debe'deki entry ve onu favorileyenler gerçek mi? "eşinize kral gibi davranın ve sizi kraliçeye dönüştürmesini izleyin. adamınıza saygı gösterin, ona güvendiğinizi sık sık dile getirin, onu destekleyip yanında olursanız bu dünyada cenneti yaşayacaksınız." şeklinde biten, özet olarak boşanmış kadın arkadaşlardan uzak durulması salık verilen, ilişkiler hakkında, insan hakkında bu kadar sığ bir tavsiyenin bu kadar beğenilmesi, yazının kendisinden daha çok şaşırttı.
iç sesinize kulak verin. başka da bir şeye gerek yok. gerisini evren, allah, enerji, beyniniz, iradeniz ne varsa ne yoksa hallediyor. kendinize ve içinize güvenin. ya o eşikten bambaşka biri olarak beraber geri dönersiniz ya da eşikten geçip bambaşka biri olarak yolunuza devam edersiniz. bilmeniz gereken tek şey, o eşiği gördüğünüz zaman artık siz eski siz değilsinizdir. sonrası sabah ola hayrola.
voluntas6 profili
-
boşanmanın eşiğindeki çiftlere tavsiyeler
-
istanbullu gelin
garip bey’in sahnesiyle çok çok başarılı bir işe imza atmış ve beni gözyaşına boğan dizi.
yaşanmışlıklar, yaşanamamışlıklar, keşkeler, iyi kiler... her an içimde bir yerde mırıldanan şarkı yine sordu aynı şeyi: “bir insan ömrünü neye vermeli?”
gariptir ki insan ölümü çok uzakta zannediyor; ertelediği şeyleri yaşlanınca yapabileceğini umuyor. yarın diye bir şey yok halbuki ve herkes garip ve esma kadar şanslı, cesur olamıyor. bu dünyadan, öyle beyazlar içinde, püripak ve hafif ayrılabilmenin yolu kendine sadık olmak belki de.; aynı cesaretle, aynı şevkle, aynı hayallerle, aynı “ben”le...
şems-i tebrizi’nin de dediği gibi:
“bir şey yap.
güzel olsun.
çok mu zor?
o vakit güzel bir şey söyle.
dilin mi dönmüyor?
güzel bir şey gör.
veya, güzel bir şey yaz.
beceremez misin?
öyleyse güzel bir şeye başla.
ama hep güzel olsun.
çünkü her insan ölecek yaşta.
geç kalmayasın…”
sonradan ekleme: yeni bölüm için şarkı önerisiyle geldim ekibe:
fikret kızılok çok sevdiğiniz için (bkz: ben gidersem)
garip bey’in yalnızlık içeren cümlelerine de ithafen feridun düzağaç’tan (bkz: yalnızlığım sana emanet)
ilhan irem’den (bkz: konuşamıyorum)
pinhani’den (bkz: yitirmeden)
kalben ve pinhani’den (bkz: iyi değilim ben) -
çocuklarına tecavüz eden anne ve baba
bu ülkenin sorunu ne eğitim, ne sağlık, ne barınma, beslenme...
resmen cinsel açlıktan, sapıklığı meşrulaştırdılar.
yaşadıklarını anlatamayan çocuklar, kadınlar, adamlar ne yapacak?
bir salın kızlarınızı, oğullarınızı; aşık oldukları insanlarla doya doya sevişsinler. yıllarca bastıra bastıra, kaç aşk eskittikten sonra, en az istediği insanla evlenip, zoraki çiftleşip sonra da kime ne sapıklık yapsam diye geziniyorlar ortalıkta.
yaşadıkları travmaları atlatmalarına yardımcı olacak iyi insanlarla karşılaşırlar umarım. o çocuklar da büyüyecek, sevecek, aşık olacak. yıllarca bilinçaltında onları kemiren korkularla mücadele etmek zorunda kalacak, elin oğlu, kızı da gelip yargılayacak onları bilip bilmeden.
sevilmeyi sonuna kadar tadacakları, uzun ömürleri olsun.
of resmen içim karardı. anne mi o kadın, o adam baba mı?
————
edit: gelen mesajlarda, maşallah küfür dağarcıkları da pek gelişmiş yazarlarca, avrupa’da cinselliğin özgürlüğü ve tecavüz, sapıklık yaygınlığından bahsedilmiş.
bu budur, böyleyken böyledir diyecek bilimsel kaynağım, istatistiki argümanım yok. bahsettiğim şey, her önüne gelenle yatmak değil, aşık olduğun insanla içinden geleni yaşayabilmek.
müslümanlıkta bunun zina olduğunu ben de biliyorum; o zaman destek olun da evlensin bütün sevenler o doğru kişiyi bulduklarını hissettikleri anda.
tutkuyla, cinsel çekimle, arzuyla aşkı karıştırmazsanız sevinirim.
bu benim görüşüm, siz kendi görüşünüzle haklısınız, ama bu size aklımı belden aşağıyla bozduğumu söylerken belden aşağı küfür etme hakkı vermez.
daha fikri hür olmaktan, fikre saygı duymaktan acizseniz, avrupa’daki özgürlük diye algıladığınız şeyi tahmin ediyorum zaten.
sevgili az bilinen müzik gruplarımızdan yolda der ki : “ herkes sevdiğine varsın” .
aşk olsun, hadi hepinize hürmetler. -
evdeki oyuncağı götürmek isteyen misafir çocuk
edit: gelen onlarca mesaja, olumlu-olumsuz eleştirilere, buraya yazılanlara teşekkür ederim. hepsini tek tek okuyamadım henüz, okudukça cevaplayacak, yolladığınız linklerden faydalanacağım.
çok daha fazla detay vermem gerekiyormuş onu da anladım. çünkü benim için önemli olan oyuncağın gitmesi/geri gelmemesi değil, böyle bir olay karşısında bundan böyle nasıl bir tavır takınmam(ız) gerektiğiydi.
peşinen söyleyeyim, çok defa yazılmış, zaten ödünç verdiğimizi belirttim. annesi, babası bir şey demeyince, çocuğu da kırmak istemediğim için, o zaman şimdi al götür, biraz oyna, bir daha geldiğinizde geri getirirsin dedim. muhtemelen geri gelecektir zaten; yani arif olan anlar. şu anda konu oyuncak değil.
büyüdükçe benzer olayları daha çok yaşayacağımız için, fikir edinmek istemiştim, almam gerekeni aldım. sağolun.
edit2: kişisel bir anıdan ziyade herkesin yarasına parmak basan bir konuya da sözlükte yer vermiş olduk.
“hırpalanmış yerlerinden öperim çocuk.”
————
böyle bir kuzenim vardı. maddi durumları bize göre oldukça iyi, oyuncakları benimkilerden katbekat fazlaydı. ben sindylerle idare ederken onun barbie koleksiyonu vardı. onun kocaman bir barbie evine karşılık, sahip olduğum tek barbie teyzemin karne hediyesi olarak aldığı çamaşır asan, ütü yapan barbieydi. oyunda bile o, parti elbiseleriyle ken tavlama peşindeyken, ben kül kedisi gibi pembe ütü masasında ömür çürütüyordum.
neyse...
bu çok sevdiğim kuzenim bize her gelişinde eline kaptığı bir oyuncağı evine götürmek suretiyle adını kalbime daha da kalın harflere yazdırıyordu.
mavi saçlı kız kitabını kitaplıkta her gördüğümde çocukken en sevdiğim bebeklerimden olan mavi saçlı kız ve onun benden izinsiz kuzenime verilmesi geliyor mesela.
çünkü o ağlamasındı, çünkü o huysuzluk yapmasındı, çünkü geri getirirdi.
hiçbirini geri getirmedi.
bu yüzden hala en sevdiğim kuzenimdir. canım ciğerim.
yıllar sonra bunları hatırlamama sebep olansa, hafta sonu misafirliğe gelen oğlumun kuzeniydi. tam gitmeye hazırlanırken, gözüne kestirdiği iki oyuncağı kaptığı gibi başladı amcasına sevimli bakışlar atmaya. bizim oğlanın en sevdiği iki kocaman araba ve ikisi de hediye üstelik. kötü yenge olmamak için önce sessiz kaldım, aynı annemin ben küçükken yaptığı gibi. sonra tabi kötü yenge olmayı düşüncesiz anne olmaya tercih edip; bize geldikçe oynayabileceğini, eğer alıp giderse arkasından kuzeninin çok ağlayabileceğini(2 yaş büyük bizimkinden) falan anlatmakta çalıştım ama anne babası çocuğa bir şey demeyince eşim de kalbi kırılmasın diye al oğlum, neyi istersen al götür dedi.
çok bozuldum a dostlar. oğlum boynu bükük olanları seyrederken, 2.5 yaşında, daha anlamlandıramadığı bu zorunlu paylaşmacılık içine itilmesine üzüldüm.
isterse aynı oyuncakları ona da alabiliriz, daha iyilerini de alabiliriz ama sırf o mutlu olsun diye, iyi amca olacak diye oğlunun en sevdiği oyuncakları verdiği için durumu izah ettim eşime misafirlerimiz oyuncaklarıyla beraber gittikten sonra.
şimdi belki anlamıyor ama büyümekte olan bir çocuğa sahip olduğumuzu ve kendini kuzenlerinden daha değersiz hissettirecek şeyler yapmamamız gerektiğini falan anlattım.
sonra acaba çok mu abartıyorum diye bu konuyla ilgili uzman görüşleri, akademik yazı vs. aramaya başladım derken instela’da bu şekilde bir başlık açıldığını ama burada olmadığını gördüm ve uzun uzun içimi döktüm.
gözümün önünde benden koparılan mavi saçlı bebeğimi düşündüm ve oğlumun çekici kamyonunu; benzer durumlarda ne yapmam gerektiğine dair yardım ihtiyacı duydum. -
ölen kişiden geriye kalan en hüzün verici nesne
günlük.
(#61614934) burada bahsettiğim eniştem, ceketinin iç cebine sığacak büyüklükte defter taşırdı hep üzerinde. gençlik yıllarından beri onlarca defteri birikmişti. her günü uzun uzun anlatmazdı ama, o güne ait önemli bir olay olduysa, hem kendi özel yaşamı hem ülke genelini ilgilendiren, mutlaka not alırdı. gittiği tarihi yapılar, turistik yerler hakkında da notlar alırdı defterine ve oradan bahsedeceği zaman açar bilgi verirdi tarihçesiyle ilgili.
hayattayken kimse açıp okumadı onları. gizli saklı değildi, kitaplığında açıkta dururdu ama ben bile açıp bakmamıştım hiç. ölümünün ardından, kitaplığındaki defterleri karıştırmaya başladı çocukları. hepimiz bir masanın etrafında, küçük küçük defterlere bakıyorduk. hem hüzün hem heyecan hem de biraz utanç hissediyordum onun şahsi notlarını okuduğumuz için.
teyzemle nişanlandığı tarihi not etmiş; sevgili filanca hanımla nişanlandık, saadetim sonsuz. evleneceği gün yazmış; rahmetli kız kardeşim de görebilseydi beni takım elbise içinde. istanbul erkek lisesi’nde okurken yazmış; istanbul’a aşık oldum, okula gitmek yerine sokakları arşınlamak istiyorum. büyük kuzenim yürümeye başladığında, teyzem çocuk aldırdığında(hiçbirimiz bilmiyorduk bunu), emekli olduğunda, işçi bayramlarında taksim’de, ben üniversiteyi kazandığımda, bana kitaplarını verdiğinde... her şeyi, bizim bile unuttuğumuz her şeyi not etmiş.
o zaman ölüm düşüncesi beni girdabına almıştı. en sevdiğin defterin, dolma kalemin arkanda kalıyor ve yazdığın her gerçeklik bir masal gibi, hayal gibi duruyor öylece, boynu bükük. anıların sahibi olmadıkça, onların yaşanmış olduğu gerçeği bile anlamsız oluyor.
insan ölüyor ve onun bu hayattan geçtiğine dair tek kanıt arkasında kalanların ömrü kadar oluyor. adı anıldığı, fotoğraflarda güldüğü, yazdığı çizdiği kadar yok oluyor. yok olabilmek için bile insan insana muhtaç oluyor.
ne bileyim, hala içim ürperir el yazısının arkada kalması; deftersiz, hazırlıksız bir yolculuğa çıkmasını hatırladıkça.
ölümün değil ama öldükten sonra “ben de vardım” “ben de o havayı soludum, ben de yürüdüm yollar boyunca” diyebilmenin, bu hayata imza bırakabilmenin tek yolunun kişinin kendisi değil diğer insanlara bağlı olduğunu anladım.
okunabilecek bir yazı, yüzleri güldürecek bir anı, arkasına tarih atılmış bir fotoğraf, gölgesinde dinlenilecek bir ağaç, yürünecek bir yol, dolaptaki yün kaşkol ve niceleri, bunları emanet edecek, kıymet bilecek insanlarla bir anlam kazanıyor.
insan ne kadar çok yoldaş edinir, ne kadar özne eklerse cümlelerine, ne kadar kahkaha biriktirirse gözlerinin etrafında o kadar şahit bırakıyor arkasında. kimse kimseye dokunmuyor, kimse kimseyi hissetmiyorsa, orada hep ölüm oluyor, giden gittiğiyle kalıyor.
biteceği kesin bir yolculukta bırakılacak en güzel ayak izinin el yazısı olduğunu öğrendim eniştemden. varışı ötelemenin tek yolunun izini takip edenler, cümlelerine virgül koyanlarla gerçekleştiğini gördüm.
dün doğum günüydü ve ona ulaşabilmemin tek yolu cümlelerden merdiven uzatmaktı gökyüzüne. buraları okuyorsan, gittin gideli çok şey değişti enişte ama bir tek sana olan sevgim değişmedi. inanır mısın neler soğudu içimde, neler buz tuttu, keşke burada kalsaydın ömrümce.
senin bıraktığın yerden ben devam ediyorum günlüklere; dün doğum günündü ve hasretle kutladık hep birlikte. -
ekşi itiraf
çok da romantik olmadığımı anladım bugün bir kez daha.
ne zamandır kendi bilgisayarım olmamasından yakınıyordum. eski dizüstü bilgisayarımı yeğenime vermiştim. evlenirken masaüstü bilgisayarımı, canım 22” ekranımı babama bırakmıştım facebook’ta daha iyi gezinsin, geniş geniş özlü sözler paylaşsın diye. eşimin ofis için ve evde kullanmak üzere iki dizüstü bilgisayarı var, ikisinde de benim işime yarayacak programlar yok. kendi müzik arşivim bile harddiskte yüklü. dinlemek istediğimde onu bul, kabloyu tak, aman kablosu oynamasın, bozuldu bozulacak korkusu derken çocukluğumdan beri bilgisayarla vakit geçirmeye alışmış ben, bilgisayardan uzaklaşır oldum. bu da özellikle yazı yazmaktan ve yeni albümler indirmekten uzaklaşmam demek oluyor. iş dışında şahsi kullanımım için bilgisayarım yoktu yanı özetle.
son zamanlarda yazı yazma isteğim arttı, deftere yazıyorum, telefona yazıyorum ama bilgisayarda alışık olduğum için aynı hızda yazamıyordum. dün akşam da eskiden yazdığım yazılar, şiirlere bakıyordum. bazılarını okudum eşime, dedim ne kadar çok yazardım evlenmeden önce. çocuk da olunca iyice içimde birikti sanki cümleler, kelimeler, hisler. oku oku bitmiyor. benim bey başladı uyuklamaya. bozuldum tabi.
bu akşam eve geldi, elinde koca bir paket. sana hediye aldım dedi. bu kadar yazınca, buraya kadar okuduysanız, tahmin ettiniz siz tabi ama ben o an hiç tahmin edemedim. merakla açtım paketi, kutudan çıkardım, sehpaya koydum ve başladım kurulumu yapmaya. daktilosuna kavuşmuş kendi halinde yazar gibiydim o an. o kadar mutlu oldum ki. eşim uzaktan uzaktan beni seyredip güldü. ben belki mutluluğumu belli edememişimdir, çok teşekkür ederim dedim. çok belli ettin, gözlerin parlıyor dedi. dün akşam o kadar özlemiştin ki yazı yazmayı, yazdıklarını okurken o zamanki kendine özlem duyduğunu anladım dedi. bunca zaman beni anlamadığını düşündüğüm, kendim olamadığımı, kendimden uzaklaştığımı göremediğini düşündüğüm adam görmüş, anlamış beni. kendim de alırdım bir bilgisayar, ama bunu ben bile akıl etmemiş, eksikliğinin farkında değilken eşim düşünmüş, almış, yeni bir harddisk hediyesiyle beraber kucağıma verdi ya paketi sanki kendimi hediye etti bana.
bunca zaman aldığı çiçekler, takı, toka, tabak, çanak, kitap da dahil hiçbir şey bu kadar mutlu etmemişti. ben de bu kadar romantikmişim işte, şunca zaman meğer bir bilgisayar beklemişim. yazı yazıp, özgür olabileceğim alan beklemişim.
önümüzdeki yıllarda başarısız bir kitap denemesine kalkışırsam, temelleri bu gece atıldı diye buraya not düşüyorum.