliz komutana bırakılmıştır. uyarı olarak, türkler açıkça savaş açma niyetinde bulunmadığı sürece onlarla kavga çıkarılmaması telkin edilmiştir.

    o sıralarda çanakkale boğazı'nda komutan olarak bulunan alman subayı weber paşa adında bir zattır. bu paşa, emir vererek çanakkale boğazı'na tüm girişleri kapattırır. boğazın kapatılmasındaki amaç basit ve bellidir: yavuz ve midilli, tehlikeli kovalamacadan kendini kurtarıp rahatça istanbul'a ve oradan da karadeniz'e açılıp rus kıyılarına varıp rusları abluka altına alma imkanına sahip olabilecekti.

    türkiye, geri dönüşü olmayan bir yola adım adım ilerlerken, bugün herkesin kafasını meşgul eden o meşhur soru gündemin belirleyicisi idi: biz mi almanların yanında savaşa girmek için can attık yoksa almanlar mı bizi savaşa çekmek için bütün bu riskli yolu kendisine hedef belirledi?

    lafı ağzımızda fazla eveleyip gevelemeden cevabımızı hemen verelim: almanların bizi kendi saflarında savaşa çekme arzusu, bu noktada baskın gelmiştir. ittihat ve terakki cemiyeti içinden bile enver paşa harici aslında almanlara sıcak bakan yoktu. osmanlı kabinesinden bazı paşalar da o dönem hâlâ ingiltere ile eski dostluğu tekrar yaşatmak ve çareyi ingiltere ile müttefik olma yolunda aramış fakat bu arayış cevapsız kalmıştı (19. asırda özellikle ruslara karşı osmanlı'nın her daim yardım talebinde bulunduğu başlıca müttefiki ingiltere idi). çanakkale cephesi'nde bir güneş gibi parlayacak olan mustafa kemal ise, almanlardan ve enver paşa'dan adeta nefret ediyordu. ona göre mümkünse tarafsız ve savaşın dışında kalmak en iyi yoldu.

    ''mustafa kemal, türkiye'yi yalnızca türklerin kontrol etmesi gerektiğini ısrarla savunmuştu. göreve getirilseler bile almanların sadece hizmet etmek üzere kullanılmalarını tavsiye etmişti, bütün o yetersizliğiyle enver'in ulusal bir tehlike oluşturduğunu ve ülkeye zarar vereceğini söylemişti. (...) almanlara karşı aşırı düzeyde bir nefret belirmişti, türkler ve almanlar arasında sık sık yinelenen tartışmalar ve tatsız olaylar çıkıyordu. türkiye, dev alman makinesinin önemsiz bir parçası durumuna düşmüştü. savaşı kim kazanırsa kazansın faturasını türkiye'nin ödeyeceği düşüncesi yaygın bir kanı haline gelmişti. bütün alman subaylarını kaçırıp ülke dışına sürmek gibi çılgınca bir komplo bile hazırlanmıştı.''

    harp patladığı zaman bu savaşın maksimum 6 ay süreceği düşüncesi yaygındı. sadece ingiliz savaş bakanı lord kitchner'in bu savaşın uzun süreceği konusundaki tahmini doğru çıkmış ve ingiltere'yi, ona göre savaşa hazırlamıştı.

    peki ama savaş neden uzamış ve almanlar bizi neden kendi saflarına çekmek istemişti?

    5-11 eylül tarihlerinde fransa'da yapılan ve almanların durdurulmasıyla sonuçlanan birinci marn zaferi'nden sonra savaşın uzayacağı belli olmuştu. almanlar, fransa'ya karşı başlangıçta hızlı şekilde ilerlerken savaşın ilerleyen aşamalarında durmuş ve taarruzu bırakıp siper savaşına geçmişti. bu durağanlık, almanların aleyhine olacaktı. bu aşamadan sonra türkiye'nin savaşa girmesi büyük bir risk oluşturacaktı ki öyle de oldu.

    mustafa kemal paşa, sofya'da ataşemiliter iken istanbul'da bulunan dr. tevfik rüştü aras'a 4 eylül 1914 tarihli mektubunda şunları söylemiştir:

    ''hangi tarafın galip geleceğine dair olan fikri kanaatimi söylemek istemem. nazik ve mühim bir devre içinde bulunduğumuza şüphe yoktur. almanlar büyük ve hayrete şayan bir saldırışla birçok fransız kalesini çiğneyerek sağ kanadı ile paris'i geçip fransız ordusunu -arkası isviçre'ye olmak üzere- sıkıştırdı. bunun almanların biricik maksadı olduğuna ve ona da muvaffakiyet elverdiğine herkes aynı fikirde idi. bütün kâinat ve herkes, artık son kâti meydan muharebesine ve onun neticesine intizar ediyordu. halbuki bu neticeye karşılık alman ordularının fransız ordusu karşısında geri çekildiği görüldü.
    şarkta, ruslarla almanlar arasında cereyan eden vakalarda ruslar bozuldu. fakat güneyde rusların pek üstün kuvvetleri karşısında avusturya ordusu çekiliyor. batıda fransız ordusu taarruza hazır. binaenaleyh, alman ordusu serbest değil. şarkta rus ordusu üstün ve avusturya ordusu çekilmeye mecbur. vaziyeti şöyle tefsir edebiliriz: almanlar fransız ordusunu kâti meydan muharebesi ile henüz mağlup edemeyeceklerini ve avusturya ordusunun üstün ruslar karşısında daha ziyade mukavemet etmeyeceğini görerek, garpta büyük ordu ile geri çekilerek nispeten doğuya yaklaşmak ve sonra fransız ordusu karşısında bir müdafaa ordusu terk ederek geri kalan ordularıyla doğuya dönüp, avusturya ordusu ile birlikte rus ordusunu vurmak istiyorlar.
    pek güzel! fakat bu defa rus ordusu geriye, doğuya çekilmeye başlarsa ve bu orduyu yakalayıp ezmek mümkün olmazsa ve diğer taraftan fransız ordusu mukavemet için yardım istemeye mecbur olursa, bu defa yine doğuda ruslara karşı bir müdafaa kuvveti bırakıp batıya mı dönecek? ve böyle mekik gibi bir doğuya, bir batıya gide gele alman ordusunun hali ne olur?''

    atatürk, sözlerinde haklıdır. genç yaşına rağmen almanların bu iki cepheli savaş mantığını yanlış bulmuş ve onların manevralarını tenkit etmiştir. işin neticesinde yıpranacaklarını da öngörmüştür.

    almanların fransızlara karşı taarruzdan siper savaşına geçip savaşı durağanlaştırdığını ve uzattığını söylemiştik. doğuda da ruslara karşı ilerleseler de, savaşı sonlandıracak mutlak bir zafer elde edemiyorlardı. bu durum karşısında alman subayları da iki cepheli ağır bir savaşla karşı karşıya kaldıklarını idrak etmiş fakat artık geç kalınmıştı.

    rus kuvvetlerini doğuda meşgul edecek, ingilizleri mısır'da ve arap yarımadası'nda üstüne çekecek, almanların doğudaki ve batıdaki yükünü hafifletecek bir desteğe ihtiyaç vardı, o destek de gayri ihtiyari olarak türkiye'den gelecekti. işte, yavuz ve midilli'nin çanakkale boğazı'ndan geçmek suretiyle karadeniz'e açılmaları ve rusları abluka altına alıp sivastopol ile odessa gibi başlıca yerleri bombalamasının stratejik sebebi budur: almanların, üzerindeki savaş yükünü hafifletmek istemesi.

    29 ekim 1914 tarihinde odessa ve sivastopol bombalandı. enver paşa, karadeniz ablukasından haberi olmadığını söyleyip ''ben donanmaya karadeniz'e çıkıp ruslara saldırması emrini vermedim'' dese de, alman ve türk belgeleri, bunun doğru olmadığını göstermektedir.

    karadeniz olayına karşılık, çanakkale boğazı'nda hazır bekleyen ingiliz ve fransız donanması, 3 kasım 1914'te çanakkale'nin avrupa yakası'nda bulunan seddülbahir'e ve seddülbahir kalesi'ne ateş açtı. kalenin çevresinde bulunan cephanenin de patlamasıyla birlikte 85 askerimiz orada şehit oldu. bugün, 18 mart deniz muharebesi ve 25 nisan kara çıkarmaları'nın başlangıcından önce her yıl 3 kasım günü ''çanakkale'nin ilk şehitleri''ni anma programı kapsamında bu şehitler anılır.

    5 kasım 1914'te itilaf devletleri, türkiye'ye resmen savaş açtığını ilan eder. türkiye de 11 kasım'da itilaf devletleri'ne savaş açtığını kamuoyuna duyurur ve 1. cihan harbi de bizim açımızdan resmen başlamış olur. türkiye, bir oldu-bitti ile kendini almanya safında bulmuştur.

    sonuç ve değerlendirme: almanlar öngörüsüz bir şekilde iki cephede birden savaşmanın bedelini ağır ödemiştir fakat bizi de yanlarına çekerek bu bedeli paylaşmak arzusunda bulunmuştur. işin trajikomik kısmı, aynı almanya, ikinci dünya savaşı'nda da iki cepheli savaşmanın (ingiltere ve fransa'ya karşı taarruzda iken rusya'ya da savaş açıp müşgül duruma düşmüşlerdir) bedelini yine ağır ödemiştir. görünen o ki, birinci harpte yaptıkları hatadan ders çıkarmamışlardır. üstelik hitler, iktidara gelirken birinci harpte yaşanan bu "iki cepheli savaş" durumunu şiddetle, her defasında tenkit ederek halk nezdinde dönemin siyasetçi ve askerlerini itibarsızlaştırmıştır. bu hatanın aynısını hitler'in kendisi de yapacaktır.

    türkiye açısından bu savaşta ittihat ve terakki mensuplarını hiç bıkmadan suçlamak, işin en kolayıdır. ''ittihat ve terakki olmasaydı, biz bu savaşta olmazdık'' demek de gerçekçi bir bakış açısı değildir. testi kırıldıktan sonra akıl veren çok olur. büyük frederik'in meşhur sözü de bu duruma iyi bir örnektir: ''şimdi bildiklerimizi o anda bilseydik hepimiz birer ünlü general olurduk.''

    türkiye, öyle ya da böyle bu savaşa girmek zorunda kalmıştır. bütün bir yazı boyunca anlattığım gibi almanların bizi bu savaşta kalkan olarak kullanmak istemesi ve enver paşa gibi şan ve şöhret peşinde koşmak isteyen birisinin de yetkili olarak başımızda bulunması, bizim en büyük talihsizliğimiz olmuştur. ancak yine de, sadece ''enver yüzünden savaşa girdik'' demek, tarih bilmemektir. tarihin akışı içinde dönemin koşullarını iyi analiz etmeden sonuç elde etmeye çalışırsak, bu tip sığ yorumların ortaya çıkması kaçınılmazdır. almanların bu ince hamlesi karşısında biz, alternatif plan üretememenin akılsızlığını ve nihayetinde cezasını çektik.

    yazarın notu: işbu yazı tamamen şahsıma ait olup başka bir sitede daha kaleme alınmıştır. dolayısıyla, başka bir yerde bu yazının aynısına denk gelip de "çalmışsın" şeklinde ithamda bulunmayın. birkaç farklı yerde bu yazıyı paylaştım. sorusu olan özele gelebilir, kolay gelsin.

    kaynaklar: ''sorularla osmanlı imparatorluğu'' - erhan afyoncu. ''tek adam, mustafa kemal'' - şevket süreyya aydemir. ''bozkurt mustafa kemal'' - ingiliz yüzbaşı harold c. armstrong.

  • masterchef türkiye

    29 ekim ve çanakkale savaşı ile alakalı çokça entry girilince (büyük bi kısmını okudum) ben de iki kelam etmek istedim. hem genel savaşla alakalı birkaç klişeden söz etmek, hem de bu savaş ile 29 ekim'i bağdaştırmaya çalışan konsepte değineceğim. öncelikle şunu söyleyeyim, ekranda gördüğünüz o şehitlik bölgesinde haftada bir youtube için çekim yapıyorum ve alanda tarih araştırmaları gerçekleştirip keşfedilmeyen kıyıda köşede kalmış son yerlerde gezip öğreniyor ve öğrendiklerimi paylaşıyorum. akademik olarak tarih camiasının talebe ferdiyim. bunları yazıyorum ki entry sonrası "kaynağın ne" vs gibi sorularla uğraşmayalım.

    öncelikle birkaç klişe efsaneye cevap verelim:

    -yarışmada bahsi geçti mi bilmiyorum ama burda tartışma konusu olmuş, çanakkale savaşı'na 18 yaşından küçükler alınmadı. 13-14-15 yaşlarında hiçbir çocuk çanakkale'de şehit düşmeyi bırakın, çanakkale'ye gönderilmedi bile. o gördüğünüz asker kıyafeti giydirilmiş çocukların hemen hepsi, kazım karabekir paşa'nın ağırlıklı olarak kurtuluş savaşı sonlarında ve cumhuriyetin ilk yıllarında sahip çıktığı yetim kalmış çocuklardır. askeri kıyafetler giydirilip resmi geçitlerde yürütülmüşlerdir, fotoğraflar o geçit törenlerinden kalmadır. bir kısım gençlerin de üzerinde izci formalarının olduğu fotoğraf vardır, özellikle trabzon lisesi'nden çanakkale'ye bu liseli gençlerin gönderildiğine dair efsane çokça ortaya atılır fakat formalarına bakarak anlayacağınız gibi bunlar izcidir, savaşla alakaları yoktur (fotoğraf eklemiyorum, nette bolca var zaten hepiniz biliyorsunuz).

    arkadaşlar, insanların yeri geldiğinde siper kazmak için kullandığı kürek ve sopalarla birbirine girdiği umumi harp halinden bahsediyoruz. mantıken 13-14 yaşlarında çocukların zaten böyle kanlı boğuşmaya iştirak edemeyeceğini anlamanız çok mu zor? çocuğun ne işi var harpte? yetişkin insan bile o kan ve barut kokusunda zor duruyor, çocuk ne yapacak? bombayı sırtlayıp kendi mi hedefleri vuracak? neyse çok şey yazılır da devam edelim biz.

    -programı normalde izlemiyorum fakat evdekiler izlediği için ve çanakkale'de çekim yapıldığı için bir kısmına ben de baktım. yarışmacıların şehitlik ve civar yerlerini gezip mermi, şarapnel parçası vs gibi tarihi eserler bulması pek mümkün değil. o tarihi eserler tahminimce biraz kurgusal şov amaçlı yarışmacı arkadaşlara verilmiş ve "kendiniz gezinirken tesadüfen bulduk imajı verin" denmiş. yarımada'da gezmediğim yer kalmadı, bu tarz küçük tarihi eserlere bir kez olsun rastlamadım. rastlayanlar elbette var, fakat mesela yoğun yağış alan günlerden sonra yarı çamurlu araziye çıkarsanız toprağın iç kısmında kalan cisimlerin yüzeye çıktığını fark edersiniz. çünkü şiddetli yağan yağmur toprağı aşındırır ve gömülü cisimlerin yüzeye çıkmasına imkan verir. yarışmacılar böyle bir havada toprağa basmadığına göre o küçük parçaları bulması da kurgu olmuş diye tahmin ediyorum.

    -savaşta iaşe çok iyi düzeyde idi, yiyecek ve içecek bakımından sıkıntı çekildiği fazla görülmemiştir. etli bulgur, etli nohut, çorba askerlerin başlıca yemeği idi. hoşaf edebiyatı yapmak tarihe saygısızlıktır. ancak maddi açıdan, özellikle silah (makineli tüfek) eksikliğimiz ciddi derecede vardı. sırf bu eksiklikten dolayı haintepe kaybettiğimiz ilk yerlerden biridir, ilgili başlığa girip okuyabilirsiniz.

    -savaşla ilgili çok şey yazılır fakat daha fazlasına şimdilik lüzum yok, başlık da bunun için pek uygun değil. gelelim 29 ekim ve çanakkale meselesine: yazar arkadaşların çoğunun yakındığı gibi ben de aynı kanaatteyim: 29 ekim için kesinlikle ankara seçilmeliydi. sadece ilk meclisin varlığı ve cumhuriyetin temellerinin atıldığı o ruh için ankara'da yapılmalıydı çekimler. evet atatürk çanakkale'de bir güneş gibi parlayıp adından söz ettirmiş ve ün kazanmıştır, evet çanakkale gerçekten de kurtuluş savaşı mücadelesinin önsözüdür diyebiliriz, her ne kadar birinde düzenli ordu savaşsa ve diğerinde halk milisleri ve asker kaçakları yer edinse de bence bu söz, en azından iyi niyetle kullanılırsa yanlış diyemeyiz, bu da kabul. ancak 29 ekim dediğin zaman işte orda dur derim... çanakkale'nin hiç alakası yok. doğrudan da yok, dolaylı olarak da yok. bu programın çanakkale'de çekilmesi için 18 mart olsa anlarım, 25 nisan olsa anlarım... bak önümüz 3 kasım, 3 kasım olsa yine anlarım. 3 kasım'da ne oldu ki? dediğinizi duyar gibiyim, 3 kasım hem cihan harbi'ne resmen girdiğimiz hem de yine çanakkale'de verdiğimiz ilk şehitler günüdür. itilaf kuvvetleri boğazı ilk kez bu tarihte ablukaya alıp bomba yağdırmıştır.

    ama 29 ekim'den bahsediyorsak, onun yeri çanakkale değil. ayrıca, her ne kadar ideolojik görüş olarak kendisini hiç sevmesem de çanakkale belediye başkanı ülgür gökhan'ın programa davet edilmeyişi kabul edilecek bir davranış değil. ülgür gökhan'ı en son 18 mart törenlerinde konuşturmama kararı almışlar ve bir belediye başkanı stadyuma gidip konuşma yapamaz olmuştu. belli ki birilerinin verdiği talimat doğrultusunda aynı yaklaşım devam ediyor. gökhan'ın görüşlerini paylaşmayabilirim, ama bu ona yapılan haksızlığı ve saygısızlığı görmezden geleceğim anlamına da gelmez.

    cumhuriyet ve değerleriyle sorunu olanlar ancak böyle çiğliklere imza atabilir. "çanakkale savaşı'nı gösterelim, herkes sahip çıkıyor neticede. ama 29 ekim'i anımsatacak bir şey göstermeyelim, neo osmanlıcılar kızabilir" algısıyla çekilmiş bir bölüm izlettirdiler izleyiciye resmen. kendi tarihini bu kadar bölen, bu kadar birine ak, ötekine kara diyen, birini hain, birini kahraman yapıp da hiçbir zaman ortadan, gri tondan bakamayan ve hep siyah ile beyazda kaybolan yeryüzünde başka bir toplum daha gösteremezsiniz. masterchef de bunun trajik bir yansıması olmuş.

    tarih, üzerinde bu kadar oynamayı kaldırmıyor artık. tarihimiz ile cenk etmeyi bırakalım ve ona her şeyiyle, herkesiyle sahip çıkalım. eleştirimizi de yapalım, hem de sonuna kadar yapalım. ama sahip çıkarak yapalım. çünkü bu tarih bizimdir, bir başka ulusun veya ülkenin değil.

  • finansal kuruluşların türk lirasına saldırısı

    vay be, birkaç sene öncesine kadar hürriyet takip ettiğim başlıca haber siteleri arasında geliyordu. şu an bakınca bu köklü gazetenin bile aciz bir hale geldiğini üzüntüyle görüp kapattım haberi.

    yazık.