sabahın 5'inde uyandım. bunun tek bir sebebi var; kedim.
ama yo yo, lütfen yanlış anlamayın, o beni uyandırmadı. sağdan sola nasıl döndüysem hayvanın üstüne dönmüşüm. miykledi de uyandım. bir baktım yan tarafımdan kafası görünüyor. garibim bir de hâlâ kibar, bekliyor ki ben kalkayım. ben olsam var ya yatağı tepesine geçirmiştim üstüme çıkacak olan bahtsız hayv...
kedinin...
öhöm, neyse ne diyordum. evet, kibar bir kedim var.
mjorate31 profili
-
bu saatte hala uyumama sebebi
-
dünyanın bütün zevklerini tadınca ne oluyor
kara lahana mevsimi geldi. bu mevsimde yani soğuk aylarda yetişen kara lahanayı nedense daha lezzetli bulurum. içine atılan acı mı acı biber, barbunya taneleri, mısır kırığı, kuyruk yağı ve patates... daha ilk kaşığı ağzıma almadan kokusu çeker beni. yapıldı mı da bir kazan yapılır. mısır ekmeği ile de ekmeksiz de tabak tabak yenir çünkü. ben şahsen ilk tabağımı mısır ekmeği olmadan, sırf damak zevkimi çatlatmak için yerim. ikinci tabağımı da artık doysam mı ne dediğimden mısır ekmeği ile. amcaoğlum ise hiç sevmez bu yemeği. yengem yaptığında babam hayatta iken tüm düdüklü tencereyi alıp bize gelirdi. bizde yiyecek olan kişi çoktu çünkü. ama kendi çocukları hiç sevmedi kara lahanayı, yemekten zevk almazdılar yani. kara lahana yemekten zevk alınmaz mı yav? etli sarması ayrı, yemeği ayrı sevilir. ta en başta dedim ya, kokusu daha onu yemeden sizi mest eder. en zevkli şeylerden biridir pişmiş kara lahana kokusu... onu sevmeyenleri, yemekten zevk almayanları gerçekten hiç anlamıyorum ve anlamayacağım. kara lahana sevilmez mi? saçmalıyor kara lahana yemekten zevk almayanlar. nasıl yani?
ya da ben tam bu satırları yazarken uyanıp beni koklayan, yanağımı ve elimi yalayan kedimin bende oluşturduğu hissin zevk olmadığını söyleyen kaç kişi bulabiliriz? buyrun tam şu an gurlamaya başladı. uyanmadan evvel de horluyordu. horlamasına uyandım. hafifçe başını okşadım, nefes almak için farklı tarafa dönsün diye. horlamasından zevk alıyorum, dünyanın en keyifli şeyi bence; ama işte, aynı zamanda rahat nefes alamıyor demek. benim zevkimdense onun nefes alması önemli. evliyken kızın babasının horlamasından aynı zevki almazdım. ama kedim horlayınca dünyanın en güzel müziği gibi geliyor. ateistler bunu da açıklasın bence. çok mantıksız bir kere. bu horlamaysa o da öyleydi. peki ama onu duyunca neden sinir harbi yaşayıp sertçe ittiriyordum adamı, başka tarafa dönsün de ben de uyuyayım diye?
yani diyorum ki, zevk kadar öznel bir şeyin herkes için aynı hissi oluşturmasını nasıl beklersiniz? hiçbir kişi asla dünyanın tüm zevklerini deneyimleyemez. zevk, kişiden kişiye değişir. -
yılbaşı menüsü
biz 3 kardeş kizkardesimde toplastik, amcamlar da burada, kuzenimle kızı da... kalabalığız kısacası. herkes bir şey yapıp getirdiğinden menümüz zengin. ben meze yaptım; ama sofrada alkol olmayacak. evde de yok, o sebeple salata diyelim. humusla kereviz salatası yaptım.
yav bu arada evde tek evli çift amcamla yengem ha, kuzenim de boşanık, kardeşlerimle ben de. türk aile yapısı bozuluyor cidden :)
şahane bir 2024 olsun, yeter da ulkece yaşadıklarımız. -
sevgilisiz yaşayabilen insan
yani şimdi, insan bazen yanında yöresinde güvenebileceği, kafa dengi, eğlenebileceği ve muhabbet edebileceği kendine denk birini aramıyor desem yalan söylemiş olurum. lakin şöyle de bir şey var ki, sevgilisiz gayet yaşanabiliyor... hatta huzurlu bir hayat kurulabiliyor.
ama o kişiye karşı sevgi beslemeliyim ve elbette o da bana. ben yeni tanışan insanların bu yaştan sonra sevebileceklerine inanmıyorum sanırım. buna ben de dahilim. hayatımda eksikliğini duyduğum şey de bu aslında; karşılıklı sevmek ve sevilmek. olmayacağını düşündüğüm ve eksikliğini pek hissetmediğim bir şey için de huzurumu bozmuyorum.
(deneme 1-2 ön editi) hayatımda neyi büyük konustuysam başıma geldi, bu hariç. yok, insanlar belli bir yaşı geçince sevemiyorlar, aşk meşk havaya karışıyor. başıma gelmediğine göre de haklıyım demek ki. yoksa bu kadar büyük konuşmaya çoktaaaaaan olmuştu bir şeyler. -
şu ana kadar en az 6 ay ikamet edilen iller
(bkz: memur çocuğu olmak)
(bkz: memur eşi olmak)
(bkz: memur olmak)
ankara -> 1972-1978
erzurum -> 1978-1979
malatya -> 1979-1984
denizli -> 1985-1991
diyarbakır -> 1991-1994
bursa -> 1994-1995
malatya -> 1995 (6 ay)
giresun (çamoluk) -> 1995-1996
iskenderun -> 1996 (6 ay)
malatya -> 1997
giresun (çamoluk) -> 1998 (6 ay)
giresun -> 1998 2. 6 ay
malatya -> 1999 ilk yarısı
giresun -> 1999 2. yarisi-2000
izmir -> 2000 aralık-2010 aralık
bursa -> 2011 ocak
en uzun kaldığım il bursa. artık gitmek istiyorum buradan ya... -
oturulan evin en sevilen özelliği
- gece 12'lerde bile gönlüm rahat bir şekilde, korkmadan eve girebilmek. gerçi bu benim korkmazligim olabilir, çünkü aslında hiçbir yer guvenli değil. yine de burası bana sanki tatlı ve genç ailelerin, tonton ninelerin oturduğu, ezelden beri burali olan insanların yeriymis gibi geliyor. pek sessiz değil, ama nispeten nezih bir yer.
- dernekten çıkıp yürüyerek eve gelebilmek.
- alışveriş yaptığım eve yakın iki tekel bayiinin de beni tanıması. bu çok hoşuma giden bir özellik.
- kutu gibi kullanışlı bir ev olması. keşke balkonu az daha büyük olaydi da oturabileydim.
- şu ana kadar olan yaşantımda gerçekten tek başıma ve özgür olduğum ilk ev olması. bundan öncekiler ya aile eviydi ya evliydim ya da ailemle aynı binadaydı. bazen korkuyorum, bana bir şey olsa koşacak kimse yok yakında; ancak özgürlük hissi bambaşka. sadece kedim ve ben varız. kızımın da artık kendi evi var.
- bilimum bütün online market ve yemek siparişlerini yapabilmek. taksi çağırdığımda adresimi tarif etmemek, arkadaş çağırdığımda evimi rahatça bulabilmeleri, kargo geldiğinde evde yoksam girişteki dükkanın benim yerime alması falan da şahane özellikler. işyerime kargo şirketleri gelmemek için bindokuzyüzellisekiz takla atıyorlar.
- aslında hemen birinci kat. yine de bir odasında kalırken gecenin bir vakti diğer odasından korkmadığım ilk ev.
- hiçkimsenin yardımı olmadan tamamen kendimin bulduğu, taşındığı, eksiklerini giderdiği, dolabıdır, gideridir aksaklıkları onardığı, onaramadıklarımda tamamen kendi özgür irademle usta bulup tamir ettirdiği ve elbette kendi kendimin kazıklandığı ilk ev.
- yatak odası takımımın olduğu ilk ev. fırın ve ocak aldığım ilk ev. galiba tv'yi de burada alırım. şunların borcu bitsin de hele.
- ya bir de buraya taşındığımdan beri aracıyla sokağıma beni bırakmayan dostum, arkadaşım, kardeşim kalmadı. motosikletle bile! dıştan bakan biri için epey muammadır. bu çok komiğime gidiyor. kim len bu kadın diyen var mı acaba? dernek aracıyla bile bıraktılar beni (hem de 2 kere ve acayip havalıydı bence). haftanın en az 3 günü birileri beni eve bırakıyor ve habire de değişiyor hem cinsiyet hem de araçlar. otomobilleri geçtim doblo bile bıraktı, tuğralı! bmw motosiklet biraktı. minibüs birakti. bir keresinde de martiyla geldik eve, bir arkadasla. nedense kikirdayasım geliyor bunu düşündükçe. mit falan saniyorlarmis bir de!! -
okunmuş en kalın kitap
erzurumlu ibrahim hakkı'nın marifetname'si. şimdi baktım 832 sayfaymış. tamam kalın da 1000 sayfa da değil yani.
onu benim için önemli kılansa okuduğumda ilkokul 5 öğrencisi olmam. çok acayip dönemlerim olmuş benim ya, geçen de beyaz yakalı eşcinseller adlı kitabı okuyordum. o kalın değil, lakin konu açısından bakınca arada kilometreler var. -
bu saatte hala uyumama sebebi
karnım aç ve ben kendimle savaşıyorum dışardan bir şey sipariş etmemek için.
ha neden açım, çünkü akşam yaptığım yemeği yemeyi canım istemedi ve ben de hiçbir şey yemedim. uyurum sandım, erkenden yatağa girdim (22.30 gibi). işte bu saat oldu hala açım ve hala o yemeği yemeyeceğim. kendimle inatlaştım, başka sebebi yok. hayır yani yazın buzluğa kendi ellerimle ayıklayıp attığım bezelyelerden yaptım. aslında severim de bezelye yemeğini.
ama yok, yemeyeceğim. keşke başka yemek yapsaydım. sanki canım havuçlu pilav istiyordu, bezelye nereden çıktı ya?
neyse, son paketti zaten. hem yarına da yemek yapmama gerek kalmadı. dayarım kıza, yesin bitirsin. ben yemeyeceğim.
...
bu arada şu an fark ettim ki açlıktan değil inadımdan uyumuyormuşum. -
rüyalarının yönetmeni olsa kim olurdu
(bkz: ridley scott)
efsane güzellikte başlıyor. ses ve görüntü mukemmel. büyük umutlar da vaad ediyor; ama senaryoda iş yok. en sonunda da illa gelip bir yaradılışa ya da ne bileyim dini metafora takılıp kalıyor. mecburen uyanıyorum. her rüyadan aklımda kalan felsefik replikler de cabası. -
yazarların basit terapi yöntemleri
nasa tarafından kaydedilen güneş sistemimizdeki gezegenlerin seslerini dinliyorum. özellikle de neptün.
genelde yaptığım iş rutin, dolayısıyla da parmaklarım tarafından ezberlenmiş şeyleri klavye yoluyla bilgisayara aktarıyorum. bu arada neptün'ün sesini dinlemek hem işimi kolay bitirmemi sağlıyor hem beni sakinleştiriyor. o sesle beynimdeki düşünceleri belli bir odağa toplayabiliyorum. öbür türlü çok dağınıklar ve o dağınıklık yorucu biraz. neptün'ün sesini dinlerken -hele de işim yoksa- hayal kuruyorum. evrende süzüldüğümü düşünüyorum. eşyadan canlıya geçerek süzüle süzüle evreni dolaştığımı hayal ediyorum.
bu ses kayıtları genelde 2 saat oluyor ve elbette ki tekrar. ama nasıl dinginleştiriyor beni inanamazsınız. -
yasak elma
şu hayatta yüzümü güldüren iki şey var: biri kızım diğeri de bu, yasak elma. 103. bölüm en çok kahkaha atarak izlediğim bölüm oldu yeminlen, ülke gündeminden 2 saatliğine uzaklaştım, aralarda sigara bile içmedim. kafam güzelleşti resmen. keşke bu değişiklikle devam etseler.
--- spoiler ---
en guldugum de emir'in şahika için caner'e "o mutaassıptır." demesi oldu.
--- spoiler ---
şu an ne sinir kaldı bunyemde ne de stress. pambuk gibiyim. -
ekşi itiraf
ilkokuldayken aklıma gelen hemen bütün konsolusluklara türkçe mektuplar yazmış ve ülkeleri ile ilgili bilgi istemiştim. hemen hepsinden cevap gelmişti, ama amerika'dan bildiğiniz koli gelmişti. kitaplar, broşürler, kartpostallar ve mektup arkadaşı adresleri. bir de nedense ailemden utandığımdan okulun adresini vermiştim. değişik ülke konsolosluklarından adıma gelen postalar okulda epey bir sükse yapmama yol açmıştı. herkes bu fikrin benden çıktığını sanıyordu, ne kadar zekiydim ben öyle, tatlı, akıllı ve çalışkandım.
oysa fikir levent diye bir çocuktan çıkmıştı ilk. babası subaydı. bulunduğumuz şehre yeni gelmişlerdi. ankara'daki okulunda bunu öğretmenleri yaptırmışlar çocuklara. bizim garip anadolu okulunda nereden aklımıza gelsin bu?
levent futbol oynarken beni kaleci olmaya da teşvik etmişti, daha doğrusu bana futbol öğretmeye çalışmıştı, ama bende o yetenek yoktu. çok hızlı koşuyordum, herkesi geçiyordum; ama topa hakim olamıyordum. yine de benden vazgeçmedi ve kaleci yaptı. hatırlıyorum da, kızlarla anlaşamayan ben ne mutlu olurdum futboldayken. levent ile beraber okulun etrafındaki yüksek çitlere de tırmanıyorduk. iki kanka olmuştuk. neden bilmiyorum, o da ben de diğer çocuklarla uyuşamıyor, iki yalnız çok iyi anlaşıyorduk. o güne kadar ki ilk en yakın arkadaşımdı. çocukluğun o derin konuşmalar yapmaya gerek duymadan, sadece oyunla anlaşan yanı vardır ya, öylediydik işte. beraber koşu yarışı yapar, barfikste en çok kim takla atacak diye iddialaşır, iki kişilik saklambaç oynardık. zamanla ne kadar eğlendiğimizi gören diğer çocuklar da bize katılmaya başlamıştı. git gide kalabalık bir grup oluyorduk ki, mezun olduk ve ortaokul için ayrıldık. ortaokulda aynı sınıfta değildik ama gördükçe selamlaşmaya devam ediyorduk. teneffüslerde onunla beraber koşturuyordum arada. azala azala devam etti bu. büyümeye başlamıştık. onun daha çok erkek kankaları olmaya başlamıştı. sonra bir gün o bana selam vermedi, bir gün de ben ve kankalığımız bitti. artık hiç oynamadığımızı, selamlaşmadığımızı anladığım gün eve gelip hıçkıra hıçkıra ağlamıştım. hey gidi...
itirafim şu ki, levent'den sonra hiç o kadar anlastığım ve uyuştuğum başka bir arkadaşım olmadı. bugün 48 yaşındayım ve hala o yalnız çocuğu taşıyorum içimde. daha doğrusu çocuk dediysem, o da kalmadı ya, o bile terk etti beni. kim bilir hangi köşede sinek kovalıyordur şimdi. nasıl bir huysuzsam o bile kalmadı benimle.
haklı. -
ekşi itiraf
insan sevdiği için böyle şeyler düşünmemeli, ama 2 gündür iyi ki babam bugünleri görmedi diye aklımdan geçiriyorum.
(bkz: devletin kanser hastalarını ölüme terk etmesi) -
ekşi itiraf
az evvel işyerinden yakın bir arkadaşım odaya geldi ve "sıkılmıyor musun, hava almak istemiyor musun hiç? bir çık gez, iki konuş, bir şey yap" diye daldı yalnızlığıma. o kadar alışığım ki bu soruyla karışık tepkiye, itiraz edilmeyeceğini öğrendim nihayet. itiraz etsen laf uzayacak, ne gerek var ki?
"sıkılıyorum tabii, sıkılmaz mıyım hiç?" diye cevapladım. kısacık bir an duygulu duygulu bakıştık ve söz uzamadan çıktı odadan. 12 kişilik birimden sadece ben varım şu an.
işin doğrusu, sıkılmıyorum. insanlardan kaçıyorum. -
zafer gazoz
(bkz: #93554420)
halam bizimle yaşardı, cimri hatta pinti denebilecek kadar tutumlu bit kadindi. eve giren her meyveyi, çerezi ya da zafer gazozunu ilkin biz 6 kardeş arasında azıcık pay ettikten sonra, kalanı saklardi. ben ve erkek kardeşim uyanıktik. halamın zulasini bulup patlatirdik, patlatamadiklarimiz saklandıkları yerde durur ve cururdu çünkü.
evvelden kaloriferler bu kadar yaygın değilken evlerde sobalar yanardi. soba için de odun ve kömür lazım tabii. kömürler hadi binanın komurlugunde dururdu da, odunları evimizin balkonunda sıralı şekilde tutardık. her kış odunla dolu balkonumuz, yaza doğru kullanıma açıldıkça odunların altından halamın bizden sakladıkları çıkardı çürümüş, kuflenmis ya da nemlenmis halde. bozulmayan tek şey zafer gazozlari olurdu. allah'ım o ne bayramdi bizim için. annemizin itirazları arasinda tiksirana kadar icerdik. açlığımi zafer gazozuyla giderdigim çoktur, öyle bir içmek...
kız kardeşim yukarıdaki entry'de yazmaya çalışmış. zafer gazoz, tadı ve icimi olarak bir sürü şekilde anlatılır. hepsi de doğrudur, lezzetli bir gazozdur. -da bizim için biraz daha farklidir. ne zaman adı geçse babamı ve denizli'de o her şey bozulmadan önceki halimizi hatırlarım. hepimizin çocuk, bekar ve son masum halimizle birarada oldugumuz 1989 yılbaşını hatırlarım.
ah babam, o kadar sessizce siyriliverdin ki aramızdan, hala inanamıyorum gittiğine... -
ekşi itiraf
nefes almak cogacayip bir şey.
ağustosun 6'sında babamı kaybettik. 13'ünde kardeşler arasında yasanan manyak bir tartışma sonrası erkek kardeşim topladı ailesini 14'ünde çekti gitti. 16'sında ev sahibim oğlunun evleneceğini ve ocak ayına kadar evi boşaltmam gerektiğini söyledi. önce, hazır faizler düşmüşken borca gireyim ve ev alayım diye düşündüm, sonra bunun olamayacağını anladım. bir süre annemle yaşarım, hem o yalnız kalmaz diyordum; lakin hem annem kedimi evinde istemiyor hem de yeğenlerimden birinin kedi alerjisi var, biz oradayken anneannesinin evine gelemez. kediyi sahiplendir dediler, kabul etmedim. o arada telefonum bozuldu, dün yeni bir tane aldım. bugün de veraset işlemlerine başladık. bir sürü yapılacak şey var. cenazeye gelenler, gitti. o muazzam kalabalık yok şimdi.
saat 21.00 gibi evime geldim, sığınağıma.
bu ev benim olsa şöyle şöyle yapardım diye ta 1991'den beri kurduğum hayallerimi düşündüm. bu evle ilgili hayallerimi gerçekleştiremeyeceğim diye üzülmeyi bekledim, yok gram üzüntü duymadım, bir nebze bile. ya artık hissizlesmisim ya da olgunlaşmışım. bilemedim. şimdi uzanmış bu entry'yi yazıyorum. ev alamıyorum, ama hiç değilse telefon aldım diye keyifleniyorum kendi kendime. kedim ayakucumda yatıyor, ev sessiz, ben yalnızım, babam öldü ve ancak biraz önce nefes alabilmeye döndüm, daha doğrusu aldığımı hissetmeye.
ölüm de cogacayip bir şey. -
kanser hastası anneye yardım kampanyası
normalde bu tür valilik izni alınmayan kampanyalara güvenemediğimden destek vermiyorum; lakin kendisi spor hocamın yakın arkadaşının annesi ve maalesef olay gerçek. 2. kez kanseri yenmesi gerekiyor hastamızın. valilik izni çıkana kadar epey bir süre geçiyor ve tedavinin ise aciliyeti var.
inşaallah şifa bulur, güzel dileklerinizi olsun ihmal etmeyin. -
ekşi itiraf
şu an pencereden işyerinin arka bahçesine bakıyorum. iki tavşanımız var ve erkek olan dişinin peşinde dönüp duruyor. dünden beri izliyorum haylazları, kur yapa yapa bir hâl oldular.
ülen ben hakkaten yalnız ve işsizim galiba ya.* -
kadınları tahrik etmenin püf noktaları
-
ekşi itiraf
şu yaşım olmuş, ben hâlâ ne kadar seversem o kadar sevileceğim sanıyorum.