bozdoganli37
profili

  • zafer partisi

    farklı bir yazı yazmak istiyorum. sol ve merkez solcu bir aileden geliyorum, ailem chp'li, ve çocuk yaşta sol teorileri okumuş, yaşamım boyunca sosyalist politikaları savunmuş biriyim. fakat ülkem ateş çemberindeyken ben, "ne kadar da bilgiliyiz, değerliyiz, eğitimliyiz, halkımız cahil" edebiyatından ekmek yiyen ve aslında olup bitenleri pek de umursamayan, gerçekliğini yitirmiş ve bölücülere mesafe koymayan, yankı odasına has tabuların altında ezilenlerden olamam.

    kuvâ-yi milliye'cileri okuyarak da büyüdüm, daha ilkokulda, atatürk ansiklopedisinden beslendim. en nihayetinde sosyalizmi de ülkemin insanlarının lehine olduğuna inandığım için savundum. vatanseverim ben, çivisiz bir solculuk peşinde olmadım (millet kavramını kenara atıp abd'nin ve kapitalizmin en güçlü olduğu bu zamanda enternasyoneli savunanlar ne kadar gerçekçi değil mi), ülkemin işçisi, turistten daha kalitesiz yaşamasın diye solcu oldum çocuk yaşta, yoksa otoriteye kafa tutayım kompleksiyle değil, cazgır cazgır bağırmak için de değil, kimseye üstünlük taslamak için "şu kitabı oku öyle gel insanları" ndan olmadım, samimi, içten, sadece bu, adalet duygusuyla, vatan sevgisiyle, insan sevgisiyle...

    tito'nun yugoslavya'sını etnik aidiyetlerle parçaladılar, bana göre en güzel sosyalist örnekti. nasıl baktığımı anlayın diye yazıyorum. ve geçen sene tip ve zafer arasında gidip geldim, tip sözde ermeni soykırımına dair bir afiş yayınladı, gözümde bitti. deprem yaşamızız, ülkemiz ateş çemberinde ve yaşadıklarımza bak. bu seçimde de dem adına çekiliyor, sonra ortamlarda "anti-emperyalistim" derler değil mi? gözümde hiçbir değerleri kalmadı. anti-emperyalist olup bir yandan emperyalizmin maşası olan bir terör örgütü ve siyasi uzantısına mesafe koyamamak da iyiymiş be. aynen odtü'lü olup kendi halkına tepeden bakanların yaşadığı ikiyüzlülük gibi, harikasınız, mükemmelsiniz, en iyi siz biliyorsunuz.

    böyle sol olmaz olsun arkadaş, çocuk yaşta "atatürkçülük moda'dan değil, ümraniye'den savunulmalı" demiştim, zira görüyordum, akp'ye insanlar dini kaygılarla değil, sınıfsal kaygılarla oy veriyordu. ama bunu her şeyi bilenlere anlatamadık... şimdi farklı bir atmosfer var, başörtlülü ve atatürkçü olan gırla insan tanıyorum, türkiye'de paradigmalar değişiyor, chp bunu da kaçırdı.. ah.

    bu satırları hollanda'dan yazıyorum. buraya neden geldiğimi sorguladım son 6 sene içinde defalarca. ben 2000'lerde yale'e burslu gönderilmiş bir akrabamın referansıyla yale'de okuma şansına sahiptim, eve kocaman paket geldi, fakat gitmedim. itü'ye girdim, erasmus'a gitmedim, bakıp araştırmadım bile. bana göre dünyanın en güzel coğrafyasında yaşıyoruz. ama 6.5 sene önce buralara göçtüm işte. 20 senelik travmanın sonucu.

    buraya gelince daha da bir açılıyor insanın kafası, bazı ezberleri bozulyor, bir yandan farklı toplumları tanıyor, ve benim ilk gözüme çarpan başka milletlerin birbirlerini tutmasıdır ama en önemlisi hollandalıların nasıl teşkilatçı olduğudur. bilenler bilir "ons kent ons!" (biz bizi tanırız gibi bir anlamı var), dünyanın bireysel özgürlükler açısından en ileri ülkesinde, bu sözün varlığı, hollanda insanının başarısının da temelini oluşturur bana göre. bizde olmayan budur, yitirdiğimiz budur, milli ruhtur, dincilerin ümmet sevdası, solcuların etnik milliyetçilerin baskısından kurtulamamasıdır. bana çok komik geliyor, "aman bana faşik demesinler" kaygısıyla içe atılan onca düşünce.

    sorun sadece solcular değil, akp seçmeni zaten başka ihtimalleri düşünmez, chp seçmeni farklı mı? "dış güçler dediğin nedir ki? bir ülke bir başka ülkeye hükmetmek istese zaten partilerin içine adamları olsun ister" diyordum, ama yok, anlatamıyorsun, chp'nin milliyetçi oku hani nerede diyorum, cevap yok, en nihayetinde istemeye istemeye kılışlar'a verdik ve gördük geleceğimizin nasıl parmaklarımızın arasından kaydığını.

    umut bazen yaşatır ama bazen de öldürür arkadaşlar. olmayacak duaya amin dediğinizde sizi öldürecek tatlı bir kar uykusuna yatarsınız boş bir umutla. umudun da bir gerçekliği bir olabilirliği olmalıdır. onu da anlatamadık insanlara, tip'in başkanı ne diyordu, erkan baş, "at mı yarıştırıyoruz", heee, gördük işte o vizyonu, erdoğan kazanmadı, kılıçdaroğlu kaybettirdi. ama şimdi hepsi sus pus, bunların vizyonları da bu kadar.

    bütün bunları neden yazıyorum biliyor musunuz? ben soldan bakan (öyle özentiyle değil, v. lenin'in materyalizm ve ampiryokritisizm'i 13 yaşında okuyarak) biri olarak, üç günlük solcuların "faşist" diye önüne gelen herkesi yaftalayıp etnik faşistlerin (norm ender'e saygı ve selamla) kullanışlı aparatlığından öte memlekete bir şey vadedememelerinden bıktığım için yazıyorum. görün artık, bizim bizden başka şansımız yok, mesele zafer ya da ümit özdağ değil, mesele memleket meselesidir, bağımsızlık meselesidir, bildiğimiz şekilde ülkenin kalması için direnmektir.

    bu seçimlerde belirli yerlerde farklı adaylara oy verebilir insanlar, ama meclislerde zafer'in varlığının gözükmesi, hem ülke içinde, hem dışarıya, türkiye'nin olduğu gibi kalmak istediğine dair iradenin bir kıvılcımı olacaktır. bana göre ülkenin tek umududur bu.

    umuyorum ki özellikle gençler, daha zor, daha yılgın bir yaşama sürüklenirken bu gerçekleri görüyordur. zira yaşlandıkça insanlar, hamurun ısınması gibi çoğu zaman katılaşıyorlar, ama ben siz gençlere, genç insanlara güveniyorum. gerekirse bu yazıyı da istediğiniz yerde paylaşabilirsiniz. tüm bunları tek bir kaygıyla yazıyorum ben;

    o güzel ülkemi eski haliyle istiyorum!

  • yakışıklı bir erkeğin yalnız olmasının nedenleri

    yakışıklı ya da değil, ciddi bir sosyal beceri arızası yoksa, konuşabilen, iki kelimeyi bir araya getirebilen, sağlıklı tepkiler veren bir erkeğin yalnız kalmasının yegane sebebi ortamının olmamasıdır. görünürlüğü olmayan bir insan yalnız kalır. elektronik fakültesinde yunan heykeli gibi arkadaşlarımızın bile yalnız kaldığını gördük, o sebeple burada bu kadar gömmenize gerek yok.

    ayrıca "kadınlar sadece tipe bakmıyor, karaktere ve kişiliğe de bakıyor" diyenlerin anlayamadığı bir şey var. ilk hareketi erkekten bekliyorsunuz, fakat ortamı olmayan birinin zaten birine yürüyemeyeceği de aşikar. ayrıca tersi de doğru, ortamı olan biri, tipsiz hatta parasız bile olsa her şekilde yolunu bulur. ünlüler ve sanat sepet camiasının fıldır fıldır olmasının sebebi de budur. insan sirkülasyonu demek, ihtimallerin artması demektir, sıfır insan sirkülasyonu ve iş-ev dışında sadece uğraşlara ait bir zombi yaşamda zaten yalnızlık neredeyse baki.

  • yazarların çaldığı enstrümanlar

    elektro gitar
    yaylı tambur

  • plastik suratlı kadınların moda olması

    hepsi birbirinden iğrenç. dahası, bir erkek bir kadının estetik yaptığını öğrendiğinde içgüdüsel bir soğuma gelir. bu bir varoşlaşma, ama şaşırmıyorum. aynı kadınlar, ev, araba, maddiyat pornosuna dayalı bir beklenti içinde erkeklerden, aynı kadınlar, salt yapay bir güzellikle daha güçlü bir özdeğere sahip olacaklarını düşünüyorlar. karakteristik zayıflık, değer eksikliği, özgüvensizlik...

    kusura bakmayın da her yaptığınız saçmalık için "toplum bunu istiyor, insanlar bunu istiyor, baskı var" demeyi bırakın artık. işine gelince yaşam kişisel, işine gelince "ama mahalle baskısı var" demekle (bkz: olmuyor oynayamayan gelin yerim dar der) siz dışınız batılı ve bireysel görünen, burnundan kıl aldırmayan, içiniz dibine kadar doğulu bir tutarsızlıkla yaşarsanız, istemsizce yarattığınız toplum da buna evrilir. toplumun belkemiği kadındır kimse kusura bakmasın.

    biri yukarıda ince dudaklı olmanın zararlarından bahsetmiş. doğal ve güzel bir ince dudağa sahip birçok aktrist var, aksine ben oldukça çekici buluyorum, hafif kırık ve karakteristik bir burnu da. behzat ç.'de savcıyı oynayan seda akman müthiş çekici bir kadındır mesela, burnunda hafif bir deviasyon var, o burun, yüzüne asalet katmaktadır. kendisi çok kalın dudaklı bir kadın da değil. bunun gibi birçok örnek verilebilir.

    ama dediğim gibi, dünyayı görünen göstergeler endeksine göre yorumlayacak kadar basit bir perspektiften bakarsan, estetikle değerli hissedersin, tam hissedersin ama aksine, birbirinin kopyası iğrenç kalın dudaklar ve yapay bir burunla, suratından silemediğin değersizlik hissiyle ve muhtemel suratsızlıkla yaşamda daha iyi bir yere gelemezsin. o güzellik zaten bir yere kadar devam edecek, en büyük yatırımının güzellik olduğunu düşünüyorsan, rasyonel erkekleri yitireceksin. üstüne üstlük yaşla beraber suratın çökecek, vücudun deforme olacak, üstüne sahip olduğun estetik yığınıyla seni zaten değersiz gören adamlar dışındaki kümeyi de elemiş olacaksın. kendi ayağına sıkmaktan başka nedir ki bu?

    valla kişisel seçimdir tabii fakat bir ülkenin kadını bu kadar maddiyata tapınmamalı, tapınıyorsa, maddiyatla ezildiğinde de ağlamamalı. yaşamı olması gerektiğinden karmaşıklaştırıp, sonra bombok yerlere savruluyorsunuz, ne yazık...

  • yalnızlık kader mi tercih mi

    - ne görüşeceğim lan onla, tipini sevmedim
    - işyerinden insana güvenilmez, herkes çıkar üzerine ilişkiler kuruyor
    - tinder, okcupid, bumble, instagram, ekşi sözlük hepsi et pazarı
    - ne gideceğim lan dans kursuna, dil kursuna
    - komşuyla yüz göz olmaya gerek yok
    - yurtdışında türkle yüz göz olmayacan

    modern zamanlar, insanın kolaylıkla bulunabilip insanın insanı kolaylıkla hiçe saydığı zamanlar. bence bu cehennemi yaratan yukarıda örnek verdiğim zihniyet. bu aslında bizim toplumsal özgüvensizliğimiz. geleneksel değerleri çöpe atıp bir yandan batılılaşırken birey de olamamanın yarattığı bir savrulma hali. bu haliyle istatistiki olarak toplumsal seçim, ve bu seçimin bireylerdeki projeksiyonu da kısmen kader. yapılacak en iyi şey, insanla derdi olan insanlarla vakit kaybetmemek ve insana olan muhtaciyetini, acizleşmeden farkında olarak yaşayan insanlarla yakınlaşmak.

  • bir erkeğin boş biri olduğunu anlama yöntemi

    ister kadın, ister erkek olun, bir adamın ya da kadının boş olduğunu, boş vakitlerinde ne yaptığından ya da yapmadığından anlayabilirsiniz.

  • türkiye'nin çöküşünü bitirecek kişi

    eğer bir çöküş varsa, onu bitirebilecek tek kişi olduğunu sanıyorsan allah akıl fikir versin. hababam sınıfından sınıf başkanı seçeceksin, ne bekliyorsun? her şeyi geçtim, bugün yaşanılan sıkıntıların ahlaki boyutunu kimse dert etmiyor. kusura bakmayın da parti ayırt etmeksizin 80'lerden itibaren halkımız adım adım değerlerini yitirdi, yani paha biçilmez geleneksel değerlerini parasal değerlerle ikame etti ki bunun en güzel karikatürize edildiği film namuslu filmidir. ne diyordu o filmde: "hem fakir hem şeyi büyük". işte bizim toplumumuzun ve kadınımızın bakışı buyken, sen bu değer enflasyonunda bir çıkış yolu mu bekliyorsun? bekleme.

    bin defa yazdım, bin defa daha yazarım: bireysel ilişkilerinde neysen, makro düzeyde seni çevreleyen toplumun davranışı da o olacak. elini vicdanına koy, sen ne kadar ahlaklısın, ne kadar ince düşünüyorsun ki dışarıdan bunları bekliyorsun?

    (bkz: bumerang)

  • 26 temmuz 2023 tanju özcan'ın ihraç edilmesi

    ön-edit: öncelikle: (bkz: tanju özcan'ı twitter'da takip ediyoruz)

    bir siyasi parti, halkta karşılığı olan bir siyasetçisini, başarı sağlamış bir belediye başkanını, dahası savunduğu ilkeleriyle birebir uyuşan bir üyesini göstere göstere ihraç edebiliyorsa bu şu demek;

    2- yönetim, seçmen tepkisini umursamamaktadır.
    3- yönetim, seçmenin kendisine bağlı kalacağı ve bunun kendisine oy kaybı olarak dönmeyeceği kanaatindedir.

    bir tane daha madde vardı ama (çok ağır olur diye, o da ata'mın partisi olduğu için, onun hürmetine) onu yazmayacağım. hayırlısı diyorum. chp kimsenin tapulu malı değil, siz ihraç edebilirsiniz ama seçmen ihraç etmedikçe tanju özcan, ilkelerinden, altı ok'tan kopmamış bir chp'li olarak hatırlanacaktır.

    haberin linki

  • koskoca haftasonunu hiçbir şey yapmadan geçirmek

    "hayat hızla akıyor ve aynı anda sonsuz şeyi yapamıyorum" - 21st century digital boy. çünkü her şeyi yapmalı, her şeyi başarmalı, her konuda zirveye oynamalıyız. mümkün mertebe her şeyi tüketmeli, tatmalı ve sonrakine geçmeliyiz. bir koşu bandında koşar gibi her alanda yenmeliyiz başkalarının kıstas limitlerini, koşarak finish çizgisine ulaşıp "başardım" diye bağıran bir atlet gibi başarmalıyız. başarısızlıkla yaşayamayız, başkasından bir eksiğimiz olmamalı, bize öğretilen yükselen değerlerin peşinden koşmalı, checklist'imizdeki ev, araba, evlilik, elit yaşam bileşenlerini harfiyen yerine getirmeliyiz. bunun dışında yaşayanlara bakıp kendimizi mutlu saymalıyız zira mutluluğumuz, başkalarının mutsuzlukları ve geri kalmışlıklarına referanslı. nirengi noktası, başkalarının geri kalması ve mutsuzluğu, aynen batı avrupada yaşayan birinin "ama afrikadaki gibi yaşamıyorum" mutluluğu gibi.

    millet, bu kafa, bu dünyayı, doğuda batıda kuzeyde güneyde mutsuz etti. bir şeyler yapmak zorunda değilsiniz, aslında olduğunuz yerde fotosentez yapan bir bitki gibi kalsanız, çok da bir şey değişmeyecek. önemli olan bu kıstaslara ve yarışa dayalı, karşılaştırmaya dayalı mutluluklara referanssız yaşamak. çünkü ancak o özgürlük haliyle gerçekten istediğiniz şeyi yaşarsınız. cumartesi gecesi, barlarını mafyanın yönettiği bir şehirde tek eğlenceniz "bara gitmek, club'a gitmek, ortamlarda cozutmak" ise yani farklı bir fikir olarak diyorum, bence bu mutluluk değil, bu çamur gibi akan zamanın ruhunda sırf sürüye katılmak.

    "rutin mutluluk" is the new black diyorum. bu ingilizce kelimeyi buraya yerleştirmek istemezdim, zamanın ruhuna uyanlara laf atayım diye anlayın. mutlu olmanın kendisi, çoğalan bir mutluluğun parçası olmak istemekteki iyi niyet bizzat tabu devirenlik. sevgilinle güzel bir akşam geçirmek sana yetiyorsa, karşılığında nobel almayacağını bile bile sürekli yaptığın, takdir beklemeden yaptığın uğraşların varsa, kabaca eh işte yaşayabileceğin bir finansal durumun varsa, seni mutlu etmeyen şey nedir? başkasının sahip olduğu ama senin sahip olamadığın şey bir mutsuzluk kriteri değildir. senin ihtiyaç duyduğun ve sahip olamadığın şey seni mutsuz edebilir anlarım. kalem ve kağıda ihtiyaç duyarsın alamazsın, müzik yapacaksın müzik aleti alamazsın anlarım, "onun var benim yok, allah belasını versin bu hayatın" diyerek geçiremediğine üzüldüğün cumartesi akşamındaki hayali eğlence ise, o eğlencenin noksanlığı seni mutsuz ediyor çünkü "birileri yapıyor ben yapamıyorum" diyorsun. durduk yere içinden gelen bir gerçek isteğin noksanlığı değil bu, "onun var benim yok" diyerek yarışta geri kalmanın yarattığı mutsuzluk.

    aynısını sosyal basamakları çıkamayan ve hayat boyu mutsuz olacak tatminsiz yarım aydın kadınlar ve hayatı kadınlar konusunda skordan ibaret gören adamlar yaşar. bu ahmakça düşünceye savrulup o tatminsizlik karadeliğine düşmeseniz, size hayatı dar eden sistemin en temel kolonu yıkılır. ama siz basamakları çıkmak istedikçe, basamaklar da sizin üzerinize çıkıyor, sizin gözlerinizdeki açlıktır kapitalizmi ayakta tutan ve sizi gerçekten aç bırakan sistemin motoru.

    bir arkadaş, bir sevgili, bir eş, bir uğraş, makul bir refah mutlu olmasını bilene mutluluk getirir ama yatlar, katlar asla ve asla yarış gözünü bürmüş aç gözlü görgüsüzü mutlu etmez, etmemiştir, bunun peşine takılan kadınlar da mutsuz olmamıştır, sırf yanındaki kadının güzelliği ile egosunu tatmin eden adamlar da mutlu olmamıştır. açgözlü görgüsüzlük mutlu edemez, olağan yaşamın içindeki rutin mutluluk peşinde koşmayan insanın mutsuzluğu, her zaman bir şeylerin gerisinde olacağının bilincinden ileri gelir. elinizin tersiyle bunu reddederek değer bilmeyi seçebilir, ya da her haftasonu cumartesi günü başkalarının mutlu olduğuna inanarak etrafınızdaki insanların mutluluğunu da bozacak asık bir surat ifadesiyle drama yaşayabilirsiniz. bu bir seçimdir, ve bu bakış açısına bağlıdır.

  • 2022 yetişmiş çalışan krizi

    32 yaş, bu yaş sınırlaması varsa bir 5 sene sonra daha beterine layıksınız. siz ucuza adam çalıştırın, proje yürür nasıl olsa.

  • çetiner çetin

    bugün ukraynalı kadınlar hakkında ettiği laflarla alakalı bir iki şey diyeceğim. diyor ki "burada kadınlar savaştan kaçıyor, bizim insanımız kaçmaz..." kusura bakmasın saçmalamış. araplar kadınlarını bırakıp kaçarken, ukraynalı erkekler, kadınlarını güvenli yere yollayıp savaşmaya gidiyorlar, bundan daha onurlu bir şey olamaz. ayrıca ukraynalı kadınlar, erkeklerine hiçbir milletin vermediği kadar değer verir, her bir salaklığına katlanır, çünkü gördükleri açlık ve nüfus kıyımı ile erkeksiz/babasız kalmanın ne demek olduğunu bilirler.

    savaşın ortasında ettiği laf edilecek laf değil, ayıp etmiştir. kendisine calut gibi saldıran rusyaya karşı tek başına bırakılmış cefakar bir milletin kadınına edilecek laf değil, hem de böyle bir zamanda. söylediklerini duyduğumda kendisi adına hissettiğim utançtan ötürü bundan sonra bir daha ekrana çıkarsa kanalı değiştireceğim.

  • neden yabancı dil öğrenemiyoruz

    kendimizi ezmeyi, arabeski çok seviyoruz.

    öncelikle dilimiz, batı avrupa cermen dil ailesine mensup değildir. ingilizce, almanca (almanya, avusturya, kısmen isviçre, lüksemburg), hollandaca (hollanda ve kuzey belçika flaman bölgesi), danca, norveççe, isveççe ve izlandaca, aynı dil ailesine mensuptur, benzer gramer yapılarına sahiptir (ingilizce'nin bozunması ayrı bir mesele, participle'ların sona gelmemesi halbuki eski ingilizcede i have a book bought gibi ibareler bulunuyor (ik heb een book gekocht, gekocht, bought burada yardımcı fiil).

    bu ülkelerin dışından gelenlerin de ortalama halkı, bu ülkelerde yaşayanlar kadar ingilizceye hakim değil. eğitimli bir yunanın ya da italyanın bile ne kadar bozuk bir şiveyle ingilizce konuştuklarını yurtdışında yaşayanlar gözlemlemiştir. bu yukarıda bahsettiğim dilleri konuşan halklar ise, zaten anadilleri cermen dili olduğu için aynı aileden diğer dilleri oldukça hızlı öğrenirler, hobi olarak da öğrenirler. bu şuna benzer, bir türkün kazakça, kırgızca, türkmence veyahut herhangi bir türk dil ailesine mensup dili öğrenmesi, bir avrupalıya göre oldukça kolaydır. benzer şekilde bir rusun, lehçe, sırpça, bulgarca öğrenmesi gibi bir şey bu.

    bu işin bir yanı, zorluk var yani. ikincisi ise, bizim insanımız yurtdışına pek çıkmaz, geçerli kaynak bulamadım, şu iki kaynağı şuraya bırakıp devam ediyorum;

    https://www.umityildirim.com/…kinda-bazi-gercekler/
    https://twitter.com/…rih/status/1040538692828520449

    burada yazılanlara göre nüfusun 8 milyonu pasaportlu ve bu pasaportların 5 milyonu hacca gitmek için çıkmış, ülkede insanların en çok ziyaret ettiği ülke gürcistanmış. haliyle bizim insanımız, genel olarak çevre ülkeleri, dünyayı bilmiyor, görmüyor. avrupadaki insanların nasıl senede iki defa yurtdışını gezdiğini görüp duyduğunuzda, yasadıkları çevre coğrafyalarla ne kadar entegre olduklarını, bakış açıları ve adaptasyonun nasıl bundan etkilendiğini öngörmek zor değil. bizim insanımız içine kapanık yaşıyor, geçtim başka ülkeleri, doğru dürüst tatil yapan insanların bile çok az olduğunu görmek zor değil (keşke sayısal verilerle destekleyebilsem)

    haliyle ortalama bir türk için yabancı dil öğrenmeye dair bir doğal dış uyaran da kalmıyor, yabancı insanı, yabancı ülkeyi, yabancı kültürü göremiyor. öğrenmesi için bilinçaltında ve aklında onu uyaracak bir hafıza taşımıyor. bizim ülkemiz halkı itibariyle ziyaret eden değil, ziyaret edilen bir ülkedir.

    bunlar işin zorlukları. fakat bir de bize has davranışlar var. bizim kültürümüzde ve dilimizde müthiş bir kendini ezme huyu var. haliyle hata yaparka öğrenme süreci burada sekteye uğruyor. sen daha karmaşık bir kontekste yazı yazıp okuyamazken aksana bu kadar kafayı takarsan, sürekli "acaba köylü gibi mi konuşuyorum" gibi saçma sapan korkularla kendini ezersin ve dil öğrenmekten fersah fersah uzaklaşırsın. sonuçta ingiltere kraliçesi gibi konuşmak zorunda değilsin. önemli olan akıcı bir şekilde, kendi yaşam tarzına uygun bir kontekst karmaşıklığında (ya da iş içinse ona göre, artık ihtiyaç ve amaç neyse) yazıp okumak birincil amaçtır. zaten sesli olarak dinleyebileceğin kaynaklara eriştiğinde aksan sorunu da kısmen düzelir, kulağın alışır.

    bir de okuma tembelliği var. mesela kaç insan kitap okuyarak, kaç insan okulda zorunluk kitaplardan ötürü ingilizce kaynaklarla haşır neşir olmuştur. siz hiç "ben 20 tane ingilizce kitap bitirdim ama gene de çuvallıyorum" diyen insan gördünüz mü? hadi onu geçtim, mesela internette ilgi alanına dair web sitelerinde ve youtube kanallarında dolaşşanız bile zaten dinleme konusunda baya hızlanacaksınız.

    fakat son bir şey eklemek istiyorum ki bence bu en önemlisi. ana dilinizi hangi kontekst/bağlam karmaşıklığında kullanıyorsanız öğreneceğiniz dil de o karmaşıklığa sahip olacaktır. yani 7/24 sokak dili ile konuşyorsanız (sıkıntı yok, duyar kasma, boş yapma, seri...), öğreneceğiniz hiçbir dilde daha derin bir kontekst karmaşıklığına sahip olmanız beklenmez. haliyle burada en önemli olan şey (bence, ama uzmanlar farklı diyorsa onlar haklıdır benimkiler öznel gözlem, hatam varsa düzeltin), ana dilde mümkün mertebe derin bir bağlamda konuşmaya alışmak. ana dilinde cin ali okuyup, ingilizceyi akıcı konuşamazsınız, belirli bir konuya ilginiz yoksa da ana diliniz sokak dilinin en budanmış halini kullanır, diğer dillerde de varacağınız en üst mertebe bu olur.

    haliyle okuldaki öğrenimle kalan, günlük hayatında oldukça basit bir sokak dili kullanan, okulda ya da kursta öğrendiğinin ötesine bir ilgi alanı (müzik, sanatın herhangi bir alanı, edebiyat, ne bileyim temel bilim, matematik, fizik, popüler bilim, yazılım...) olmayan, olmadığı için de o konudaki yabancı kaynaklara ihtiyaç duymayan, böyle ilgisiz yaşayan bir insan, nasıl farklı bir dili öğrenecek? bence zaten asıl sorun bu, eğitim sistemi, toplum ve aile, geçtim yabancı dili, ana dilinde üretken, belirli ilgi alanları olan ve bunları hayat boyu bir çıkar olmaksızın yapabilen düşünen beyinler yaratamadığı, yalnızlığında kişisel boş vaktini verimli bir şekilde geçiremeyen insanlar olduğu sürece, dil sorunu da asla çözülmeyecek. zaten ortalama bir batı avrupalıya göre fazlasıyla bariyerimiz var dila ailesi olarak, üzerine gezme tozma da olmayınca kafasını kuma gömmüş insanlar olarak sadece duolingo ile nereye kadar bir insan bir dilde kendini geliştirebilir bilmiyorum.

    edit: yardımcı fiil yazmışım participle yazacağıma

  • eşi kaçan gencin canına kıyması

    gözüme çarpan bir şey: "yetiştirme yurtlarında büyüyen s.k. 2 yıl önce görücü usulü ile evlendiği ve bir yaşında çocuğu olduğu öğrenildi."

    öksüz ve yetim olmanın ne kadar zor olduğunu bilen herkes, bu kaderi yaşamış insanın herhangi bir ayrılığın bile normal insana göre çok daha yüksek şiddette hissedeceğini de bilir.

    sevenlerine ve yakınlarına sabır dilemekten başka hiçbir şey yazamıyorum, aslında aklımda o kadar çok şey var ki buradan 600 sayfalık kitap çıkar...

  • sivas'ta kocası tarafından bıçaklanan kadın

    allah aşkına şu görüntüye lütfen bir bakın. adam kadını herkesin ortasında çekiyor, kadın yardım çığlıkları atıyor, millet, arkadaşlarını aslanlar yerken otlanan antiloplar gibi kafasını kaldırıp bakıyor. yahu burası sivas değil mi? ramazanda sigara içseler bi ton dayak atmaya toplanan adamların cesareti nerede? hadi onu geçtim, hadi esnaf, sizin gücünüz garibana yeter eyvallah.

    ben onu bunu da geçtim, çoluğunuz çocuğunuz bu görüntüyü izliyor. şu görüntüleri izleyen çocuk da genç de kadın da travma yaşar. adam herkesin ortasında bıçağı sakin sakin çıkarıp yolun ortasında kıyıyor kadına. bu mu istediğiniz gelecek, bu mu kafanızdaki toplum. ben eşek kadar adamım, "ulan allah kahretsin ne izledim lan ben" dedim, tüylerim diken diken oldu, gerildim, ben yaşamış gibi oldum.

    onu da geçtim, şu adamla aynı iş yerinde, aynı ortamda çalışmak ister miydiniz? böyle insanların toplumda varlığı sizi rahatsız etmiyor mu? bu adamın varsa arkadaş çevresi, tanıdığı, iş arkadaşları, hiç bu adam bu noktaya gelene kadar emare göstermiş mi merak ediyorum, ya da bu tip bir şiddete meyleden davranışları olmuş mu? bu toplumda bu kadar psikopat çıkıyorsa, acaba muhabbetlerimizin içinde şiddet, psikopatlık ne kadar normalleşti.

    kendini ülke genelinin yaşadığı sorunlardan kurtaranlara sesleniyorum. zenginlere, durumu iyi olanlara, orta üst ekonomik seviyede olanlara. çoluğunuzu çocuğunuzu en iyi okullara gönderseniz de, en korunaklı sitelerde yaşasanız da, o çocuklar gene televizyonu açınca bunları görecek, metroya toplu taşımaya binerlerse yan yana bu insanlarla oturacaklar, hadi toplu taşımaya tenezzül etmediler, lüks araçlarıyla sokakta gene bu toplum ortalması çıkacak karşılarına.

    bu haber tek başına, istisna olsa içim yanmaz, ama sürekli böyle haberler, sürekli akıyor. bir kişi de mesele edinip "yahu bu toplum nereye gidiyor, ruh sağlığımız yerinde mi, bir konuşalım" demiyor, demek aklına bile gelmiyor o denli normalleşmiş. teke tek mi yapar, başka bir programda mı yapılır bu konu mesele bilmiyorum, ama ekonomi politika düzelir de toplumsal yozlaşma öyle kolay düzelmez, akıl sağlığı için bir nesil geçer, o da çaba ve emekle, kaldı ki bu da yok.

    gerçekten gazeteciler ya da tv yapımcıları, hiç mi umurunuzda değil, illa bir gün yakınınızın başına benzeri bir şey mi gelmesi gerekiyor bir şeylerin konuşulması için? ülkeye gerçekten kalıcı bir katkıda bulunmak isteyen, toplumsal şiddet ve ruh sağlığını masaya yatırsın, her gün, her hafta, ne yapılabileceğine dair bir farkındalık yaratsın yoksa bu haberler, bu istatistikler, bu yoğunluk geleceğin ipotek altına alınması demek. ha diyorsanız ki ülke meksika olsun, ben kazandığıma bakar zerre umursamam, ona birş ey diyemem, zaten akıl sağlığının sınırları çoktan aşıldı ya...

  • türkiye'nin ab'ye alınmamasının sebepleri

    bence artık sadece tek bir sebep vardır, o da türkiye'nin bir göçmen ülkesi olarak konumlandırılması, izah edeyim;

    ab göçmen almak istememektedir, bu sebeple türkiye'yi göçmenlerin ağırlığını kaldıracak ülke olarak görmektedir. bu saatten sonra gelecek göçlerle asla ve hiçbir şekilde türkiye ab üyesi olamayacaktır. merkel'in konuşması açık ve net bir şekilde bunu söylemektedir. bu sebeple bu saatten sonra kimse ab hayali kurmasın.

  • o kadar mühendis var teknolojide neden geriyiz

    iş varsa mühendisler iş yapar, iş yoksa mühendisler ağırlık tartar.

    kimse mühendislere suç atmasın. bunca mühendisin yeni iş çıkarması için devlet bir kolaylık sağlıyor mu? yoksa daha para kazanmadan firma kurduğunda x y z vergisi diye başına mı biniyor? bunlar politikadır, ülkeler politikalara göre şekillenir.

  • kedi beslenen evlerin leş gibi kokması

    4 senedir kedi besliyorum, 35 metrekare evde yasiyorum ve evin en kosesinde kedinin ustu kapali tuvaleti var. gelene gidene de sormustum, cok guclu bir koku hassasiyetim var, ne bana, ne baskasina boyle bir koku gelmedi.

    velhasil 3 tane kedi besleyen bir arkadasim vardi, bir gun evine gittim, buyuk bir apartman dairesi olmasina ragmen evde agir bir koku vardi. buna neyin sebep oldugunu bilmiyorum, fakat tahminim kedilerden biri hastaydi.

    ayrica kediler, koku konusunda hassastir ve cok temiz hayvanlardir. bunun sebebi, bizdeki temizlik ahlaki degil elbet, dogada hem av, hem de avci olduklari icin kokularini birakmayacak sekilde evrim gecirmislerdir. haliyle hasta olmayan bir kedi, koku birakmaz. mesela disarida hic kedi boku gormezsiniz, cunku kediler oldukca iyi bir sekilde onu topraga gomerler ve dikkat edin, donup donup koklarlar yani kokusu kalmis mi diye kontrol ederler. cunku vahsi dogada o koku kalirsa, onu avlayacak buyuklukte bir avci onun izini surup onu takip edebilir.

    haliyle eger kediden oturu bir koku sorunu varsa, hastaliktan suphelenmelisiniz. ya da gercekten gunlerce kedinin kumunu temizlememek gibi korkunc bir hata icindesiniz.

    edit: eklemeyi unutmusum, erkek kediler ciftlesme doneminde koku birakir. disi kediler o konuda tertemiz.

  • abd'nin lgbti+ karşıtlarına yaptırım bildirisi

    suudi arabistan'a da uygulanacak mi bu yaptirimlar acaba diye dusunduren.

  • aldatılmak istemeyen erkeklere tavsiyeler

    karaktersiz insanlarla beraber olmazsanız aldatılmazsınız. yok bu listeyi okuyup "nasıl aldatılmam acaba" diye düşünüyorsanız salaksınız, her türlü aldatılırsınız zira sizi olduğu gibi sevemeyen bir insanı koynunuza sokarak, bağımlı olduğunuzu kabulleniyorsunuz demektir.

    bir gün daha ekşi sözlüğün karanlık tarafına entry yazdık, allah sonumuzu hayır etsin.

  • rambo'nun tank sürmesi helikopter uçurabilmesi

    ilk filminde amerikaya sistem elestirisiyken (bkz: rambo 1), ikinci ve ucuncu filmlerde bariz bir amerikan propagandasi filmine donusmustur rambo. artik araya nasil insanlar girdiyse, nasil oneriler geldiyse stallone'ye, tukurdugunu bir guzel yalamistir stallone.

    90'larda afganistan abd'nin dostuydu, brzezinski politikalarinin propagandasiydi rambo 2 ve 3. 2000'lere gelindiginde afganistan'a gerek kalmadi zira 90'larda sovyetler coktu. 2000'lerde yapilan filmlerde afganlar bu sefer eskisi gibi cesur savascilar olarak sunulmadilar piyasaya, aksine islamci terorist olarak sunuldular. halbuki afganlar hep ayniydi. degisen, anti komunist propagandanin miyadini doldurmasiyla ortaya cikan farkli hesaplardir.

    kitleler gerzektir, o kitlenin icindeki eziklige oynayarak tank da surdurursun esas oglana, helikopter de surdurursun ne olacak. maksat bilincaltina oynamak ve bilincdisi gudulenmeleri tetiklemek. hani "beyin kontrolu" falan diyorlar ya gerizekali komplocular, en buyuk komplo aygiti medyadir, sinema endustrisidir, bu dunyada her sey olabildigine aciktir, nettir. kitle profiline gore bir analiz yaparlar, akabinde o kitleyi kontrol etmek icin olabildigince populist, onlarin ezilmislik duygularini kendi cikarlarina gore yonlendirebilecekleri filmleri piyasaya sunarlar. parasini da kazanir, propagandasini da yapar bu akla sahip adam, sen de izlersin, kendini bir kukla olarak izlersin iste.