görüntüler harp okulu öğrencilerinin gerçekleştirdiği manevraya ait. bu gerçeği yazan yalnızca iki entry mevcut başlık altında; oric/#163554452 ve sellwords/#163561586. kendilerine bu detayı vurguladıkları için teşekkür ederim. video başında yazılan kocaman yazıdan, öğrencilerin yaka işaretlerinden ve kullandıkları fransız tipi miğferlerden bunu anlıyoruz. o zamanlar muharip birliklerdeki subay ve eratta daha farklı başlıklar var çünkü.
konuyu çorbaya çeviren yığınla şey yazılmış. ben bu bilgisizliklere ya da yetersiz okumalara dayanan yanlış yorumlara çok sinirleniyordum eskiden ama şimdi pek umursamıyorum. yalnız gelip de cumhuriyet düşmanlığı yapan trollere hala çok sinirleniyorum. gerçi bir bakıma iyi oluyor bunların yazması, kendilerini hemen belli ediyorlar da takipçileriyle birlikte engelli listeme direkt postalıyorum hepsini.
videoda görülen tank sovyet üretimi t-26 model 1931 olarak bilinen çift kuleli ve yalnızca makineli tüfeklerle donatılan bir tank. yanlış hatırlamıyorsam bu tank rahmetli ismet inönü başkanlığındaki heyetimizin 24 nisan-9 mayıs 1932 tarihlerinde sovyetler birliği'ne yaptığı ziyarette bizzat stalin tarafından bize hediye edilmek suretiyle envanterimize alınan ilk tanklardan biri (kaynak). ben bir adet t-26 ve bir adet de t-26 mod.1931 hediye edildi diye biliyorum ama şu anda kaynak gösteremiyorum çünkü bu bilgiyi nerede okuduğumu unuttum. hatta bu ziyarette hediye edilen 2 tanktan biri için hazırlanmış olan ve tankla alakalı gümrük işlemlerini belirleyen evraklardan biri şu anda devlet arşivlerinde bulunuyor ve e-devlet üzerinden görülüp incelenebilir. ancak orada tank tipi yazılmamış ve bu yüzden de hangi tank için gümrük evrakı hazırlanmış bilemiyorum.
t-26 mod.1931 tankı da t-26 tankının piyade destek versiyonu olarak üretilen ve zırhsız hedeflere saldırı için kullanılan bir modeli. t-26 aslında ingilizlerin vickers 6-ton ya da kısaca six-tonner olarak bilinen tasarımlarının sovyetlerce alınan lisansla rusya'da üretilmiş hali. bazı ufak tefek değişiklikler var elbette ama modern rus tank endüstrisi için önemli bir tank çünkü kızıl ordu envanterine giren ilk modern tanklardan biri t-26. 1920'lerin sonu ve 30'ların başı için oldukça ideal bir tasarım aslında ve tank kavramının emeklediği 1920'ler için kesinlikle başarılı bir tasarım. 1941 için elbette ki modası geçmiş durumda çünkü o zamanlarda daha iyi olan pz. iii, iv, t-34, matilda, valentine gibi tanklar çıkmış durumda. ancak 1941 yılında sovyetlerin elinde binlerce t-26 olduğunu ve bu tankın 1941'e kadar üretildiğini, 1945'e kadar da resmi olarak kızıl ordu bünyesinde ama 1941'deki hezimetten sonra ağırlıklı olarak zırhlı keşif veya güvenlik görevlerinde kullanıldığını söyleyeyim de başlık altında ingilizlerin o dönemde tankı sallamadığını ve fransızların çok az tank ürettiğini falan iddia edenlere karşı (bkz: #163558596) ilave bilgi olsun. ingilizlerle alakalı bilgi verdim, fransızları da yazayım; 1940 mayıs ayında fransız ordusunda ft-17'ler hariç aktif durumda 3100 'den fazla tank var. mayıs 1940 seferinde almanlar ise 2700 civarında tankı savaşa soktu ki bunların çoğu aslında kabiliyet açısında t-26'dan çok büyük farkı olmayan pz.ii modelleridir. fransızların başarısızlığı doktriner hatalardan, organizasyon yanlışlıklarından ve yetersiz eğitimden kaynaklanır. almanlar ise tankı taktiksel açıdan daha mantıklı kullanmış, askerlerin eğitim seviyesini çok üst seviyede tutmuş ve hava hakimiyetini de ellerine almış olduklarından fransa'nın tozunu atmıştır. yoksa b2 tankıyla almanları öttüren fransızlar da var ama tek tük.
bizdeki ilk tank bölüğü 1932 yılında sovyetlerden alınan t-26 ve amfibik t-27 tankları (bu tanklardan çok az alındı ve ulaştırma okulunda eğitimde kullanıldılar) ile istanbul'daki piyade okulu bünyesinde kuruldu. muharip bir birlik değildi burası ve eğitim/gösteri amacıyla kuruldu. asıl muharip birlik olan zırhlı alay ise 1934 yılında lüleburgaz'da sovyetler'den ilave olarak alınan t-26 tankları, ba-6 zırhlı otomobilleri, kamyonlar ve almanlardan alınan nsu motosikletleri ile kuruldu. bize gelen ilk tank ise 1927 veya 1928'de gelen bir fransız ft-17'si. bu tank piyade okulu eğitimlerinde kullanılıyor (çok nadir olan fotolarından biri). geçenlerde büyük bir şans eseri bir fotosunu alabildim. (not: eğer elinde bunun fotosu olan varsa bana mesaj atsın parası önemli değil alırım. başka tank fotoğrafı olan da mesaj atabilir ben bunları topladığım için hepsini alırım*) t-26 ile ilgili erişebileceğiniz en iyi türkçe kaynak ise sn. abdullah turhal'ın yazdığı t-26 b / seyyar çelik kale kitabı. bulursanız ve bu işe meraklıysanız alın, kaçırmayın.
filmde görülen tank üzeri eğitimler ve süvari saldırısı aslında o dönemde harbiye müfredatında olan konular. videodaki t-26 mod.1931 aktif olarak muharip bir birlikte kullanılamayacağı için (çünkü sayıları çok az) mantıklı bir hareketle harbiye'ye tahsis edilmiş ve genç subay adaylarının eğitiminde kullanılıyor. bu sayede ileride kıtalarında kendi askerlerine de öğrendiklerini öğretebilecekler. süvari eğitimi ise zaten klasik bir eğitim durumunda. o dönemde süvari modası geçen ama tüm dünya ordularında etkileri hala çok fazla olan bir sınıftır. almanya'da 1935'te ilk 3 zırhlı tümen kurulurken süvari sınıfı da hala aktifti ve bu grubun baskısı sonucun 4 tane de hafif tümen kuruldu. hafif tümenler süvari sınıfınca yönetilen ve bünyelerinde tank bulunduran, bir tank taburuydu sanırım, birlikler. keza ingiltere ve fransa'da da süvariler hala var. dolayısıyla at kullanımının bitmediği ve halen süvari sınıfının canlı olduğu bu dönemde harbiye eğitiminde süvari dersleri olması çok normal çünkü süvari eğer yerinde kullanılırsa o dönem için halen işe yarayan bir muharip kuvvet. ayrıca süvari subayları yeni zırhlı birlikler için ideal bir subay kaynağı çünkü süvari ile zırhlı birliklerin temel kullanılma prensipleri çok benzer dolayısıyla bu durumun garipsenmemesi lazım.
alev makinesi, tüfekler vs. yeni elbette çünkü orası harp okulu ve en yeni ekipmanın gönderilmesi normal. ama üzerinde eğitim yaptıkları tanksavar topunun türünü biraz zorlansam da sonunda hatırladım. bizde 1930'larda almanya'dan alınan bir miktar 3,7cm pak 36 var ama bu kesinlikle pak 36 değil çünkü namlusu ve top kalkanı farklı. o dönemde çok yaygın olan ingiliz 2-pouder'dan almadık diye biliyorum. 1940'ların başında amerikan 37mm'lik m3 tanksavar topları geldi ama 1941 gibi erken bir tarihte yoklardı bunlar henüz. 1942'den sonra ingiliz 6-pounder tanksavar topları geldi ama onlar bundan çok büyük. ve nihayet kafama dank etti. videoda görülen top fransız 25 mm hotchkiss tanksavar topu (kaynak). ben bundan hiç alınmadı diye biliyordum çünkü elimde olan ve tanksavar kullanımını anlatan talimnamelerde bu silaha hiç rastlamamıştım (evet talimname koleksiyonum var). ayrıca hiç fotosuna da sahip değilim. burada gördüm iyi oldu artık literatüre ekleyebiliriz bu silahı da.
bence o döneme ait gayet bilgilendirici öğelerin olduğu güzel bir video. şahsen sanırım 2 yıl kadar önce bu videoyu zaten izlemiştim british pathe arşivinden. buna benzer çok fazla video yok maalesef ve nette olanların hemen hepsini görmüşümdür. biz ne yazık ki tarih diye çocuklarımıza hala kronoloji ezberlettiğimizden bu gibi "gerçek" tarihi gözden kaçırıyoruz ve çoğumuz için "magazinel bir tarih" konumuna geliyor bu izlediklerimiz. ancak gördüğünüz gibi 1.37dk'lık bir videodan ben bile iki karış entry çıkarıp içine 82 kilo bilgi ekleyebiliyorum. daha üniformalar tarafına girilebilir, ki bu konuda çok şahane bilgili kişiler mevcut ülkemizde onun dışında tank-piyade işbirliği ile ilgili bizim ordumuzun tercihleri ile dışarıdaki adamların 1941'deki durumu kıyaslanabilir. yani 1.37dk'lık video demeyin doktora tezi yazılır bu videoya o kadar güzel görüntüler...
ekleme: yazmayı unuttum, 2.dünya savaşı'na girmemiş olmamız çok büyük bir başarıdır. o dönemde ordunun ne durumda olduğuna dair yazılmış ve yök sisteminde bulunan çok güzel çalışmalar mevcut, açın okuyun. ayrıca genelkurmay'ın çıkardığı türk subaylarının ikinci dünya harbi hatıraları isimli eseri sahaflardan temin edip okuyunuz. ordumuzun ve ülke ekonomimizin durumu o zamanlarda ne yazık ki mekanize bir harbi kaldıracak kadar iyi değil. hamasete gerek yok, elbette o zamanlarda zorunlu kalınsaydı herkes canla başla savaşa koşardı ama maddi gerçekleri inkar etmeye gerek yok. o yüzden yok neden savaşa girmedik, bak gireydik şurayı burayı alırdık tarzı bilgisayarda strateji oyunu oynar gibi savaş planı yapanları dikkate almamakta büyük fayda var.
lantirn16128 profili
-
1941 yılındaki tsk tatbikatı
-
18 mart 1915 çanakkale zaferi
çanakkale muharebeleri'nin ilk bölümünü oluşturan denizden yapılması planlanan yarma harekatını durdurmamız neticesinde kazandığımız zafer.
çanakkale'de düzenlenen deniz ve kara harekatı gelecekteki çoğu planlamayı etkiledi. deniz harekatı, normandiya çıkartması öncesi müttefiklerce ciddi şekilde etüd edildi ve keşif, hedef tespiti, çıkarma noktalarını belirlenmesi, denizden kara hedeflerinin imhası vb konularında yol gösterici oldu. çanakkale kara savaşları ise almanların yıldırım savaşı doktrinini oluştururken kullandıkları auftragstaktik ve schwerpunkt için verilecek güzel örneklerle doluydu ve onlar da kara harekatını dikkatlice analiz etti. bu konuda en bilinen örnek mustafa kemal atatürk'ün kara harekatının en başında conkbayırı'nda cephaneleri kalmadığı için düşmandan kaçan askerleri durdurup süngü taktırarak oldukları yerde süngü taarruzu vaziyeti aldırması ve ilerleyen ingilizlerin bu durum karşısında duraklamasıdır. bu sayede ingiliz ilerlemesinin ivmesi kaybedilmiş, inisiyatif savunuculara geçmiş ve gelen türk takviyeleri o bölgedeki cephe hattını statikleştirmiştir. ayrıca çanakkale kara harekatı iletişimin önemini ortaya çıkardığından almanların 2.dünya savaşı'nda ürettikleri her tanka alıcı veya alıcı/verici özellikli telsiz koymalarına neden olmuştur çünkü gerideki karargahla cephenin en ileri kısmı arasında ve cephede aynı bölgede bulunan birlikler arasında bile yaşanan iletişim kopuklukları ve bunların neticeleri konusunda ciddi örnekler bu savaşta görülmüştür.
konuyla ilgili gayet güzel hazırlanmış bilimsel eserler ve kişisel gayretlerle yazılan birçok harika çalışma mevcut. ancak savaşı, okuması sıkıcı harp cerideleri kayıtları üzerinden incelemek, konuyu tekdüze ve bazı yönlerden anlaşılmaz hale getirebiliyor. askeri teknoloji ve taktikler açısından ihtiyaç duyulan okumalar için maalesef yabancı kaynaklara, hatıralardan yola çıkılarak hazırlanmış yabancı internet sitelerine ve çok nadiren türkçe'ye çevrilmiş kitaplara başvurmak lazım. michael forrest'ın yazdığı çanakkale boğaz savunması ve g.s.patton'ın yazdığı gelibolu savunması ulaşılabilecek bu tipteki ender kitaplar. bizim tarafta genelkurmay'ın çıkardığı kitaplar da güzel analizler içerir. onun dışında bizde internet kaynakları çok berbat. genelde ya hacı-hoca hikayeleri ya da tekdüze hamaset laflarıyla dolu kopyala yapıştır siteler var.
ekleme: gerçek zayiat sayısı hala bir muamma olup resmi rakamlar üzerinden yapılan tahminlere göre şehit, yaralı, kayıp, hastalıktan ölüm sayısının 220bin civarında olduğu tahmin ediliyor. -
elektrikli araç alınır mı
(bkz: araç şarj noktası dayak piyangosu)
benim favorim değişmedi; 10 günlük kurban bayramı tatilinde afyon... -
türkiye'nin 40 tane eurofighter alması
gündem değiştirme haberi gibi.
uçuşunu bilemem ancak avrupa üretimi askeri uçaklar lojistik açıdan kabustur. teknik dökümanından tutun malzeme tedariğine varıncaya dek uğraştırır durur.
(eğer verirlerse) alınacak uçaklar kullanılmış döküntüler olacak. bu döküntüleri almak, zamanında gaf'tan alınan 2.el rf-4e'lerin götünü toplamak için çekilen sıkıntıları bol bol dinleyen biri olarak beni oldukça düşündürdü. zamanında hava kuvvetleri mensuplarının bu boktan ikinci el/hibe uçaklar yüzünden yaşadıklarını "anılar" kitaplarında fazlaca okuyan ve hatta az önce dediğim gibi canlı canlı dinleyen birisi olarak aklıma başka birşey de gelmedi ne yazık ki. hatta f-16 projesine girilmesi bile ülkemizin alman, italyan çıkması uyduruk f-104'lerin deposu haline getirilmesi yüzünden ortaya çıkan bir proje iken 1986'dan 37 yıl sonra memleketin bu saçma ve verimsiz sisteme geri dönmesi ne acı bir olaydır yarabbi!!!
40 uçak, 2 filo demek. hangi analizler dahilinde bu uçakların alımına karar verildi sormak, ögrenmek mümkün değil elbette. bu arada ben sabaha kadar "öyle sabah yatıp akşamına oo yurofaytır alsak mı ya" diye uçak alınmaz diye yazsam da burada ve twitter'da türlü anelizler eşliğinde halay çekmeye başlayan tipleri ikna etmek mümkün olmayacak elbette...!
e bir ara su-27, su-57 falan da alıyorduk. n'oldu o iş?
meraklısına ekleme; eurofighter projesi daha en başlangıcında, hava kuvvetleri "hava kuvvetleri" iken zaten detaylıca değerlendirilmiş ve uçağın satın alınması, hem uçağın idamesinin pahalı olması hem de üretici ülkelerin politik, lojistik ve askeri açıdan güvenilmez oldukları gerekçesiyle uygun görülmemişti.
ben bu olayı f-35 projesine dönüş için pek belli edilmese de sarfedilen yoğun çabanın bir tamamlayıcı unsuru olarak görüyorum. herkes f-35 alırken üreticilerinin bile lütfen devam ettiği bir tenekenin peşine düşmenin başka mantıklı bir izahı olamaz bence. işte yurofaytır da istedik alamadık, e rus uçağı işi olmaz bu saatten sonra, gidip pakistan'dan çin çakması da alamayacağımız için eeeen nihayetinde "stratejik ortaklık kapsamında" f-35'e rotayı çeviririz, sonra da çıkıp televizyona "e mecbur kaldık yahu" laflarını bol bol duyarız gibime geliyor.
bu arada uzun zamandır uçak yazmamıştım. başlığı okudukça ne kadar doğru yapmışım diyorum.
ekleme; yerli uçak işini unutmuşsun diye boşuna mesaj atmayınız lütfen...
ve son nokta; almanya ikna edilirseymiş... leopard tankları diyorum, almanların parasını tıkır tıkır saydığımız tankları yok orada kullanamazsın yok burada kullanamazsın diye yaptığı artistlikler diyorum...
gerçi biz diyoruz da ne oluyor sanki!...
not:1986'yı anlayan ne demeye çalıştığımı da net anlamıştır. -
dişçilerin kendilerine doktor deme takıntısı
uzmanlık/doktora eğitimi alan diş doktorlari dr kısaltması kullanır. böyle eğitimleri almayanlar ise dt kısaltmasını kullanır. okumuş insan düşmanlığı yapmak yerine çok kısa bir google araması ile bu bilgiye ulaşılabilir.
ayrıca diş doktorlarını dişçi olarak tanımlanmalarına uyuz olmaları çok doğaldır. makine mühendislerine motorcu, iktisat mezunlarına rakamcı demiyoruz değil mi?!!!...
hayırlı forumlar.
******************************
celeron 500, 2gb ram, 16mb vodoo ekran kartı, creative ses kartı (onboard) -
12 kasım 2022 abd uçak kazası
korkunç bir kaza... b-17 mürettebatının yapacak hiçbir şeyi yok çünkü p-63 tam kör noktasından gelmiş. kaza kalkışta mı yoksa gösteri geçişinde mi olmuş bakmadım tam ama ne olursa olsun çok fena. savaş zamanı b-17'de 10 kişilik mürettebat var ama bu durumda en az 3 kişi olur diye biliyorum; 2 pilot + 1 telsizci şeklinde. yalnız gösteri uçuşlarında 3'ten daha fazla kişi binebiliyor bu büyük uçaklara çünkü bu deneyimi yaşamak isteyen kişi fazla. p-63 ise tek kişilik bir uçak.
p-63 pilotu ne düşündü bilemeyiz ya da b-17'de hatalı olabilir ama p-63cü b-17'ye en olmadık yerinden girmiş. 2.dünya savaşında bazı fanatik alman pilotların cephaneleri bittikten sonra o hırsla amerikan bombardıman uçaklarının özellikle kuyruk kısımlarına çarparak bunları düşürmeye çalıştıkları falan olmuş. hatta teknik bile geliştirmişler, kanat kısımlarından kuyruğa vurup bombardıman uçağını keserken kendileri de daha sonra paraşütle atlayabilme şansı olsun diye ama bombardıman uçakları çok sağlam araçlar olduklarından bu yolla düşürülmeleri zor bir durum. bu kazada ise p-63 çok fena girmiş b-17'ye. savaş zamanı olsa almanlar ders diye alır okuturdu adamlarına. hiç bir şansı kalmamış uçakların. çok kötü bir kaza gerçekten... -
kyk yurdundaki insanlık dramı kahvaltı
insanlık dramı tanımı ilk okuyuşta fazla gibi gelse de şu memleketin tüm kurumları ile insanlarının gençlerine layık gördüğü davranışların tümünü düşünürsek bence kredi yurtlar kurumu kendi üzerine düşeni yerine getiriyor! diyebiliriz.
öncelikle bu satırları yazan kişi üniversite dönemi 5.5 yıl yurtta kalan birisidir (bkz: #127826019). ayrıca lise döneminde de bir sene parasız yatılı okudum ben. onu da katarsam toplamda 6,5 yıllık yatarım var. yurt hayatının kaşarı olarak her türlü pisliğini, yolunu yordamını çok iyi bilirim.
şu ülke arabalara, futbola ve zenginleri daha da zengin edecek uygulamalara birazcık kısıtlama getirse, buradan elde edilecek parayla da emin olun üniversitelerde okuyan gençlerin yanında bir o kadar daha genci çok daha iyi şartlarda yaşatabilir.
ben yurtta kalırken bunu da bulamazdık, ben yurtta kalırken 3 kat battaniye altında ders çalışırdım, ben yurtta kalırken yurda çığ düştü tünel kazarak okula gittik, ben yurtta kalırken ormandan geyik avlardık vs.vs. doğru bir yaklaşım değil. o zaman 50 sene önceki adam gelse dese ki ben yurtta kalırken okula trolebüsle giderdik, hepimiz troleybüse mi bineceğiz kuzey kore gibi. yerimizde sayıp duralım, habire şükredelim boş boş o zaman!
gelişmek, ilerlemek ve başarılı olmak gençlere değer vermekle, onlara yatırım yapmakla doğru orantılıdır. 1933 sonrasında hitler almanya'da iktidarı eline alınca alman gençlerine yönelik korkunç bir eğitim ve propaganda faaliyetine girişti. 1940 mayıs'ında fransa'yı işgal eden alman piyade ve panzer tümenlerindeki genç askerleri gören ve aynı anda yanlarından geçen alman askerleri ile aynı yaştaki esir düşmüş fransız askerlerini de izleyen (şu anda adını hatırlayamadığım) amerikalı bir gazeteci; genç alman askerlerinin her yönden çok sağlıklı ve harika göründüklerini belirtirken esir fransız askerlerinin sağlıksız görünüşlü olduğunu, neredeyse tümünün yaşlı adamlar gibi dişlerin çürük veya eksik olduğunu özellikle vurgulamış ve iki ulusun 1918-1940 arasında gençlerine verdiği değerin sırf bu açıdan bile bakıldığında çok fazla olduğunu yazmıştı.
gençler bu memleketin geleceği. bu çocuklara birkaç gram proteini, sütüyle, tatlısıyla tuzlusuyla sağlıklı gıdayı, ders çalışacakları medeni ortamları, ihtiyaç duydukları medikal destekleri sağlamak, yeri geldiğinde cebine de kendisini idare edecek kadar parayı harçlık olarak "karşılıksız" koymak zorunda bu memleket. şırnak'taki gence de çanakkale'deki gence de aynısını yapmak zorundayız. yoksa savrulup gidiyor hayatlar yok tarikatlar yok örgütler yok politik karmaşalar derken... -
rusya ukrayna savaşı
başlıkta önceki yazdıklarım:
(bkz: #134366894)
(bkz: #134624507)
salt askeri açıdan bakarsanız modern zamanlar için çok öğretici bir savaş olduğu kesin. daha önceki yaşanan suriye iç savaşı veya azeri-ermeni savaşı gibi değil bu olay. bayağı bayağı düzenli iki ordunun ciddi bir kapışması. üstelik bir tarafta ex-sovyet eğitimi/cephaneliği varken diğer tarafta kısmen ex-sovyet eğitimi/cephaneliği + görece birkaç yıllık nato eğitimi/cephaneliği var. bunun anlamı şu hem nato'nun sovyet ekipmanı ve doktrini üzerine olan etkisi görülüyor (afganistan'ı saymayın, orada sadece stinger ve çok az da amerikan eğitimi vardı) hem de eski bir sovyet cumhuriyeti'nin batıya askeri anlamda entegre olup olamayacağının sınavı veriliyor. şu anda nato alenen savaşta olmasa bile 2014'ten bu yana özellikle ukrayna özel kuvvetlerine verilen fiili nato eğitimi (buna doğrudan nato demeseniz bile amerikan kafası ya da batılı askeri doktriner eğitim de diyebilirsiniz) ve ukrayna'ya yığdıkları özellikle anti-tank ve anti-uçak füzeleri ile zaten savaşın bir parçası. tüm bu eğitim ve silahın sahadaki geri dönüşleri itibariyle zaten ciddi bir şekilde nato'nun askeri doktrinlerinin ve silahlarının testi yapılıyor. dolayısıyla olayın iki ülke arasından çıktığını ve çoktan dünyanın çoğu vs. rusya şekline girdiğini inkar etmemeliyiz diye düşünüyorum.
askeri duruma bakacak olursak son yazımdan bu yana 14 gün geçmiş ve beni fikrim şu ki ruslar giderek karmaşıklaşan bir askeri, siyasi ve ekonomik kaosa sürükleniyor. savaşın ilk evrelerindeki karşılıklı şaşkınlık atlatılmış durumda. başlangıçta amatörce hatalar yapan ruslar nispeten daha derli toplu bir ilerleme evresine girse de ukraynalılar da ruslar karşısında kaydettikleri taktik başarılar ile savunma dengesini sağlamış gibiler. savaşın genel ilerlemesine bakarsak silah, teçhizat ve insan kaynağı bakımından daha ağır basan rusların öyle ya da böyle ilerleyeceği zaten genel kabul gören bir durumdu ve ağır aksak da olsa böyle oluyor gibi ancak burada rusların göstermek istedikleri başarıda anahtar belirleyici faktörün ukraynalıların göstereceği direnç olduğu gerçeğini kabullenmemiz gerekir. şimdi gördüğümüz şu ki, bu direnç faktörü hem ukrayna silahlı kuvvetleri'nin sahip olduğu silah ve askerlerinin morali hem de harekatın başlamasıyla ortaya çıkabilecek muhtemel yardımlar ve tepkiler bazında rus istihbaratı ve rus dışişleri bakanlığı bazında çok yanlış değerlendirilip putin'e çok yanlış aktarılmış. savaşın başında ele geçen bazı rus harekat planlarından anlaşıldığı kadarıyla 15 günlük hızlı bir harekatı takiben (yıldırım/blitz) ülkede kontrolün ele alınacağı ve "muhtemelen" dış tepkilerin/yardımların bu kadar şiddetli olamayacağı sanılmış. burada bence ciddi bir değerlendirme sorunu var.
buradaki temel hatalardan biri şu ki rus ordusu hiçbir zaman doktriner anlamda yıldırım harekat taktiklerinin etkili kullanıldığı bir ordu olmadı. yıldırım taktikler özellikle hızlı hareket edebilen kara birlikleri (yani zırhlı birimler) ile hava gücünün yakın çalışmasını ve aynı zamanda zırhlı gücü takip edebilen mobil bir piyade ve etkili destek unsurlarının aynı anda işe dahil olmasını gerektirirken rusların ordu yapısı itibariyle geniş zırhlı birliklere ve mobil piyadeye sahip oldukları halde fiilen hava güçlerinin bu tip harekatlara karşı neredeyse hiç hazırlıklı olmadığını daha ukrayna savaşının ilk günlerinden gördük. kızıl ordu dönemlerinden itibaren rus ordusunun sıcak savaşlarına bakarsak genlerine kazınmış bazı şeyleri görebiliriz. finlandiya savaşı resmi bir hezimet idi ama salt insan gücü ile netice aldılar. 2.dünya savaşı'nda almanlar karşısında ilk önce yoğun bir savunma savaşı ve arkasından da almanlar zayıflayınca sadece insan ve malzeme bolluğuna dayalı bir akın seferi yaptılar. keza soğuk savaşta giriştikleri doğu almanya, polonya ve çekoslovakya ayaklanmalarının bastırılması savaş bile sayılamaz. afganistan'da da yaptıkları ise tüm ağırlıklarını toparlayıp haldır huldur ülkeye dalmak ve şehirlere yerleşip kırsalda kontrolü nokta operasyonları ile ele geçirmeyi ummak üzerine kurulu bir strateji idi ki zaten afganistan tam bir asimetrik savaş örneği ve sonucunu biliyoruz.
şimdi bizim bazı yazarlarımız pek amerikan ordusunu beğenmezler ve filmlerden de etkilenerek amerikalılarla ve özellikle meşhur hava destekleri ile bayağı bir dalga geçerler ancak modern savaşı, hava gücünün koordinasyonunu ve özellikle yıldırım harekatlarını amerikan ordusu ciddi bir şekilde yıllar boyunca etüd etmiştir. gidin bakın taa 1950'lerde yazılan askeri dergilerde falan bu konuda hem kendi yazdıkları makaleleri hem de almancadan falan yaptıkları yığınla çeviri görürsünüz. bu etüdler sonucunda vardıkları sonuçları da nato ile paylaşıp tüm üyelerin ordularının dinamik ve hızlı çatışmalar açısından eğitimli olmasını hem o ülkelerinin kurmaylarının hem de erine varıncaya dek tüm askeri personelin beynine resmen kazıtmıştır. işte o nedenle türk ordusu yıldırım harekatları ruslar'dan bin kat daha iyi yapar, daha hızlı netice alır, daha hızlı sonuca ulaşır.
bu bağlamda bakarsak ruslar zaten ukrayna seferi başında prensipte bir hata yapmış ve hem ukrayna'yı yanlış değerlendirmiş hem de kendi ordularının da özelliklerine pek uymayan görece hatalı bir harekat planı oluşturmuş diyebiliriz. elbette suriye'den elde edilen rus deneyimi ve rus ordusunun nispeten revize edilerek özellikle silah ve teçhizatın modern bir hale getirilmesi bu hatalı karara neden olmuş olabilir. yani 1970 tasarımı t-72 tankına yeni optikler, atış kontrol bilgisayarı ve daha etkili era savunması takmak ve adını da t-72 obr. hede hödö diye değiştirip gıcır boya ile resmi geçitte koşturmak bazılarına "oha lan ordumuz modern oldu" dedirtmiş olabilir ama silahın güncelliği kadar onu kullanacak adamın da kafasının değişmesi lazım. ama şu anda gördüğüm rus ordusu 1990'daki kızıl ordu'nun birkaç tık modernize olmuş hali ama askeri yaklaşımları doktiner anlamda kızıl ordu zamanında kalmış. ordunun en üst tarafı yani ana stratejiyi belirleyen üst komutası ile bu stratejiyi plan haline sokup alt kademedeki erata indirgeyen kurmay sınıfı ve en altta fiilen çarpışıp neticeyi belirleyecek tayfa arasında ciddi bir kopukluk var gibi. bugün teyit edilen 5. general kaybını düşünürsek (ki arada çeşitli kademede onlarca subayın da öldürüldüğünü biliyoruz) harekatın planlamasında bir sorun var bence. paragrafı bağlamadan yazayım biz kendi ordumuzda kafaca değişimi 1947-1960 arası yaptık ve osmanlı'dan kalan ve 1940lara dek prusya ekolü ile yetişen eski nesil subay kadrosu yerine daha modern ve yeniliğe açık bir subay kadrosu yetiştirip o minvaldeki doktriner mantığı yerleştirebildik. elbette sancılı süreçlerden geçildi, bazı şeyler kabullenilmedi, hatalar da yapıldı ama özellikle 50leri sonu ile 60larda harbiye'den mezun olan subaylar 70'lerden itibaren cidden parlak bir kurmay sınıf oluşturdu. bu tip değişimler kolay değildir ve her zaman her değişiklik benimsenip başarılı olunmaz ancak şu anda görünen o ki ruslar 1991'den sonra bu işi pek kıvıramamışlar.
diğer bir rus hatasına gelelim.
motivasyon askeri sorunların başında gelir. bir askere neden savaşması gerektiğini anlatamazsanız o askerin savaşmasını bekleyemezsiniz. savaşa yani ölmeye gönderdiğiniz adamların bir şekilde ikna olması lazım. bu ikna işi ise adama öyle ya da böyle açık açık "şu şu şu nedenlerden dolayı savaşa gideceğiz ona göre kafanızı hazırlayın" demekle olur. yani elbette sıradan ere şu saatte saldırı olacak diye 10 gün önceden söylemek değil bu. yapılan eğitimde, adamlara anlattığınız derslerde veya kantindeki kendi aralarında yaptıkları konuşmalarda bile erata "savaşa gideceğiz ona göre" fikrini ver(e)mezseniz, bu yönde motivasyon sağlayamazsanız ve anksiyetelerini yavaş yavaş en üst noktaya çıkaramazsanız işte dönüp geleceğiniz yer şu andaki rus ordusunun durumu olur ki şu anda rusların "ya biz burada ne yapıyoruz" diye kendilerine sorup durduklarına eminim. esir düşen çoğu askerin "bize tatbikata gidiyoruz demişlerdi abi" veya "ukraynalılar kucak açacak dendi bize" diye ifade verdiği haberleri bolca yapıldı. neden bu adamlara bu yalanlar söylenmiş? demek ki doğrular anlatılsa ya da putin'in kafasından geçenlere göre savaş motivasyonu verilse bu adamların ikna olmayacağı, savaşmayacağı ve hatta firar edeceği öngörülmüş. yani erata güvenilmemiş. erata hakim olacak kişi bölük komutanıdır, alay komutanıdır. bunlar da yalan söylenmesine bir şekilde razı olduklarını göre rus ordusunda güven zincirinin kırıldığını ve emir-komutada ciddi sorunlar olduğuna ikna olabiliriz. güvensiz olan ordu savaşamaz. peki bu neden böyle, diğer paragrafa alalım sizi...
bir savaş öncesi siyasi durumu doğru yorumlamak, girişeceğiniz askeri harekat karşısında ülkenize gelebilecek politik ve ekonomik tepkileri en aza indirmek ve askeri harekata girişmekten başka çareniz olmadığına ve davanızda haklı olduğunuzu hem kendi kamuoyunuza hem de dış ülkelere mümkün olduğunca anlatmanız gerekir. içerideki bölünmeleri veya sızlanmaların daha büyük çalkantılara yol açmaması çok önemlidir. savaş nedeniyle size karşı oluşabilecek muhtemel politik ittifakları bölmek çok önemlidir ve ne kadar fazla ülkeyi haklılığınız konusunda ikna ederseniz o kadar fazla sahadaki askerinizi rahatlatır ve harekat öncesi motivasyonlarını sağlayabilirsiniz.
şimdi geldiğimiz noktada rus polisi sokakta gelen geçeni durdurup telefonlarına bakıyor, boş pankart tutanı tutukluyor, milleti yerlerde sürüklüyor ve tüm bu baskıya rağmen hala televizyonda ekrana birisi atlayıp savaşa hayır pankartı açabiliyor. dış dünya tarafı ise külli hasar zaten. millet artık iyice sapıttı bestecilerle, yazarlarla falan uğraşıyorlar sırf rus diye abuk sabuk.
ukrayna sefer öncesi putin efendinin yaptığı en büyük hata, elbette ki kendisine gelen hatalı istihbarata ve çıkarımları da düşünürsek, işte bu politik ikna (iç/dış) ve ittifakları bölme işini becerememiş olmasıdır. bakın bu iş en az savaşmak kadar önemli. kıbrıs barış harekatı öncesi bizim politik liderlerimiz bu işi çok güzel yaptılar ve dünyanın çoğunu haklı olduğumuza bir şekilde ikna edebildiler. ecevit'in meşhur barış harekatı ilanı konuşması politik açıdan harika bir konuşmadır ve harekatın adı bile savaşı çağrıştırmaz. bu açıdan bakarsak putin, lavrov veya x rus devlet yetkilisi şimdi istediği kadar nazi de nazi diye tuttursun, bu konuda ukraynalıların yediği bokları anlatsın dursun. geçmiş olsun o kısım bitti gitti. bu saatten sonra kendisini kimse dinlemez. lavrov konuşurken avrupalılar götünü dönüp gidiyor, dönmeyen de küfürü basıyor. ruslar kendilerince haklılıklarını anlatamadılar, kamuoyu oluşturamadılar ve muhtemel politik birliği bozamadılar. sadece "bizde gaz var petrol var, avrupa bize enerji anlamında muhtaç" kartına fazlaca güvendiler ki buyrun gelinen noktada gazdır petroldür artık konuşuyor muyuz? bunun yerine alternatif rotalar 1 haftada planlandı, yarın da yeni hatların borularını döşemeye başlayacaklar diye haberleri duyarsak şaşırmayın.
şimdi gelelim tiktok/twitter savaşına. eski kafalı kgb subayı putin efendinin yorumlayamadığı politik durumu sosyal medya etkisinden ayıramayız. şu anda modern liderler şunu kabul etmelidirler ki artık sosyal medya da aynı bir kara gücünün açtığı cephe kadar etkili ve bir savaşta kazanılması gereken bir cephe. şu anda tiktok'dan canlı bir şekilde javelin'in atılıp milyon dolarlık bir t-90'nı imha edişini ve bu işi yapan ukraynalı askerin "işgalcilere ölüm, vatanım için savaşıyorum, füze için teşekkürler nato" diye bağırdığını canlı olarak japonya'dan izleyebiliyorsunuz ya da rusların x yerindeki sivil binaları vurduğunu olaydan 5 dakika sonra görüyor, yıkıntılardan çıkan kömürleşmiş sivil cesetlerini izliyorsunuz. bakın bu yayınlardan ve bilgi paylaşımından sonra istediğiniz kadar kırmızıya boyalı harita yayınlayın, istediğiniz kadar "şurada nazi vardı, burada cephanelik vardı üzerinde sivil apartman olan, ne bileyim orada milletin derisini yüzüyorlardı..." falan fıstık diye anlatmaya çalışın derdinizi anlatamazsınız. zaten siyasi, sosyal ve ekonomik anlamda hatalı çıkarımlar yapıp tüm bu mecralarda dışlanıyorsunuz. bu saatten sonra rusların paylaşımlarını haklı olarak kimse ciddiye alıp destekler ya da askeri hedefleri vurmasını sadece "oha ne biçim parçaladılar lan tankı" diye izler? yani aleni bir şekilde yanlış olan durumlar için bile abuk sabuk bahanelere dayalı mantıklar kurup aptalca çıkarımlar yapan ve elindeki telefonun ne biçim bir silaha dönüştüğünün farkında olmadan patır kütür onu kullanan insanlarla dolu dünya. gelinen noktada netice şu ki ruslar tiktok/twitter savaşını kaybetti ve sosyal medya aleyhlerine döndü. bu saatten sonra sosyal medyanın tamamen hükümetçe kontrol edildiği çin dışında tiktok'un, twitter'ın, reddit'in öyle ya da böyle kullanıldığı herhangi bir ülkede rusya lehine hiçbir haber/yorum çık(a)maz ve sosyal medyayı önemseyen hiçbir hükümet de rusya'ya destek ver(e)mez çünkü halkı ile ters düşmeyi gözönüne alamaz. işte bu noktada sosyal medya artık resmen bir askeri cephedir ve bir savaş öncesi nasıl sahadaki teknolojiye yatırım yapıyorsanız, nasıl politik alanda haklı olduğunuzun savaşını vermeniz gerekiyorsa sosyal medyayı da bir cephe olarak kabul edip ona göre davranmanız gerekecektir.
drone iş çok önemli. tb2 için konuşmuyorum sadece. olayın geneline bakarsak artık sahada çarpışan hareketli birimlerden tutun da en küçük birimlere dek etkili bir anti-drone savunmasına ihtiyaç duyulduğu bariz belli. artık bu iş nasıl yapılır, bölgedeki tüm yayınları otomatikman bozan mobil elektronik karıştırıcılar mı olur yoksa her ilerleyen birimlerde 50-60 km menzilde çalışarak havada sabit duran veya sürekli aynı hareketleri yapan hedefleri izleyen mobil bir radar mı taşınır bilemiyorum ancak ukrayna savaşından çıkacak en büyük derslerden biri de anti-drone işinin askeri harekatlarda çok önemli bir duruma geldiğinin alenen görülmesi olacak sanırım. yani bu işe girişmek isteyen yatırımcılar varsa bilemem ama gelecek bu yönde. neyse ben yine de şu meşhur "yatırım tavsiyesi değildir" lafını yazayım da sonra bana gelip "o kadar para bağladık lan sana uyup da hani nerede müşteri! satamadık teknolojiyi" falan demeyin *
neticede olan şu, karşılıklı denge kurulduğu için bu savaş giderek daha yıkıcı ve kanlı bir hale gelecek. ruslar'a uygulanan ekonomik yaptırımların etkisi yavaş yavaş askeri cephede ortaya çıkacaktır. eksilen rus mühimmatının yerine konma hızı bu yaptırımlar nedeniyle çok yavaşlayacak ve belki de hassas güdümlü mühimmatta tamamen stokları bitirecek ruslar. unutmayın ki bu adamlar yıllardır suriye'yi vurup duruyor. orada harcanan mühimmatı ukrayna öncesi tamamlayabildiler mi bilmiyoruz. rusların diğer bölgelerden tank, zırhlı araç, nakliye aracı ve asker çekmeye başladığına dair bilgiler gelmeye başladı. ukrayna savunmaya devam ediyor ve hatta bazı yerlerde karşı saldırıya bile geçti. elbette teçhizat ve adam sayısında ruslar lehine terazi ağır basıyor, ukraynalıların çok müthiş bir başarı kazanacakları falan yok ama ukraynalıları yabana atmak ya da "ya bu ukraynalılar sosyal medyada iyice gaza geldi, 200 tank patlatmışlar. 200 tank rusya için nedir ki peeeh" diye düşünmek çok doğru değil. yıpratma savaşında saldıran taraf her zaman daha fazla çökmeye müsaittir. burada ayrıca moral ve motivasyon unsuru devreye giriyor. işgal edilen yerlerdeki halka yapılan rus muamelesi ortaya çıkmadı daha mesela. şu anda eminim ki ruslar işgal ettikleri yerlerde şirin gözükmek için millete yiyecek dağıtırken arka planda da muhtemel direnişçi olacakların evini basıp adamları gözaltına alıyordur. ancak moral unsuru ukrayna lehinde oldukça, rus işgali derinleşip genişledikçe, rusların ikmal hatları uzadıkça ve hem bu hatları korumak hem de ele geçirdikleri bölgelerde özellikle de kırsalda güvenliği sağlamak için daha fazla birliği buralara ayırmak zorunda kaldıkça hem en ön hatta ilerleyen saldırı gücü kırılacak hem de geride yapılan pusu saldırılarında sürekli yıpranacaklar. yıprandıkça da moralleri bozulacak ve daha sert tedbirler alacaklar ve bu da savaştaki vahşeti körükleyecek. bölgesel direnişler, partizanvari pusu saldırıları vs. hepsini görebiliriz. bu noktada yazmak isterim ki benim naçizane gördüğüm ukrayna özel kuvvetleri çok etkili ve cesur saldırılar planlayabilme yeteneğine sahip. bu adamların nato'lu patronları cidden iyi eğitmiş bunları. ayrıca bölgede dolanan nato uçaklarında elde edilen anlık istihbarat da ukrayna tarafına akıyor ve özel kuvvetleri etkili akınlar yapabiliyor. muhtelemen rusların tüm şifreli konuşmaları (normalde askeri birlikler kendi aralarında telsizler vs konuşurken askeri seviyede şifrelenmiş makinelerden iletişim sağlanır.) da çözülmüş ya da tahmin edilebilir durumda ki resmen bir istihbarat seli ukrayna'ya akıtılıyor. 20 küsür günlük bir harekatta 5 general kaybı başka türlü biraz zor açıklanır çünkü.
neyse yazıyı bağlarsak benim fikrim şu ki bu savaşta daha çok başlardayız ve taraflar şu anda çatışmaya ısınıyor. bu işin patlama noktası şehir savaşlarıdır ve ruslar yeteri kadar yıkıntı oluşturmadan bir şehre girmez. bir türlü kopamadıkları kızıl ordu doktrinleri bunu gerektirir çünkü. o nedenle bu süreçte bol bol roket atıp şehirleri yıkacaklar, savunmayı da bu şekilde kırmaya çalışacaklardır diye tahmin ediyorum. nükleer top mermileri gibi abukluklara başvurma ihtimalleri zayıf çünkü ellerinin altında harcanmaya müsait binlerce çeçen ve suriye'li oldukça nükleer kullanmak gibi bir seçeneğe başvurmaları çok farklı sonuçlara neden olacağından pratik bir tercih olmaz. neticede daha önceden de dediğim gibi ruslar stratejik anlamda zaten yenilmiştir. sahada sürdürdükleri savaş (eğer üstünlük kurup kafalarındaki dinyeper sınırlı işgal edilmiş bir ukrayna bölgesi yaratabilirlerse) yalnızca uyduruk taktik bir başarıdan öteye gitmez. -
30 yaşında hala metal dinleyen insan
gayet de güzel dinlenir, yaşa başa bakılmaz. kafa kaldırmıyor deniliyor, evet doğrudur ama nihayetinde yeri geliyor en güzel müzik için bile aynı şey geçerli olmuyor mu?
ben dinlerim metali. tür mür seçmem, kulağıma güzel gelen her metal melodisini dinlerim. ayırmam açıkçası. eee gazete bayilerinde satılan metal fanzinlerini gören, metal müzik dergilerindeki rap mi metal mi konusundaki mektup atışmalarını okuyan nesildenim ben, müzik seçmem, dinlerim.
yalnız şöyle bir durum var, yaşını başını almış metalciler daha iyi anlayacaktır dediklerimi, bu naneyi dinlemeye başladığınızda eşten, dosttan hemen tepki geliyor. misal işyerinde açıyorum soft bir şeyler, 5 dakikaya kalmadan "ooo akşama ayin mi var, ya elin değmişken bizim mahallede de hırsız bi sarman var, yakalayıp kessenize şunu akşamına hayrına" diye inanılmaz esprili biri çıkıp geliyor hemen. arabaya biniyorum, hemen açıyorum herhangi bir parçayı cayır cayır. sonra gidip kardeşimi alıyorum, arabaya biner binmez bizimkisi hemen sesi kısıyor, patlatıyor lafı;
"- ooo abi başlamışsın gene demir doğrama dinlemeye."
vay arkadaş! diyorum ki adam orada acısını anlatıyor, ne bileyim kabilesini doğramışlar ağıt yakıyor, arkadaşı savaşta ebediyete intikal etmiş, kendisinin kolu kopmuş ama ikisi birden 500 tane adamı kesmiş onun destanını bağırıyor yüreğinden yüreğinden ama anlayan yok, bizim kardeş gelip diyor ki: "ne alakası var anlatma ya, öf bu ne ses, demir doğrama atölyesi misin mübarek..!
hasbinallaaaaah çekiyorum mecburen, sonra ses kısılıyor ama 5 dakikaya kalamadan o ses iyice kapanıyor. genel sebep de "kafam almıyor". ya neyine almıyor lan sanki oturup yörünge hesabı yapıyoruz nasa'da. yolda giderken gaz müzik çalıyor işte.
gerçi eskiden ben daha radikaldim bu konuda. çok sinir olurdum böyle diyenlere. kulakları çınlasın pentagram bunu çıkardığında kaldığım yurtta "siktirin lan popçular hepinize kafam girsin!" diye slogan atmışlığım, hatta daha ileri giderek sırf pop müzik dinliyor diye bayağı bayağı kalp falan da kırmışlığım vardır. ancak sonunda gördüm ki öfkeyle kalkan zararla oturuyor. yani gerek yok gerginliğe. bir adam kafası almıyor diye ya da pop dinliyor diye, hayatının tümünde o canına yandığımın aşkı, sevgilisi, ayrılığı, acısı bitmiyor diye ben adamı suçlayamam ki. neticede kimisi çayına süt bile koyuyor, böyle bir dünya burası. yine de bir an geliyor, elime zopayı alıp metala laf edenlere dalasım geliyor.
ne diyordum ?.. hah, etraftaki insanlar kabullenemiyor metal müziği. onlar için olay şu; müzik biraz sertleşirse kafa almıyor! hay o kafaya ya, normallerini alıyor da ne oluyor. hadi bırakın metal müzik yapmalarını eurovision'da gayet softlaştırılmış bir şarkı ile lordi çıktığında valla bizim evde televizyona neredeyse şeytan çıkarma ayini yapılacaktı. bu çıkışın üzerine bir de sibel tüzün lordi solisti ile şu saçma pozu verdiğinde yaşanan infiali düşünün bizim evde. bir anda ahlaksız damgası yememe ramak kalmıştı çünkü ben de demir doğrama müziğini seviyordum, ilerleyen günlerde elin kızları ile böyle dil dile poz verebilir, milletin namusuna dil uzatabilir, mazallah asi olur kedi medi de kesebilirdim. gerçek hayatta gayet sessiz sakin bir tip olsam da metal müzik dinlemem neticesinde cemiyet mikrobu potansiyeli olan biri olarak görüldüm bir süre.
neyse ben tıngır mıngır dinlemeye devam ettim metal müziği. annem babam laf ediyordu da evlenince laf söz olmaz, evimde rahat rahat dinlerim dedim ama ne mümkün. gerçi şimdi abartmayayım, canım eşim gayet anlayışlıdır bu konularda ve kimseyi rahatsız etmedikçe ne dinlediğime falan karışmaz. takarım kulaklığı dinlerim dım dım diye ama kardeşim ben bilgisayarda oyun oynarken yanda şunu açıp bas bas bağırtmam lazım apartmanı ama olmuyor. eşim zaten uyuz oluyor oyuna bir de üzerine bağırtığım müziği duyunca gelip ufaktan salvolara başlıyor, "hadi kalk kaç saattir oturuyorsun bak evde erzak bitti yürü markete gidiyoruz" diye. elbette önceleri ufak taciz atışları şeklinde gerçekleşen sataşmalar birkaç dakika içinde bildiğiniz yaylım ateşine dönüşüyor, ne kadar kulak tıkasam da, o sesi kıssam da neticede "yaa offf" deyip kalkıyorum, paşa paşa arabaya biniyorum mecburen. ancak arabada da yılmıyorum, hafiften iron maiden, creator falan açıp hani eşimin sevmesi muhtemel nispeten soft şeyler çalıyorum, 5 dakika geçmeden "yahu bu arabada benim sevdiğim şeyler neden dinlenmiyor, ha lantirn'ciğim?!" diyerekten fırça geliyor ve o siktiğimin radyosu hemen aşk fm'e veya nostalji'ye dönüveriyor. gene başlıyor ızdırap! o canına yandığımın sevgilileri yine kavuşamıyor, öbürü aşkından yanıyor, beriki neredeyse böbreğini verecek kadar aşık oluyor, seviyor, sevişiyor...ama bitmiyor ya, bitmiyor bu ızdırap. ne bitmez aşkınız varmış anasını satayım diye içimde fırtınalar kopuyor, anlatamıyorum, bağıramıyorum. öyle patlamaya hazır kola kutusu gibi takılmaya devam ediyorum.
ama ben ne yaptım, sabretmeyi öğrendim. sabrediyorum arkadaş artık. bildiğin peygamber sabrı oldu bende. artık bu sayede çoğu şeye sabredebiliyorum. süper bir yetenek kazandırdı bu durum bana. fena değil aslında ama neden sabrediyorum diye ara ara sinirleniyorum, o ara açayım bir nordik metal diyorum ama ses verip stresimi azaltamayacağımı bildiğimden yine sabretmeye başlıyorum. bildiğiniz paradoksa düşüyorum yani.
geçenlerde bir durum oldu evdeki tv'yi yenilemek zorunda kaldım. tv seçerken görüntüsünden, ekranında önce bakıyorum sesi falan iyi olsun şu bu özelliği olsun diye. ses de ses diye takıldığımı duyan hanım sorunca da "canım benim dünya sineması izlerken en küçük sesi dahi duymak istiyorum, mesela o pakistan festival filmindeki hışırdayan yulafların sesi evimize dolsun." diye sıkıp duruyorum ama niyetim başka elbette. asıl amacım tv'yi aldıktan sonra evde nvidia shield bağlayıp youtube'dan ya da deezer'dan amon amarth köklediğimde ev sallansın, yönetici gelsin desin ki "ey lantirn, şu müzikse bizim bugüne kadar dinlediğimiz ne! allah senden razı olsun bizi bu harikalarla tanıştırdın!". neyse nihayetinde işi bitireceğim gün geldi, televizyonu alırken emin olmak için satıcıya dedim ki: "kardeş sitenize baktım, televizyonda şu ses işlemcisi şu ses özelliği var diyorlar, doğru mu bunlar ses nasıl, iyi mi?"
gelen cevap ne?
"-bilmiyorum ben abi işlemci falan, ses işte şuradan açılıyor bak dinle sesi süper. kimse şikayet etmedi daha."
75. skill sabır seviyem elbette devreye girdi; "azıcık mesleğine saygın olsun davar, sattığın malı anlatamıyorsun daha." falan demedim, bulduk bir broşür baktık hemen evet doğru sitede yazan bilgilerle broşür tutuyor, tamam aldım dedim. neyse geldi tv, kuruldu falan. ben sinsi sinsi geziyorum tv etrafında uygun bir an bulunca patlatıcam kolonları da bizim ufaktan sıra gelmiyor. kumandayı ele geçirip o kutlu ana gelene dek izlemediğimiz sünger bob, kral şakir bölümü kalmadı. bir de bitmiyor anasını satayım ardı ardına başlıyor bölümler, kopamadı çocuk televizyondan bir türlü.
neyse ben nihayetinde baba olarak evdeki ağırlığımı kullanıp "eyhtere be ver lan şunu, başlıycam şakirine, yucin yengecine ver bakayım" diyerek aldım elime kumandayı, açtım youtube'dan shield wall'u, ufaktan sesi gazlıyorum daha ses seviyesi 20-21 falan oldu sevgili, bir tanecik eşim taaa dipteki odadan ışınlanarak yanıma geldi;
"ay bu ne ses, kapat lantirn şunu akşam akşam delirtecek misin komşuları!"
şeklindeki fırçasını çekti, bütün babalık ağırlığımı sildi attı 10 saniyede.
ya delirsinler o komşular. yukarıdaki sığırın 5 senedir tepemizde vermediği parti, gecenin 3'ünde yerde yuvarlamadığı bilye kalmadı. uyuz oğlunun saçma rap müziğini, çalamadığı gitarının zırıltılarını tüm gün dinliyorum. yan taraf desen zamanında aşiret taşındı, sabahın 8'inde cayır cayır bozlak dinleyerek uyandık bırak çalıcam lan ben bunu diyemedim hanıma ya!... kuzu kuzu kapadım sesini.
yılmadım ama, o sesi açıcam ben arkadaş diye hırs yaptım. en son benzer bir hırsı kimya konusunda yapmıştım, alın buyrun okuyun başıma gelenleri: #97890671
neyse sinsi planımı yavaş yavaş devreye koydum. uzun uğraşlardan, ilmek ilmek dokunan bir olay örgüsü ardından nihayet yaklaşık bir 2 ay sonra hain planımı uygulama zamanım gelmişti. eşimi ve ufaklığı birbirlerine koli bandıyla yapıştırıp markete yolladığım bir anda gazladım berserker albümünü. valla o sesi de 30-40-50 allah ne verdiyse patlattım akşamın 5'inde, kulakların pası silindi en nihayetinde. sağolsun ufaklık da kitap seçemeyince bana bonus 40-50 dakika kazandırdı da dinledim güzelce müziğimi.
ancak en nihayetinde bu bir dramdır arkadaşlar. bu ülkede metal müzik dinleyicisinin uğradığı tacize kimse uğramamıştır.
sana sesleniyorum eyyy tüm sanat hayatı boyunca aşkını, aşkından nasıl rezil rüsva olduğunu, sevgilisinin bitmek tükenmek bilmeyen tasvirlerini anlatan şarkıcı, dinlemek zorunda mıyım kardeşim seni 50 sene boyunca. bu hayatta sadece aşk mı, özlem mi var. ben danalar gibi bağıran solistleri, cayır coyur köpüren gitar sololarını, karanlık klipleri, ayılar gibi böğüren grupları dinlemeyi seviyorum ya. 70 yaşına da gelsem bu böyle.
dipnot: ufaklık seviyor metali. genelde trash veya power seviyor ama. bir ara death çaldım biraz ona, "hoşuma gitmedi baba" dedi. -
5 ekim 2020 ekşi sözlük boykotu
benim için hoş olmayan tarafı ağır basan bir durum bu.
küçük bir hikaye ile başlayayım.
kriz süreci yönetememe olayını daha birkaç hafta önce ak interactive isimli modelcilik ürünü üreten bir ispanyol şirketi yaptı. facebook sayfalarına yeni çıkardıkları condemnation isimli kitabın birkaç tanıtım videosunu koydular. kitap modelcilikle ilgili aykırı işlerin örneklerinin olduğu bir kitap. içinde gaz odası modeli nasıl yapılır, uyuşturucu çeken figürlerin modeli nasıl boyanır, toplu mezara gömülecek kurbanların dioraması nasıl yapılır gibi kimsenin daha önce bulaşmak istemediği bazı konularla alakalı içerikler var. bu adamlar bu kitabı tanıtırken facebook'a ekledikleri videolara buldozerle mezarlara itilen toplama kampı kurbanlarını, katledilen insan görüntüleri falan sansürsüz koydular. ayrıca kitabın tanıtım metninde hoş olmayan bazı ifadeler yazdılar ve kitabı satışa çıkardıklarında kitabın yanında yahudi soykırımını hatırlatıcı bazı promosyon ürünlerini de kitapla birlikte paket olarak satışa sundular. elbette bunu gören herkes ayaklandı, şirkete soykırım ve cinayetler üzerinde para kazanma suçlaması yapıldı ve resmi bir özür dilenip tüm bu kampanyanın durdurulması istendi. şirketin facebook sayfası mesaj bombardımanına tutuldu. peki şirket ne yaptı, elbette krizi yönetemeyip konuyla ilgili yazılan yüzlerce mesajı sildi. üzerine komedi gibi bir açıklama yazıp; "asıl fikri kaçırıyorsunuz, anlatmaya çalıştığımızı göremiyorsunuz. bu kampanya kitabın içeriği ile ilgili çarpıcı bir kampanyadır. haklıyız ve bizim fikrimiz sizin kafanızı çalıştırmanız." anlamına gelen berbat bir açıklama yaptılar. bu mesaj silme artı üzerine yapılan bu açıklama sonucu millet daha da çıldırıp gene yüzlerce mesaj attı ama bunları yine sildiler. insanlar da ikinci mesaj silme furyasından sonra şirket ürünlerine komple boykot çağrılarına başladı, sipariş iptalleri geldi. neticede çok geçmeden şirket tüm yaşananlar için özür diledi, mesaj silmelerinin ve o açıklamayı yapmalarının hata olduğunu belirtti. neticede olay tatlıya bağlandı bitti gitti.
memleketin okumuş etmiş tayfasının kültürel ve sosyal hayatı son yıllarda hoyrat bir anlayışla ve gıdım gıdım köşelere süpürülürken, paramparça edilip yokedilirken ama aynı zamanda bu kesimin de hababam plazalarda, fabrikalarda, işyerlerinde, okullarda mesai, kariyer, eğitim artık adına ne derseniz deyin ağa vs. ırgat mantığında sömürülmesi ve türlü haksızlıklara maruz bırakılmasının tam gaz devam etmesi gayet sıkıcı bir hal aldı. şu platformda hakkında yığınla entry girilen, şikayetlere konu olan en büyük mevzu haksızlık. bunu illa ki süslü kanuni tabirlerle anlatmaya gerek yok. neticede haksızlık mikro ya da makro bir şekilde hayatımıza giriyorsa o iş can sıkıcı olmaya başlıyor.
ben 1999'dan beri burasını okurum. arada farklı isimde bir hesabım da oldu ki bu hesabımı sözlükteki bazı haksızlıklara tepki göstermek için kendim kapattım. öyle ya da böyle burasının bu hale gelmesinde ufak da olsa bir payım var. payım var da elbette sitenin sahibi falan değilim, burasını sahiplenme gibi bir hissiyatım da yok. hayatım burası değil. "yönetiminde söz sahibi olacağım, yapılacaklar illa bana da sorulsun!" gibi hülyalara girmiyorum. bu yaşanılan veya başka yaşanılmış farklı bir olay ekseninde de fanatikçe: "hesap verin kardeşim nedir bu yahu!" da demiyorum.
ve fakat bunları demediğim halde afedersiniz herşeyi kolayca kabullenecek de değilim. neticede bu site ben ve benim gibi birçok kişinin vakit ayırıp iyisiyle kötüsüyle yazdıkları sayesinde yükselen ve dikkate alınan bir mecra ise kullanıcı ve içerik oluşturucu olarak bana bir parça saygı duyulmasını beklemek en doğal hakkım.
şimdi yukarıdaki sabitlenmiş metni yazan kardeşe sesleneyim;
sayın metin yazarı, öncelikle size daha birkaç hafta önce yaşanan bir olayı doğrudan örnek oluşturması için yazdım. içerikler elbette farklı ama davranış şekliniz bence aynı. krizi yönetemiyorsunuz hiç kusura bakmayın. ayrıca bir kullanıcı kurala aykırı davranırsa o davranışın cezasını verirsin, süreci yarıda bırakmazsın ve hatta gerekirse o kişiye permabanı "o anda" patlatırsın. "biz ceza verecektik ama unuttuk. neyse hazır denk gelmiş, dur yapıştıralım" diyerek o kullanıcıya olaydan bilmem kaç zaman sonra uçurma veremezsin. özellikle hassas bir mevzunun hemen ardından yapamazsın çünkü tepki geleceğini hesaplaman gerekir. profesyonel bir yaklaşım değil bu...
ben sizin yerinizde olsam bu metni sabitten kaldırır, "kusura bakmayın hoş olmayan bir olay oldu, o olayın sıcaklığı ile bir hata daha ettik ama anladık ki yanlış yapmışız. süreçlerimize daha dikkat edeceğiz." içerikli bir metin girer olayı bitiririm. elbette hala toksik mesajlara, fanatik yaklaşıma devam eden olacaktır ama en azından çoğunluk sakinleşir. özür dilemek, hatayı kabullenmek, sorumluluk almak neden bu kadar zor geliyor çok merak ediyorum. ben evde küçük oğluma yaptıklarının sorumluluğunu, sonucu iyi veya kötü olup olmaması farketmeksizin almasını öğrettim. şu anda kötü birşey yaptığında dahi çocuk gelip kendine güvenerek "ben yaptım" diyebiliyor ve sonucuna katlanırken ses etmiyor ama koca koca insanlar neden "dükkan benim, ister benzin döker yakarım ister hepinizi kovarım gönderirim, ben hep haklıyım...!" kafasından bir türlü kurtulamıyor?!
bir sözüm de "ya ne büyüttünüz yea, site sizin mi yea, adam istediğini yapar yea" kafasındakilere. sevgili romalılar, o zaman bilmemne.com sitesi size ürün satarken kafasına göre siparişinizi iptal ederse burada şikayet başlığı açıp veya reel hayatta tüketici hakem heyeti peşinde ağlamayın, sonuçta mal adamın satar satmaz. tuttuğunuz futbol takımı gidip avrupalı yaşı geçmişleri toplayıp topçu diye önünüze "alın izleyin" diye attığında ağlamayın sonuçta kulübün sahibi siz değilsiniz. sevdiğiniz lahmacuncu lahmacunun kıymasını at etinden çekip yaparsa sakın zırlamayın adam sonuçta dükkan sahibi, farklı bir füzyon denemiş hem atalarımız at eti de yermiş değil mi! veya her türlü şartını sağladığınız, farklı sınav,mülakat kademelerinden geçtiğiniz ve neredeyse işe başlamak üzere olduğunu bir şirket son anda sizi arayıp "kusura bakmayın bizim patronun yeğeni almanya'dan gelmiş, sizin yerinize onu alacağız hadi baaay" dediğinde de alınmayın. neticede patron ne derse o, değil mi?...
mesele saygı meselesi canlarım benim saygı. hani elin ecnebisi "respect" diyor ya hah ondan işte...
bu arada elbette biliyorum umurunuzda falan da olmayacak da ben bundan sonra burada içerik falan oluşturmam. haydi hayırlı forumlar...
ekleme: şunu yazmayı unuttuğumu farkettim. bu olayda odaklanmamız gereken husus kesinlikle olaydaki kişiler değil, buraya hakim olan yönetilememe sorunu. sözlüğün herhangi bir misyon yüklenmesine gerek var mı, mevcut politik iklimde hak ve özgürlük bağlamında sözlüğün rolü, gücü nedir gibi konular çok farklı şeyler ve hukukçular, sosyolaglar vb. bilim dalları düzeyinde tartışılması gereken bir mesele bu. ancak nihayetinde, siz ne kadar isteniz de istemeseniz de, elimizde ekşi sözlük gibi kamuya malolmuş bir mecra var ve buranın da içeriğini oluşturan kullanıcılara saygı duyularak ama belli bir dengenin de korunarak yürütülmesi ve aynı zamanda yaşatılması için gerekli maddi kaynağın yaratılması sözkonusu. terazide kullanıcı/içerik oluşturucu aleyhine her hareket elbette etki-tepki yasası gereği bir reaksiyon görecektir. ancak bizlerin sorun yaşadığı asıl mesele de sözlükte yaşanılan çoğu hadisenin nedense sürekli kullanıcı aleyhine işlemesi. halbuki yapmanız gereken süreçleri okumak bu kadar basit. kimse sizden halk kahramanı olmanızı, bir inkilap başlatmanızı, türkiye'nin sorunlarına çözüm bulmanızı falan beklemiyor. sadece en azından yapabileceğiniz konularda kullanıcı lehinde, kullanıcı gibi düşünmenizi istiyor. örneğin burada insanlar yıllardır basit bir android uygulamasından şikayet edip durdular. kaç hafta önce "nihayet", "o konuya da bakacağız" diye bir mesaj atıldı ama bu mevzu üzerinden kaç hafta geçti fakat tık yok. bu artık kullanıcıya saygısızlık falan değil bildiğin boşvermişlik. ayrıca beni çok üzen başka bir durumda kafasına her esenin burada başlık sildirebilmesi. yani bunu benim aklım havsalam almıyor. tamam hakaret içeren şeyler, haksız ithamlar silinsin de komple başlık kapanıyor ve ben daha bugüne dek bu başlık sildirme hadisesine sözlükçe itiraz edilip de itirazın haklı bulunması sonucu o başlığın eski haline döndüğünü görmedim. yani ayıptır, günahtır tüm giden başlıklar %100 sorunlu mu hukuksal açıdan? hiç mi ekşi'nin haklı olduğu bir başlık yok. hem özgürlük hem demokrasi diyeceksiniz hem de bunu savunmayacaksınız? belki de savunuyorsunu ama olmuyor orasını bilemem, adliye adliye gezecek halimiz yok ama en azından kullancılara onları savunduğunuzu hissettirin. yoksa tepeye açıklama yapıştırıp yok şu nedenle uçurma oluyor yok referansla yazar olunuyor diye yazmayın. bu arada başta da yazdım 1999'den beri buradayım referansla yazar yapılmayı hiç duymadım. ha kendi aranızda bir muhabbettir bilemem orasını... -
metal müziğin çöküşü
doğru olmayan önerme.
neden bitsin ki? 40'a merdiven dayadım hala açıp dinliyorum. eski, yeni farketmez diyerek açıyorum, gerek youtube'dan gerek dezeer'dan bulduğum farklı farklı birçok grup var. en az eskiler kadar güzel onlarca şarkı dinliyorum her gün. hatta küçük oğlum da alıştı iyice, arada prodigy, skrillex filan istek yaparak sapsa da yoldan*, ultra vomit'ten slayer'a uzanan bir yelpazede seviyor o da dinlemeyi.
buradaki liseliler hatırlamaz 1990'ların başında türkiye'ye fanzinler ve dergiler vardı metalcilerin çıkarttığı. rap müzik yeni yeni giriyordu ülkeye ve o fanzin ve dergilere sürekli rapçiler mektup yazardı; "metal öldü yaşasın yeni kral rap" diye. burada yazılan şeylere benzer argümanlar o zamanlarda da dergi sayfalarında anlatılırdı. ve nedense konu sürekli eski gruplarda dayandırılır, "ya hocam metallica bitti bak black albümüne, onlar bile popa döndü, dolayısıyla metal çöktü!" gibi acayip fikirleri okurduk.
her şeyden önce şu metallica ekibini sanki metalin bayrağını sallayan, en önde liderliğini yapan, liderliği tartışılmaz ve metale yön veren yegane grup olarak öne atıp durmayın. artı, 2000'lere girince jelibon renkli boktan pop kültürü sanki her yere yavaş yavaş hakim olmadı... sanki amerikan sokaklarının adaletsizliğinin haykıran sesi rap, sürekli götünü sallayan iri memeli hatunlara sarmaşmış, altlarındaki spor arabalarının içinde salak salak kafa sallayıp, altın saatlerini gösterirken ceplerinden çıkan dolarları kameradan gözümüze sokan zibidilerin işgaline uğramadı... üzerine 10 kilo dana döşü sarıp ödül törenine giden lady gaga laçka popüler medya sayesinde göklere çıkartılmadı sanki! ekşi'de bile sayfalarca tartışılmadı mı katy perry-taylor swift saçmalığı? pop müzik bile dejenere olmadı mı, renkli ama tadsız tuzsuz pop-jelibon saçmalıkları saçılmadı mı ortalığa? ha aman aman kusura bakmayın metal öldü ama diğer herşey taş gibi ayaktaydı değil mi konumuz?!!!
aman aman abicim ses etmeyin öldü bilsinler. öldü bilsinler ki salak saçma pop kültürü akmasın metalin içine.
türkiye'de zaten metal gibi alternatifler kitlesel olarak etkileyemez toplumu. kültürel bir durum bu, o nedenle çözüm filan aramayın.
bir de başlık altında "çatal bıçak sesi, demir doğrama gürültüsü mü dinlenir aga hihohaha" şeklindeki yılların eskitemediği çapsız bayat yorumların haricinde "iş güç çok yoğun, beyin yoruluyor" veya "sabah-akşam metrobüsle git gel yapıyoruz, e tabi haliyle kafa kalmıyor dinlemeye." gibi tarihe geçecek lafları da gördüm... hacım biz de zamanında bunlarla gelgit yapıyorduk, limuzinle gitmedik okula. iş güç keza benzer şekilde oldu ve devam ediyor ama açarım müziği dinlerim tıntın, kafam almıyor olayının ise başka nedenleri var... demir doğrama gürültüsü diyenler de zaten sabah bach, öğlen wagner, akşam da çaykovski eşliğinde hayatlarını sürdürüyor yıllardır.
türkiye'de ciddi bir kültürel erozyon var ve sadece metal müzik değil jelibon-pop harici diğer tüm kültürel faaliyetler bilinçli olarak çökertildi, kültürel egemenlik hande yener-demet akalın-kolbastı-acunn.com imparatorluğuna geçti . şimdi size pazar günü klasik müzik vardı trt'de desem çıkacak abuk sabuk bir tip saçma sapan "eski türkiye rerörö" diye başlayacak kafa ütülemeye o nedenle oralara hiç girmiyorum.
son olarak da lokomotif grup yok dolayısıyla metal öldü demek nasıl bir genellemedir arkadaş?! bu mantıktan gidersek atıyorum caz da bitti opera da bitti çünkü lokomotif yorumcu/eser yok piyasada!...
neyse uzattım gece gece, buyrun kapanışı bizim ufaklığın son favorisi ile yapın. -
ankara eryaman'da kreşteki çocuğa yapılan işkence
görüntülere bakarsak nerede ve ne zaman çekildiğini bilemediğim için doğrudan bahsedilen kreşi suçlayamayacağım bir olayı anlatan başlık. ama kreşin adını duyunca çok eskilerden bazı hatıralar gözümde canlandı.
eryaman bölgesinde onlarca kreş vardır. bölge genelde ikamet bölgesidir ve ankara'nın muhtelif bölgelerinde çalışan insanlar sabah çocuklarını bu kreşlere bırakır akşam dönüşte de alıp evlerine döner. ben ve eşim de bu tayfadan olduğumuz için zamanında oğlumuzu kreşe verme ihtiyacını hissettik arayışlara girdik. uzatmayayım eledik dokuduk, sorduk soruşturduk ve fiyat anlamında da biraz tuzlu olmasına karşın başlıkta adı geçen kreşe oğlumuzu verdik.
kreşin sahibi bir hanımefendidir. kreşe başladık, 15 gün geçti sonra bu hanım bizi eşimle okula çağırdı. gittik oturduk önüne bu başladı sizin çocuğunuz şöyle böyle diye şikayete. anlattığı şeyler oğlumuzun hareketli olduğu ve söz dinlemediğine yönelik şikayetler. ya x hanım çocuk daha küçük hem daha çocuk kreşe alışma evresinde olur böyle filan anlattık konuştuk biraz bu:"hadi bakalım biraz daha gözlemleyelim" dedi ama oğlanı mimledi orda.
ertesi hafta gene kreşe çağrıldık biz. gene aynı şikayetler ama bu defa benim bir psikoloğum var alın bu çocuğu götürün oraya demeye başladı. şimdi olay bu noktaya taşınınca eşimin mesleki tarafı uyandı ve "siz hayırdır teşhis mi koydunuz nedir bu olayın özü?" diye sorgulamaya girişti bu kararı. bu hanım hemen kıvırtmaya ve "yok teşhis değil de tavsiye vs vs" demeye başladı. eşim de "bırakın o duruma biz karar verelim." dedi ve görüşme bitti. bitti ama bu defa oğlanın yanında biz de mimlendik.
üçüncü hafta oldu, gene görüşme dedi haydaaaa dedik ama gittik. bu defa hanım başladı "sizin aileniz mi sorunlu, çocuk laf söz dinlemiyor bunun tek bir nedeni var aile içi şiddettir" filan demeye. yahu ne şiddeti diyorum ben, eşim ordan söyleniyor ne alakası var, o nerden çıktı diye bir de dayakçı koca oldum orda ama hanım bizi dinlemiyor katiyen. tutturdu bu benim arkadaşım hem psikolog hem de aile danışmanı üçünüz gideceksiniz diye. konuş konuş konuş yok ikna olmuyor bu. en son eşime hadi tamam kalk anlamıyor diye işaret ettim kalktık gittik olay neticelenmeden.
bu arada bu 2-3 hafta içinde bu görüşmeler dışında ne zaman çocuğu almaya gitsek arada laf sokuyorlar oğlan şöyle hareketli böyle laf dinlemiyor diye onları geçiyorum. bu arada şikayetlerin hepsi o yaşlardaki çocuklarda sıklıkla görülen sıradan çocukluk tepkileri, yani çocuk yaşının gerektirdiklerini yapıyor neticede.
3. görüşmeden 2 gün sonra mı ne işyerindeyim telefon çaldı baktım bu kreş sahibi hanım. açtım hayırdır demeye kalmadan bu büyük bir panikle "lantirn bey çabuk gelin küçük bir kaza oldu oğlunuz yaralandı!" diye feryat figan ediyor. benim biraz soğukkanlı bir tarafım vardır hemen panik olmam, "ya durun tamam sakin olun biraz" dedim bu durakladı hafiften. "siz mi gelip çocuğu götürürsünüz hastaneye yoksa biz mi götürelim" diye saçmalamaya başladı. yav dedim alın götürün hastaneye ben geliyorum dedim atladım gittim. hastanede baktım bizim oğlanın çene yarılmış, 3 dikiş atılmış, kırık çıkık yok ama nihayetinde oğlumuzun hayatının sonuna dek yüzünde taşıyacağı bir façası var...
bize anlattığı şu: "çocuk koşarken takıldı düştü çenesi yarıldı." e inanmak mecburiyetindeyiz bir noktada beyana, kamera filan yok çünkü kreşte (sağolsun milli eğitim bakanlığı sayesinde!!!). 3 gün istirahat verdi doktor sonra kreşe gidebilir dedi. eşimle iyiniyetli davrandık, hanımın paniğinden ve tavırlarından olayın gerçek olduğunu düşündük, acıdık. polise filan gitmedik tutanak mutanak olayına girmedik. hata işte...
3 gün yattı bizim oğlan evde, istirahati bitti gönderdik kreşe. öğlen olmadı tak bu hanımdan bir telefon "gelin alın çocuğu, istemiyorum çocuğu kreşte." diyor bana. hayırdır dedim bu hanım başladı "çocuğunuz problemli, bakın bizden kaçtı, yaramazlık yaptı düştü çeneyi yardı. " filan bağırıyor telefonda. "yahu ben size emanet ettim çocuğu, siz tedbir alacaksınız ne demek kaçtı düştü, neden kaçırdın çocuğu neyden kaçtı" diye üsteledim, hanım bu defa iyiden iyiye dellendi "zaten eşinizin de psikolojik sorunları var kendi gibi çocuk yetiştiriyor" diye saçmaladı o anda benim sigortalar attı ben de başladım buna fırçaya sonra suratına kapadım telefonu, hemen eşimi aradım çocuğu alması için akabinden hemen kaymakamlığa gittim şikayete (belli bir süre geçince polis şikayeti almıyor bu konularda, kaymakamlığa şikayet dilekçesi veriyorsunuz).
şikayet ettik, kaymakamlıktaki milli eğitim müdürlüğü bizi çağırdı hem ben hem eşim ifade verdik, sonra evrak valiliğe gitti ve neticede evrağımız kayboldu orada. aradım taradım peşinden bulunamadı evrak ne oldu ne bitti bilmiyorum ama bir ceza vs gelmedi kreşe sanırım çünkü faaliyetine devam ediyor hala.
eşim ve ben iyiniyetli davrandık diye sonradan çok üzüldük. allah'a şükür çocukta kırık vs olmadı ve ufak bir façayla kurtuldu ama keşke polise vereydik dedik ama artık iş işten geçmişti. şikayetten de bir netice alamayınca ben iyice delirdim kafayı kırıp yerel mafyayla anlaşacaktım falan filan ama eşim durdurdu beni "yapma allah korusun başkasının çocuğuna zarar gelir" diye. ama işte ah almayacaksınız, (eğer bu olay doğru ise) çekirge misali işini düzgün yapmayanlar sonunda böyle yakalanıyor.
kreş konularında işler karışık. kreşlerin nasıl açılacağı, ne şekilde malzemelerle donatılacağı filan bir yönetmelikle detaylıca anlatılmış ama kreş açıldıktan sonra denetleme görevi çok karışık ve farklı kurumlar arasında bölünmüş durumda. kreş açarken ve işletirken sadece 1 adet pedagoji eğitimi almış kişinin olması yeterli. bu nedenle istisnalar dışında hemen hemen tüm kreşlerde çocuklar üzerine eğitim alan en fazla 1,2 bilemediniz 3 kişi olur. onun dışında kreş sahibi olanların pedagojik eğitim almaları zorunlu değil ve kreşlerdeki çoğu öğretmenler ya stajyer ya alakasız meslek gruplarından. kreşe verirken sorup soruşturuyorsunuz ama özellikle büyükşehirlerde yaşayanların ulaşım vb. nedenlerden ötürü genelde oturdukları yerin civarında kreşlerden seçim yapmaları zorunlu. ben de isterim tüm öğretmenler okul öncesi öğretmeni olsun, kreşte şu şu özellikler olsun filan ama tüm şartların sizin istediğiniz gibi olan bir yeri bulmanız olanaksız birşey türkiye'de. hoş bulsanız bile bizim maalesef profesyonel bir anlayışımız kesinlikle yok ve farklı farklı sorunlar oralarda da görülüyor. ayrıca istediğiniz yeri bulursanız bu defa da çocuğu kilometrelerce öteye servisle gönderme durumu ortaya çıkıyor ki bu başka büyük bir sorun.
bir ara kreşlerde internetten izlenebilen kamera zorunluydu ve aileler istedikleri zaman girip bakıyorlardı kreşe. bu biraz daha istenmeyen davranışları engelliyordu ama milli eğitim birkaç sene önce kişisel haklar, pedofili riski vb. nedenlerden ötürü o olayı da kaldırdı ve yasakladı. şu anda kreşlerde böyle bir sistemin olması yasak ve çocukları göremediğimiz için bazı kişiler bu örnekteki gibi darp, zor kullanma vb. uygun olmayan davranışlara girişiyor. eğer kreşte güvenlik amacıyla takılan bir kamera yoksa bu gibi davranışları kanıtlamak çok zor. hoş olsa bile kreş sahibi görüntüyü kolayca imha edebilir.
bununla birlikte kreşlerde şöyle bir eğilim var çocuklara kreşe girdiği andan itibaren kesinlikle bir alışma evresi tanınmıyor ve çocuk gel deyince gelsin dur deyince dursun, biz istediğimiz zaman yesin istediğimiz zaman uyusun deniliyor. bu rutinlerin biraz dışında olsun çocuk olursa hemen o çocuğa x teşhis konuluyor, mutlaka psikoloğa gitsin bir de o baksın diye değerlendiriyorlar. bu yüzden çocukların çoğu ilaç müptelası oluyor 3-4 yaşlarında, millet deli gibi sakinleştiricilere para döküyor. millet olarak da okumayı ve araştırmayı sevmediğimizden çocuk gelişimi üzerine zerre bilgi sahibi olmuyoruz ve bilgisiz, cahil kreş yöneticilerinin lafına inanıp binlerce lira aslında son derece sağlıklı olan çocukların güzelim bünyelerine sokulan abidik gubidik ilaçlara gidiyor, aileler çocuğumda ciddi sorunlar var galiba diyerek üzüntüden kahroluyor. kreş hayatımız boyunca biz bu rutini defalarca yaşadık, oğlumuza sırasıyla otistik, hiperaktif, antisosyal, öfke problemi var vb. teşhisleri konuldu! o nedenle eğer çocuğunuza bu gibi teşhisler konuluyor ve hemen psikolog deniyorsa bir sakin olun, açın okuyun kaynaklardan ve sonra önce siz karar verin çocuğunuzun ihtiyacı var mı yardıma diye.
yazık ediyoruz çocuklarımıza. çok ihmal ediyoruz onları, beyaz yakalı olup kültürlü, birikimli gibi görünmek caka satmak kolay ama çocuk ve kreş sorunları yaşandığında bilgisizliğimiz ve cahilliğimiz ortaya şıp diye çıkıveriyor. devlet yönünden de çok eksiklikler ve belirsizlikler var. maalesef türlü etken bir araya geliyor ve sonra da bu görüntülerde görünen acayiplikler yaşanıyor...
ekleme: imla hataları vs. düzeltildi.
ekleme-2: #83626340 numaralı entry'de bana "mal" denilmiş çünkü ben çocuğumun bilinçli? olarak "yaralandığı" bir yere, bunu bile bile yeniden gitmişim ve bu nedenle malmışım! bunu yazdım diye entrymi beğenenler de ayrı malmış!
entrym dikkatle okunursa ben kesinlikle çocuğumu bilinçli yaraladılar diyemedim çünkü elimde bir kanıt yoktu. bunun yanında kreş sahibi hanımın gözlemlediğimiz paniği ve gelen ilk telefondaki ses tonu bilinçli bir suçluluk değil meydana gelen beklenmedik bir olay sonucu karşılaşılan istenmeyen bir durumu işaret ediyordu. az önce de dediğim gibi kreşte kamera olmaması ve hem kreş sahibinin hem de olayın olduğu gün konuştuğumuz diğer kreş çalışanlarının da olayı birbirine yakın anlatması nedeniyle eşim ve ben kasıt aramadık ve polise gitmemeye karar verdik. istirahat sonrası çocuğumuzu yeniden kreşe götürme nedenimiz de hem farklı bir kreş arayışı için zamana ihtiyacımızın olması hem de çocuğumuzu emanet edeceğimiz hiçbir yakınımızın o an için olmamasıydı. maalesef herkesi kendiniz gibi 80 tane akrabası olan, ana babası dibinde yaşayan insanlar olarak düşünmeyin herkesin çok farklı ailevi durumları olabiliyor.
bunun dışında mesaj atıp geçmiş olsun diyen tüm herkese çok teşekkür ederim. -
temiz sözlük istiyoruz kampanyası
enteresan fikirlerin olduğu başlık.
1999 yılında bu yana sözlük okuyucusuyum. kulakları çınlasın aynı yurtta kaldığımız bir arkadaş "bak lan ekşisözlük diye bir site var, herkes üye olamıyor. başvurusu açılsa da üye olsam." lafları sonrası okumaya başladım, son 2-3 yıldır da yazıyorum.
"ah nerde eski sözlükler mirim, buraya entry yazarken kravat takılırdı." moduna girip, bizimkiler+ pazar gecesi banyosu + parliament pazar gecesi sineması ekolünde enrty yazmayın bence. özellikle benim gibi dinazorlara hitap etmiyor bu nostalji esintileri çünkü neyin ne olduğunu hatırlıyoruz. ekşisözlük, internetin ülkemizde kademeli olarak yayılmasına paralel öncelikle parası olan eğitimli ve ortalama üzeri kültüre sahip bir topluluğu kendine çeken (elbette ülkenin internet altyapısının odtü bünyesinde geliştirilmesi sonucu buradan siteye üye olan ve olayın lokomotifi olmuş ciddi kitleyi unutmamak lazım), ağırlıklı olarak bu tür insanların kullanımı ile yürüyüp kendi adını yapan bir site olarak başlasa da eskiden de saçma sapan şeyler yazılabiliyordu (bkz: 1 temmuz 2004 karnımın acıkması). yine de ilk başta "seçilmiş" bir grubun kullanımına açık olmasından mütevellit ortada dönen muhabbetin orta-üst seviyede olduğunu hatırlıyorum. ayrıca bir site kültürü geliştirilip en azından yakında döneme dek bunun sürdürülmesi de önemli bir ayrıntıdır ama geçmişte neler yazıldığını görmek çok da zor değil. oradaki "tarihte bugün" tuşuna basın da görün ne saçmalıklar var eskide...mesela ben tıkladım, bakın ne çıktı (bkz: of çok yedim)
gelgelelim arkadaşlar değişimi durduramazsınız. yalnızca yön verebilirsiniz, o da şanslıysanız. ve ekşisözlük'te bu yön verme olayında bir sorun olduğu aşikar.
ekşi'nin geldiği noktadan kişisel olarak pek mutlu olmasam da, hardcore kapitalist yaklaşımın bozduğu tek yer burasının olmadığının da farkındayım. yani önümüzde "para kazandıran" youtube sonucu ortaya çıkan şöyle facialar varken, koskoca amerika başkanı atarlı ergen gibi twitter üzerinden ülkenin dış politikalarına yön vermeye başlamışken, instagram vs. abidik gubidik uygulamalar sonucu millet likemania sendromuna tutulurken ekşi'de de eski fularlı?! günlerin süreceğini beklemek saçma.
sorunumuz şudur; trollük eskiden de vardı ama kaba cinsellik üzerinden kasılan trollük ve bu minvalde ilerleyen diğer benzer saçma başlıklar insanı sıkıyor. tamam isteyen istediğini yazabilir, onu yazma bunu yazma demek çok saçma ama sol frame üzerinde altalta dizilen abuk sabuk başlıklar da çoğumuzu rahatsız etmekte. bu başlıklar sonucu kaliteli içeriğe ulaşmak isteyen okuyucuların, çaylakların ve yazarların iğne ile kuyu kazar gibi başlık araştırmasına da girmesi ne kadar mümkün olabilir? ekşişeyler fasilitesinin haklılığı burada ortaya çıkıyor işte ve aslında gelinen durumun da sözlük yönetimince kabullenildiğinin göstergesidir ekşişeyler...
"troll başlıklarına yazmayın" demek çözüm değil. 100 kişi yazmıyor ama 101'inci yazabilir. bunun yanısıra gerçekten de saçma sapan yazıp bir şekilde kendi içindekileri anlatmak isteyenlerin de özgürce yazması gerektiğini düşünmekteyim. buna ne kadar sinirimiz bozulsa da bizler için önemli olan tarihi, politik, siyasi, dini hususlarda açılan başlıklar da dahildir.
bu durumda sözlükte eksikliği olan şey diktatöryal bir yönetim değil, etkin moderasyon sistemi ve bu sistemle bütünleşik çalışan tercih sistemidir. etkin moderasyon ile sürekli sınıflandırılacak başlıklar (bariz suç teşkil edenler haricinde başlık silme yok), bu başlıklar içinde görmek istemediklerini kullanacağı tercih sistemiyle daha en başında süzen yazarlar kombinasyonu ile sol frame istediğiniz gibi kontrolünüz altında olacak ve neticede ortaya hem istediğini yazan mutlu yazarlar hem de istemediğini görmeyen mutlu yazarlar çıkacak.
sözlükteki mevcut "engelle", "başlıklarını engelle" yetersiz ve çağdışıdır. bir yazarın açtığı başlık cidden kalitesiz olabir ama o adam farklı bir başlık altına öyle birşey yazar ki frekansınız bir anda tutar, o adamı okumaya başlarsınız. şimdi bu iki özellik ile biz adamı yazdığı iki satırla komple engellersek aslında gayet bencilce bir durum yaratmış oluyoruz. ne de olsa durmuş bir saat bile günde 2 defa doğruyu göstermekte. işte bu fikrimden ötürü kişisel olarak yalnızca 2 hesabı engelledim (ki bunlardan biri bir reklam botu diğeri de cidden sorunları olan ve sadece benle sorun yaşamayıp milletle takışan bu nedenle sürekli lanetli gezen birisi.) ve ne denli saçma olursa olsun, beni ne kadar sinirlendirse sinirlendirsin yazılan hemen her şeyi görüp okuyabiliyorum.
yasaklardan çok çektik, yasaklamayın artık birşeyleri. ama denetimin, akılcı sınıflandırmanın pozitif çok etkisi var. ekşi eskisi gibi olmayacak ama daha kaliteli içerik için de birşeylerin yapılması gerekiyor artık. -
iggy azela'nın instagram paylaşımı
n192rs tescilli dassault falcon 50 tipi uçağın önünde kıçını sallayan bir adet şarkıcının* olduğu video. uçak 207 seri numaralı ve 2012'den bu yana florida merkezli r & s aviation şirketine ait durumda. başlık altında bilgi içeren tek entry bu olduğuna göre artık rahatça kenara çekilebilirim.
ekleme: uçak 9 ekim 2017'de çekilen bu fotoğrafta yeniden boyanma işlemi sırasında görülüyor. muhtemelen gövdede pencerelerin oraya atılan yeni şeridi bu sırada eklemişler çünkü eski fotolarında o kısımda şerit yok ve uçağın şeritlerinin renkleri farklı. -
özel jet alırken dikkat edilmesi gereken hususlar
goygoyunuz ve boş beleş esprileriniz bittiyse uzmanı geldi kenara çekilin.
başlık saçmalama amacıyla açılmış olsa da bilgi almak isteyen birkaç kişi mutlaka vardır. onlar okusun yeter.
özel jet almak istediğinizde bunun için ilk şartınız "benim buna gerçekten ihtiyacım var mı?" sorusunun yanıtının kesinlikle evet olmasıdır. eğer orta ölçekli bir kobi veya orta ölçekli aile gelirine sahipseniz ve işlerinizi görmek için tarifeli uçuşlar size yetiyorsa, çok fazla zaman problemi çekmiyorsanız özel jet size ekstra maddi külfetten başka bir şey getirmez.
detaya inmeden önce 1 özel jetin minimum masrafını anlatalım. şöyle:
a. personel 2 pilot (kaptan+fo), 1 servis görevlisi, 1 teknisyen:
türk vatandaşları arasında kaptan uçağa göre ortalama 10-20k tl alır. fo ise 10-15k bandında bulunabilir. ama spesifik bir model alırsanız veya "benim konuştuğumu anlamasın, yabancı olsun" derseniz kaptan ve fo için 10-15k euro bandından maaş vermelisiniz. daha aza gelen olursa kısa sürede kaçacaktır bunu unutmayın.
servis görevlisi hanımlar aylık ortalama 4-6k tl civarı maaş alır. ingilizce bilme seviyesine göre maaşı biraz artabilir.
1 teknisyen şarttır çünkü uçak uçuştan önce ve sonra nerdeyse günlük ilgi alaka isteyen bir makinedir. eğer "teknisyenim uçağı çektirsin, ittirsin, ben gelmeden önce şöyle sağına soluna baksın, ilgiensin, başıboş bırakmasın aleti" derseniz 6-10k tl civarına birini bulabilirsiniz. ama bu durumda en ufak bakımlarda bile (mesela line seviyesi şeylerde) bakım şirketlerine iyi para ödersiniz. o nedenle en azından line bakım yapabilen ve o uçağın tipine sahip bir teknisyen bulmalısınız ki ufak tefek bakımları teknisyeniniz yapsın. bu durumda teknisyen maaşı 15k tl'den az olmaz, ayıp olur.
ayrıca bu ekibe araç vereceksiniz, gittiğiniz yerde otel ayarlayacaksınız filan. bunları yapmanız lazım çünkü adama gecenin bir yarısı "hadi gel norveç'e gidiyoruz" deme hakkına sahip olmanız için aranızı iyi tutmanız lazım, yoksa bir anda bırakır giderler. özel havacılık personel, özlük hakları konusunda hassastır, biraz nazlarını çekmelisiniz.
b. işletme ve bakım hizmeti:
türk sivil havacılık kuralları gereği tc-... tescili ile uçan her hava aracının bir işletici şirket altında bulunması zorunludur. bu şirketler sizin adınıza bakımları takip eder, uçağın sivil havacılık işlemlerini izler, arka planda yapılması gereken tüm kağıt kürek işlerini halleder. eğer çok paranız varsa siz bir işletme şirketi kurup kendi uçağınızı işletirsiniz ama bu iş bürokratik anlamda kabustur ve size ekstra personel masrafı (1 işletme müdürü, 1 planlama mühendis, 1 kalite müdürü en az) çıkarır. o nedenle eğer çok büyük bir holdinginiz yoksa gidip paşa paşa aylık 3-5k dolara bir şirket altına girmeniz en mantıklısı hareket olacaktır. (meraklısına not, kalite müdürü form-4 denen bir belge alır shgm'den. bu belgeyi alan adam 10k liradan aşağısına müdürlük yapmaz. keza işletme müdürü de bir o kadar alır. mühendise 3-5k ateşlemeniz yeterlidir.)
bakım için mutlaka bir bakım merkezi ile anlaşmanız lazım. yoksa işiniz yaş. bakım işi için 2 temel seçeneğiniz var.
- tipi işlenmiş lisanslı bir teknisyen alır ve o adama line seviyesi bakımları ve ufak tefek arızaları yaptırırsınız, büyük bakımlar için de türkiye'de büyük bakım yapılma yetkileri olan olan cessna, embraer, bombardier gibi uçakları tercih ederseniz ülkemizde iyi kötü birşeyler yaptırırsınız. ama daha büyük bakımlar için mutlaka yurtdışına çıkmanız lazım çünkü ülkemizde maalesef o işlere giren bakım merkezi henüz yok.
- teknisyeninizin tipi yoksa o zaman tamamen bakım merkezine bağlı kalacaksınız demektir. bu durumda en ufak bir bakım için (mesela kabin el feneri bakımı) bakım merkezine güzel para verirsiniz. iş büyürse ne bileyim arıza vs. olursa ve ülkemizde çözülmezse dışarıdan adam gelir. o zaman fatura kabardıkça kabarır.
ayrıca bakım merkezi uçağınızın uçuştan önce çekilmesi, uçuştan sonra hangara alınması (hangar kirasını ayrı hesaplanız lazım), uçağın genel temizliği ve korunması gibi şeylerle de ilgilenir. uçağa uçuştan önce ikram malzemelerinin konulması, su, sıcak su, çay vs. ikmalini nereden alacağınız bulmalı ve o şirketle anlaşmalısınız. ikram malzemelerinin ve personel eşyalarının konulması vb. şeyler için uçağı parkettiğiniz bakım merkezi hangarında bir oda kiralamanız lazım. bu gibi detaylar ufaktır ama yoklukları büyük sıkıntı çıkartır benden söylemesi.
bunun dışında uçağın teknik yayınlarına abone olacaksınız, pilot ve teknisyenleri yeri geldiğinde yurtdışına kursa göndereceksiniz, uçağın dhmi hizmetlerinden faydalanması için masraflarınız olacak, yıllık bazı sivil havacılık işlemleri giderleri var, vergisi var falan filan. ha bir de uçak alacaksanız mutlaka bir bakım takip programına (uçak için ayrı, motorlar için ayrı) girmeniz lazım.
evet çok basit anlattım ama giriş seviyesi masraflar bunlar.
evet cüzdanı hazırladınız ve uçağı alacaksınız.
---sıfır uçak alımı---
hop hop hop... bir dakika. öyle galeriye gidip araba alır gibi almıyoruz uçağı.
herşeyden önce ülkemizde bakımları yapılabilen bir model alacağız. yoksa en ufak bakımda yurtdışına çıkarsanız veya oradan teknisyen getirtirseniz 2-3 senede uçağın parası kadar parayı bakıma kaptırırsınız. peki ne yapıyoruz? şu listeye bakıp ülkemizdeki onaylı bakım merkezlerini ve uçak tiplerini inceliyor ve ona göre uçak alıyoruz.
beğendiğiniz uçak oldu ama adı listede yok. o zaman o uçağa en yakın tipte hangisi varsa onun olduğu bakım merkezine gidiyor ve pazarlığa başlıyorsunuz. eğer adamları ikna edebilirseniz sizin uçağınız için bakım yetkisi alırlar ve siz de oraya bakımları yaptırırsınız. bu durumda bakım merkezi gireceği masrafı doğal olarak size fatura edecektir çünkü tek uçak için yatırım yapmak bakım merkezi patronlarının sevmediği bir durumdur ve patronlar en az 3-4 yıllık bakım anlaşmaları yapmadan o yetki işine girişmezler. olayın çok detaylı bürokratik işlemleri var, eğitim, tool, yeek parça vs. konularında sivil havacılık kuralları var uyulması gereken. bunlar masraf demek.
uçağı beğendiniz ama şuna dikkat edin; menzili, bakım aralıkları ve sizin ihtiyaç duyma dereceniz en optimal aralıkta buluşmalı. aylık 100 saatiniz havada geçiyorsa o zaman every 25 hrs periyodik bakımı olan bir jet sizi delirtir çünkü uçak nerdeyse ayda 4 defa bakıma girecektir. keza uzun vadeli düşünürsek 2-3 bin saatte büyük bakıma girecekse, komponent yani üzerinde taşıdığı kendine özel teçhizatların kısa bakım aralıkları varsa o uçağı almıyoruz.
bunun yanında yedek parçası pahalıysa, dünya genelinde toptancısı azsa, avrupa'da özellikle yakın ülkelerde bakım merkezi yoksa o uçağı tercih etmeyin.
üreticilere bakarsanız:
gulfstream: mercedes/bmw/audi/ferrari ayarında üst segmente hitap eder.
bombardier, cessna, hawker beechcraft, embraer, dassault: volkwagen, opel, renault, peugeot gibi orta üst, orta ve daha alt segmente hitap eder.
bir de boeing, airbus vardır pazarda. bunlar işin suyunu çıkarmayı sevenlere özel jetler üretir. yalnız bunları ferrari, lamborghini gibi görmeyin, bence ingiliz butik spor araba üreticileri gibi ayrı bir yerleri vardır.
ferrari seviyesine özel jet alacaksanız gulfstream 550, 650 gibi seçeneklere bakmalısınız, işimi görsün taksi gibi git gel yapayım derseniz cessna ideal bir tercihtir. fiyat/performans anlamında cessna çok idealdir bence. fiat tipinde bir marka, memnun olmayanı görmedim ben. embraer de işçiliği iyi ve dayanıklı bir markadır ama bence iç dizayna biraz çalışmalılar. beechcraft uçakları tam bir workhorse'tur, dayanıklıdırlar. bombardier ve dassault fena değildir ama nedense bana tekdüze geliyorlar, çok benziyorlar bence birbirlerine.
teknik destek anlamında gulfstream, cessna ve beechcraft çok iyidir. özellikle gulf'çüler çok süper adamlar. açın telefon 10 saat muhabbet edin "ya yeter da aç kitabı bak" filan demezler anlatırlar. teknik dökümantasyon anlamında da gulf çok başarılıdır.
bir de sıfır uçak alırken şirketler bazen çakallık yapıyor ve 3-5 yıllık yedek malzemeleri de size satmaya çalışıyor. bu opsiyonel bir durumdur, gidip sakın almayın onları. sonra elinizde yığınla malzeme kalır kullanamazsınız.
ayrıca sıfır uçak alırken size halısı ne olsun, koltukları neyle kaplayalım, musluklar krom mu olsun altın kaplama mı olsun filan diye sorarlar. gulf'e giderseniz örneğin fabrikada dior, dolce&gabbana, prada vb. şirketlerin tasarım büroları vardır ve uağı doğrudan bunların tasarımı ürünlerle donatabilirsiniz. ama sakın gibi çok nadir olan malzemeleri seçmeyin. mesela dişi uruguay dağ devesi derisinden koltuk alırsanız ve o koltuğa vişne suyu dökerseniz bir daha değiştirmek için dünyada 35 tane olan develerden binin doğal yollarla ölmesini filan beklersiniz. gerek yok delirmeye. adam gibi bolca bulunabilen renkleri ve malzemeleri seçin iç dizaynda. ayrıca uçakta günlük kullanım için kesme kristal bardak, altın kaplama yemek takımları filan satmaya çalışıyorlar. gerek yok onlara eğer holdinginiz yoksa. neticede iniyor, kalkıyor bu alet zangır zangır titriyor o bardaklar. kırılırsa içiniz gider. genel prensip şu olmalı, gereksiz lüks gereksiz masraftır.
---ikinci el uçak alımı---
1. kural: kesinlikle afrika'dan, güney amerika'dan ve uzakdoğu'nun bazı bölgelerinden uçak almıyoruz.
2. kural: 1 kuralı kesinlikle ihlal etmiyoruz.
bunun dışında gövde ve motor saatleri uçmuş gitmiş olan, teknik dökümanları eksik, sicilleri düzgün tutulmamış uçağı almıyoruz.
bir uçağı incelemek için pintilik yapmıyor ve adam gibi bir eksper tutup (mümkünse lisanlı bir teknisyen veya sağlam iş yapan bir teknik personel) tüm bakım kayıtlarını inceletiyoruz.
genel kural şudur; piyasa değeri altında satılan uçakların yüksek ihtimalle motor overhaul zamanı ve büyük gövde bakım zamanı yaklaşmıştır. 3 milyon dolara uçak alıp 1 sene sonra motorları overhaula gönderip motor başına 500k dolar vermek var bu işin ucunda. ayrıca uçağın çok fazla el değiştirmemiş olduğundan, geçmişinde ambulans vb. spesifik görevlerde kullanılıp kullanılmadığına bakmanız lazım. mesela ambulans olanların iniş kalkışı ve cycle dediğimiz başlatılma saatleri fazladır (her cycle motor çalıştırma değildir, mesela ambulans görevinde hastayı beklerken yerde beklerken pilot cycle yapar ve apu çalıştırır. çünkü adam kokpitte gebermiştir sıcaktan ve klima açmak ister). bu şu demektir, o iniş takımlarını ve ilk startı veren apu'yu vaktinden daha önce overhaula göndermeniz gerekir (gidiyor 500k dolareeeeessss!!!!)
avrupa ve arap ülkelerinin uçakları iyi durumdadır. arapların uçakları iyi çünkü tüm personel yabancı olduğundan bakım atlamıyorlar. avrupalılarda klasik düzen ve tertip hastalıkları olduğundan uçaklara çok iyi bakıyor.
ve burada bazı komedyenlerin yazdığı gibi almak istediğimiz uçakla en az 1 defa uçuyoruz. kapıdan sığıyor muyuz, çoluk çocuk binersek adım atacak yer var mı? halısı güzel mi? inişi kalkışı nasıl, kabin gürültülü mü, basık mı ferah mı? gibi kişisel şeylere bakıyoruz. bir de gidip aptal saptal renklere boyalı olanları almayın, sonra boyatmak için memlekette deli gibi yer aramak zorunda kalınıyor büyük sıkıntı.
genel olarak işler böyle. uçak işi masraflıdır. 5 milyon dolar bayılıp sonradan 3-5 doların veya uçak için çalışan gariban pilotun, teknisyenin, mühendisin maaşının hesabını yapmayın. özel jet işi masraftır, arada masrafı çıksın diye kiralamaya gidiyor bazı uyanıklar ama o zaman uçağı kiralayan adam berbat ediyor uçağı veya kiralama işinde aracı olan broker çakallık yapıyor uçak sahibine borç takıyor daha fazla sinir oluyorsunuz. o nedenle pintilik yapmayacaksanız uçak alın, yoksa gerek yok. -
kıbrıs'ta türkiye'nin garantörlüğünü sona erdirmek
karman çorman bir mevzuda işleri daha da karıştırabilecek bir adım.
ezbere konuşmak faydasız. buraya yazanların çoğu eminim ki guterres belgesi nedir, neleri kapsıyor açıp bakmadı bile.
bu belge aslında bir çerçeve doküman. kıbrıs sorunu ile ilgili tarafların meseleya nasıl yaklaşmaları gerektiğini belirleyen ilkesel bir belge. yani taraflar bunu kabul ederse bu belgede yer alan prensiplere göre görüşmeler ilerleyecek.
belgenin orijinal metni şu ana dek açıklanmadı. ama rum basınına sızan önemli satır başları mevcut. şu gazete haberinde ilkelerin basit ifadelerini okuyabilirsiniz. ben buraya kabaca yazacağım zira diplomatik ingilizceden çeviri kabiliyetim çok fazla değil. hata olursa affola:
- güvenlik: garantörlük anlaşmalarının feshedilmesi gerektiği ve garantörlerin görevlerinin birleşmiş milletler benzeri bir yapıya devredilmesi gerektiğini anlatıyor
- (adadaki) askerler: adada bulunan asker sayılarında azaltılmaya gidiliyor. yunan askeri toplam 950, türk askeri ise 650 kişiyle sınırlandırılıyor. yani adadaki asker sayısı 11 şubat 1959 tarihli ittifak anlaşmasındaki sınırlara çekiliyor ve bu anlaşmada bahsedilen türk-yunan-kıbrıs cumhuriyeti taraflarından oluşan 3'lü bir karargah yeniden kuruluyor (amaç kıbrıs cumhuriyetini savunan ortak bir askeri yapı oluşturmak).
not: guterres belgesi bu konuda çok daha detaylı görüşmelerin yapılması gerektiğini öngörüyormuş.
- bölgeler/toprak: toprak konusunda rum tarafının hassasiyetleri doğrultusunda türk tarafından ayarlamalar isteniyor. güzelyurt meselesine bu maddede isim geçirilmeden atıf yapılıyor.
- mülkiyet: türk ve rum tarafının mülkiyet konusunda karşılıklı olarak tercihli bir seçenekle iade şekli belirlenmesi amaçlanmış. yani ev, tarla, bağ, bahçe vs mülkiyetlerin iadesi mevzusu bu başlık altında ilerliyor.
- eşit muamele: bu maddede sanırım türkler ve rumların haklar konusunda eşit olarak değerlendirileceğinden filan bahsediyorlar.
- güç paylaşımı: adada kurulacak siyasi liderliğin nasıl olacağı mesela başkanın dönemsel olarak mı sırayla seçileceği gibi hususlar bu maddede tartışılıyor.
ama dediğim gibi bu belge henüz resmen açıklanmadı ve ne olduğu konusunda sadece dedikodular var. bu durumun türk tarafında sıkıntı yarattığı aşikar çünkü ne şartlarda görüşmeye gidileceği veya türk tarafının siyasi liderliğinin neleri değerlendirdiği şu anda meçhul. zaten bu sıkıntı ifade ediliyor halihazırda.
şimdi şöyle yapacağım, bazen olayı açıklayacağım bazen de buraya yazılan bazı entryler üzerinden anlatacağım isteyen okur isteyen eksi basar geçer.
kıbrıs'taki garantörlük hakkımız zürih'te imzalanan 11 şubat 1959 tarihli garanti anlaşmasından geliyor. bu anlaşma ile bizim gibi yunanistan ve ingiltere de garantör devlet oldu. garantör devletin fiili olayı en açık tabiri ile himayesindeki etnik topluluğu korumak ve bu topluluk üzerinden kendi çıkarlarını savunmak. bunu açık yazmanın bir sakıncası yok çünkü zamanında kıbrıs'ı binlerce kilometre öteden gelip saçma sapan bir anlaşma ile 1878'de "kiralayan!" ve 1914'de osmanlı devleti'nin almanya yanında savaşa girmesini bahane edip adayı ilhak ettiğini açıklayan ingiltere bile garantör oluyorsa buraları çok daha uzun yıllar elinde tutan ve beğenseniz de beğenmeseniz de osmanlı'nın en büyük mirasçısı konumundaki türkiye cumhuriyeti'nin haydi haydi garantör olmaya ve bölgesel çıkarlarını savunmaya dibine kadar hakkı vardır.
ingiltere kıbrıs'ı istedi çünkü süveyş kanalını korumak ve doğu akdenizde kendi çıkarlarını gözetmek için ileri bir askeri karargaha ihtiyacı vardı. işte ingiliz emperyalizminin kıbrıs üzerindeki hırsının tek amacı bu. yoksa orda yaşayanlarının kara kaşına kara gözüne gelmedi.
1950 ve 60'lı yıllarda kıbrıs konusu türkiye'de giderek artan bir heyecanla takip edildi. bu arada kıbrıs, ingiltere'nin 2. dünya savaşı sonrası zayıflayan ekonomik ve siyasi gücü nedeniyle burada çıkan karışıklıklarla uğraşmak istememesi sonucu saçma sapan bir yönetim kurularak kaderine terk edildi. ama aslında emperyalizmin mucitleri istediklerini almıştı ve ingiltere hem adada askeri üs elde ederek askeri varlığını korudu hem de işin içine taraf ülke olarak girmeyi başardı.
emperyalizm işte böyle birşey. kaz gelecek yerden tavuk esirgenmiyor, gerekirse toprak veriliyor ama geriye öyle bir enkaz yapı bırakılıyor ki enkazın altından çıkmak isteyenler yine emperyalizmin elini tutmak zorunda kalıyor!
ve işte bu yüzden #76575193 numaralı entry'yi yazan sevgili yazar arkadaşım sen kıbrısı kafana göre atamaz veya satamazsın çünkü o emperyalizm sana neyi ne kadar atıp neyi ne kadar satacağını güzelce dikte ettirir ve ettiriyorda. nedenini yazdım, zamanında binlerce km öteden gelip senin toprağına konmuştur ve senin atan sesini çıkarmayıp giden ağam gelen paşam diye hareket etmiştir. dolayısıyla ingiliz emperyalizminin sana izin verdiği ölçüde toprağında hak sahibi olursun tek başına kalırsan...
kıbrıs konusunda daha önce imzalanmış anlaşmalar halen geçerli durumda. dolayısıyla bu anlaşmaların tahhütleri hem bizi hem de karşı tarafı bağlıyor. bu nedenle kıbrısta garantörlükten vazgeçip mersin'e bağlanma olayı (bkz: #76574628) ya da 82. il olması veya kaderine terk edilmesi (bkz: #76575540) olamaz... eğer böyle yaparsanız kıbrıs üzerindeki haklarınızdan vazgeçtiğiniz için bir anda resmen işgalci pozisyonuna düşersiniz ve uluslararası camiada en azından imzalanan anlaşmalar nedeniyle size resmen işgalci diyemeyenler bu defa rahaaaat rahat o lafı size ederler. e rusya gibi elinizde binlerce kıtalararası nükleer füze, milyonlarca asker, onbinlerce tank ve uçak da olmadığına ve bu güce dayanarak kafanıza göre kırım benzeri bir ilhak durumu oluşturamayacağınıza göre sesinizi keser ve kıbrıs'ın parçalanmasını izlemek zorunda kalırsınız.
bir yerde yaşayan halkın sizi sevip sevmemesi bir ölçümetre ile ölçülebilecek bir durum değil. ayrıca kıbrıs benzeri stratejik çıkarların belirlendiği oyun alanlarında sevgi ile değil mantık ile konuşmak daha yararlı. dolayısıyla #76575694, #76575193 ve #76576460 numaralı entrylerde belirtilen duygusal nedenlere girmeye gerek yok.
kıbrıs'taki türk ordusu bir işgal ordusu değildir #76576460 ve #76577095 numaralı entryleri yazan yazar arkadaş. o askerlerin oraya neden çıktığı bellidir ve uluslararası anlaşmalara göre çıkmaya da hakkı vardır. ayrıca kıbrıs türkiye için bir sömürge sayılmaz çünkü sömürgeler egemen güce maddi manevi katkı yapar ama bunun yanısıra egemen güç sömürgenin dil, din, yaşayış, sosyal yapı vs aklınıza ne gelirse köküne kadar mahvedip değiştirir. bunun yanında kendi kaderini tayin hakkı içerikli gizli-emperyalist wilson ilkesi ile misak-ı milli nasıl bir tutulur, bu birbirinden tamamen ayrı iki belge nasıl tek potaya sokulup laf salatası ile milletin kafası karıştırılır entrylerinde güzelce görüyoruz bunu ama yemezler... misak-ı milli'yi ağzına almadan önce bir besmele çek ve ondan sonra örnek ver derim sana. misak-ı milli aşağılanan ve yokedilmesi amaçlanan bir milletin yeniden ayağa kalktığını ilan ettiği ve emperyalizm canavarına karşı kutsal isyanını resmileştiren bir belgedir. gizli-emperyalist wilson ilkeleri içindeki kendi kaderini tayin zırvası ise ülkeleri bölüp uluslararası arenaya yeni bir emperyalist figür olarak çıkmaya çalışan toy bir amerikan başkanının yazdığı ve bizzat emperyalizmin babaları olan ingiltere ve fransa tarafından bile tepkiyle karşılan ve kesinlikle uygulanmasına karşı çıktıkları bir saçmalıktır. o nedenle bence sen birkaç cilt kitap okumadan pek bu meselelere kafa yorma...
kıbrıs'ın coğrafi konumu şu şekilde. gözü kör ve kafası neredeyse hiç çalışmayan birine bile bu haritayı gösterip durumu tarif etseniz kıbrısın konumu itibariyle ne kadar stratejik bir noktada olduğunu size söyleyecektir. o nedenle kıbrıstaki türk askeri varlığını yoketme, garantörlükten çekilme vs vs kesinlikle düşünülemez. kıbrısta ayağı olan bir devlet doğu akdeniz'de söz sahibi demektir. buradaki üslerini hem süveyş bölgesini hem de doğu akdenize kıyısı olan tüm devletleri kontrol edebilir. yani bölgesel güç olmak istiyorsanız kıbrısta askeriniz olacak sevgili arkadaşlar yoksa sizi buradan silerler ve akdenizi ancak antalya'dan serinlemek için denize girdiğinizde görebilirsiniz.
kıbrıs konusunda geçmişte ve yakın gelecekte çok siyasi, sosyal ve ekonomik hatalar yapıldı. mesela rauf denktaş bir çözümsüzlük adamı değildi, kıbrıs'ın geçmişini ve dinamiklerini çok iyi bilen bir kıbrıslıydı ve kendisini tufaya getiremeyeceklerini anladıklarında emperyalizm ve onun maşaları denktaş'ı çözümün önündeki en büyük engel olarak göstermeye başladı. buna kara propaganda derler ve standart bir istihbarat çalışmasıdır bu arada. kofi annan planına bizim taraf evet derken rum tarafı hayır dedi. bunun nedeni de belli, bizimkiler kısa vadeli düşündü ve kapağı bir an önce avrupa birliğine atmak istiyordu, siyasi liderler de kıbrıs sorununu bak nasıl çözdük demeyi amaçlamıştı ama evdeki hesap çarşıya uymadı çünkü ortada iki milleti bölen çok derin etnik çekişmeler mevcuttu ve bu bağlamda tarihsel ve sosyolojik miraslar yokedilmeden iki tarafın bir araya gelemeyeceği net bir şekilde görüldü.
bir bölgede yaşayan iki veya daha fazla etnik gruptan biri biri diğer(ler)ine ortadan kaldırma, üzerinde egemenlik kurma amaçlı saldırmışsa iki çözüm vardır:
a. saldıran taraf diğer taraf(lar)ı tamamen yok eder ve topraklarını alır (conquer olayı)
b. saldıran taraf diğer(ler)ini tam olarak yok edemez ve/veya savaş sonunda bu grupların hamilerinden yenilen taraf desteklediği grubu yanına alarak çekilir ve topraklar yeni sahiplerine verilir.
etnik grupların karıştığı savaşlara bakarsanız (mesela 2. dünya savaşında çekoslovakya'daki almanlar, polonya'da yaşayan almanlar, rusya içlerinde yaşayan almanlar) bu iki durum dışında bir gerçek çözüm olmadı, olamaz da. kıbrıs'ta 2. duruma benzer bir durum oluştu. rumlar (yunanistan himayesinde) saldırdı, sopayı yediler ve geri çekildiler. toprakları da biz aldık ve bitti. nokta...kıbrıs sorunu bilinçli olarak sündürülen ve tek kazananı ingiltere olan bir sorundur. türk tarafı ve rum tarafı bu noktadan sonra ayrı kalmak zorunda ve bu kapsamda türk tarafının adam akıllı bir plan dahilinde yolunu çizmesi lazım. turizm, tarım veya farklı bir sanayi artık ne uygunsa orası için o yönde ilerlemeliler. mesela rum tarafın feci kalkınmış filan değil. adamlar avrupa birliği içinde en avantajlı vergi kanunlarına sahip ülke ve çoğu şirket merkezini buraya taşımış durumda. yani adamlar kendi taraflarını bir kara para ve vergi cenneti haline getirdiler, haberiniz olsun...
gerçekçi düşünmek ve adamakıllı bir plan dahilinde koordine hareket etmenin şart oldğu bir konu bu mesele. onun dışındaki her durum karşı tarafın ekmeğine yağ sürüyor.
ekleme: kıbrıs ile ilgili kısa tarihçe, taraf olduğumuz uluslararası anlaşmalar şuradan incelenebilir. -
hitler'in türkiye'ye saldırmamasının nedenleri
üzerine gereğinden fazla kafa yorulan olay.
neredeyse tüm başlığı okudum. komedyenleri, trolleri ve yanlış bilgi verenleri saymazsak konuya dış politika kabiliyeti ve/veya ekonomi temelli cevapları verenler çok olmuş. ama işin yazılmayan tarafları da var. ben de biraz onları anlatayım.
almanya'nın daha doğrusu hitler'in 2. dünya savaşı'nda yaptığı çoğu şeyin bir plan dahilinde olduğunu düşünebilirsiniz. ama gerçek böyle değil. neden böyle olmadığını anlatmaya başlamadan önce alman siyasi ve askeri liderliğinin nasıl işlediğini bilmeniz gerekiyor.
hitler almanya'nın fiili kontrolünü 30 ocak 1933'de aldıktan sonra devlet ile partiyi giderek artan bir hızda bütünleştirdi. ancak ordu doğrudan parti kontrolüne girmedi. hitler ile ordu generalleri arasında adı konulmayan bir mutabakat sağlandı ve hitler ülke içinde gücünü rahatça arttırıp karşılığında ordu generallerine istediklerini vermeyi sürdürdü. çoğu kişinin görmediği veya ufak bir detay diyerek atladığı bir nokta vardır hitler'in karakteriyle ilgili. hitler çok zorda kalmadıkça birisiyle veya bir kurumlar doğrudan kavgaya girişmeyen birisi ve işine yaradığı sürece hemen hemen herkesi ve her kurumu kendi yanında tutmasını bilen ve bunları kullanan bir adam. örneğin kavgam'da ve diğer birçok yazısında, konuşmasında eşcinselliğe ve cinsel konulara yönelik çok katı muhafazakar görüşleri olmasına rağmen ernst röhm (bkz: sturmabteilung), julius streicher (bkz: der stürmer) gibi tipleri sürekli yakınında tuttu ve/veya kendi adamları arasında nazi öğretisine göre rant paylaşımı, eşcinsellik vb. konularda gayrı ahlaki olarak sayılabilecek yüzkızartıcı kavgaların özellikle çıkmasına seyirci kaldı. bu bir yönetim taktiği aslında ve işine yarayan herkesi bir noktaya dek kullanma amacı güdüyor ve hitler'in karar verici tek adam olarak kalmasını sağlıyordu. ordu ile ilişkilerinde de aynısı yaşandı ve ordunun istediklerini yapıp bir noktaya kadar kendi yaptıklarına ses çıkarmamalarını sağladı ama o nokta geçilince de hem kendi isteği hem de yanındaki adamların baskısı (bkz: heinrich himmler), (bkz: rudolf hess) ile ordu üzerinde kalıcı hakimiyetini kurmaya başladı. ipleri koparak ve sonun başlangıcı olan olay da ordu içinde sözü geçen, saygı duyulan ve nazileri kontrol altında tutabileceklerini düşünen iki tutucu general üzerinden patlak verdi. hem de polonya seferinden hemen öncesine.
blomberg–fritsch olayı olarak bilinen süreçte önce ordu başkomutanı ve savaş bakanı werner von blomberg'in yeni evlendiği karısının eski bir fahişe ve pornocu olduğulafları ortaya atıldı. hitler nikah şahidi olduğu için anında küplere bindi ve blomberg görevlerinden ayrılmak zorunda kaldı. kara kuvvetleri komutanı werner von fritsch ise reinhard heydrich tarafından hazırlanan bir dosya ile serserinin biri ile eşcinsel ilişki kurmakla suçlandı. von fritsch bunu şiddetle reddetti ama tüm aklanma çabalarına rağmen hem pozisyonunu hem de rütbesini kaybetti (buna dayanamayan von fritsch polonya seferine albay rütbesi ile katıldı ve orada resmen ölüme gitti.).
hitler bu iki etkin ismi yolundan çektikten sonra ordunun kumandalarını tamamen eline aldı ve yerlerine kendisine sadık isimleri atadı. kukla olan bu tiplerin ardında duran aslında hitler idi ve polonya seferinden itibaren tüm askeri karar mekanizmalarına hitler girmeye başladı. bunu giderek artan bir yoğunlukta yaptığını görebiliriz, örneğin alman genelkurmayı polonya seferinden sonra yaldır yaldır fransa taarruzuna hazırlanırken bir anda hitler'in kuzey avrupa'yı yani norveç ve danimarka'yı işgal etmek için kendilerinden tamamen alakasız bir şekilde başka bir generali görevlendirmesi (lantirn161/blücher), dunkirk rezaleti, az sonra aşağıda anlatacağım barbarossa planı değişiklikleri, bırakın stratejik olanını neredeyse alay/tabur seviyesi taktik geri çekilmeleri bile yasaklayıp "son adamına ve son mermiye kadar savaşma" emri vermesi vb. olayları giderek artan bu etkinin işaretleri. ancak ne yaparsa yapsın ordu içinden hitler'e yönelik eleştirilerin gelmeye devam ettiğini ancak bunun da 20 temmuz 1944 suikastine kadar olduğunu biliyoruz. bu tarihten sonra ordu tamamen nazi partisi güdümüne girmiş, klasik asker selamı bile kaldırılıp sağ kolun kaldırılmasıyla yapılan nazi selamı resmi alman ordusu selamı olarak kabul edilmiş, bırakın subayları generallerin bile hitler'in yanına girerken kişisel tabancaları toplanmaya başlanmıştı (bu çok büyük bir hakarettir. subayın tabancası ancak subay teslim olursa elinden alınabilir).
işte burada anlattığım gibi hitler'in alman ordusunun karar alma mekanizmasındaki etkisi çok fazlaydı. siyasi alanda da hitler'in son sözü söyleyen bir adam olma gibi bir misyonu vardı ama özellikle savaş ilerledikçe ve hitler askeri alanla daha fazla meşgul oldukça yanındaki diğer adamlar kendi çaplarında küçük birer führer olup siyasi manevraları koordine etmeye başladılar. gelgelelim son karar daima ve asla değişmez bir şekilde hitler'e aitti. dolayısıyla savaş sürecindeki siyasi olayların da bir numaralı sorumlusunun hitler olduğunu kabul edebiliriz.
polonya seferi öncesi hem hitler'in hem de diğer alman yetkililerin en büyük korkusu işin büyüyüp fransa ve ingiltere'nin de almanya'ya karşı savaşa katılması ve almanya'nın iki cepheli bir savaşa girmesi idi. gelgelelim burada hitler hem doğru hem de yanlış yaptı. hitler fransa ve ingiltere'nin polonya'nın ortadan kaldırılmasına ses etmeyeceklerini çünkü iki savaş arasında ekonomik olarak son derece kötü bir durumda olduklarını ve bunun sonucunda bu iki ülke silahlı kuvvetlerinin almanya'nın yeni kurulan, son derce modern silah ve taktiklere sahip, iyi eğitilmiş ordusu karşısına çıkmaya cesarete edemeyeceklerini değerlendirdi. evet şurada haklıydı, hem fransa hem de ingiltere iki savaş arası periyodu ekonomik zorluklar ve siyasi çekişmelerle geçirmiş ve silahlı kuvvetlerini neredeyse ihmal seviyesinde kendi başlarına bırakmışlardı ancak avrupa üzerinde hala etkiliydiler ve kendi çıkarları konusunda emperyalist refleksleri ortadan kalkmamıştı. zaten sovyet-alman saldırmazlık paktı şok edici bir gelişme olsa da yine de almanya'ya savaş ilan ettiler.
savaşı yalnızca ekonomik veya sadece politik olarak yorumlamak hatalı bir yaklaşımdır. savaş, siyaseten konuşacak daha fazla birşey görmeyen iki milletin sopayla haklılıklarını ispat etme yoludur.
polonya halkı yıllardan beri (taaa prusya devleti zamanlarında ortaya çıkan bir durum bu) doğu almanya'da yerleşik olan almanlar tarafından ırksal anlamda değersiz görülen ama zengin junker'leri ucuz işgücü kaynağı olarak kullanmakta da vazgeçmediği bir insan grubudur. 1. dünya savaşı sonunda burada bağımsız bir polonya devleti kurulması ve su katılmamış bir alman şehri olduğuna inanılan danzig'in polonya içinde kalan bir şehir devleti olması almanları resmen delirtti ve yalnız hitler değil neredeyse tüm alman siyasileri ve askerleri bir gün polonya'nın yeryüzünden silineceğine inanmaya başladı.
şunu kabul etmelisiniz ki hitler ideolojik bir liderdir. yani ekonomi, profesyonel yönetim, sanat, spor vs vs konular hitler'in iktidarı ele geçirme ve onu kullanma yönündeki emellerinde bir ideolojik faktör kadar etkili değildir. hitler ırksal ideolojisini kurmuş, bunu gerçekleştirmek için ekonomik, askeri, sanatsal vb faktörleri ateşleyici güç olarak görmüştür. burada almanya'nın lokomotifi ırksal ideolojidir. diğer herşey bu lokomotifin ilerlemesi için olması veya yanması gereken bir odundur, kömürdür.
hitler savaş planlarını yaparken en azından görünüşte kesinlikle ekonomik faktörlere göre hareket etmedi. bunu şöyle anlatayım; aklında olayın bir avrupa ve daha sonra dünya çatışmasına gitmeyeceği düşüncesi olmadığından polonya seferi öncesi batı, kuzey avrupa, balkanlar ve afrika için bir planı olmadı. doğal müttefikleri olan italya, japonya ile asla koordineli hareket etmedi. şurasını alayım orada tarla tapan var, petrol var demedi. bunu diyenler oldu elbette ama asli karar verici olan hitler'in motivasyonu ırksaldı. neden dunkirk oldu, neden ingiltere işgal edilmedi soruları aslında hitler'in kafasındaki mantığın tezahürüdür. bunları iyi incelemek lazım. siz zannediyor musunuz ki salt bir hava savaşı (bkz: ingiltere savaşı) kaybedildi diye ya da elde gerekli teçhizat yok diye almanlar ingilteye çıkmaktan vazgeçti... almanların hiçbir zaman ingiltere'yi işgal planı olmadı çünkü hitler ingiltere'nin avrupa yönetiminde bir figür olarak olması gerektiğine inanan biriydi ve o nedenle çok da fazla ingilizlere bulaşmadı.
gelelim barbarossa harekatına. barbarossa harekatının ilk dönemlerini ve hedeflerini incelediğinizde askeri hedeflerin ağırlıkta olduğu bir plan görürsünüz. aslında harekatın planlama sürecinde nazi partisinin ekonomik yetklilileri ile alman ordusunun planlamacıları arasında ciddi tartışmaların döndüğü, hedefler konusunda birbirlerini yedikleri biliniyor. nazi partisinin üst düzey yetkilileri ırksal politikalarının tamamlayıcısı olarak ekonomik hedefler üzerinde yoğunlaşırken (tarımsal arazilerin ele geçirilmesi, buraların alman ailelerine tahsis edilip yerleşik halkın köle statüsüne indirilmesi ve kendi kendine yetme anlamında ancak %90'lara çıkabilen anavatının %100 kendi üretimiyle beslenmesi misyonunun gerçekleştirilmesi) alman genelkurmayı sovyet ordusunun ana gövdesinin kırılması, devletin merkezi olan moskova'nın ele geçirilip ülkenin yönetimsel açıdan felç edilmesi ve bir başıbozukluğun oluşmasını sağlamaya odaklanmıştı. bu konuda ırksal kökenli ekonomik hedefler açısından himmler'in ciddi baskılar yaptığı da biliniyor çünkü ekonomi yönetiminde ss'in parti devleti içinde büyük bir etkisi vardı ve özellikle köle işçi programları için ss çok fazla adama ihtiyaç duymaktaydı. işte barbarossa tüm bu karmaşa ve mücadele içinde planlandı ve en azından başlangıçta askeri hedeflerin yokedilmesi ön plana alındı.
gelgelelim operasyonun devamında ordu gruplarının hitler'in farklı faktörlerce etkilenmesi sonucu ekonomik hedeflere doğru çevrilmesi, karargahta bizzat hitler'in önünde cereyan eden çok sert tartışmalara neden oldu. sovyet askeri gücünün beklenenden daha fazla ve dirençli çıkması çok geçmeden barbarossa'nın askeri hedeflerine dönülmesine yolaçtı ama iş işten geçmiş ve çok değerli zaman kaybedildiğinden mockova'yı alıp rusları psikolojik olarak yıkma planı başarısızlığa mahkum olmuştu.
işte bu noktadan sonra alman planı ekonomik hedeflere dönmeye başladı. 1942 yazında bir ordu grubunun ukrayna yönüne dönerek sonu stalingrad'da bitecek bir yola girmesi bunun bir işaretidir.
afrikakorps'a gelelim. afrikakorps aslen bir kolordu gücünde olan bir grup. askeri terminolojiyi bilmeyenler için anlatırsak kolordu dediğimiz yapı 2 veya 3 tümenin birleşiminden oluşan bir gruptur. ordu veya alman tabiriyle ordu grubu ise birkaç kolordudan müteşekkil çok daha devasa bir yapıdır. işte italyanları afrika'da tokatlayan ingilizlere karşı almanların kuzey afrika'ya göndrmek zorunda kaldığı tümenlerdn oluşan afrikakorps aslında budur ve asıl görevi akdenizin tamamen bir ingiliz gölü haline gelmesini, müttefiklerce sicilya'ya ordan da italya'ya bir çıkarma yapılıp almanya aleyhine üçüncü bir cephe açılmasını engellemektir. rommel fransa seferinde kendini kanıtlayan bir asker olarak buraya atandı ve türlü yokluklar içinde, sırtını mısır gibi çok güçlü bir garnizona dayayan ingilizlere karşı çok iyi bir mücadele verdi. gelgelelim ne hitler'in kafasında bir kolordu ile mısır'ı alıp ordan suriye-ırak-iran üzerinden kafkasya'ya ulaşma planı vardı ne de bu kolordunun bunu yapacak gücü. rommel'in amacı ingilizleri mümkün olduğunca mısır'a doğru sürmek, akdeniz'deki italyan bölgesini rahatlatmak ve ingilizleri burada oyalayarak (süveyş üzerine bir sefer yapma riskini sürekli olarak canlı tutarak) müttefik kuvvetlerini bölmekti. hitler asla afrika cephesine çok ilgi duymadı çünkü burasının almanya'nın savaşında belirleyici bir cephe olmadığını biliyordu. onu gözünde yalnızca yanda kalan bir çatışma bölgesiydi.
balkanlar da italya sayesinde almanların ayağına dolandı ama müttefik bulgaristan, romanya, ilhak edilen avusturya sayesinde türkiye'den almanya'ya gönderilen hammadde transferinde zaten neredeyse 1944 sonuna dek bir sorun olmadı.
şimdi asıl soruya yavaştan gelelim.
türkiye almanlar için 2. dünya savaşında adı konulmamış bir müttefik sayılabilir çünkü savaş süresince hammadde kaynağı olarak almanları beslemiştir. ancak almanya için türkiye neyse ingiltere için de odur. ingilizler için de müttefik sayılabilir türkiye çünkü ülkeyi almanlara açmamış, akdenizdeki ciddi bir ingiliz üssü olan kıbrıs ve süveyş kanalını strateji olarak riske sokmamıştır. denge siyaseti zaten budur. o dönemin karmaşasında savaştan uzak kalmak için uygulanabilecek en akıllıca yol da budur.
bununla birlikte alman askerlerinin türkiye'yi işgal etmesi için pratikte geçerli bir avantaj da yoktur. diyelim ki türkiye işgal edildi ve bir şekilde boğazlar da aşıldı. bunun ne gibi bir faydası olacak? düşündüğünüz yanıtı biliyorum; kafkaslara kolayca ilerlemek, azerbaycan petrollerini ele geçirmek. ama bu hatalı bir yanıt. alman ordusunun yakıt ihtiyacı zaten romanya bölgesindeki petrol alanlarından ve alman endüstrisinin harika imkanları (kömürden ve patatesten üretilen yakıt) ile sağlanıyordu. ayrıca alman ordusu her ne kadar modern ve motorize bir ordu olsa da lojistik ikmali hala 1. dünya savaşı'ndaki gibi büyük oranda demiryolu ve at ile sağlanmaktaydı. dolayısıyla stalingrad yönüne taarruz eden ordunun bir yan görevi olan azerbaycan petrollerinin ele geçirilmesi isteğinin asıl hedefi sovyetlerin petrol ihtiyacına darbe vurmaktı.
bununla birlikte savaşı türkiye üzerine taşıyıp türkiye'yi işgal etmek zaten aşırı uzun olan alman doğu cephesini yüzlerce kilometre daha uzatmak anlamına gelir. almanların doğu cephesinde kaybetmesinin bir nedeni de haddinden fazla uzun olan ve ince katmanlı birliklerce, doğru düzgün bir tahkimat yapılmadan savunulmaya çalışılan aşırı uzun bir cephede mücadele etmeleridir. rusya'nın sert iklimi, yetersiz ulaşım altyapısı d işin içine girince bir yerinden delinen cepheyi toparlamak kolay olmadı ve alman birlikleri sürekli yollarda oradan oraya savruldu. işin içine bir de ordularınaa geri çekilmeyi yasaklayan, neredeyse tabur ve alaylara bile bizzat "yerinizde kalın ve savaşın!" emri veren bir hitler figürü de girince çoğu durumda basit taktik geri çekilmelerle kurtarılabilecek birlikler ve bölgeler de kaybedildi. işte tüm bu tantana ışığında almanların doğu cephesine yüzlerce kilometre daha ilave etmesi, buralara birlik ayırması ve stratejik açıdan yararsız yeni çatışma bölgeleri açmasının pratikte kazançlı hiçbir tarafı yoktu.
bunun yanında zaten istediği hemen her ürünü kendisine satan ve iyi kötü geçinilen bir ülkenin işgal edilip bir de yönetimsel zorluklara girişmenin mantığı çok tartışılır. almanlar aptal değillerdi. nazi kademelerinde osmanlı devleti zamanında türkiye'de savaşan çok insan mevcuttur ve bunlar ilk elden türk milliyetçiliğinin şahididir. bundan başka ortada ingiltere ve fransa'ya karşı verilen bir kurtuluş savaşı vardır ve işgale uzanan bir hareketin ülke içinde ne gibi bir tepkiyle karşılanacağını almanlar idrak etmişlerdir. dolayısıyla coğrafi zorlukların, kayıp-kazanç anlamında pratikte faydasız olacak bir işgal hareketine girişmenin kendilerine bir yarar sağlamayacağı almanlar tarafından görülmüştür.
hafif destan gibi yazdım ama genele bakmak lazımdı ve durum kısaca bundan ibaret. aslında çok da fazla karmaşık bir olay değil elbette bu. sonuçta askeri her harekatın fayda-kazanç analizi yapılıyor ve neticede türkiye'nin işgal edilmesi yararsız görülmüş, hepsi bu... -
zeytin dalı harekatı
halen devam eden askeri operasyon.
her çatışmadan ve verilen her kayıptan ders almak gerekir. askerliğin doğası bunu gerektiriyor. eğer bunu yapmazsanız aynı şekilde kayıplar verip durursunuz. ayrıca iğneyi kendimize batırmazsak, yanlışlarımızı görüp düzeltmezsek istenmeyen kaybımız çok olur.
ders almak dedim. harekatın en başından beri dikkatimi bir konu çekiyor. aslında anlatmak istediğimi şeye şöyle giriş yapayım, ilk önce şu fotoğraf dikkatimi çekti. sonra biraz arama yaptım ve bu videoya ulaştım. ilk fotoğrafta ve videonun başında boş mühimmat taşıma konteynerlerini görüyorsunuz. bunların içindeki mermiler alınmış, tanka yüklenmiş. açık sarı renkli konteyner içindeki mermi apfsds-t türü bir mühimmat. üzerinde de yazdığı gibi zırh delici özelliği var ve yüksek kinetik enerjili dart şeklindeki iç çekirdeği ile tank gibi delinmesi zor hedeflere atılıyor. nasıl çalıştığı şu videoda detaylı anlatılmış isterseniz göz atın.
yeşil renkli konteyner içindeki mermi ise güney kore'li poongsan şirketinin ürettiği 120 mm'lik heat-mp-t mühimmatı. konteyner üzerinde yazılı 1315-37... numarasına dodic (department of defense identification code) number denir ve nato ülkelerinin mühimmatlar için kullandığı bir işaretleme numarasıdır (merminin nasıl olduğuna şirketin ürün kataloğundan bakabilirsiniz.). heat mermi öteki apfsds-t gibi deliciliği yüksek kinetik enerjisi ile sert çekirdekli bir mermi ile sağlamıyor. zırha temas ettiğinde çok yüksek ısı üretip zırha nüfuz edecek bir delik açtıktan sonra arkasında taşıdığı patlayıcının içeri doğru patlaması esasına dayanan bir mermi türü. (ikisinin çalışma prensibi farkı şu videoda net anlatılıyor.)
apfsds-t mermisi delinmesi zor olan tank ve nadiren de çok kalın duvarlı hedeflere atılırken heat-mp-t mermisi zırhlı personel taşıyıcı, kamyonet veya ince duvarlı binalar vs yerlere karşı sıklıkla kullanılıyor. fakat buradaki ince nokta şu apfsds-t içinde patlayıcı olmayan yani hedefe çarpınca patlamayan bir mermi. hedefe girince parçalanıp içerdekilere zarar verebilir veya yüksek kinetik enerjisi ile yangın çıkartabilir ama siz bu mermiyi bir korugan içindeki teröriste atarsanız mermi adama değmeden bir duvardan girip karşı duvardan çıkabilir. heat-mp-t ise patlayıcılı olduğundan patlayacaktır ve korugan içindeki veya bir engel gerisindeki teröriste karşı daha etkilidir. yani teröriste apfsds-t ile ateş etmek bir anlamda kenarda durup bekleyen karasineğe tabanca ile ateş etmek gibidir. eğer hedefe değerse hedef parampaça olur ama değmeyip yanından geçerse hedef canlı kalabilir.
bu görüntülerde görülenler m60 sabra tankında kullanılan mermiler. sahadaki diğer tankımız olan leopard 2'de de aynı mantıkta fakat farklı şirketlerin ürettiği benzer mermiler kullanılmakta.
şimdiye kadar anlattıklarımı aklınızda tutun farklı bir görüntüye bakacağız.
trt haber'in servis ettiği drone ile çekilen bu görüntüleri mutlaka izlemişsinizdir. izlemeyen varsa da baksın. alt tarafta bir leopard 2 tankımız, arkasında biri sağda biri solda onu destekleyen 2 zma'mız ve karşılarında tahkim edilmiş bir terörist mevzisi var. it sürüsü bu hakim noktayı sanki bir kale kurar gibi betonla çevirmiş, beton kuleler dikmiş, mevzi kazmış. bu çağda böyle bir savunma anlayışı yok zaten ve burası da "gel beni imha et" diye bağıran, asıl amacı psikolojik etki olan askeri anlamda yararsız bir mevzi. fakat burada tankımızın yaptığı atışlara dikkat edin. içeride sürekli bir oraya bir buraya kaçışıp duran birkaç terörist var ve muhtemelen drone ile bu adamların yeri anlık aşağıdaki zırhlı gruba iletiliyor.
* tankın ilk atışı 7'nci saniyede. tank burada bir apfsds-t atıyor. bunu şuradan anlıyoruz, mermi yıkılmış beton tahkimatı delip geçiyor ve neredeyse toprağı yalayıp düz bir istikamette yoluna devam ediyor.
* tankın ikinci atışı 1.02'nci dakikada. bu atışta da benim tahminim yüksek ihtimalle apfsds-t atılıyor. atışın hedefi olan yer yıkılmış bir beton kule ve arkasından dart çekirdeğin çıkışını göremiyoruz ancak heat atılsaydı burada daha farklı bir patlama görebilirdik (heat patlaması şöyle).
* tank üçüncü atışını 2:13'de yapıyor ve bu defa apfsds-t atıyor. merminin yıkıntıyı delip geçtiğini görebilirsiniz. bu arada teröristlerden 2 tanesi alt tarafta yıkıntılar içinde yeniden mevzilenmeye çalışıyor ve askerimizin dikkati bu bölgede dolanan bu tiplere yoğunlaşıyor.
* tankın dördüncü atışı 2.30'da ve bu da apfsds-t. mermi yine yıkıntıyı delip geçiyor.
* tankın beşinci atışı 3.04'te ve bu defa da apfsds-t atılıyor. yerden tek bir noktada sektiği için ayırt edilmesi çok zor ancak tam 3.04'te videoyu durdurursanız dart çekirdeğin yol alışını ve dart çekirdeğin karakteristik delip geçme şeklindeki alev uzamasını delip geçtiği beton koruganda görebilirsiniz.
* tankın 6'ncı atışı 3.30'da ve yine apfsds-t. merminin delip geçtiğini çok net görebiliyoruz.
* ve 4:18'incü dakikada o noktaya yapılan 6'ıncı atıştan sonra hala o noktadaki iki terörist ayağa kalkıyor yeniden mevzilenmeye çalışıyor!
yukarıda da yazdım yine yazıyorum apfsds-t mühimmatı kalın zırhlı hedeflere atılan, içinde patlayıcı dolgusu olmayan ve çarptığında delip geçen, kinetik enerjisiyle hedefini yoketmeye ayarlı bir mermi türü. burada yapıldığı gibi ortada sürekli mevzi değiştiren 3-4 tane teröriste apfsds atıp durmak evin içinde otururken bizi rahatsız eden karasineğe tabanca ile şarjör boşaltmaktan farksız. leopard'lar için he yani doğrudan patlayıcı mühimmatın kara kuvvetleri envanterinde olmadığı açık kaynaklarda sürekli söylenen birşey, e tamam hadi he yok da burada neden heat atılmıyor?
ikinci husus; tankın solundaki zma'dan askerler iniyor ve mevzi alıyor. sağındaki zma'dan ise kimse inmiyor gibi görünmekte. bu durumda açıktaki bir hedefe saldıran açık durumda 3 zırhlı aracımız savaş alanında. çekim açısı nedeniyle net göremiyoruz ancak o alana hakim daha yüksek bir tepe var mıdır veya atgm atılabilecek başka bir nokta mevcut mudur yorum yapamayız ancak 3 zırhlı aracı yalnızca bir kanatlarını kapatacak/gözleyecek piyade desteği ile etraflarındaki atgm tehdidine karşı başka bir önlem almadan neden bu şekilde bir taarruza gönderiyoruz? atgm tehdidi yüksek olan bölgede zırhlı unsurları neden mümkün olduğunca piyade ile destekleyerek ama piyade ile sıkı koordinede kalacak bir şekilde ileri sürmüyoruz?
birkaç gün önce çok üzücü bir olay yaşadık ve leopard tankımız atgm ile vuruldu. o tankın tek başında, yanında en ufak bir piyade desteği olmadan o şekilde açıkta beklemesinin nedeni iyice analiz edilmeli. istihbarat eksikliği, yorgunluk, anlık bir olay veya eğitim zaafiyeti adına ne derseniz deyin o durumdaki kök neden bulunmalı. yoksa benzer atgm saldırılarını korkarım ki daha çok yaşarız. bu teröristlerin elinde yüzlerce var bu füzelerden, adamlar sıkıntıdan beton kulelere bile atgm atıyor. tehdit çok büyük ve minimum tank kaybı için piyade destekli zırhlı birlik harekatı çok önemli.
buna benzer bir detaylı görüntü elimizde yok ancak kısa kısa haberlerde veya internette gördüğüm bazı videolarda (aradım onları ama bulamadım) benzer atışları yapan leopard'lar var. yani apfsds-t tipi mühimmat sıklıkla kullanılıyor o bölgede. peki bu mühimmatın etkinliği inceleniyor mu? daha önümüzde afrin'e girme durumu var, orada tanklar için patlayıcı veya heat tipi mühimmat ihtiyacı daha fazla olacak. bu konu umarım yakından takip ediliyordur.
bununla birlikte harekatın ilk günlerinden beri askerlerimize gereğinden fazla maneviyat duygusu veriliyor. şehitlik, gazilik hepimiz için çok önemli kavramlar ancak askerlik bir bilim ve eğitim çok önemli. salt maneviyat ile zafer olmaz. şu an savaştayız ve kamuoyu sadece dini duygular pompalanarak, face'de orda burda arapça laflar eşliğinde kahramanlık söylemleriyle harekat hakkında eksik bir şekilde bilgilendirilmemeli. sık sık resmi açıklamalar yapılmalı ve bu açıklamalar da mümkün olduğunca tek merkezden olmalı. herkes kafasına göre birşey söylememeli.
ve benim kesinlikle beğenmediğim, bizi çok zor durumda bırakacak bir nokta daha var; cep telefonları. askerlerin ve oradaki öso unsurlarının şu cep telefonlarını biraz olsun kenara bırakmasının vakti geldi. her türlü şey çekilip internete veriliyor bu telefonlarla. adam terörist öldürmüş hop çek fotosunu yolla twitter'a! yakalamışsın canlı teröristi adamın ağzı burnu kırılmış, kan-revan içinde veya herifi döverken videoya çekiyorsun hop yolla instagrama, face'e! bir nokta alınmış öso'cu başlıyor telefon elde allahuakbar çekmeye o arada telefonu 360 derece çeviriyor, etrafta ne kadar tank, asker varsa hepsini güzelce kaydedip paslıyor internete! ya tamam gene kır ağzını burnunu beş para etmez teröristler bunlar ama herşeyi çekme herşeyi internete verme. bu durumun önüne geçilmeli, tam bir istihbarat zaafiyeti bu telefon işi.
son detay; afrin'e geldiği söylenen konvoy. bakın bu adamlar alan savunması yapmaya çalışıyor, kazılan tüm hendek, siper vs buna işaret ancak bu konuda deneyimleri yok ve bu bizim için avantaj. terörist kökenli oldukları için alan savunmasında başarısız oldukça eski taktiklerine dönecekler ve küçük gruplar halinde desteksiz yakaladıkları birliklerimize saldıracaklar. ben bölgede 8-10 bin terörist var goygoyuna inanmıyorum o konuda feci propaganda var. bu aldıkları takviye adam konusunda eksik olduklarının, acilen desteğe ihtiyaç duyduklarının bir belirtisi. gelgelelim bu adamların geldiği nokta suriye rejimi topraklarından geçiyor. yani suriye rejimi bu adamlara göz yummuş durumda. siyaseten çok yalnız durumdayız ve acilen bu alanda kendimize müttefik bulmamız gerekiyor. bu adamların geçişi de zaten bu ihtiyacın en önemli neticesi. -
zeytin dalı harekatı
başarıyla süren askeri harekat.
başarıyla süren bu terörist avı hakkında aklı başında insanların ve bu işi bilenlerin beklediği gibi sahada kafalarına kafalarına vurulanlar artık işi iyice internet cephesine döktüler. e tabi el silahıyla kurulan ordu! ancak bu kadar olur, sahada silahını atıp geriye topuklayan haplanmış militan rahatı görünce klavyeye sarılıyor.
bunları destekleyenlerin yeni sarıldığı argüman şu oldu; "tsk o kadar tanka, topa, bombalamaya rağmen ilerleyemiyor. bakın işte burada harita var, orada yeşil olan noktalar tsk'nın ele geçirdiği bölgeler ve hala 5-6 tane noktacık duruyor. ama sarılar ypg bölgesi ve bakın hala bütünüyle duruyor!" (bkz: #73785442)
gel ben sana anlatayım olayı da anla sevgili arkadaşım. plaza diliyle yazıcam algılaman kolay olsun.
- zeytin dalı harekatı bir occupation yani istila değil çok geniş bir seek and destroy yani bul ve yoket operasyonu.
- istilalar çok geniş silahlı güçlerle yapılır. piyade, mekanize piyade, komando, özel kuvvet, hava indirme, istihkam, levazım, ikmal böyle bir ordu grubu komple ayaklanır ve tüm ağırlıklarıyla ileri gider. istila taktikleri bellidir; hızlı zırhlı grup hareketleri, taktik hücumlar/geri çekilmeler, ana hücum hattı belli olmasın diye yapılan sahte saldırılar vs vs kurmaylık akademik bilgilerinin sahaya yansıtıldığı büyük bir oyundur istila. ana amaç ise "toprak ele geçirmek ve orada kalıcı hakimiyet kurmaktır". mesela hitler'in batı seferi bir occupation harekatıdır. bunu aklında tut.
- seek and destroy görevleri ise daha küçük alanlara yapılan ve genelde kolordu seviyesinde birliklerin yaptığı harekatlardır. mesela 2. dünya savaşında doğu cephesinde asıl ordu gruplarından kopup çeşitli ceplerde alman hatlarının gerisinde kalan ve ormanlarda, bataklıklarda saklanan bazı sovyet birliklerine almanlar bir veya birkaç tümenle bu harekatları yapmıştır. mesela vietnam savaşında cangıllarda viet cong ve nva peşinde düşen amerikan piyadesi de bunu yapmıştır. bunda ise asıl amaç ceplerde sıkışıp kalan ve ordunuzu veya egemen olduğunuz alanı bir şekilde tehdit eden potansiyel düşmanı ortadan kaldırmaktır. bunu da anladın mı sevgili dostum?
- afrin cebinde ortaya atılan haritalar ve terörist yandaşlarının şimdi ortaya attığı bu renkli boyanmış haritalar henüz çatışmanın 2. günü sonuna gelinmişken tsk'nın afrin bölgesine girerken kullandığı köprübaşlarını gösteren haritalardır. ve tsk burada bir istila değil "bul ve yok et" görev icra etmektedir. dolayısıyla o haritadaki yeşiller sarılar bizi ilgilendirmiyor. bizi ilgilendiren tek şey tsk'nın imha ettiği hedef sayısı, imha ettiği terörist unsur sayısı sayısı ve ele geçirdiği silah/mühimmat miktarı.
- harekat başlarken size kimse "2 haftada girer çıkarız" demedi. eskiden (90'lı yıllar) kuzey ırak bölgesine yapılan sınırötesi harekatlardan da gayet uzun sürenler oldu ama neticede binlerce terörist unsur imha edildi, ciddi miktarda silah/mühimmat imha edildi. burada da öyle olacak.
"afrin cebindeki teröristler teslim olmazlarsa ölmeye mahkumdur."
- sevgili arkadaşlar. özellikle genç yazarlara ve çaylaklara hitaben yazıyorum. afrin harekatı teröristin o bölgedeki belini kırmak amacıyla yapılıyor. toprak işgali için değil. harita üzerinde tsk'nın olduğu yeşil alanları umursamayın tsk orada her yere tek tek giriyor ve girecek. bizi o boyamalar ilgilendirmiyor bizi imha ettiğimiz terörist unsur sayısı ilgilendiriyor. ve şimdiden bu sayı resmi rakamlara göre 300'ü aşmış durumda. eninde sonunda da yukarıda tırnak içinde yazdığım ifade gerçekleşecek.
- hava durumu düzeldikçe piyade ve zırhlı unsurların etkisi artacak. şurası unutulmasın lojistik ve moral etkenler tamamen yanımızda. birliklerimizin sayısının giderek arttığını biliyoruz çünkü artık köprübaşları sağlamlaştırıldı, ilerleme istikametleri güzelce temizlendi ve temizlenmeye devam ediyor. varsın 30 gün daha topçumuz atsın, havanımız vursun, uçağımız bombalasın, tankımız imha etsin. ama tek bir askerimizin burnu bile kanamasın, hepsi salimen görevlerini yapıp kışlasına dönsün eşine, dostuna, ailesine kavuşsun hayırlısıyla.
- "harekat bataklığa saplandı" diye yazanlar var (diğer bir yeni karşı propaganda da bu). lan oğlum neyin bataklığı hayırdır? hani orada bir stalingrad bir felluce mi oluştu da haberimiz yok? hadi askerlik bilmiyorsunuz anladık ama el insaf henüz birinci haftasını tamamlayan ve gayet başarılı giden bir askeri operasyon neyin bataklığa saplanmış oluyor?! siz bul ve yoket misyonlarının call of duty oynar gibi mi ilerlediğini sanıyorsunuz?! -
17 ocak 2018 askeri uçak kazası
aman allah dediğim kaza. 4 yıldan fazla bir süre o uçaklarda çalıştım. detayları almaya çalışıyorum bilgi geldikçe güncellerim.
ilk açıklamaya göre 3 şehidimiz var. mekanları cennet olsun.
2 pilot ve bir uçuş teknisyeni cn-235'lerin standart mürettebatıdır. o bölge eğitim alanıdır. uçağın eskişehir'den kalktığı söyleniyor.
prensip editi: o hatalı, bu kötü, bakım şöyle pilot böyle uçak şöyle diye efsanelere girmeyin. o uçaklara nasıl bakıldığını, pilotlarının nasıl insanlar olduğunu biliyorum. havacılık maalesef hata kaldırmıyor ancak kazanın tam nedenini veya muhtemel nedenlerini şu an için bilemeyiz sadece gelen bilgilere göre ihtimalleri sıralayabiliriz. casa uçakları akrobasi performansı olmayan ve limitleri çok belli uçaklardır. eğitimlerde buna çok dikkat edilir ancak kaza işte maalesef oluyor. casa'larda fdr cihazı var bu arada.
edit-1: uçağın eskişehir'in uçağı olduğu kesinleşti. orada 201'inci arama kurtama filo komutanlığı var ve (eğer yapı değişmediyse) uçak oraya bağlı. bu filonun asıl görevi arama kurtarma ve bünyesinde cn-235 uçakları ile as-532 cougar helikopterleri var. çok üzgünüm, çalıştığım filolardan biri orası.
edit-2: önceki düşen casalar şunlar, malatya'da düşen casa (içinde özel kuvvetler mensuplarının olduğu, düşme nedeni buzlanma), ankara akıncı'da kalkışta düşen casa (kumanda arızası), bir casa daha düşmüştü kayseri'de (virilden çıkamama).
edit-3: casa pilotlarının eğitimleri diğer uçak pilotlarında olduğu gibi yıl boyunca devam eder. harbe hazır kalmak için belli programları yapmak zorundalar. 201'inci filo arama kurtarma olduğundan normal casa filolarının yanısıra ekstra eğitimleri de var. 201 filo "eğer yapı değişmediyse" normalde harekat bakımından eski adıyla 1.taktik hava kuvveti yeni adıyla muharip hava kuvveti komutanlığı'na bağlı bir filo. arama-kurtarma asıl görev ama ihtiyaca göre kargo/personel nakliyesi, vip taşıma görevlerine de tahsis ediliyor. filo bünyesinde açık semalar anlaşması dahilinde uçan bir casa'da var ve bu anlaşmaya dahil ülkelere gidiyor o uçak. şu anda düşen hangisi onu bilemiyorum ama. uçakların bakımını yapan kısım (hat) ise 1'inci ana jet üssü'ne bağlı.
edit-4: fikirlere saygım var ama terbiyesizce ve vicdansızca sadece bok atmak, çamur atmak ve içindeki kinini kusmak adına yazanlara feci uyuz oluyorum. aşağıda bu terbiyesizlerden biri var ve hemen pisliğini kusmaya gelmiş. insanlığından utan!
edit-5: şehitlerimizin bir binbaşı, bir yüzbaşı (2006'lı olabilir) ve rütbesi henüz belli olmayan bir teknisyen astsubay olduğu belirtilmiş. kaynak.
edit-6: düşen uçağın 98-148 (1, 2)olabileceği bilgisini edindim. kesin bilgi değildir. teyide ihtiyacım var.
edit-7: "uçan tabut" şeklindeki düşen uçaklar için ezbere söylenen saçma tanıma hemen sarılmayın. casa uçakları motor ve aviyonik olarak iyi uçaklardır ama gövde anlamında bir c-130 veya c-160 değil. "uçan tabut" sıfatı da 1970'li yıllarda neredeyse her nato ülkesinin ülkenin elinden bir an önce çıkarıp bize hibe ettiği boktan ötesi f-104 kanatlı füzesine! (uçak diyemiyorum o kadar sevmiyorum, iniş sürati neredeyse 200 küsür knot olan ve neredeyse kanatsız bir hava aracından bahsediyoruz) verilen isimdir.
edit-8: ilk görüntüler geldi. sanki kısıtlı görüş nedeniyle tepeye çarpma gibi bir durumu var enkazın. uçağın arka kısmı sağlam kalmış.
edit-9: şehitlerimizin ikisinin isimleri belli oldu; binbaşı ümit karamustafa ve yüzbaşı ali şahin odabaşı. allah rahmet eylesin.
edit-10: üçüncü şehidimizin adı hv. uçak bakım kıdemli başçavuş ömer kadir arlı. allah rahmet eylesin.