bir subayın gelebileceği en "üst" seviye listedeki en yüksek maaş bordrosu olaydı ne bileyim en üst seviyeye 30 - 40 sene kamp kuran bir albay muammer kaddafi, bir saddam hüseyin de var idi. nitekim son saatleri gelip, artık vakit üniformanın hakkını, harbiyede öğretilen terbiyeyi, silahın hatrını vermeye geldiğinde kendileri saklandıkları yerden çıkmadılar. bir an daha yaşamayı umut edip, bir zaman oldukları şeyi terk etmeyi seçtiler. 40 yıl bir ordunun en tepesinde, bir askerin ulaşabileceği en üst seviyede bulunmak insanı asker yapıyorduysa bunu böyle yakın örneklerde tecrübe edemedik.
ama işte 103 yıl önce bir başka asker meclis'in açılışında şöyle diyordu:
"- işittim ki, bazı arkadaşlar yoksulluğumuzu bahane ederek memleketlerine dönmek istiyorlarmış. ben kimseyi zorla milli meclise davet etmedim. herkes kararında özgürdür, bunlara başkaları da katılabilirler. ben bu mukaddes davaya inanmış bir insan sıfatı ile buradan bir yere gitmemeye karar verdim. hatta, hepiniz gidebilirsiniz. asker mustafa kemal olarak mavzeri elime alır, fişeklerini göğsüme dizer, bir elime de bayrağı alır, bu şekilde elmadağı’na çıkar, orada tek kurşunum kalana kadar vatanı savunurum. kurşunlarım bitince de bu aciz vücudumu bayrağıma sarar, düşman kurşunları ile yaralanır, temiz kanımı, mukaddes bayrağıma içire içire tek başıma can veririm. ben buna and içtim"
yani neymiş, bir askerin gelebileceği en üst seviye rütbelerin en tepesi değil, liderliğin en tepesidir. türk ordusunda ise uzun zamanlardan beri bu böyle değil.
çünkü iki sebepten,
a- general nasıl olunur? burda yazılmışı var
"zira anlamak gerekir ki paşalık apoletlerini takınca yarış bitmiyor. yeni başlıyor. tuğgeneraller arasında da tümgeneral olacakların bir listesi var, tüm olunca acaba korgeneral olabilecek miyim düşüncesi zihinde büyüyor. korgeneralliğine kadar gelmiş bir asker elbette 10 orgeneralden biri olmak isteyecek. orgeneral olunca da neden genel kurmay başkanı olamasın? bu süre içinde sizin bir üst kademeye geçişinizin tek geçer şartı hiç değişmiyor. el pençe divanlık, emre koşulsuz itaat, üstünü hoş tutma. harbiyeden mezun olduğunuz günden orgeneralliğe kadar bütün yarış bundan ibaret. hal böyle olunca da nereye kadar karekterinizi şahsiyetinizi muhafaza edebilirsiniz ki? kaç bin kez içinizden küfrederek emredersiniz komutanım diyebilir, kaç kez içinize hiç sinmeyen moral varlığınıza tamamen tezat emirleri 100 sicil alabilmek için yerine getirebilirsiniz. dahası bunları yıllar ve yıllarca yaptıktan sonra kendiniz olmayı hala nasıl sürdürebilirsiniz. nerede siz siz olmaktan çıkar ve başka biri olursunuz?"
b- bir subay nasıl yükselir, veya tersinden sorarsak, iyi bir subay neden yükselemez? burada da yazılmışı var
" yani bir birlik komutanının astına verdiği sicil kendisine asla dönmez. bu kimsenin kıtada gösterdiği başarı tarafsız bir subay tarafından denetlenmez, sicil ancak verildikten sonra denetime tabi olur ancak bunda da birlik komutanının mutlak güce yakın gücü vardır. bu da alt rütbeli subayın gün geçtikçe el pençe divan durmayı öğrenmesine yarar. kendisinden bir süre sonra yanlış yapsa da bunu göstermemek için kusurları örtmeyi öğrenir. ardından kendisine sicil veren üstlerinin de aynı yollardan geçtiğini farkeder. sonra bakar ki dünyayı o mu kurtaracaktır. boşver der ve işine bakar. idealist bir subayın ideali işte böyle ölür."
politik bir lidere, gelmiş olduğu makam için teşekkür ederek sarılan ve ağlayan biri nasıl orgeneral olmuştur? e yani bu ahval ve şerait içinde kendisinin yıllardır içine tıkıştırıldığı kozadan başka bir şey olarak çıkmasını niye bekliyordunuz ki? bu orduda bu subaylar terfi ediyor. geleceğin generalleri de bu terfi edenler arasından seçiliyor. formülü falan olan bir denklem bu artık.
anglachelm20 profili
-
rte karşısında ağlayan kara kuvvetleri komutanı
-
yüzüklerin efendisi (dizi)
* tolkien dünyasında dış görünüşe yapılan atıflar çok barizdir. gri limanların efendisi cirdan sakalları olduğu tasvir edilmiş tek elftir mesela. bu tek bir elf yüzünden en kalantor okuyucuların tolkien fanlarının bir araya getirdiği, internetin icadından önce de var olan* tolkien society ise diğer elflerin de sakallı olup olmayabileceğine dair %85-%15 şeklinde ayrılmış bir durumdadır. hakim görüş cirdan'ın aşırı yaşlılığından bilgeliğinden ötürü özel bir durumu olduğu ve diğer elflerin sakalı çıksa idi tasvir üstadı tolkien'in bunu gildor inglorion, erestor, glorfindel, celeborn gibi ilk çağı görmüş elflerde mutlaka betimleyecek olduğudur. zencilik beyazlık gibi çok daha bariz ayrımlarda tolkien elfler söz konusu olduğunda hiç bir şey demediğinden tolkien lore söz konusu olduğunda zenci elf ile transseksüel elf aynı kategoriye giriyor. yani %99.9999 mümkün değil. o bir.
* orta-dünya bizim dünyamızın orta-çağının fantastik bir transliterasyonu. o dönemde kuzey avrupa'da toplumun kalanına uymayan bireyler ateistler-katharlar-waldensianlar-endülüs arapları vs ne kadar entegre olabiliyorsa orta dünya çıkıntıları da aynen o kadar olabiliyorlar. burada da insanlar insanlara güvenmez, güneyliler kuzeylileri kaba hırpani bulur. üstüne geçmişten beri birbirleriyle kanlı bıçaklı olan fantastik ırklar da eklenince orta-dünya epey ırkçı bir yer halini alır. ama ırkın var olduğu bir yerde ırkçılık da düşünürseniz gayet normaldir.
* tolkien orta-dünyasının başardığı ve diğer fantastik literatürün pek başaramadığı ->bence<- en kritik nokta böyle bir ortamı içinde yaşadığımız dünyadan daha güzel halde resmedebilmesidir. şu anki hayatını geride bırak ve orta dünya'da git yaşa dense çoluğu çocuğu bırakıp ırkın ırkçılığın vesaire böyle tescilli olduğu bir settinge gidecek milyonlar var. 1960'lardan 70'lerden beri bu böyle ve bu trend hiç bozulmuyor. çünkü kötüler orta-dünya'da sonuna kadar kötü. hatta kötü oluşu tescilli ve içinde tek bir iyi mensubu olmayan ırklar (orklar troller) var. iyiler de çok özel bir durumları yoksa (eöl - maeglin vs gibi) sonuna kadar iyiler. orta dünya'yı özel yapan şey birinin ırkına bakarak onun iyi ya da kötü olduğuna karar verebilmek lüksü değilse nedir? "insan insanın kurdudur" ekolü üzerine inşa edilmiş olan kendi dünyasında insanın diğer insanlara güvenme ihtiyacı ve güvenemeyişi çok büyük bir sorun ve sosyal entegrasyon sıkıntısı çeken bu insanların 50 yıldır bu settinge gönül vermesi bir tür çığlık yav. adamlar boş yere orta-dünya'ya "olması gereken dünya" diyip durmuyorlar. bu kendi bilinçaltında her insanın aslında olmasını istediği, özlediği bir şey.
* bu dizi projesinin orta-dünya dinamiklerini çiğnemesini savunan grup ise tüm tablodaki bence ana sorun. siz buna sjw diyorsunuz, ben isim takmaktan imtina ediyorum. tolkien orta-dünya'sını özel yapan farkların bizim dünyamıza uymuyor olmasını ve bu haliyle dünyaya bir tür alternatif addedilmesi ve sevilmesini hazmedemeyen bu grup şu an yaşadıkları dönemin sosyal dinamiklerini tarihin her dönemine enjekte edebilecek kadar vahşileşmiş bir güruh. işte en son viking valhalla castinginde de siyahi örneklerini gördük.
* iş oraya gelince tartışmanın o ana kadar bir tarafı olmayan nötral kalmayı becerebilmiş insanları da "bırakın bir şey de olduğu gibi kalsın" saikiyle karşı tarafa ittirdiklerinden haberdar değil gibiler. oluşturdukları tiksinti gözardı edilebilecek gibi değil. bu yüzden gelecekte vukua gelecek gerçek ırkçılık mevzularının dibini vaktinde bu grubun mensupları döşemiş olacak. tolkien fanlarının konuya dair tüm direncini ırkçılık olarak zarflayıp es geçen bu anlayış bence şu an emeklemeye başlamış ve gelecekte gerçek yüzünü gerçek sayılarıyla gösterecek neo-ırkçılığın gerçek katalizörü. bu tavırlarla daha büyük bir canavarı yaratan bizzat kendileri.
* herşeyin sonunda yaşadığımız ortamda "beğenmiyorsanız tüketici olarak izlemezsiniz olur biter" demekle türkiye'de yaşayan birine "beğenmiyorsanız islama inanmazsınız olur biter" demek arasında çok da bir fark yok. bireysel olarak kafayı çevirip görmemek için çok izole bir yerde olmak gerekiyor. çünkü getirilip önümüze koyulan şey yalnızca hikayeyi kendi kafasına göre yorumlayan bir fan fiction değil. kalabalıktan yükselen bir çatlak ses değil. ajandası olan bir tür organizasyon. dünyanın en büyük şirketi.
* en nihayetinde bu milyarlarca doları olan bir şirketin, insanların o şekilde sevdiği bir şeyi tehlikeli addettiği, hayat görüşüne uygun bulmadığı için kafasına göre değiştirme ya da eklemeler yapması gibi görünüyor. bu dünya onlar ekleme yapmadan da güzel. onların eklemelerinden daha güzel. orta-dünya'nın satması ya da sevilmesi için prodüksiyona amazon'un eklentileri gerekmiyor. ben şahsen onların bu eklentileri hikayeyi zenginleştirmek için eklediklerini de düşünmüyorum. işte en iyi ihtimalle "zenci izleyici alınır onlar da olsun" en kötü ihtimalle "bu dünya zencisiz çok ırkçı oldu, onlar da elf olabilsin, çikileta yiyebilsin" tarzı endişeler var.
* günümüz sosyal dinamiklerinin insanların kollektif düşlerinin üzerinde böyle tepinmesine izin vermek orta-dünya'da bulup bulabileceğiniz ırkçılıktan çok daha hastalıklı bir şeydir.
benim konuya dair hislerimi en iyi w.b yeats zamanında yazmış. proleterkral da şöyle güzel çevirmiş
"oysa beş parasızım, düşlerim var yalnız
düşlerimi serdim ayaklarının altına
usulca yürü, çünkü bastığın düşlerimdir." -
devlet isterse 6 ayda nükleer silah üretiriz
türkiye'nin (veya sıfırdan başlayan herhangi bir ülkenin) neden 6 ayda nükleer silah üretemeyeceğini komiklikler şakalar yapmadan anlatan pek göremedim, ben naçizane girişeyim :
* nükleer bir silah öncelikle madenden çıkardığınız uranyumu silaha takıp atabildiğiniz bir şey değil. doğada bulunan uranyum 238'in reaktörlerde zenginleştirilerek uranyum 235 haline getirilmesi gerekiyor. eğer atom enerjisi çok gelişkin bir düzeydeyse bomba yapmak isteyen bir ülke doğada bulunmayan plütonyum 239'u da bu amaçla reaktörlerinde zenginleştirebilir.
* nükleer programa başlamak isteyen bir ülkenin erken evrelerdeki ana amacı gizliliktir. düşmanları bunu ne kadar geç öğrenirse o kadar geç müdahale ederler. ne kadar hazırlıksız yakalanırsa nükleer silah geliştirmeye çabalayan ülke bundan o derece yüksek bir koz elde etmiş olur. bu surette sözkonusu ülkenin ilk aşamada nükleer silahı hangi radyoaktif izotopla yapmak istediğine karar vermesi gerekir. eğer ülkesinde test reaktörleri dışında plütonyum-239 zenginleştirecek tesisleri falan yapmamış, o konunun pratiğine dair bir know-how ülkeye getirilmemişse iki kere iki dört u-235 zenginleştirmek zorundadır. ülkede öyle bir anda reaktör kurmaya başlamak dünyadaki herkesin cart diye dönüp "ne oluyor" diye bakması anlamına geliyor. elektrik üreten nükleer reaktörlerde uranyum 235 yan ürün olarak üretilebiliyor ama plütonyum zenginleştirmek için farklı bir metod gerektiğinden "ben plütonyum zenginleştireceğim" dediğiniz anda zaten bomba yapacağım demiş oluyorsunuz. tüm dünya anında ensenizde bitiyor. o yüzden amacınız gizlilikse uranyumla başlayacaksınız. elektrik ihtiyacı yüzünden nükleer reaktörler kuruyoruz diyeceksiniz. evet kimse bunu yemeyecek ama işte nasip kısmet.
* uranyum nereden gelecek? yerel üretim var mı? türkiyede maden tetkik arama'nın ülkede bulduğu bütün (çıkardığı değil, saptadığı) 0.4-0.05 tenörlü uranyumun miktarı 9129 ton. bu saf hale getirildikten sonra nükleer program işletmeye yetecek kadar değil. uranyum cevheri satan kazakistan veya avustralya'da bu rakamlar sırasıyla 1664 milyon ve 745 bin ton civarında. türkiye'nin uranyum cevheri çıkarma ve işleme konusunda bir pratiği de bildiğim kadarıyla yok. dış kaynaktan uranyum alımı yaptığınız anda da işte ertesi gün tüm dünya bunu biliyor olacak. gizlilik faktörü daha en baştan yalan oluyor. bilsinler ne farkeder derseniz de geriye dönüp bakmak lazım. biz daha nükleer silah işine girişmemişken caatsa yaptırımları ile muhatap olan bir ülkeyiz, atom bombası yapmaya çalışan bir türkiye'nin etrafında uyandırdığı tehdit ve alarm da o derece büyük olacak. petrol doğalgazı geçtim, artık tarımda da dışa bağımlı ekonomisi b negatif seyreden bir ülkenin ambargolarla aşık atacak bir durumu pek yok.
* en düşük güçte taktik bir başlık için konuşursak iki test ve bir asli silah için 150 kg zenginleştirilmiş u-235'e ihtiyacınız var. bunun için 20 ton u-238 sarıkek/yellowcake gerekiyor. bunun bozunması vs sözkonusu olduğundan nükleer madde depolayacak güçlendirilmiş beton ve kurşun tesisler yapılacak. karşılaştırma yapacaksak enka'nın libya'da başladığı termik santral inşaatları 15 ay'a teslim olarak projelendirilmiştir. basınçı su nükleer reaktörü inşaatı yan tesisleriyle beraber bunun iki buçuk katı kadar sürer.
* bu uranyum 238 santrifüjlere girmek için önce gaz haline girmek zorunda. burada atom enerjisi uzmanları sarıkeki ısıtacak, "cürüfleri" yakacak, bu daha saf maddeyi hidrojen tetraflörür ile birleştirip uranyum tetraflorür haline getirecek, bunu flor içinde tekrar yakarak gaz halinde uranyum hexaflorür elde etmeye çalışacak. bu maddenin de kontrolü vs çok tehlikeli olduğundan ve daha önce hiç silah geliştirmemiş bir ülke olduğumuzdan kazaları vs gırla olmasını beklemek gerekecek. nükleer silah sahibi tüm ülkelerin silah geliştirme programları kazalarla ve ölümlerle doludur ve bunları oturup ders olarak çalışırlar.
* santrifüj dedik, bu da çamaşır makinesi sıkıcısı gibi bir şey değil. nükleer güce sahip ülkeler uranyum zenginleştirmeye yarayan santrifüj teknolojisini ya deneye deneye çok büyük bilimsel zekaları vs işin içine katarak uzun uğraşlarla buldular. “yüzbinlerce bilimadamı” var demişler. 2012 istatistiklerine bakarsak (daha yenisini göremedim) türkiye’de doktora yapmış 112.619 kişi var. lisansüstü yapmış öğretim görevlisi de 416.741 kişi. bu rakam içinde kamu maliyesi, sosyoloji ilahiyat gibi kalemlere dahil de var. tefsirle fıkıhla silah programına başlarsınız ama onun sonu gelmez. hele 6 ayda hiç gelmez.
"atom bombası yapacağım" diye amerika rusya veya çinin kapısını çalarak santrifüj dizaynı veya teknolojisi istersek verecekler mi? hayır. o zaman deneye deneye 6-10 yıl kadar bu işin içinde olacağız. 6 ayın 12 katı bir süre daha silah yapılmaya başlanmadan yalnızca teknolojisini ayarlamakla geçmiş olacak. 90'larda nükleer test yapan pakistan'ın nükleer programının babası olan abdül kadir han santrifüj teknolojisini iran kuzey kore ve libya ekseninde bir kaçakçılık zinciri ile elde ettiğini itiraf etmişti. pakistan ekonomisi 90’larda oldukça kırılgan olduğundan sıfırdan öyle olmayan bir akademik gücü laboratuarları reaktörleri vs santrifüj teknolojisi bulmak için seferber edemediler. kaçakla göcekle dünyanın terörist addedilen ülkelerinden edinmek zorunda kaldılar. diğer taraftan can düşmanları hindistan bomba geliştiriyordu ve korkudan acilen kendileri de bomba yapmak istiyorlardı ona rağmen o işler öyle olmadı. pakistan silah programı “1976’da bombamız olacak” şiarıyla 1972’de başladı. test bombası 1998’de patladı. 26 yıl. (52 adet 6 ay)
* pratik olmak için bu santrifüj cihazlarından binlercesi gerekiyor. o önceden ürettiğimiz uranyum hexaflorür gazı bu santrifüjlerde zenginleştirilmiş uranyum haline getirilecek ve bu da çok yavaş işleyen bir sistem. iran 2000'lerin başlarında ufaktan gizlice santrifüjlerde uranyum zenginleştirmeye başlamış ve 2010 yılında uranyum zenginliğini (kütledeki u235 oranını) %20 olarak açıklamıştı. iran santrifüjleri 5-6 yıldır dönerken ambargolardan anlaşmalardan önce %20 seviyesine ancak ulaşmışsa daha reaktörleri depoları inşa etmeden 6 ay kim nasıl diyebiliyor.
* haydi hepsi oldu elde testler dahil bomba yapmaya yetecek kadar zenginleştirilmiş uranyum birikti. bomba dizaynı? nükleer bomba dizaynı ve teorik olarak nasıl yapılabileceği bir sır değil. wikipedia'da da açsanız atom bombasının kesitini gösteriyor. ancak içe göçmeli/implosion tetikli bir dizaynda hangi kudretli patlayıcıların ne kadar kullanılacağı falan bunlar teoride değil pratikte yatıyor. o pratik bizde yok. olan ülkeler de bizle o tip şeyleri asla paylaşmıyorlar. (nato içinde bile nükleer bilgi alış verişi yok anca us-uk arasında delivery anlaşmaları var) nitekim hiroşima ve nagasaki dizaynları üzerine çarşaf çarşaf bilimsel makale yazıldığından sıfırdan çalışabilir bir nükleer bomba dizaynına ulaşmak (kazalar ölümler vs göz önüne alındığında) nükleer pratiği olmayan türkiye için iyimser bir tahminle 8-9 ay kadar alır denebilir.
* silahın testleri bitmiş varsaydık, birkaç kiloton yield ile başarılı bir test patlaması da yapıldı diyelim. silahın üretimi test bombasından farklıdır. test bombası dizaynın aşırıkritiklik düzeyi ve yield oranını ölçmek için daha çok yapılır. eğer dizayn istenen güçteyse bu dizayn atılabilecek bir bombaya çevrilmelidir ki o kısım bir kazaya en çok yaklaşılan an kabul edilir. zira orada süperkritik zenginleştirilmiş radyoizotoplarla uğraşıyorsunuz, en ufak bir kazada hadi nükleer seviyede bir patlama olmasa da oluşacak patlama test laboratuarı, fabrika vs herşeyi (bilimadamları dahil?) haritadan silecek bir güçte olur. o vukua gelirse programın tekrar ayağa kaldırılması için kaç altı ay gerekir onu hesap etmek zor.
* tüm engelleri geçtik ve bombayı da ürettik. neyle atacağız? delivery sistemimiz var mı ki o işlere girdik? roketsan bora kısa menzilli balistik füze desek nükleer tehdidimizin çapı 360 km mi olacak? sinop'tan atıp novorossiysk'i vuralım desek menzil 3km kısa kalıyor. bir altı ayda da kıtalararası icbm yaparız mı diyeceksiniz? uçaktan som seyir füzesiyle atalım deseniz nükleer tehdidimizi s400'lerin cayır cayır çalıştığı bir ortamda f16'ya mı ihale edeceksiniz. ha bu arada rus mobil bataryaları urallarda dağ tepe gezerken istanbul'a bu esnada bakar haldeler.
* altı ay olmadı ama görünüşe göre 12-18 yılı buldu. nice milyar dolarlar nice okullara üniversitelere vs harcanacak para ülke savunmasında asla aktif olarak kullanılamayacak bir şeye harcandı. bu sırada programın açığa çıkmasından geliştirilmesine, silahın test edilmesinden üretilmesine varıncaya dek türkiye'nin karşılaşacağı baskılar tecritler ve ambargolar silahın askeri olarak türkiye'ye vereceği teorik kozla kıyaslanınca çok dengesiz bir şekilde büyük kalıyor. zira atom bombası sahibi olan ülkeler de bir türlü "atom bombamız var oh artık güvendeyiz" diyemiyorlar. onun yerine hala deli gibi konvansiyonel güçler tanklar gemiler uçaklar ve bunların ihtiyatlarını bulunduruyorlar. neden dersiniz? çünkü atom bombası düşmanları sınırlarında olan ülkelerin caydırıcılığına pek de katkı yapmıyor. pakistan'ın kuzey kore'nin çin'in hali de o. yani düşman kapıkuleden girmeye kalksa ne yapacaksınız, edirnenin oralara nükleer silah mı atacaksınız?
özet : 6 ayda bir numaralı reaktör inşaatının kolin-kalyon-limak-cengiz konsorsiyumuna ihale edilmesi süreci ancak tamamlanır. ondan sonraki 17.5 yılda neler olabileceği ise iskambil falı seviyesinde bir spekülasyon içeriyor. 6 ay olmaz 18 yıl olur evet bombayı azmeder yaparız tabii ama pakistanlılar da bombayı yapınca erişmeyi umdukları prestije ve güvenliğe de erişemediler, zira o işler bombayla olmuyor. -
m16 vs ak47
yorumları okuyup kör oluyordum ama yazayım. "kim döver" "kim alır" gibi şeylerle olacak bir versus değil bu. iki farklı felsefenin birer meyvası. ayrıca bu soğuk savaş'ın bir karşılaştırmasıdır. günümüzde böyle iki kutup artık yok. iki tüfeğin de zilyon adet alternatifi bulunuyor.
ar-15/ m-16 tiplerinin dizaynda ulaşmayı en çok amaçladığı şey "hafif saldırı tüfeği" olabilmektir. eugene stoner'a gidin sorun hala aynı şeyi söyler. 1949-63 arası amerika hala ikinci dünya savaşının m1 garand'ına şarjör eklenmiş bir piyade tüfeği varyasyonu olan m14 ile gezinmektedir. bu da 7.62x51mm 20 mermi alan ahşap dipçikli kundaklı dev gibi ağır bir tüfektir. eugene stoner'ın asker hafif tüfek taşısın, bu tüfek daha ufak kalibre mermi kullansın (5.56x45mm) ama kapasitesi yüksek olsun (30 mermi) ve kullanılan tüm parçalar alüminyumdan sentetik alaşımlara plastiklere kadar hafifliğe atıf yapsın mentalitesi silahın her yerinde görülür.
silahın üretim toleransları kullanılacağı yere göre değişebilir. alt mekanizma dökme çelikten olabileceği gibi titanyumdan da aynı performansla üretilebilir. dipçiğinde bakalit yerine ceviz kullanın yine işler bir performans verir. (m14 metalleri mesela değişemiyor). m16'nın bugün varyeteye olan hakimiyeti yüzünden üretim çok geniş alanlara yayılabiliyor. ana üretici firma olan colt yılda 335 bin silah üretebilecek kapasiteye sahip olsa da atıyorum uzaylılar dünyayı işgal etse ve amerika kendi kıtasında tüm küçük atölyeleri m16 üretme direktifi verse o sayı 3 milyonu falan bulabiliyor. tam bir ürettim hattı silahıdır. birim başına 647 dolara üretilir ve şu an dünyada 8 milyon tanesi dolaşımda bulunuyor.
iyi yönleri : hafif, modüler, düz hat dipçik yay sistemi yüzünden geri tepme çok az. isabet kaleşnikofa göre belki 3 kat daha iyi.
kötü yönleri : gaz hala ama hala namlunun ucundan mekanizmaya gerisin geriye tüple iletiliyor. short stroke piston yapacakları yerde daha az tanenli barut üretelim de kirlenmesin diye uğraşıyorlar. amerikanın dizayn hatasını kabul etme gibi bir vasfı pek yok. bu direct impingement denen sistem yüzünden temizliği falan biraz meşakkatli. parça sayısı çok.
ak-47 için burada uzun uzun yazmıştım. ama ak-47/akm/aks için konuşacaksak burada dizayn felsefesinde hafiflik değil, basitlik esastır. rus ordu anlayışının temelinde zaten basitlik yatar. bunda da 1940'larda steplerden, dağlardan tundralardan topladıkları adamlara mekanik objeler (makineli tabancalar gibi) verip almanlara karşı atarken ekipmanın basitliğinin başarıya büyük bir etkisi olduğunu farketmeleridir. rus alt kademe ekipmanı her zaman karmaşıktan basite doğru gider. (ppsh-41 pps-43 olur, dp27 sg43 olur, ak47 akm olur). işte spastik adam bile kullansın, silah bozulmasın takılmasın, 30 mermiyi sıkıntısız olarak atsın. 2 milyon askerimiz var isabet o kadar da mühim değil, mermi bol illa biri isabet ettirir kafasındadırlar.
bu mantaliteyle fakir bir ülkeyseniz ak47 size uygundur. afrika ülkeleri iç savaşlarında bu yüzden birbirlerini öldürürken 650 dolarlık m16'lar yerine kalaşnikof tercih etmektedir. milyonlarca kişilik ordu besliyorsanız da bu size uygundur, çin ordusu 1956'dan 2000 lere kadar tip 56 kalaşnikofları boşuna kullanmadı. tek namlu üretimiyle 44 yıl hizmet veren ve her gün taşınan bir silahtır bu. ama almanya gibi bir ülkeyseniz, profesyonel ordunuzda herkes elit özellikler taşıyorsa uğraşmazsınız kalaşnikofla. işte o vakit ak serileri kapasite ve potansiyelinizi sınırlar. gider aslan gibi g36 üretir kullanırsınız.
ak47 bir saatte 95 adetten olmak üzere baş üreticisi izmaş tarafından yılda 835 bin birim kadar üretilebilir. üretiminin m16'dan kolay olması yüzünden tek fabrika amerikan muadilinin 2 buçuk katı kadar bir output yaratabiliyor. tanesi de en modern ak-103/102 serisi için 150 dolara çıkar. 1949 model ak47'ler ise sıcak savaş ortamlarında 5 dolara kadar inebilir. afrika örneklerinde canlı tavukla mısırla falan da değiş tokuş edildiği görülmüştür. dünyada 100 milyon kadar kalaşnikof türevi olduğu düşünülüyor.
iyi yönleri : basitlik. genel güvenilirlik. ucuzluk, bakım kolaylığı, operasyon maliyetleri
kötü yönleri : isabet oranı, modülerlik sorunları
kazanan :
yok. hangi ülkede olduğunuza ihtiyaçlarınızın bütçenizin ne olduğuna göre ikisi de birer alternatif. kalaşnikof kullanıyorsanız askerinizde bir üst limit var onun üstüne çıkamıyorlar. m16 kullanıyorsanız her halükarda daha maliyetli ancak isabetli ordu besliyorsunuz. ufak ülkeyseniz astarı yüzünden pahalıya gelebiliyor. profesyonel orduysanız daha efektif olabiliyorlar. tüm dünya m16'nın 13 katı fazla kalaşnikof kullanıyorsa bunda silahın "daha iyi" olmasından ziyade daha ulaşılabilir, ucuz vs olmasının da payı var. ama m16'ya verecek para varsa da özellikle gidip m16/m4 almak için kuyruğa girmezsiniz, dediğim gibi çok daha yüksek performans verecek kısa piston sistemli piyade tüfekleri var. g36, hk416, hk417 ve hatta bizim mpt76 tüfeğimizin de aynı paralara bir dolu artı özelliği var. -
zeytin dalı harekatı
harekat sürerken operasyonel taktik analiz yapmak falan beni aşan şeyler ama ypg'nin cephaneliğine bir göz atmakta da yarar var. batılı ekipman içinde yüzen kürt milisler görmek çok da görmeyi beklemediğim şeydi. ne kullanıyorlar, nereden gelmiş bu silahlar bir bakalım.
tabancalar :
makarov pm : 9x18mm ile sovyet rus - ırak - suriye ve bilimum varşova paktı ülkesinin kullandığı standart makarovlar yeni neslin de (ucuz) seçimi olmuş. suriye iç savaşındaki en yaygın silahlardan biri bu.
glock 17 - 19 - 20 ve 30 serileri : suriyeye silah kaçakçılığı genelde antakya üzerinden sürüyor deniyor. ancak glock gibi erişilmesi her halükarda pahalı ve zor olan striker fired tabancalara ypg'nin alt orta kademesinin de erişebilmesinin sanırım tek açıklaması ırak - peşmerge - amerikan yardımı oluyor. gayet de taşıyorlar.
makinalı tabancalar - smg :
beretta m12 : soğuk savaşın düzenli ordularca çok da tutmamış bu italyan tabancası suudi arabistan - mısır - libya gibi ülkelerden suriye'ye geçiyor. işid'den ele geçenler ve öso ile değiş tokuş edilen bir miktar m12'yi sonra kürtler taşıyıp böyle poz da veriyorlar.
mp5 : tüm dünyanın kullandığı mp5 daha çok 1975-1985 üretimi gibi duran üçüncü jenerasyon modellerle kürtlerin kendi güvenlik birimlerinde boy göstermeye başladı. amerikalılar bunları kuzey ırak'ta peşmergeye musul havalisinde kullansın diye vermişlerdi.
tüfekler :
m4 carbine : amerikalıların işte asıl yardımı bu otomatik silahların kasa kasa balya balya kürtlere verilmesi sayesinde oldu. optik yardımcılar ve picattiny rayları kullanan amerikan ordusunun mevcut modelleri harici, 1990'ların daha eski car-15 stili kısaltılmış m16 versiyonlarını da elden çıksın diye kaktırmışlar. tabii kaleşnikofla geçen onyıllardan sonra bu büyük bir teknolojik devrim.
m16 : amerikan ordusu 1980'ler ve 90'lar boyunca envanterden tam anlamıyla çıkarmadığı m16 tüfeklerini raflardan indirip aynı afgan ordusuna ve ırak ordusuna verdiği gibi büyük miktarlarda kürtlere hibe etmiş. bu silahlar daha önce usmc ve us army acemi birliklerinde fort benning'de falan bulunuyordu. optik yardımcılar ve dürbünler ise yine amerikan ordusunun 1990'lardaki termal ve infrared versiyonları.
fn fal : pkk'nın ypg'ye getirip miras bıraktığı en büyük anlayışlardan biri de herhalde bu silahtır. fn fal, veya bizde yerleşmiş adıyla g1, 1980'lerden 1999'lara kadar ölü ele geçen teröristlerde kimin yüksek rütbeli olduğunu bulma aygıtı gibi bir şeydi. çok sevildiği ve çok sayıldığı için hep pkk bölük tabur komutanlarının falan cesetlerinden çıkardı bunlar. şimdi daha modern versiyonlarının herhangi bir batılı ordudan direkt kürt silahlı gruplarına verilmesi de bir başka ilginç.
ak 47 - ak 74 - akm - akms - type 56 () - mpi-km - aks-u - tantal - : kaleşnikofsuz savaş mı olur? on binlerce herkesin elinde, varşova paktının her ülkesinden gelen bir tür kaleşnikof var. bkz ak 74, akms, ve akm. sağ üstteki elemanda aks-74u, rus ordusundan direkt çıkma ak-104, saiga ak-104 türevleri, vietnam gazisi çin type - 56 modelleri, doğu alman mpi-km, macar kaleşnikofu amd63.
dmr - sniper tüfekleri :
svd dragunov : kanas demeyin artık şuna bi zahmet. plo-1 3x optik dürbünüyle yine her 10 kişiden birinin elinde görünüyor. bu arkadaşın dürbününe ne yapmaya çalıştığını anlamadım ama bu da bir plo/pso-1 svd.
blaser r93 tactical 338 lapua : işte bu korkutucu bir şey. alman sınır güvenlik muhafızlarında da olan epey uzun menzilli ve çok ölümcül bu tüfek .338 yarışma kalibreleri ile 0.5 moa gibi isabetlilik ile beraber kürtlere yardım babında hibe edilmiş.
romen psl : uzmanlar* buna fakir kanas'ı derlerdi biz de demeyin derdik. 7.62x39 gibi intermediate mermiler ile şehir çarpışmaları düşünülerek tasarlanan romen ordusunun 60'larda ürettiği bu silahlar ortadoğuda hala niyeyse kullanılıyor.
ırak tabuk : yukarıdakinin tasarım açısından aynısı ancak saddam devrinde ırak'ta imal edilmiş. tabii ki de peşmergeler aracılığıyla afrin'e ulaşmış. binlerce var.
zağros tüfeği : afrin'de en çok dikkat edilmesi gereken şey sanırım bu. kpv uçaksavar namlularını sökerek atölye koşullarında 14.5mm bir anti materyal sniper tüfeği üretmişler. 14.5mm özellikle zırh delici - izli kırmızı başlıklı mühimmat ile kullanıldığında otokar kobra - kirpi* falan dinlemeden önlü arkalı delen bir mermi olduğundan yıkıntılarda şehirlerde dikkat edilmesi lazım. tek iyi yanı bunların namlu alevi uzaydan falan da görülebiliyor.
zijiang m99 : suriye iç savaşına büyük ihtimalle silah kaçakçıları tarafından katar ve sudan'dan sokulan bu çin menşeyli anti materyal sniper tüfeği rus 12.7x108mm ile doçka / dshk mermisi kullanıyor. zırh delici kabiliyeti 14.5mm kadar değil ancak bunun yanında yarı otomatik olduğu için çok da can yakan bir platform. öso birlikleri bunlardan kullanıyordu ancak her nasılsa kürtlerde de ortaya çıktı.
makineli tüfekler :
mg3 : bizim de milli makineli tüfeğimiz olan mg3'ü nereden buldular emin değilim ancak ya tsk'dan bir şekilde ele geçmiş, ya iran - pakistan'dan sokulmuş ya da silah kaçakçıları suriye'ye 3-5 getirmiş. şimdilik tek bir resimde görünüyor.
m249 squad automatic weapon : amerikan ordusunun müfreze makinelisi m249 saw, susturucusuyla taktik donanımıyla falan en üst perdeden kürt güçlerine giriş yapmış. başımıza gelenler.
fn mag : amerikan gpmg tercihi olan bu 7.62x51mm makineli de direkt amerikan depolarından kürtlere ulaşan bir başka makineli türü oluyor. bizim kullandığımız herşeyden sanırım daha iyi. biz de bazı tanklarda falan bunların solenoid ateşlemeli türevlerini kullanıyoruz. laser dot bile vermişler.
kaleşnikof rpk : kaleş ailesinin en uzun namlulu makineli tüfeğini zamanında saddam iran'a karşı başarıyla denemişti. pkk'da da tek tük çıkıyordu. şimdi afrin'de de görmek kimseyi şaşırtmıyor.
kaleşnikof pkm : buna neden biksi - bixi - bikisi - bukasi (abarttım) dendiğini hiç anlayamadım. özgür suriye ordusu da çok uzun zamandır bu eski versiyonlarını kullanıyordu. afrin'deki kürtlerin elinde ise nedense çok daha yeni model rus ordusunun kullandığı tipte pkm'ler görüyoruz. putin bey ne yapıyorsunuz?
.30 cal m1919 browning : hala kullanıldığını bilmiyordum. 1940'larda sherman tanklarında da bunlar vardı. modernize edip sonra ypg'ye sanırım hibe etmişler.
12.7mm m2 uçaksavar (.50 cal) : dünya üzerinde bir proxy savaşta amerikan parmağı aranıyorsa bu aleti görmek başlıbaşına herhalde yeter. nedeni de aşırı ağırlığı yüzünden silah tüccarlarının bunları taşımaya çok meyletmemesi. mühimmat kutusu bile ingilizce.
doçka / dshk : terörist aleminin değişmeyen sevgilisi afrin'de de kendilerini yalnız bırakmıyor.
14.5mm kpv : en ağır makinelitüfekleri de sanırım bu oluyor. biz de tsk olarak kendisini btr zırhlı personel taşıyıcıların tepesinde kullanıyoruz.
antitank silahları :
rpg 7 : terörist aleminin bir diğer değişmez yoldaşı da bu olagelmiştir. pkk ile olan savaşta şu normal çukur imla haklı konik roketleri görmeye alışmışız. ama işin rengi şimdi çok değişik, iran'ın da lokal ürettiği rpg7v7 arka arkaya konuşlu tandem roketleri reaktif zırh delmek için tasarlanmıştır. afrin'de de bunlar var. farkı fiyatından ziyade çalışma prensibi. öndeki zayıf konideki yavaş patlayıcı reaktif zırhı veya plakayı zayıflatırken arkada bir nanosaniye sonra patlayan asıl çukur imla hakkı tank zırhını çok zorluyor. ırak işgalindeki bütün m1a2 abrams tank kayıpları hemen hemen bu alet yüzünden. aşırı dikkatli olmak gerekiyor.
type 69 rpg : rpg 7 ile aynı dizayn sadece made in china. o yüzden binlerce var.
yugoslav m79 osa : tank zırhına 600 metre menzilden nişan alabilen oldukça ölümcül bir başka antitank silahına pkk'da çok özel bir ilgi gösteriyor. suriye'de nitekim 100'den az sayıda lançer olduğu sanılıyor.
fgm-148 javelin : zurnanın en çok zırt dediği ve daha çok diyeceği yer işte burada düğümleniyor. javelin antitank kabiliyetinin teknolojik olarak son aşamasını temsil ediyor. roketler tank zırhına yandan yaklaşmak yerine ikincil bir motor ile havaya fırlayarak tankların en zayıf olduğu yerden, tam tepelerinden avlıyor. amerika bunu kürtlere pkk'ya gideceğini bile bile işid'in gudik t55 tanklarını vursun diye niye verdi anlamak kabil değil. kürt güçlerinde afrin yakınlarında görülüyorlar. tanesi 246 bin dolares.
mk19 otomatik bombaatar : 40mm bombaatar ailesinin ağababasını da amerikalılar vermekten çekinmemiş. müstahkem mevzileri piyadeye karşı korumanın bu yüzyıldaki anahtarlarından biri bu otomatik bombaatarlar. pkk'nın bununla konvoy saldırısı yapması falan ne kadar uzak bir gelecekte acep?
rbg-6 riot bombaatar : yarı otomatik 40mm hırvat bombaatarları da resimlerde görünüyor.
milan : 1970'lerden beri çoğu yerde karşımıza çıkan bu milan antitank platformları suriye iç savaşının diğer bölgelerinde de görünüyordu. oradan sanırım kürtler de ele geçirmişler.
bgm-71 tow : tel güdümlü bizim de epeyce kullandığımız tow roketleri c serisi ve üstü varyantlarıyla kürt güçlerinde afrin havalisinde görünüyor. doğal olarak da amerikalıların ırak bölgesel yönetimine veya ırak ordusuna verdiği lotlardan afrin'e geçtiği şeklinde algılamak gerekiyor.
at-4 spigot (fagot)* : suriye ordusu depolarından gelen sovyet 1970 model roketler de afrin'de ypg ellerinde görülüyor.
at-5 spandrel (konkurs) : suriye ordusunda 100 kadar bulunan 2500m menzilli bu 1.7kg savaş başlığı taşıyan roketlerden ypg'de de bulunuyor.
at-13 saxhorn (metis) : termobarik tel güdümlü roket kabiliyeti de sanırım ruslar eliyle suriye ordusuna oradan bir şekilde kürt güçlerine geçiş yapmış bulunuyor.
afrin'de henüz patlatılmadıysa bunun da üzerine iki adet t-72, bir adet de t-55 tankları var.
---
küçük bir karşılaştırma yaparsak ypg'nin elindeki cephanelik pkk'da 30 yıldır gördüğümüze kıyas kabul etmeyecek kadar modern. cephane stoğu ve yığınağını tabii bilmek mümkün değil ancak bu bireysel ve özellikle de antitank silah teknolojisi umarım pkk aracılığı ile sınırdan içeri bir şekilde girmez. afrin öyle çocuk oyuncağı bir yer değil. ele geçen silahlar yanyana bir dizilince kim ne vermiş neyi görmemişiz daha rahat anlaşılacaktır sanırım. -
asker cenazelerinde artık segah tekbiri çalınacak
o madalyonun birkaç yüzü var. işin içinden çıkmak o kadar da kolay değil.
öncelikle şehadet nedir?
a- kelime anlamıyla bir ülkü uğruna canını feda etmek. (bkz: martyrdom)
b- islam sünni anlayışıyla allah yolunda can vermek (mesela bazı ilk müslümanlar, sümeyye - yasir vs)
c- daha geniş anlamda islam'ı yaymak için savaşarak ölmek (bir ucu bedir - uhud diğer ucu cihad kültürü)
türk silahlı kuvvetleri açısından şehitlerimiz bu grupların hangisine giriyor dersiniz?
evet türk askeri kültüründe akıncılık uzun süre kullanımda kalmış bir ekoldür. düşmanın komşunun toprağına müslüman olmadığı müddetçe akın yap, yaşarsan devam. ölürsen düşman genelde "gavur" olduğundan işin ucunda şehadet var. kitapta cennetin açıkça müjdelendiği şehit kavramı buradan geliyor.
akıncılığı bırakıp düzenli batı modeli orduya geçtiğimiz 1820'lerden 1918'e kadar osmanlı ordusunda şehitlik teoride yine yalnız ve yalnız din orjinli gibi görünüyor. vatan uğruna ölmenin de yüceltildiği özellikle 1870 sonrasında epey örnek var ancak şehadet cennete gidilen peygambere orada komşu olunan falan bir kavram. padişah başta olduğu müddetçe şehadetteki islam vurgusu kesinlikle değişmemiştir. buna rağmen osmanlının da hasır altı ettiği bazı konular da yok değil. mesela birinci dünya savaşı tüm cepheler toplamında 215 tabip subay şehit olmuştur. bunların 82'si ise gayrımüslimdir. osmanlı buna rağmen bu subaylara şehit demekten ve yakınlarına şehit hakları sağlamaktan imtina etmemişti. yani son zamanlarında ulus bilincinin de ufaktan konuya duhülü yok değil. böyle bir husus mesela yeniçeri ocağı varken mümkün değildi. zaman geçip gayrımüslümler eşit haklara sahip olunca bu iş biraz değişti. hatta şehit olmak için düşmanla (halifenin düşmanıyla) savaşırken ölme gerekliliği de bir miktar silindi. mesela ertuğrul faciası şehitleri ölürken bir düşmana karşı savaşmıyor da olsalar osmanlı için yine de şehittiler.
türkiye cumhuriyeti ise asker kökenli bir kuruluma sahip olduğundan 700 yıllık ümmet kökenli bir devleti traşlayıp ulus devlete döndürürken bu daha sonra başlarına çok ekşiyecek küçük ama önemli hususu kodifiye etmiyorlar. bir yerde de edemiyorlar. şehit kavramı ordunun en büyük değerlerinden biri olagelmiş. canını kah halife hazretleri kah vatanı için feda etmiş yüz binlerce genci var ordunun. kimisi cumhuriyetin kuruluşundan sadece beş yıl önce toprağa verilmiş. tsk "bundan sonra şehadet vatan uğruna can veren kimsedir" dese o güne kadar vatan için değil de akıncılıkta cihatta veya ne bileyim viyana önlerinde şehit olmuş yüz binleri artık kendinden saymıyor olacak. onun yerine şehadet vatan ve din uğrundadır dese ee hangi din bu? türk devletinin tanımlanmış bir dini yoktur. türkiye cumhuriyeti laiktir. her dine ve bunların her mensubuna eşit uzaklıktadır. içinde falanca dinin ülkede yüzde şu kadar inananı var diye o dine yakınlık veya uzaklık gösteremez. şehadet kavramı da buna dolayısıyla aykırı olamaz. olmaması lazımdır. onu hiç diyemez.
bu sürüncemede kalınca sanırım hiçbir şey dememeyi seçtiler. çok yanlış bir karardı ve işte bugün buradayız. az önce sünni islam anlayışındaki şehitlik ile bir ülkü (mesela vatan) uğruna şehitlik arasındaki ayrımın bilincinde olmayan yüzlerce yorum okudum. "vatan için şehitlik olmaz, şüheda arapçadan geliyor islama aittir" diyen bile var. şahitlik - şehitlik - şüheda - aş şahadu kelimelerinin semitik köküne gidersek proto yahudilere de ait çıkabilir çok üzülürsünüz o yüzden hiç gitmeyin bence o taraflara.
o yüzden artık çok geç de kalınmış olsa bu şehitlik işinin adının bir kere konulması lazım. pkk'ya karşı operasyonda ölenler, trafik kazasında askeri aracı şarampole yuvarlanıp ölenler, izinde ayağı kayıp düşüp ölenler, eğitim birliğinde kaza sonucu ölenler bizim anlayışımıza göre şehittir. çünkü bu insanlar kendi hayatlarını daha yüce bir başka ülkü uğrunda kah savaşırken kah hizmet ederken kaybetmişlerdir. onların bu fedakarlığını hatırlamak ve onurlandırmak bizim için bir ödevdir. onlar ve onlar gibi onbinler yüzbinler ve fedakarlıkları olmasa bu ülkenin neler kayıp edeceğini kimse hesap edemez.
islam inancında ise bu yukarıdaki örnekler fıkıha göre cennette muhammede komşu olamayacaktır. ölümlerinde islama göre şehadetin gerekleri yerine gelmiş değildir. hatta bu örneklerde neme lazım müslüman olmayanlar bile bulunabilmektedir. ama kimsenin gtü şehit ailesine gidip islama göre sizin oğlan şehit değil çok da sevinmeyin demeyi yemeyeceği için islam uleması bu konuda hep sessizdir. bu ülkenin seküler milliyetçi en üst değerlerinin islamın değerleriyle aynı ismi kullanmasına hiç ses çıkarmazlar. kafayı çevirip başka yöne bakarlar. statüko diyanetin işine yarar. bir de hiç yoktan seküler milliyetçi bir kliğin dinden muaf şehitleri olmasını çekemezler.
bu bağlamda zaten birbirine girmiş bir şehadet terminolojisi varken chopin cenaze marşıyla ıtri efendi'nin segah tekbirinin karşı karşıya gelmesi bile yüz yıllık bir ihmalden kaynaklanıyor. ıtri efendinin eseri direkt olarak sünni islami bir çağrışım yapıyor ve dolayısıyla şehit törenlerinde onu çalarak şehidin sanki bir cihat şehidiymiş gibi uğurlanması garabetini izliyoruz. acemi birliğinde zehirlenerek ölen ve bu vatanın bir şehidi olan çocuğun segah tekbirle ne alakası var ki? chopin'in eseri ise gayet seküler, dinden imandan bağımsız, acıya ve hüzne odaklanmaya çalışan dünya kültürünün güzide bir eseri. bu topraklara ait olmasa da şehidin islam sancağı altında cihat için değil de vatanı için şehit olması yüzünden gayet iyi bir seçimdi. tüm dünya ordularında çalınması artık içtihat olmuş bu parça yerine yok illa chopin polonyalı diye beğenmiyorsanız, bir türk bestekarın onun yerine tören adımına ve olayın hüznüne uygun bir türk parça bestelemesi çok mu zordu? bu ülkede konservatuar mı yok?
ama dert o değil tabii. asıl dert ordunun daha da islamlaştırılması. cumhuriyet için canını veren kubilay'ın cihad için ölen kesime çaktırmadan ilave edilmesi. sanki hiç bir şey olmamış türk milleti uyanmamış gibi ışıkları iyice kapamak. ulus devlet hiç olamamış yobaz sürülerin gelecek seçimdeki oylarına bir göz daha kırpmak. peki madem o geri dönüşü olmayan yola giriyorsunuz bari hazır orduyu islamlaştırmışken şehit kimdir neye denir onu da bi yazıverin de yüreği islamdan ziyade vatan için çarpan bizler de ne için ölüyoruz onu bir bilelim artık yav. -
tank çağının sona ermesi
cevap yazmaya üşenen birkaç yazar gördüm ki acılarını paylaşıyorum. yalnız değilsiniz ama ben dayanamadım. argüman asker olmayanlara göre mantıklı olabilir ama bu da genel itibariyle zırhlı harekattan, modern zırhlı birliklerden, bunların kompozisyonundan planlamasından kabiliyetlerinden bihaber olmanızdan kaynaklanıyor.
ana argüman genellikle şunun etrafında dönüyor. rpg-2 , rpg-7, milan, tow, javelin gibi sistemler tankların artık canına okuyorlar. peki neden hala tank var? tank çağının artık sonunda olmalıyız o vakit. böyle mi?
ilk bakışta akla yatkın gelen bir şey tabii. bir ana muharebe tankı (amt - mbt) 4+ milyon dolar değerinde. bunu faal halde tutmak tank garajda yatıyorken saatte 24 dolara, hareket halindeyken kilometre başına 92 dolara patlıyor. bir tank her katettiği kilometrede 92 dolar yedek parça masrafı çıkarıyor yani. benzini dünya üzerinde başka hiçbir aracın içmediği gibi içiyorlar. (3lt/km asfalt yolda 5lt/km arazide) üstüne 4-5 mürettebat taşıyorlar ve 20 dolara alınmış bir kaçak rpg7 bu maliyette bir silahı bazen elimine ediyor. o zaman neden hala tank?
savaş sadece sizin gördüğünüz gibi öso ışid ya da taliban ile koalisyon güçleri arasında geçen bir şey değil. konvansiyonel savaş, yani savaş dediğimizde aklımıza ilk gelen şey, iki ordunun birbirlerine modern silahlarla girişmesi şeklinde vuku buluyor. tank bu tip bir savaşın halen tartışılmaz baş aktörü. dağlık ormanlık olmadıkça müstahkem mevzilere az kayıpla saldırabilmenin ve düşmanın zırhlı saldırılarını kesebilmenin tek yolu tank. antitank silahları gelişiyor evet ama tankın yerine koyup kayıp oranını azaltabilecek de elimizde bir şey yok. diğer taraftan hava üstünlüğü de tank kullanma gibi bir avantajınız varsa bunu kullanabilmenin tek yoludur. 3000 tankınız olsun ama tank savaşını en çok kayıran arazi olan çölde bile olsa tankları koruyacak hava üstünlüğünüz yoksa bağıra çağıra rezil olursunuz. (bkz: körfez savaşı).
tarihte özellikle de kursk savaşı günlerinde tank dediğiniz şey askeri gücün saf katışıksız simgesiydi. ne kadar güçlü bir ordunuz olduğu ülke olarak kaç tümen asker çıkardığınızın yanında bunların ne kadarının zırhlı tümen olduğuyla da çok alakalıydı. almanlara sağda solda panzerler dememiz bir yerde bu sebepledir. tankla özdeşleşmişlerdir. günümüzde ise şehirlerde ve ormanlık arazide tankın sınırlarını çok daha iyi bildiğimiz için mesela ikinci dünya savaşının tank sayısında rekortmen olan ülkelerin o kadar da yüksek miktarda tankları olmadığını görüyoruz. günümüzde 7000 tank yapıp düşmana salmak yerine tank tiplerini ve kabiliyetlerini, mürettebat eğitimlerini ve mühimmat özelliklerini geliştirip tankı müşterek operasyonun bir parçası yaparak kullanıyoruz. 1916 cambrai savaşındaki gibi tankın yenilmezliği falan tabii artık yok ama tank çağı komple kapandı diyen de çok gülünç duruma düşer.
rpg2-rpg7 gibi omuzdan ateşlemeli roketlerin modern tanklara olan etkisini de bilmeden konuşmamak gerek. rpg serisi silahların ekserisi çukur imla haklı eriyik bakır ile tank zırhı deliyorlar. tank zırhı da artık düz çelik plakalardan oluşmuyor. seramik katmanlar arasına sandviç yapılmış çok yüksek patlayıcılarla çukur imla haklı mermiler tankın sadece çizip geçiyor. 2003 ırak işgalinde bir m1a2 abrams tankı 21 rpg isabetiyle mürettebatını korumayı başarmıştır. kendisine saldıran ırak taburuna ise bu tankın boyasının çizilmesi 56 ölü askere patlamıştır. ha rusların en yeni tandem rpg7vg arka arkaya konuşlu roketleri m1 şobham zırhını çok zorlamaktadır ama tank yine de tanktır. tankı bazen böyle tehdit ettiğinize bakmayın. tankın kendisi tehdittir. doğuş amacı budur.
suriye'de afganistan'da ırak'ta gördüğümüz bütün o gerilla antitank operasyonları ise çok farklı bir minvalde gelişiyor. tanklar gerilla güçleriyle savaşırken mecburen piyadeye atış desteği için otonomiden kısıp yakın desteğe geliyorlar. zira gerilla terörist dediğin de ulaşılması güç yerde üslenip saklanan adamlar. tankın efektifliğini sınırlayan şey de bir yerde bu. herkes tankın nerede olduğunu biliyor, herkes o tankı duyuyor. tank ben buradayım diye bağırarak geliyor zaten. yapılış amacının dışında kullanıldığı için pusuya düşmeye de elverişli bir platform. tankların patladığını biraz bu yüzden görüyorsunuz. bu tankın suçu değil. tank komutanının suçu. piyade desteğinden yoksun şekilde tankla meskun mahalde vigilante hareket edince öso'cular tanka çatılardan diledikleri gibi nişan alabildikleri uygun pusu açıları yakalayabiliyorlar. şehirler ve yıkıntılar tankların mezarlığıdır. tarihte de hep böyle olagelmiştir (bkz: stalingrad). tanklar dolayısıyla anti partizan operasyonunun bir parçası değildirler. hele şehirlerde hiç değildir.
en kötü senaryoda bile tank eskisi kadar kullanışlı invul bir araç değilse bile vurulması yaklaşması patlatması oldukça tehlikeli bir platformdur. nerede saklanıyorsanız saklanın sizi saptadığı anda hiçbir bina sizi 100% koruyamaz. tek başına hemen hemen hiç hareket etmedikleri için siz delikten burnunuzu çıkartamadan tank desteğindeki piyade tarafından vurulmanız işten değildir. tanka karşı ne yapılabilir? hava desteğiniz veya karşısına çıkartacak kendi tankınız yoksa pek yapacak bir şey yok. milan tow kornet sagger spigot gibi antitank platformlarına rağmen dünyanın her ordusunun hala ciddi sayılarda tank ihtiyatı bulundurmasının ana sebebi de işte bu. diğer platformlar tankın hayatta kalabilme yetisinin yarısına bile sahip değiller. elde arazi tutamazlar, saldırı defedemezler. ancak karşılaştıkları saldırıdaki zırhlı faktörü belli bir yüzdeyle elimine ederler. o da sıcak savaş ortamı, eğitim, mühimmat kalitesi, personel geçmişi o günkü hava durumu, hava üstünlüğü gibi mevzular işin içine girince %10 seviyelerine kadar gerileyebilir. tankı %10 şansla durdurmak için bir insan hayatı tehlikeye atarsınız. tank orada tehdit olmayı %90 sürdürür. tow operatörünüz de %90 ölür. insan hayatına değer veriyorsanız tahammül edebileceğiniz bir kayıp oranı değildir bu.
1960'larda ilk atak helikopterleri çıktığında da askeri analistler aynı şeyi yazıyordu. ah-1 kobra ve mi-24 hind varken neden hala tank üretiyoruz? çünkü atak helikopterleri araziyi elde tutamıyor. eninde sonunda eve geri dönmek zorunda kalıyorlar. tanklardan çok daha kırılgan şeyler ve çok da pahalılar. tank ise hayatta kalma oranı çok yüksek bir şekilde mobil atış platformu olma iddiasını hiçbir zaman bırakmıyor. tankın yerine koyabilecek hala hiçbir şey yok.
sonuç olarak :
tank çağı sona erdi mi? : kesinlikle hayır.
tankların zayıf noktaları var mı : çok var ama uygun taktiklerle bunlar minimize edilebiliyor.
tankın yaptığı işi yapabilecek daha güvenli bir şey yok mu : yok
ama ypg tankı olmadan menbiç'e girdi? : tankları olsaydı tankla destek de vermez miydi? 4 milyon dolarlık bir platformu kullanmayıp karşılığında 4 yerine 50 asker öldüğünde bunun hesabını vermek sizi germiyorsa mevzilenmiş düşmana karşı piyadeyle aynı operasyonu deneyebilirsiniz tabii.
m60 tankları 1960 model? : israil modernizasyonundan sonra 2007 model. ana silahı 105-120 mm smoothbore. apfsds mühimmatı ateşleyebiliyor. şasisi oldukça iş görebilir vaziyette. o platformun konuşlandığı ikinci ordunun karşısında da modernizasyona girmemiş t-54/55 - 62-64 - 72 tankları vardı. bunun da yanısıra üretim yılı silah teknolojisinde her zaman büyük bir anlam ifade etmez. mesela m2 12.7 browning uçaksavar 1930 model. şu an tekerlekli herşeyin üzerinde kullanıyoruz gayet de güzel çalışıyorlar umarım değiştirmezler.
yol kenarına bomba döşeyip tankı patlatıyorlar : evet ied / eyp 'ye karşı genel tank sayısını azaltıp daha gelişmiş modellerde zırhlı araç varyetesinin yolunu açmak şu anda dünyadaki trend. bunun bir sonraki adımı drone-tanklar. ondan da sonrası benim hayalgücümü aşıyor. ama orada bile tank çağı sona ermiyor. -
29b6 konteyner
rus 3000 kilometre menzilli anti-balistik füze erken uyarı radarı.
adı konteyner olunca gemicilikle alakalı bir terim gibi duruyor ama değil. "durumu kontrol altında tutma" anlamında bir container bu. 2013'te prototip olarak sahaya sürülen ve rus ordusundan nato'ya bir şekilde* sızdırılan bilgilere göre çok beğenilen kabiliyetlere sahip bir ufuk ötesi radarı.
ufuk ötesi radarları klasik radar'ın radar ufku ötesinde kalan alanı iyonosferi bir ayna gibi kullanarak görebilen çok uzun menzilli, yere sabit ve aşırı maliyetli sistemlerdir. 100 ve üstü sayıda anten kulesi yanyana inşa edililiyor. bunlar da kısa dalga sinyalleri troposfere atarak binlerce (bazen yüzbinlerce) km ötede uçan cisimleri saptayabiliyorlar. radar ölü alanı bırakmıyorlar ve balistik füzelerin kalkışı gibi hayati öneme sahip bilgileri edinmede çok avantaj sağlıyorlar.
29b6 her biri 34 metrelik 144 anten kulesine sahip. bunlar 100 kilometre irtifada 3000 kilometrelik bir alanı tarayabiliyor. ilk sahaya sürüldüğünde natonun bunu soğuk savaş yıllarındaki hava keşfi uydu keşfi gibi yöntemlerle bulması belki on yıl alacakken çok beklenmeyen bir şekilde siviller tarafından keşfedilmiştir. hikayesi de şöyle ki amatör radyo istasyonları 9.2 ila 19.745 megahertz bandında gezinirken 2013 yılı sonbaharında ilginç bir puls yakalarlar. bu dalga kısa dalga bandının daha önce işaretlenmemiş bir noktasında seri aralıklarla saniyede 50 puls gibi korkunç bir tekrarda 14 megahertz aralığında çalışmaktadır. yok uydudur yok sputniktir yok israil atmosferde deney yapıyor derken evinin garajında oturup radyo bandı çeviren adamlar bunun ne olduğunu anlayamazlar. bir süre sonra bu aralığa ağaçkakan adını verirler. zira bandı saptayıp kulaklığı taktığınızda aynı seri bir şekilde ağaca girişen ağaçkakan gibi trrrrrrrrrrrr diye bir ses alınmaktadır. kendi forumlarında falan da uzun uzadıya teknik bilgilerine kadar bu şekilde yazarlar (sağolsunlar)
bilahare spektrumda böylesi açıklanamayan bir husus tabii ki us eufor ve nato ncia sinyal istihbarat departmanlarının ilgisini çekiyor ve yeni bir rus erken uyarı radar platformuyla karşı karşıya olduklarını anlıyorlar. farklı ülkelerde senkronize çalışan iki radar alıcısının verilerini karşılaştırarak ortalama bir gps haritasında koordinat çıkartıyorlar ve radar alıcılarının yerini kısa bir arazi gezintisi ile googlemapste görebiliyoruz. şunu da aklınızdan çıkarmayın,francis gary powers u2'siyle sizin ekran başından böyle görebildiğiniz netliğin çeyreği kadar casus hava fotoğrafı çekebilmek için 1960'ta g.tüne füzeler yedi stratosferden paraşütle atladı sovyetlerde yıllarca hapis yattı, dünya nükleer savaşın eşiğine geldi falan. şimdi ise durum böyle, evinin garajında ham radyo ile uğraşan adamlarla ofisinde googlemaps inceleyen biri çok gizli tasnifli düşman istihbaratını elde edebiliyor.
o kadar da değil, hattın alıcı sigint işlem merkezi de açıklayamayacağım bir yöntemle bulundu. o da burada
google maps ile askeri istihbarata hoşgeldiniz. cetveli gönyeyi koyarsanız radar 240 baş* ile güney ucu varşova kuzey ucu norveç bodo arası bir alanı tarıyor. yani ruslar en modern array radarlarını oraya çevirdiklerine göre, o yaklaşma noktasından balistik füze bekliyorlar. o hattın tam ortasında da baltık kuzey denizi norveç açıkları var. büyük ihtimalle anti-denizaltı slbm kabiliyeti geliştirmeye çalışıyor diyebiliriz putin reyiz.
radar platformunun ayrıntılı dökümü ve teknik tasnif dışı bilgileri (rusça) burada -
ordu
ordu diyince insanın özellikle de sivil bir insanın aklında oluşturduğu imgeyi hep merak etmişimdir. tabii terminoloji ordu diyince türk ordusu ile türk ordusuna bağlı atıyorum birinci ordu'ya da aynı isim verildiği için karıştırmak kolay ancak benim bahsettiğim birinci ordu gibi bir şey. kolordudan kalabalık olan 4 yıldızlı askeri birlik. ordu diyince yanyana dizilmiş onbinlerce asker gibi mi düşünülüyor?
tanımı zor değil ama açıklaması zor bir şey. ordu 80 bin ve üstü askerden oluşan operasyonel kabiliyeti ve selahiyeti olan askeri birliktir. en büyük müdür? türk ordusunda evet. ama bir ordu ve üstüne yancıları bazı askeri birimleri de ekleyip merdiveni daha da çıkabiliyorsunuz. iki ordu birleşip ordular grubu oluşturabiliyor. iki ordu ve üstüne bazı tümenler birleşip bizim literatürde kurtuluş savaşından bu yana çok kullanılmayan bir "cephe" oluşturabiliyor. (1. beyaz rus cephesi gibi). tanımı yapınca bir şey anladınız mı? hayır. gayet normal, görmeden aklın alacağı türden bir şey değil çünkü.
bir ordu nasıl hareket eder, nasıl yaşar, nasıl intikal eder, nasıl beslenir? ordunun bir biçimi var mıdır? neye benzer bu ordu?
gerçek olan örnekten gidelim. karargahı selimiye kışlasında bulunan 1. ordu. tam 120 bin kişilik bir birliktir. araçları ve silahları hariç eski ali sami yen stadını 5.5 kere doldurup boşaltacak bir kalabalıktan bahsediyoruz.
1. ordu kendi içinde 2. kolordu, 3.kolordu ve 5. kolordu olarak üç ana başlığa bölünüyor. bu kolorduların her biri birbirini destekleyen ancak operasyonel olarak otonom ancak bağımsız olmayan birlikler.
mesela 1. orduya bağlı 2.kolordu çanakkale gelibolu'da üslenmiş. bu kolordunun 4. mekanize piyade, 8. mekanize piyade (tekirdağ) ve 18. mekanize piyade (çanakkale) olmak üzere üç tugayı var. üstüne 95. zırhlı tugay (malkara) tanklarıyla 2. kolorduya bağlı. bu tugayların her biri aynı kolordunun orduya oranında olduğu gibi otonom. yani operasyonel anlamda otonomlar. kertenkelenin kuyruğu gibi kesseniz hareketi sürdürür bunlar. kendi topçu birlikleri kendi keşif birlikleri, kendi muhafız taburları, kendi bakım bölükleri, kendi karargah bölükleri var. bu tugayı kolordudan çıkartıp başsız olarak araziye atsanız ve şurayı tut deseniz çok büyük oranda sekteye uğramadan erzak ve mühimmatı ikmal ettiğiniz sürece organizasyonunda çok büyük değişiklik olmaz. bu da tugay kendi kendine yetebilen en küçük birlik olduğundan böyle. mesela bu tugayların bir piyade alayına aynı emri verseniz onu yerine getirmek için herşeyi yoktur. ya indirekt topçu desteğinden mahrum kalır ya antitank kabiliyeti zayıftır, ya da intikal edecekse araçlardan yoksundur. yürümeye başlarlar.
1. ordunun 3. kolordusu bir nato rapid deployable corps. yani nrdc-t. içinde hala bir tümen olan az sayıda kolordudan biri. 52. taktik zırhlı tümen (hadımköy), 2. zırhlı tugay (kartal), 66. mekanize piyade (hasdal), 23. taktik motorize tugay (samandıra metris) olmak üzere 1. ordunun istanbul içindeki zırhlı rezervini bu kolordu sağlıyor.
1. ordunun 5. kolordusu tekirdağ çorlu'da üslenmiş.bu kolorduda 1. zırhlı tugay (babaeski), 3. zırhlı tugay (çerkezköy), 54-55 ve 65. piyade tugayları (edirne çevresi ve lüleburgaz). kolordunun has zırhlı süvari taburu (süvari diyince at yok tabi zma var artık), 105 topçu alayı ve kolordunun has istihkam alayı var.
bu kolordular harici 1. orduda 15. piyade tümeni (izmit köseköy) ve samandıra'da 4. kara havacılık alayı var.
karışık mı? bunlar henüz orada duruyorlarken karışık. bir de bunlara bulgaristan'a yürü emri verilse ne olacak?
benim hayalgücümde ordu voltran ile ahtapot arası bir şeye benziyor. voltran çünkü bütün o elektronik aksam voltranı oluşturan robot aslanları oluşturuyor. bütün o aslanlar da bir araya gelip yenilmez voltranı oluşturuyorlar. voltran da kılıcını çekip akıyor mu? hayır. çünkü voltran çok biçimli ve yakışıklı bir şey. oysa bölükler taburları, taburlar alayları, alaylar tugayları, tugaylar kolorduları (tümen oluşturamıyoruz pek) kolordular orduyu oluşturdukları zaman haritanın her yerine bir kolunu atmış yüzlerce kolu olan dev bir ahtapot ortaya çıkıyor. bazı kolları zayıf, bazıları zırhlı, bazıları havada, bazıları taş (top) atıyor, bazıları yol yapıp siper kazıp köprü inşa ederken bazıları da yemek bulup getiriyor. ordu böyle bir şey. biçimsiz ama orada. sıvı gibi.
böyle bir canavar ne yer?
lojistik bilimi zaten bu canavarı doyurmak için ortaya çıkmıştır. zira ordu denen yaratık dünyaları verseniz yese de doymaz. ordu beslemek kadar maliyetli ne olabilir diye düşününce hiç tek kalem bir şey bulamıyorum. açık ara dünyanın en doymaz şeyi ordudur. aça aça gidelim.
120 bin askerin ihtiyacından bahsediyoruz. önce dayanıklı tüketimleri var. 120 bin adet yatak. 120 bin yatağı alacak tesis. 120 bin çelik dolap. 120 bin piyade tüfeği.
120 bin askerin ısınması için gereken yakıt. 120 bin kişilik kaynayan bir yemek kazanı. 120 bin kişilik bir kantin sistemi, temizlenmek ve içmek için su. araçlarına koyacakları yakıt. araçlara ve tanklara ayrı hangar ve alet edevatları. 160 bin çift bot. 160 bin üniforma + kaban + şapka + palaska. terzi saraç baytar çamaşır için hammadde ve kimyasallar. barışta minimum istihkak her an hazır olmak üzere 9 milyon 600 bin 7.62x51mm mermi. milyonlarca 12.7mm, 14.5mm, 60mm, 81mm, 120mm mühimmat. 120 bin kişilik tıbbi malzeme. 120 bin kişilik şahsi temizlik malzemeleri, 120 bin askerin derdini ölenini kalanını suçunu cezasını terfisini çevirecek kırtasiye malzemesi, telefon ağı ve elektronik ekipman parçaları, oluşan çöpleri yokedecek bir sistem ve bu devasa makineyi çevirecek enerji.
bir ordunun bir günde ihtiyacı olan ikmal barış anında böyle böyle tam 750 tona varıyor. ve bunun optimize edilebilmesi korkunç zor. yemek illa ki artıyor. ertesi gün illa ki birileri yiyemiyor. ilaçlardan bir tanesi illa ki eksik çıkıyor. bazı ilaçlar illa ki ihtiyaç fazlası oluyor. herşeyin bir raf ömrü var ve düzenli olarak değiştirilmeleri gerekiyor. dahası bu ordu daha yerinde duruyor vaziyetteyken karşılaştığımız durum. sefer anında 750 - 1000 ton malzemeyi orduya ulaştıracak bir de lojistik sistemi gerekiyor zira ordular şehirlerde konaklarken şehir altyapısını kullandıkları için bir de üstüne kendi enerjilerini üretmek falan zorunda değiller. üstüne üstlük 1000 ton malzemenin her gün nasıl taşınacağını geçtim "buyrun komtanım bugünlük istihkakınız 1000 ton buraya bırakıyorum" da diyemiyorsun. her kolordunun her alayın her taburun her bölüğün o 1000 ton ikmalin içinde farklı istekleri var. her birliğin s4 subaylarının kolorduların depolarından gidip alacakları günlük listeleri var. bu da tabii en iyi senaryo. ikmali vermişssiniz de s4'ler gidip ihtiyaçlarını alıyorlar. düşman arazisinden partizanından teröristinden sıyrılıp trenlerle günlük 1000 ton ikmali başardınız falan sonra bu olaylar.
peki bir ordu nasıl hareket eder?
"yavaş" ilk akla gelen kelime. bunun antitezi olan komutanlar askeri tarihte hep hatırlanır. yıldırım bayezid orduyu hızlı yürütebildiği için yıldırımdır. jan sobieski bütün polonyayı viyana kapısına 5-6 günde getirdiği için büyük generaldir. heinz guderian mayıs haziran 1940 arası alman panzerlerini öyle bir koşturmuştur ki hitler hayatında herhalde ilk kez bir generaline "lan oğlum yavaş git önünden alan mı var" tarzında bir şeyler demiştir. tabii bu işin parlak kısmı. normalde birinci ordu kafanızda canlandırdığınız gibi trakyaya çöreklenmiş her kolu edirnenin kırklarelinin istanbulun bir yerinde kafası da selimiye kışlasında olan dev bir ahtapot olunca kusursuz bir "all out" ilerleme iyimser bir şeydir. illa ki bir tugay geride kalır, illa ki bir tugay düşmana çatar, pusuya düşer, hatlarından sökülür, zırhlı birliklerden biri illa ki guderian gibi artçı birlikleri beklemeden dünyayı fethetmeye koşar. partizan illa ki demiryollarını patlatır, düşman hava gücü gündüz ilerlemeyi illa ki zorlaştırır. velhasılı ordu günde tüm unsurlarıyla 10 kilometre ilerleyebiliyorsa öpüp başınıza koyarsınız. 1945'te polonyadan zincirinden boşanmış gelen rus kızılordusu 600 kilometreyi 68 günde savaşarak geçmiştir. onlar da öyle bir değişik bir ordu kültürüdür. kızılordunun lojistik kabiliyetini alman general hasso von manteuffel hatıratında şöyle anlatır :
""kızılordunun ilerlemesi batılıların hayal edemeyecekleri birşeydir. tank öncülerinin arkasında, çoğunluğu atlı olan büyük bir sürü gelir. asker sırtında yürüyüş sırasında tarla ve köylerden topladığı kuru ekmek parçaları ve ham sebzelerle dolu bir torba taşır. atlar evlerin çatılarındaki samanı yerler ve bunun dışında çok az yem verilir. ruslar, ileri harekat yaparken üç haftaya varan sürelerde bu ilkel tarzı sürdürebilirler. onları, herhangi bir ordu gibi, ikmal hatlarını keserek durduramazsınız çünkü vuracak ikmal kollarını çok nadiren bulabilirsiniz.""
bir ordunun ilerlerken böyle işgal ettiği toprağı soya soya ikmalinin en azından bir kısmını karşılaması askerlik mesleği ve teorisinin herhalde en eski opsiyonlarından biridir. romalılar devrinde bir lejyonun ikmalinin neredeyse tamamı lokal karşılanıyordu. demiryollarının icadına kadar da bu böyle sürmüştür. ancak ordu ikmalini sanat haline getiren de napoleon'un kendisidir. rusya ya 1812'de yürüyen grande armee örnek vermek gerekirse yiyecek konusunda lokal kaynaklara tamamen bağlıdır ancak bazı kurnaz metodlar da keşfetmişlerdir. bunların en bilineni çakıl taşı çorbası'dır.
fransız ordusu yiyecek ikmalini alay seviyesinde karşılamaktadır. yani her alayın kazancısı geçtikleri 24 kilometrelik bir stripteki bir yerleşim yerine giderek yerel halktan yiyecek talep etmektedir. alamazsa satın almaya çalışmaktadır. satın da alamazsa bir sonraki yerleşim yerini denemekle zorla derdest arasında gidip gelmektedir. fransa belçika almanya avusturya polonya kolay geçilir çünkü yerleşim yerleri arası mesafe çok değildir ve yiyecek tedariki nispeten kolaydır. ancak polonyanın doğusunda düşman halk yüzünden yiyecek ikmali sekteye uğramaya başlayınca fransız kazancılar köy merkezlerine dev kazanlar kurarak gayet teatral boyutlarda gösterilerle çakıl taşı pişirmeye başlarlar. köylüler bakar ki askerler ciddi ciddi taş pişiriyor. "lan taş yenir miymiş?" diyerek yakından bakmaya başlarlar. sonra üniformalı kazancıbaşı kepçeyi pişen taşın suyuna daldırıp bir hürrp diye tadınca kafa sallayıp gülümseyerek: "oh şahane ama biraz da havuç olsa daha iyi olurmuş" der. hayırsever biri hemen havuçları getirir ve bunlar çorbaya eklenir. 5 dakika sonra kazancı bu sefer "mon dieu! efsane bir çorba ama şalgam da eklense fena olmaz" diyince bir başkası da sırf merakından onu tedarik eder. böyle böyle eklemelerle köy meydanında bir saat pişen çakıl taşı çorbası muazzam bir sebze çorbası halini alır. köylüler de nihayetinde gizli bir tarif aldık diye, fransızlar da doyduk diye sevinirler. ordu tok karınla yürümeye devam eder.
ikmal neyse ki günümüzde daha dürüst bir hale gelmiştir.
bir ordu nasıl savunur?
bunu açıklamak çok güç. birinci dünya savaşı örneğinde bir cephe hattı vardır ve ordu komutanına 50 kilometrelik bir hattı 120 bin kişiyle tutması emri verilir. statik anlamda değerlendirildiğinde beton koruganlar siperler ve dikenli tel yardımıyla çok da zor bir iş değildir zira ww1 batı cephesi hareketli bir şey olmadığı için bunların istihkamcısı mutfağı karargahı hastanesi vesaire hep hattın hemen gerisindedir. ordu denen ahtapotun bir kolunu kesersiniz, acısının yerini hemen farkeder ve oraya 4 kol(ordu) yığar. 4 kolu kesemezsiniz. ordu kendini 1915'te böyle savunur.
1944'te ikinci dünya savaşı örneği öncekine kıyasla korkunç bir disparitedir. barbarossa harekatında baltık denizinden karadenize kadar olan kuş uçuşu 1500 kilometrelik devasa bir cephe 3 ordu grubunda 188 alman tümeni tarafından tutulmaktadır. ordu artık zırhlı, mekanize ve motorize kabiliyetleri yüzünden 50 kilometrenin çok üzerinde bir nüfuz alanına sahiptir ama bu da artık siper kazıp dikenli tel dizip düşmanı bekleyemeyeceğiniz anlamına gelmektedir. artık mobil savaş dönemidir çünkü. ordu denen ahtapot bu yıllarda gözlerinin yetmediği uzaklıklara zayıf bacaklarını gönderip arazi ve düşman keşfi yaptırmakta, hava üstünlüğü ile görebilmekte, zırhlı karşı saldırıya karşı derinlemesine savunma falan yapmaktadır. savaşa savaşa çekilmenin ve düşmanı bu oynak savunmada yıpratmanın kitabı bu aralar yazılmıştır.
1950'de kore'de bm ordusu denen ahtapotun her kolu farklı bir renkte ve hepsi farklı bir dil konuşmaktadır. kıyıya inchon'dan çıkan ordunun yalu nehrinde çin'den beklenmedik bir saldırı yiyip tepetaklak olması haricinde geri çekilip savunmasını sürdürebilmesi az buz bir başarı değildir. 1950 yılında ordu ahtapotun kaç kolu olduğuyla değil, kolları arasındaki koordinasyon ve organizasyonuyla güçlü addedilmektedir.
1965-73 yıllarında vietnam'da ordu incelenmesi farz olan bir şeye dönüşmüştür. air cavalry ve helikopterin agresif kullanımı ile amerikan ordusu ve arvn kuzey vietnam ve vietkong ile hiç kesin sonuçlu bir karşılaşma yaşamasa da küçük ünite taktikleriyle korkunç sahneler yaşanmasına sebebiyet vermiştir. bu yıllarda ahtapot saigon'da oturmakta ve yüzbinlerce kolu (müfreze) ile vietnam'ın her yerini probe'lamaktadır. ancak bu da savaşın bir sonucunun olmamasına sebep olacaktır.
günümüzde ordu kendini nasıl savunur? alan hakimiyeti olarak napoleon nasıl savunuyorsa öyle, sürat olarak von kleist don üzerindeki rostov'u nasıl terkediyorsa öyle, ikmal gücü olarak macarthur yalu'ya nasıl yığdıysa öyle. atıyorum bulgaristan üzerinde savaşılan teorik bir rus zırhlı işgali için düşünürsek 1. ordunun 5. kolordusu atıyorum ruslardan dayak yerse 1. ordunun tüm unsurları ona yardıma gitmiyor. cannae savaşından bu yana harekat sahası combat width denen bir mevzu var. birlikleri zayıflatma pahasına açmak gerekiyor. 3. kolordu zırhlı bir karşı saldırı ile sağ kanattan yarma başlatacak bir şok uygulayarak 5. kolordu üzerine baskıyı hafifletmeye çalışıyor. 2. kolordunun tugayları açılarak sol kanattan beşer kilometre aralıklarla probe saldırılara başlıyorlar ve boyutlarına kıyasla çok daha büyük bir birlik izlenimi vererek rusları bir çifte torbalamayla karşı karşıya kaldıkları gibi yanlış bir hava yaratıyorlar. 5 kolordu iki tugayıyla 2 kilometre geriye çekilerek savunma hattını tekrar tesis ediyor ve takip eden rus zırhlı kolunu kıskaca alıyor. sol kanat zırhlı yumruğu vurup sağa döndüğünde kıskaçtaki ruslar %65 kayıp oranlarını bulup alanı terkediyor ya da teslim oluyorlar. en azından plan bu. bir plan var.
gibi gibi... ordu boyutundaki birliklerin operasyonel opsiyonları da bir o kadar büyük.
von manteuffel'in hitler ile ilgili yazdıklarını alıntılayarak bitirelim:
"hitler epey çok askeri literatür okumuştu. askeri açıklamaları dinlemekten de çok keyif alıyordu. birinci dünya savaşındaki onbaşı olarak şahsi deneyimi ile birleştirildiğinde alt kademe askerlik ile ilgili çok iyi bir bilgi birikimi edinmişti. bunlar daha çok farklı silahların özellikleri, arazinin ve hava şartlarını önemi ve askerin düşündükleri ve morali üzerine yoğunlaşıyordu. özellikle askerlerin nasıl hissettiklerini ölçme konusunda çok iyiydi. onunla bu konuları tartışırken fikir ayrılığında olduğumuzu hiç hatırlamıyorum. diğer taraftan stratejik ve taktik kombinasyonlarla ilgili hiçbir fikri yoktu. tek bir tümen seferde nasıl hareket eder ve savaşır iyi anlıyordu ama bir ordu nasıl harekat yapar hiç anlamadı." -
sinop
dört yıl yaşadığım şehir. en son haziran 1990'da gördüğüm halde her ayrıntısını her sokağını tüm dükkanlarını tüm canlılığıyla hatırladığım yer aynı zamanda.
google maps street view türkiye'yi listesine dahil ettiğinden beri boş vaktim oldukça saplantılı bir şekilde sinop gezdiğimi farkettim. yokuşları manzaraları sokakları evleri aklımdaki görüntülerle karşılaştırıyorum. pek çoğu tutmuyor. ne yazık ki her yer apartman dolmuş.
insan çocukluğunu özlermiş. dahası tekrar çocuk olmak için, olamayacağını bilse de suç mahaline döner gibi çocukluğunun geçtiği sokakları gezermiş. derdimin bu olup olmadığı uzun zamandır cevabını bulamadığım bir soru olduğu için, çocukluğunun geçtiği yerlerden uzak kalıp uzun yıllar sonra dönen insanların hikayelerini de saplantılı bir şekilde okumaya izlemeye başladım. mesela kıbrıs barış harekatıyla alakalı yazarken denk geldiğim video bloglardan biri çok ilginçti. evinden 21 yaşında sadece ceketini alıp çıkan bir rum kadının uzun yıllar sonra günübirlik izin alıp evini görmesi, içeride yozgatlı bir aileyi otururken bulması, kendi dizdiği taşları, çocukken oturduğu merdivenlerin üzerinde sessizce ayakta durması ve geçen yıllara hayıflanması niye bilmiyorum ama beni benden aldı. ölüm döşeğindeki insanlara kuramadığım empatiyi bu tip insanlara şak diye kuruyorum ve bundan da rahatsız oluyorum. zira bunlarla sanırım bir ortak paydam var. benim de böyle uzun yıllardır dönemediğim bir yer var ve dönünce ne olacağını bilemiyorum.
sinop tam 26 yıldır aklımdan hiç çıkaramadığım bir yer olmayı sürdürüyor. bazen bu çok kafa karıştırıcı hatta korkutucu da olabiliyor. mesela ben ingiltere'de kuzey denizi kıyısında yaşıyorum. bir balıkçı teknesinin sabah düz denizi yararak açılıyor olması 1988 yılında ekim ayında özel bir an'a gönderiyor beni. deja vu gibi değil, ancak gözlerimin önüne tüm gerçekliğiyle gelen ve izlemek zorunda olduğum bir fragman gibi. cumhuriyet ilkokulunda kuzeye bakan pencerelerden birinde denizi izliyorum. siyah önlüklü bir çocuğum. ağzımda simit tadı var. deniz o kadar mavi, gökyüzü o kadar berrak ki tek tük bulutların yansımaları denizin yüzeyinden yansıyor. sabahın ilk ışıklarında bir tekne açılıyor denize ve bu tabloyu ortadan kesiyor. huzurdan başka hiçbir şey yok görüntüde... her anını yaşıyorum bunun. sonra dünya grileşiyor. gerçekleşiyor. yaşamak zorunda olduğumuz kendi zamanımız geri dönüyor. ve artık huzurdan başka şeyler de var. aradan yıllar geçmiş. bunun gibi onlarca anı geçemediğim youtube reklamları gibi beni sık sık rahatsız ediyor.
ama bugün ingiltere'de o havadaki balık kokulu sprey şeklindeki yağmur rüzgar karışımı garip hava etrafımdaki herkesin küfürler ederek andığı bir şey iken ben sinop yüzünden kendimi hiç hissetmediğim kadar evimde hissediyorum. dışarıda deniz kudururken aklıma karadeniz'in geceleri uğuldayan fırtınada köpüklerle kudururken dev dalgaların üzerinde çakan şimşekler ve düşen yıldırımlarla aydınlanması geliyor. anılarımdan kaçamıyorum. yaşadığım yeri biraz onlar için seviyorum. 26 yıldır görmediğim bir şehrin anıları yüzünden.
gözlerimi kapattığımda sinop hala çok güzel. kale etrafında nerede bir boşluk bulsa fışkıran çiçekler, metrekareye düşen üç ve üstü deli, birdenbire patlayan yağmurlar, çingene mahalleleri, köhne ve yıkılmaya yüz tutmuş ama hala direnen cumbalı osmanlı evleri... neden bırakıp gitmiştik ki biz... kim niye bırakıp gider ki sinop'u? bu küçük köhne osmanlı kale kasabası kimin neyine yetmezdi? kalsak olmaz mıydı?
herşeye rağmen ben bir türküm ve 1980'li yıllarda sinop işi olmayan kimsenin gitmeyeceği bir çıkmaz sokak olsa da saplantılı düşünceler/anılar içinde çok taraflı olabilirim. yıllar önce neden pek çok şehirde çocukluk geçirmiş olan ben özellikle sinop'u bu denli özlediğime bir anlam bulma çabası içindeyken aklıma o yıllarda sinop'u mesken tutan amerikalılar geldi. sinop soğuk savaş süresince sovyet sinyal istihbaratının (bkz: sigint) toplanıp analiz edildiği önemli merkezlerden biri olagelmişti. o yıllarda sinopluların iyi hatırlayacağı radardan beyaz shuttle burunlu otobüsle hükümet konağı meydanında inen amerikalılar çok bildik görüntülerdi. artık elimin altında çok daha fazla kaynak ve girebileceğim çok daha fazla askeri kanal olduğu için bu amerikalıların sinopla ilgili fikirlerini merak ettim. belki onlar da dönmek zorunda oldukları için saplantılı biçimde bu karadeniz kentini özlüyorlardı. eğer öyleydiyse ruh hastalığımda yalnız olmayacaktım.
aradığımdan fazlasını buldum. sinop elektronik sinyal istihbarat toplama istasyonu tuslog 4 türkiye'nin nato'ya girişinden hemen sonra karadeniz kıyısı boyunca açılan istasyonlardan sadece birisiydi. 1955 yılında amerika'dan doğrudan sinop'a gönderilen insanların raporları ve anıları çarşaf çarşaf önüme serildi. ve bunlar oldukça da dramatikti. sinop anlaşıldığı kadarıyla 1950'li yıllarda osmanlı döneminde nasıldı ise öyle kalmıştı. o ilk yıllarda giden amerikalıların anılarında "sanki bir zaman tünelinde 1800 lü yıllara geri döndük" haricinde çok fazla veri / girdi yok. 1972 yılında amerikalılar sinop'u karşı cinsle hiçbir yakınlaşmanın olamayacağı bir inziva istasyonu olarak bellemiş hatta eve dönenlere sertifika falan bile yazmışlar. ancak ilginçtir 1966-74 yılları arasında görev yapan 20 yaşındaki bir amerikalı denizcinin ailesine yazdığı mektuplara her nasılsa eriştim. annesi sinoptaki oğluna manhattan new york'tan şöyle yazmış :
"eddie, gönderdiğin resimleri babanla inceledik. oldukça güzel bir yere benziyor. biz bir çölde çadırda yaşadığını düşünmüştük. oysa sen oregon gibi bir yerdesin! doğa sana her uyandığında sana böyle manzaralar sunuyorsa neden şikayet edip duruyorsun? burada bir sokakta doğup bir sokakta büyüyüp bir sokakta ölen insanlar var oğlum. anlattığına göre iyi insanların yaşadığı, kendini dinleyebileceğin deniz kıyısında bir yerdesin. keşke ben de oraları görebilsem"
umarım görebilmişsindir amerikalı teyze!
üssün artık olmayan tabelası
1979 yılındaki sinop ve türk yaşamı hakkında amerikalı personele dağıtılan kitapçık da şöyle :
sayfa 1
sayfa 2
sayfa 3
1991'de kapanan üssün emeklileri bugün karadeniz turlarıyla yaldır yaldır sinop'a geri dönüyor. mail gruplarında gördüğüm kadarıyla herkes çok özlüyor. dünyanın öbür ucu seattle'dan bile gezi tur planı yapan yaşlı asker emeklisi amcalar teyzeler var. bu insanlar kendilerince mahrumiyet bölgesi sayılan bir yere neden dönüyorlar? ne çekiyor bunları?
bu durumda olayın çocukluktan kaynaklanmadığı, sinop'un özel bir çekim gücü olduğunu falan düşünme arifesindeyim. kara kule serilerindeki kule veya gül gibi. niye orada olduğunu bilmediğiniz, orada olmasından memnun olduğunuz, anılarınızda ondan asla kaçamadığınız, aslında hiç de kaçmadığınız, yıllarca sonra hala rüyalarınızda caddelerinde gezdiğiniz, sarı kadir'den tulum peyniri aldığınız, pazarında el örme sepetlere baktığınız, sokaklarında deli selma'dan kaçtığınız, yeşil mavi, deniz ve balık kokan rüzgarlı yer.
dönünce ne bulacağımı bilmiyorum. bir gün ceketimi alıp gideceğim tabii, ama sanırım öyle bir yolculukta en azından yalnız olmalıyım. en iyi arkadaşınıza, eşinize bile durup dururken sokaklarda birden niye ağlamaya başladığınızı anlatamazsınız zira. neyin var falan derler.
sanki ben biliyorum. -
ingilizcede saygılarımla arz ederim diyememek
(bkz: valediction)
victorian dönemi ingiliz yazışmalarına bakarsanız hoşçakal kib bye yazılacağı yere milletin ayağına yatmalı, paspas olmalı bir kalıbın hakim olduğunu görürsünüz. bizdeki üst makama yazılan arzı bugünkü resmi yazışmalarda halen karşılayan bir kalıptır bu. nasıldır? örnek :
"i beg to remain, sir, your most humble and obedient servant."
isim soyisim
(en alçakgönüllü ve sadık hizmetkarınız olmaya devam etmek için yalvarıyorum efendim)
çok mu ağır oldu? napalım ingiliz de böyle arz ediyor. adet böyle. bu kalıp amerikalılarda çok büyük oranda erimiş gitmiştir. ancak yours faithfully, yours sincerely, yours truly diye kaynağını merak etmeden yazıp bitirdiğiniz her resmi yazışma da aslında bir gizli valediction içerir. orada da bilmeden birilerinin en sadıkane (faithfully), en samimi (sincerely), en gerçek (truly) hizmetkarı olduğunuzu beyan ediyorsunuz.bununla da kalmayıp cümlenin tamamı açılsa arzın talebin yanında hizmetkar kalmak için yalvarıyorsunuz. kul köpek oluyorsunuz arz ettiğiniz şey için. yani böyle bir arzetmek var ortamda.
artık dilekçenizde istediğiniz mevzunun ciddiyetine göre arzlardan arz beğenip üst makamınızı yalayabilirsiniz.
bunun böyle olduğunu nereden biliyorum? çünkü bir dönem departman komutanım bir kraliyet hava kuvvetleri (bkz: raf) yarbayıydı. resmi yazışmalarda emaillerde de ingilizce çok arzediliyor ve kul köpek olmaya devam etmek için çok yalvarılıyordu. bilahare kendisi ülkesine geri dönüp yerine bir amerikalı albay gelince regards kalıbına nihayet geri dönüldü. insanın insana kulluğu bitti. outlook rahat nefes aldı. -
türk hava kuvvetleri
(bkz: #60914395) daki b24 uçağının hikayesini anlatacağım demiştim. bugün hatırlattılar elim boşken yazayım.
türkiye'nin ikinci dünya savaşında tarafsız olmasının hava kuvvetleri için çok özel durumlar yarattığını söylemiştik. dünyanın her yerinde birbiriyle dalaşan fw190, spitfire, heinkel 111, hurricane gibi uçaklar türk hava kuvvetlerinde barış içinde ite kaka da olsa uçuyorlardı. ancak yedek parça sıkıntısı öyle seviyelerdeydi ki adana'dan söğüt dallarıyla gelen heinkel uçaklarının yanısıra diğer hava üslerinde de ilginç manzaralar yaşanıyordu. mesela ingiltere spitfire uçaklarını sattığında "basic pack" satmıştı. uçağın yanında yedek bir tek vida bile yoktu. üzerinde ne varsa oydu. mesela 1941 yılında erzincan'da mermileri yüklenen benzin doldurulan bir spitfire kalkıp tüm mühimmatını ateşlerse uçağın tekrar sortiye çıkması en az iki saati buluyordu. çünkü ingiltere tambura ile dolan .303 browning makineli tüfeklerin yedek tamburalarını vermemişti. uçak inince kanat açılacak da, asleha astsubayları onları kanattan alacak, içine mermi dizecekler, uçağa geri takacaklar, spitfire tekrar kalkacak. yani ölme eşeğim ölme bir durumdaydık. savaşa girsek düşmanın öyle aman aman bir şey yapmasına gerek yoktu, hava kuvvetleri barışta da zor uçuyordu.
bunun yanısıra hava kuvvetlerinde uçan 20 küsür çeşitte uçağın hepsinin farklı ülkelerden olması sonucu hangarlardaki kaos inanılmazdı. onun vidası buna uymaz, bunun lastiği şuna takılmaz, onun hortumu inç ayarlı, bunun solenoidi ona kelepçelenmez. yani bu uçaklar nasıl uçuyordu herkes şaşırıyordu. nitekim türkiye bulabildiği her ülkeden uçak satın alarak o sıralarda kanın gövdeyi götürdüğü dünyada en azından modern silahlı kuvvetlere benzer bir şeye sahipti. ırak'ın falan aksine belli bir sayıda uçağımız vardı. ve bunları hep parayı bastırıp almıştık.
ama bazıları da "havadan gelmişti"
amerikalılar pearl harbor sonrası almanya'ya da savaş ilan ettiklerinden hemen avrupa göklerine 4 motorlu bombardıman uçakları getirirler. nazi almanyası sovyetler üzerinde yoğunlaştıkça avcı uçakları hava şemsiyesi sağlayacağım diye doğuya çekilince ingilizlerin yapamadığı gündüz stratejik bombardıman programı da amerikalılar ve bu yeni uzun menzilli uçaklar sayesinde yapılabilir bir hale gelir. lufwaffe'nin ortalarda olmamasıyla ingilizler gece amerikalılar gündüz almanyayı bombalamaya hazırlanırlar. ilk olarak da almanya'da çıkmayan ve dünyada romanya'dan başka kimsenin almanya'ya vermediği petrol ve türevlerini bombalamaya karar verirler. romanya o yıllarda avrupa'nın en büyük petrol üreticisiydi ve tüm üretimini ana kuyularının olduğu ploieşti'den trenlerle almanya'ya yolluyordu. bu ana damarı kesmek alman panzerlerini durdururdu. iyi bir fikirdi.
1 haziran 1942'de b24 uçakları mısır'dan kalkıp romanya'yı vurup mısır'a geri dönmek gibi fecaat bir planla havalanırlar. 56 uçaklık küçük sayılabilecek bir hava akınıdır. ancak yolda görülürler ve bulgar romen alman hava önleme filolarının ortak çalışması, b24'lerin radara yakalanmayacağız diye 500m irtifadan uçması ve ploieşti'de alçak hava savunma toplarının (20mm flak38) her köşede konuşlu olması yüzünden amerikan akıncıları korkunç kayıplar verirler. alçak irtifada tam performansla çalışamayan b24 uçakları bombalarını atıp irtifa almaya uğraşırken çoğu düşürülür. bazıları romanya üzerine sert inişler yaparak esir edilirler. bazıları ise çok ağır yaralanıp mısır'a kadar gidemeyeceklerini anlar ve rotayı türkiye'ye çevirirler.
etiler'de niye uçaksavar diye bir semt olduğunu bilmeyenler aramızda hala varsa öğrensinler, orası gerçekten de 88 ve 105mm uçaksavarların konuşlu olduğu istanbul'un (vaktiyle) hava savunma noktasıydı. istanbul ikinci dünya savaşı yıllarında karartma sistemi uygulamaktadır. ve neredeyse her gece sirenler çalmakta ışıklar kapatılmaktadır. yine böyle bir gün saatler 19u geçince şehrin üstünde beliren bu dört motorlu dev gibi b24 liberator uçakları paniğe sebep olur. uçaksavar komutanı bu ne idüğü belirsiz karaltıları projektörle saptayıp ilk mermiyi yollar. saniyeler sonra birdendire uçaklar istanbul uçaksavarlarının (etiler ve çamlıca) çapraz ateşine girer. tam dört adet uçaktır bunlar :
41-11596 seri no'lu brooklyn rambler
41-11597 seri no'lu blue goose
41-11609 seri no'lu little eva
41-11622 seri no'lu town hall
istanbul'da beklenmedik bir şekilde saldırıya uğrayınca b24'ler deli gibi evasive manevralara başlarlar. bu da amerikalı mürettebatın mısır ya da kıbrıs gibi müttefik üslere ulaşma gibi planlarını altüst eder. çünkü kaçış manevraları benzin israfına sebep olmaktadır. istanbul uçaksavarının menzilinden çıkıp rahatlayınca bakarlar ki benzin toroslar hizasında bitecek. sonrası da allah kerim. pilotlar bir ikileme düşer. acaba akdeniz üzerinde bir yerde biteceği kesin olan benzinle denize inmeyi mi denesinler yoksa bulabildikleri ilk havaalanına mı insinler. küçük bir istişareden sonra uçakları türkiye'ye indirmeye ve yaşamaya karar verirler. bu da amerikalıların zaten daha önce değerlendirdiği bir durumdur. brifing albayları john kraw da çok zorda kalırsanız türkiye'ye inin" demiştir zaten. dediği gibi de yaparlar. pilotlar harita'da türkiye'nin sadece iki şehrini işaretlemiştir. istanbul ve ankara. gerisi meçhuldür. istanbul'da uçaksavar olduğuna göre işaretli ikinci yer olan ankara yakınlarına inmeyi denerler, mürted ya da esenboğa pistine de kayıpsız bir şekilde inerler ardından hepsi de teslim alınır.
türkiye böyle durumlarda tarafsız olduğundan uçağı ve mürettebatını alıkoymak ve savaş süresince onlara bakmak zorundadır. uçağı ve mürettebatı almanlara geri verseler mihver devleti gibi davranmış olurlar, amerikalılara verseler almanlar düşmana yardım olarak algılar. ismet inönü gelen ekipman ve mürettebatı "misafir" etmeye karar vererek herkesi mutlu etmiştir. en çok da hava kuvvetleri mutlu olmuştur zira türkiye tarihinde havadan ilk kez 4 motorlu askeri uçak sahibi olmaktadır. hemi de beleş.
1942'de ankara'daki koşullar amerikalılar için çok kötüdür. haziran temmuz ve ağustos aylarını çiftlik parkında bir okul binası içinde kendileri gibi enterne edilmiş bir rus ve bir güney rodezyalı raf pilotu ile geçirirler. başlarında bir silahlı muhafız ve bir de tercüman vardır. her iki haftada bir de muhafızların nezaretinde ankara'yı gezmeye çıkartılırlar. yiyecek en büyük sorundur. ekmeğin karneyle olduğu yıllarda yemekler de az ve kötüdür. rejim yaptıklarını düşünerek samki yemek çokmuş ama kendileri yemiyorlarmış gibi davranarak az yemeye başlarlar. kısa sürede de okulda nezaret altında olan bütün müttefik savaş esirleri sıtma olur.
bir süre sonra amerikalılar havaalanına götürülürler. vardıklarında bakarlar ki uçaklardaki mermi delikleri tamir olmuş, amerikan yıldızları sökülmüş, türk hava kuvvetlerinin eski kare dekalleri çizilmiş ve numara verilmiştir. ancak uçaklar uçmamaktadır. zira 4 motorlu uçak uçurmayı bilen ülkede kimse yoktur. amerikalılar bu uçakların "lend & lease" anlaşması kapsamında türkiye'ye verildiğini türk pilotlardan öğrenir. artık onların savaş bitene kadarki görevi türk pilotlara dört motorlu bombardıman eğitimi vermektir. türk pilotların nezaretinde amerikalılar bütün uçakları eskişehire getirirler.
eskişehir hava üssü 1940'lı yıllarda feci bir yerdir. sıtmaya yakalanmamış biri zaten yoktur. üç ay sıtma olmamak ise büyük başarıdır, tebrik falan edilmekte tahtaya vurulmaktadır. hava üssünde de yalnız bir noktada çeşmelerden su akmaktadır.o da porsuk çayından gelen sudur. yani türk pilotlar görevden geldiklerinde mesela susamışlarsa nehir kenarına inip ceplerindeki mendili porsuk çayının kıyısına bandırıp suyu filtrelemekte öyle içmektedirler. diğer türlü bir sürü anofel sivrisineği de yutmaktadırlar çünkü. amerikalılar eskişehirde kaldıkları ve şartları gördükleri ilk gün kaçmaya karar verirler. "bu ne lan"* demişlerdir.
kasım ayı boyunca amerikalılar kaçışlarını planlayarak geçirirler. ancak türkler de diğer taraftan çok iyi niyetlidir. hiç durmadan çay getiren askerler, ingilizce anlamaya başlamış hangar görevlileri olunca bir dediği iki edilmeyen amerikalılarla türkler arasında hafiften dostluk da başlamıştır. amerikalılar burada taşfırın ekmeği + keçi tulum peynirine denilene göre hasta olurlar. aralık 1942 gibi türk personelin b24 eğitimleri bitirilir ve test uçuşlarına geçilir. o da çok kolay olmaz zira eskişehir'de 100 oktan benzin bulmak bile çok zordur. zira türk hava kuvvetlerindeki alman uçakları 87 oktan benzinle gürül gürül uçarken amerikan uçakları kaprislidir. thk her uçağa farklı benzin yetiştirmeye çalışırken yetersiz kalmaktadır. amerikalılar da tabşş pratiktir, benzin bekleyeceklerine diğer b24'lerden hortumla 2 numaralı brooklyn rambler'a 400 litre benzin koyarlar. gündüz ilk test uçuşu yapılır ve bir öğlen arası verilir. amerikalılar da iki aydır uçakların her an yanında olduklarından kimse şüphelenmez ve birbirlerine göz kırpıp hepsi benzin yüklü uçağa doluşurlar. uçak zaten ikinci uçuşunu yapacak olduğundan hangara sokulmamıştır. motor çalıştırıp pist başına geliverirler. motor çalışınca denilene göre ardında nöbet tutan asker hava akımıyla iki metre geriye uçmuştur. (pratt whitney cyclone öyle hayvan bir motormuş)
o sırada subay yemekhanesinde denilene göre gürrrrrrrrrrrrrr diye bir motor sesi işitilir. subaylar birbirine bakar ve tepsiyi tabağı atarak masaların üzerinden zıplaya zıplaya yemekhaneden dışarı koşarlar. bakarlar ki dört motorlu dev b24 pist başına gelmiş ve motorlar tam gaz almış ve uçak hızlanmaya başlıyor. el kol yapar, "dur dur" diye işaret ederler ama nafile. amerikalılar uçağın camlarından hadi eyvallah gibisinden el sallarken b24 pistten teker toplar ve kalkar. subay astsubay er erbaş herkes uçağın arkasından bakakalır.
amerikalılar kaçar.
sonra cart diye bir siyah citroen araba gelip subay tesisinin önünde durur. içinden inen üs komutanı zeki doğan paşadır. süvari sınıfından geldiği için alışkanlık yapıp bırakamadığı bacakları bohça gibi süvari pantolonuyla hışımla arabadan iner. karşısında şapkayı yemekhanede bırakmış ceket iliklenmemiş ve nefes nefese kalmış türk subayları görür, onlara patlar:
- noluyor lan?
- paşam amerikalılar liberatör tayyaresini kaçırdı!
- bu gidenler mi?
- evet paşam.
- siz ne bok yiyorsunuz ya burada?
- bakıyoruz.....
- bakmayın lannn takip edin!!!!!! düşürün!
- ama kumandanım uçuşa hazır avcı yok bugün.
- ne varsa onu kaldırın lannn!!!!
uçuşa o sırada en nazır görülen bir martin b10 uçağına iki pilot koşarak uçağı scramble ederler. ancak martin 1932 modeldir. on yıl sonra türk hava kuvvetlerinde uçuyor olması bile mucizedir. kendisinden iki kat hızlı b24 liberator'un arkasından nal toplar. bakarlar ki olmuyor, pilotlar inip tekmil verip yakalayamadık derler. zılgıtı yiyip öğle yemeğini kaçırıp sigaraya talim edilir. açlığı bastırsın diye ağzına sigaradan tütün atan pilot yüzbaşı üzgündür. "bari yemekten olmayaydık" der.
amerikalılar ise paraşütsüz, cankurtaran yeleksiz, telsizsiz uçarak başlarına büyük iş almışlardır. o şekilde torosları geçip akdeniz'e varırlar kıbrıs açıklarında ise ingilizler türk renklerine boyanmış dört motorlu bombardıman uçağı görünce spitfire uçaklarını havalandırırlar. amerikalılar da camlardan atlet fanila beyaz ne varsa sallayarak inmek istediklerini anlatırlar. daha sonra ingilizler kendilerine özledikleri kahvaltıyı kıbrıs'ta yaptırırlar. oradan da mısır'a yollarlar.
türkiye daha sonra işin peşini bırakmayarak resmi kanallardan uçağı geri istemiştir. amerikalılar da özür dileyerek vermiştir. ama pilotları vermemiştir tabii.
ezcümle, o yıllarda dünyada bir şeyler olmaktadır bir uçaklar gelip gitmektedir ama thk en fazla uzaktan olan bitene bakmaktadır. bakamayan sıtma olup yataklara çivilenen de çoktur.
resimler :
kaçan b24'ün kaçamayan kardeşi, 3 numara little eva
kaçan 2 numara brooklyn rambler ankara esenboğa hava alanında türk muhafız nezaretinde
kaçan 2 numara brooklyn rambler türk renklerine boyanmış halde
test uçuşları bitiminde kaçan brooklyn rambler'in kuyruğunda resim çeken amerikalı kaçış komitesi -
kıbrıs barış harekatı
bugün kıbrıs'ta bir sorun varsa konuyla ilgili okuduğum bütün kaynaklarda bunun bir numaralı sorumlusu olarak gösterilen askeri operasyon. hakkında tarafsız bir analiz bulmanın neredeyse imkansız olması da bunu şu ana kadar incelediğim herşeyin içinde özel bir yere koyuyor. ben de bir türk olduğumdan ne kadar tarafsız olabileceğim muamma ancak olmaya çalışacağım.
tarihi olaylar hakkında "bu böyle oldu" demek kolaydır. bazen gerçekten de öyle olmuştur. nitekim her zaman o işler "öyle" olmamıştır. ya da o şey her neyse onun öyle olmasına kadar geçen süre zarfında pek çok farklı şey durumu etkilemiştir ve geçen süreci ve bunun gelişimini insanlar görmezden gelirler. devletler de bu konunun takipçisi ve aktörüyse durum daha da vahim bir hale gelir. zira onlar sürecin başını sonunu kırparak vatandaşlarına propagandayla servis eder ve bunu yutmaya dünden razı kitleler "bu böyle oldu" demeye başlarlar.
ingilizin ise bu konuda çok güzel bir deyişi vardır. sana yedirmeye çalıştıkları palavrayı "a pinch of salt" (bir fiske tuz) ile ye derler. yani şüpheyi aklından tamamen çıkarma der gibi. kıbrıs konusunda rum kaynaklarının da türk kaynaklarının da tezleri üstüste koyulduğu zaman gereken tuz miktarı öyle çoktur ki... güzel başlayan tezlerden onuncu sayfaya geldiğinizde artık safi etnik nefret okursunuz.
kıbrıs sorununun aslına nail olabilmek için adanın dönem dönem ne halde olduğunu, yunanlılar, romalılar, bizanslılar, haçlılar, yahudiler, rumlar, osmanlılar, ingilizler gibi büyük aktörlerin orada neler yapmış olduğunu da bilmek gerekiyor. barış harekatı bu silsilenin en ucundaki zincir. bir nedenden çok sonuç. ancak kendi başına da işleri geri döndürülemez bir şekilde kördüğüm ettiği için de dünya tarihinde çok özel bir yeri var.
operasyonel incelemesinde kıbrıs çok büyük bir harekat değildir, oldukça kısa sürmüştür. bu yüzden savaşta bir orduyu tam anlamıyla analiz edebileceğimiz sıkıntılar ortaya çıkmadan bitmiş olması bizi türk ordusunun kabiliyetleri konusunda bizi tam olarak eğitmez. ancak öte yandan rumlar neleri var neleri yok ortaya döktüklerinden "düşmanı" okuma konusunda çok iyi bir kaynaktır.
harekatın materyal analizi ise bir sirk gösterisi gibidir. birinci dünya savaşından günümüzde hala kullanılan ekipmanlara kadar akla hayale gelebilecek her türlü ateşli silah bir bir buçuk aylık serüvende karşımıza çıkar. türkler ikinci dünya savaşı ekipmanı ile modern soğuk savaş teçhizatı arasında gidip gelirken rumlarda ve tmt'de durum daha da fecidir.
ve son olarak da belirtmek gerekirse kısalığı ile ters orantılı olarak çok vahşi, çok zalim çok insanlık dışı görüntülerin ortaya çıktığı, etnik nefretin savaş makinesini döndüren ana güç olduğu bir operasyondur. bu böyle 5 yıl kadar sürse ne tür manzaralar görmüş olabileceğimizi hayal dahi edemiyorum.
başlayalım. ayten alpman da başlasın.
tarihi arkaplan
osmanlılar inebahtı gibi tarihimizin en büyük deniz yenilgisinin olduğu 1570-73 osmanlı venedik savaşında kıbrıs'ı ele geçirirler. 1571'de adayı ele geçirip haçlıların "kolunu kesen" sokollu mehmet paşa daha sonra bunu inebahtı yenilgisini egale etmek için kullanacak ve meşhur sakal metaforunu dile getirecektir. nitekim kol kesilip sakal traş olduğunda ve kıbrıs türk eline geçtiğinde adanın çoğunluğu etnik rumdur. türkler ilteriş kağan liderliğinde orta asyadayken ada bin yıl kadar yunandır. antik yunanca konuşulmakta ve kiprioti lehçesi ile anakara yunancasından ayrılmaktadır.
napoleon mısır'ı işgal ettiğinde amiral nelson'un en önemli üssü osmanlı kıbrısı'dır. ingiliz ilgisi kıbrıs'a o yıllardan kalmadır.
bundan 75 yıl sonra 1878 yılında osmanlılar dizlerine kadar 93 harbine batmışken plevne kalesini savunuyor ve erzurum aziziye tabyasına saldırıyorken herşeyin altüst olmasıyla rusları bir anda istanbul'a kadar gelmiş bulurlar. berlin kongresi sırasında ruslar'a çok toprak kaptırmak istemeyen osmanlılar kendilerine güçlü bir müttefik bulma telaşındadır. bu müttefik'de ingiltere'dir. ancak kongredeki destekleri kendilerine kıbrıs'ın "kiralanması" ile mümkün olacaktır. yani kıbrıs sözleşmesi ile. adadaki ilk daimi ingiliz varlığı osmanlıların politik ihtiyaçlarının bir sonucudur. ingiltere adayı kullanacak ancak gelirinden bir miktarı sultan'a ödeyecektir. ev sahibi yine osmanlı'dır.
bu durum 1914'te osmanlı ile ingiltere birinci dünya savaşında birbirini düşman olarak bulmasına kadar sürer. ingiltere zaten adadayken orayı ilhak ettiğini savaşın ilk günü duyurur. kıbrıs bir daha dönmemecesine türk hakimiyetinden çıkar.
bu sırada belirtmek gerekirse ingiliz idaresinde türk ve rumlar yanyana yaşamaktadır ancak kendi etnik kimliklerini de anavatanlarında bulmaktadırlar. ortamda bir kıbrıslılık tam anlamıyla yoktur. hiç de olmamıştır. kıbrıslı rumlar ve kıbrıslı türkler vardır hep. adada kimse ben kıbrıslıyım o kadar dememektedir. diyememektedir.
bu durumun böyle süregelmesinde üç adet faktör etkilidir.
1- ingiliz sömürgecilik anlayışı. ingilizler bu işin piri olduklarından minimum hasarla maksimum süre bir toprağı elde tutma ve bir sıkıntı olacaksa (ihtimali bile varsa) iki birbirinden nefret eden kesimi sömürge arazisinde aynı anda tutmayı daha yararlı görmüştür. müslüman ve hindu etnik tansiyonu hindistanda mesela ingilizler tarafından epey harlanmıştır.
2- dini eğitimin ve öğretilerin adada yaşayan iki halka da su götürmez bir şekilde ayrımcılığı dayatması. gavura cihad ekolünden gelen kendisinin en son ve "doğru" dine mensup olduğuna inanan türkler ile papaz hrisostomos'un fener kapısına asılması ya da hrisostomos 2'nin izmir'de türkler tarafından parçalanmasını vaaz olarak dinleyen rumlar aynı adada nereye kadar barış içinde yaşayabilir?
3- eğitimin tek elden olmaması. bu da adalıları birbirine yıllarca, hatta üç jenerasyon boyunca düşman yetiştiren bir şeydir. rumlar athanasios diakos ile 1821 kahramanlarını okurken, türk işgalini mora'dan atılışı hikayelerini dinlerken türkler 1921 sakarya savaşı ve rumların yaktığı alaşehir'i okumaktadır. okuldan çıkınca bu çocuklar birbirlerine bakmaktadır. milliyetçilik iki milletli bir yapıda herkesi germekte herkesi kurmaktadır.
kısacası ingiliz yönetimi altında kıbrıs bir etnik saatli bombadır. patlamaması daha abes olurdu.
1950'lere gelindiğinde rumlar adadaki tek ayrılıkçı yapı haline gelirler. eoka bu yıllarda kurulur. açılımı rum milli savaşçı organizasyonu (ethniki organosis kyprion agoniston) olan eoka öncelikle ingilizleri adadan gönderme ardından da yunanistanla adayı birleştirme (bkz: enosis) gibi bir çaba içindedir. başpiskopos üçüncü makarios eoka'nın yolunu teoride benimsemiş olsa ve yunanistan ile birleşmeyi nihai bir amaç olarak da görse bunun için farklı bir yol bulmaya çalışır gibi bir havası vardır. yunanistan ise 1954 yılında adaya gizliden silah göndermeye başlar. eoka'da pkk'nın türkiyedeki operasyonlarına benzer yöntemlerle adadaki ingiliz askeri varlığına karşı saldırıya geçer.
ancak operasyonları genişletince eoka'nın nihai ikinci amacı da belli olmaya başlar. ingilizler gittikten sonra ne olacaktır? papaz hrisostomos'u parçalayanların torunları da gidecektir tabii ki. eoka kurşunlarıyla ölen ilk türk 21 haziran 1955'te öldürülen bir türk polis memurudur. ardından enosis'i eleştiren rum solcuları da hedef alınır. 6-7 eylül 1955 istanbul olaylarından sonra eoka zincirini kırarak türklere karşı aktif bir saldırı planına başlayacaktır.
ingilizler bakarlar ki hedefte kendileri var, sömürge taktiklerini kullanarak polis teşkilatına ağırlıklı olarak azınlıkta olan türkleri almaya başlarlar. yıllardır kurulmuş olan saatli bomba türk polislerinin eoka'ya silahlı müdahele etmesiyle fitilini bitirmeye başlar. eoka olaylarla ilgisi olsun olmasın ne kadar türk polisi varsa suikastlerle öldürmeye başlar.
adadaki türkler için düşünüldüğünde enosis insanı bir anda öldüren bir hastalık değildir ama karşılarında bir girit örneği vardır. girit'teki türkler 1908 yılında girit enosisi sonucunda adadan yaka paça atılmıştır. kıbrıslı türkler topraklarına bağlıdır ve bu denklemi kıbrıs'ta yaşamak istemezler.
eoka hedeflerini ve taktiklerini genişletip genel bir türk ayaklanmasını ateşlemek için polisleri öldürmeye devam eder. onların operasyonel yorumlarına göre böyle bir ayaklanma ingiliz dikkatini o noktaya çekecek ve eoka üzerindeki yükü azaltacaktır. türkler ise bitmeyen bu ölümlerden bıkarak kendilerini korumak için türk mukavemet teşkilatını (tmt) kurarlar.
tmt ilginç bir örgüttür. gayri nizami savaşmasını sahada öğrenen pek çok örgütün aksine teorik olarak bilinçli karşı gerilla hareketlerine başlarlar. bunlardan en ilginci de lefkoşa'daki türk basın ofislerini kendileri bombalayarak suçu eoka ve rumlara atma gibi ortodoks olmayan metodlardır. (denktaş'ın itirafı için bkz ) türk donanması daha sonra tmt'ye silah sevkiyatına başlayacaktır. silahlarla yakalanan bir feribot (deniz feribotu, edit : yani feribotun adı deniz) daha sonra diplomatik bir gerilime de sebep olacaktır.
1960 yılında ingiliz hükümranlığı adada son bulur. zürih anlaşmasıyla kıbrıs artık legal olarak iki komünite / cemaatli cumhuriyet olmuştur. iki etnik topluluk da birbirine güvenme konusunda hiç aceleci değildir ancak cumhuriyet bunları bir arada tutmanın da tek yoludur.
1960 kıbrıs anayasası sadece 3 yıl yaşayabilir. kıbrıslı rumlar, ingilizlerin 1958'de miras bıraktığı bağımsız belediye meclislerini kapatmak isterler. meclisler rumların asıl korkusu olan adanın bölünmesine (taksim) önayak olmasıdır. iki halkın en nihai amacı da budur zaten. türkler taksim yani kendi topraklarına ve kabuklarına çekilmek ister, rumlar ise enosis, yani yunanistan ile birleşme.
kıbrıs anayasasının türklere nüfuslarından daha geniş bir oranda (yediye üç) temsil yetkisi vermesi yüzünden rumlar ayrıca gerilmiştir. bu da öyle bir bölünmedir ki, atıyorum hizmet sektöründe on iş pozisyonu açılmışsa bunların üçü koşullar ne olursa olsun kanuna göre türkler tarafından doldurulmak zorundadır. adanın da yalnız %18'i türktür ancak %30 gibi bir oranda kendilerine ihtiyaç vardır. türkler adanın herhangi bir yerinde iş bolluğu yaşarken iş beğenmezken rumlar %82'sini oluşturdukları ada demografisinde %70'lık bir dilime sıkışmak zorunda kalırlar. pozisyonlar boşken ve yeni doğacak türkleri beklerken rum gençleri işsizlikle tanışır. yani adadaki hiçbir gelişme etnik tansiyonu bitirmek için bir ilerleme yapmaz. bilakis iki toplum birbirine daha da bilenir.
1963 yılında bu her yönden fitili yakılmış olan etnik bomba patlar. şiddet baş gösterir.
başkan makarios 1960 anayasasında yapılması öngörülen 13 değişikliği kanun yapıcı meclise getirir. bu değişiklikler de türklerin adadaki konumunu kısıtladığından türkler tarafından veto edilir. bu tip bocalamalardan bunalan ve anayasanın enosis'i imkansız kıldığını gören rum liderliği akritas planını yapar. türklerin hak ettiklerinden ve gerektiğinden çok daha geniş haklara sahip olduğu fikrindedirler. plan türklerin haklarının rumlar lehine bozulmasını ve "adaletin" tesisini amaçlamaktadır ancak kabul edilmezse şiddetin patlayacağı tehditleriyle beraber masaya gelmiştir.
türkler akritas planı ile pek çok imtiyazlarından özellikle kendilerine ait olan etnik kotalardan ve başkan yardımcısının veto yetkisinden vazgeçmek zorunda kalacaklardı. türkler de bu tasarıyı doğal olarak reddettiler. türk temsilciliği de hepsinin üzerine hükümetten çekildi. kıbrıs anayasası da bu etnik tansiyonu daha çok taşıyamayarak 21 aralık 1963'te dağıldı.
etnik çatışmalar başlayınca adadaki garantör türk alayı kışlalarından çıkarak girne lefkoşa arasındaki yolu kontrol altına alırlar. bu yol ki kıbrıs'ın tarihi şahdamarıdır. denizden adanın içlerine geçen tek doğal yoldur. 1974 yılına kadar da bu karayolunu ellerinde tutacaktır kıbrıs kontenjan alayı. günü geldiğinde harekatın başarılı olmasının en önemli nedenlerinden biri olacaktır. bu yolu kullanmak isteyen rumlar o saatten sonra bir bm konvoyuyla birlikte geçiyorlarsa geçmelerine izin verilmiştir.
ülke kaynayan bir kazan haline lefkoşa varoşlarından 700 kadar türkün evlerinden zorla alınmasıyla gelmiştir. hemen ardından birbirine giren rumlar ve türkler çok kanlı bir şekilde çatışmış ve bunlar da 394 türk ile 179 rum vatandaşın ölümüyle sonuçlanmıştır. 109 türk köyü tahrip edilmiş ve 25 ila 30 bin türk kökenli kıbrıslı yerlerinden edilmiştir. bunların da çoğu türkiye'ye gitmiştir.
bu noktada türkiye, adanın ikiye bölünmesi fikrini tekrar masaya getirir. rumlar bunu kesin bir dille reddederler. türkiye adayı işgal etmenin eşiğine gelir. 5 haziran 1964 tarihli mektubunda abd başkanı johnson amerika'nın işgale karşı olduğunu yazar ve ekler. "eğer böyle bir işgal sovyetler birliği ile türkiye arasında bir kıvılcıma neden olursa amerika türkiye'nin yardımına gelmeyecektir"
bu "yerse" tandanslı uyarı türkiye'nin asıl korkusunun yüzüne çarpılmasıdır. rusya o yıllarda küba'ya nükleer füzeler yerleştirip amerika'ya doğrudan atarlanan bir havadadır. türkiye o yıllarda çok muhtemel bir nükleer savaşın hemen dibindedir ve bunu gözardı edemezler. türkiye kıbrıs'ı 1964'te işgal etmez. rumlar ise buna aşırı mutlu olur. türkiye'nin işgal etmediğini değil edemediğini düşünmeye başlarlar. edememek edemeyecek olmanın önşartıdır çünkü. enosis artık daha yakındır.
kıbrısta türklerin hükümet binalarına sokulmadığı, iş verilmediği karanlık bir döneme geçilir. türkler artık kendi güvenliklerini kendilerinin sağladığı müstahkem yerleşim yerlerinde (enclave) yaşamaya başlarlar. bu cepler türkiye tarafından direkt olarak hava desteğiyle falan ikmal edilmeye başlanır. haritadaki mor kısımlar türk yerleşim yerleridir. kırmızı ingiliz üsleri dikelya ve akrotiri, sarı ise rumların artık serbetçe at koşturduğu kıbrıs cumhuriyetidir. adada ciddi bir devlet mevhumu kalmışsa bile bu haritadan sonra meşruiyeti çok muallaktadır.
1974 rum darbesi
1974 bahar aylarında rum istihbarat servisi, eoka-b'nin makarios'a karşı bir darbe hazırladığını öğrenir. bunu da yunanistan'daki albaylar cuntası desteklemektedir.
albaylar cuntası da 1967 yılında başka bir darbeyle yönetimi ele almıştır. avrupanın tamamı bunu sert dille kınamış ancak amerika cuntacıları desteklemiştir. nedeni de büyük oranda ultra milliyetçi darbecilerin sol tandanslı serbest düşünürlere oranla sovyet yayılmacılığına karşı daha sert bir tutumlarının olmasıdır.
makarios darbeden sonra yunan askeri devlet başkanlarına bir mektup yazarak "eoka-b terörist organizasyonuna verilen desteğin kesilmesini ve rum ulusal muhafızlara komutanlık eden 6000 kadar yunanlı subayın yunanistan'a geri dönmesini" rica eder. cunta makarios'un enosis'i artık desteklemediğine kanaat getirir ve onu devirmeyi akıllarına koyarlar. mektuba cevap olarak kıbrıs'taki eoka darbesi için düğmeye basarlar. adamcağıza bir hayır bile dememişlerdir.
eoka'cı subaylar başkanlık sarayında ateş ede ede koşmaya başlayınca makarios saldırıda ölümden kılpayı kurtulur. başpiskopos başlığında denilene göre bir mermi deliği vardır. sarayın arka kapısından kaçarak baf'a gider ve burada bir ingiliz helikopteri kendisini malta'ya taşır. oradan da londra'ya sürgündeki kıbrıs hükümeti olmak üzere uçar.
albaylar cuntası'nın kıbrıs'a baş olmak üzere seçtiği lider aşırı milliyetçi nikos sampson'dur. kendisi fanatik bir türk düşmanıdır ve daha önceki şiddet olaylarında türklere karşı aktif olarak rol almıştır. elinde de epeyce türk kanı vardır.
nikos sampson radyo istasyonlarından hemen ortak bir bildiri yayınlatır. denilene göre makarios ölmüştür. türkler bütün bu darbe süresince etkilenmemişler kayıp da vermemişlerdir. bunun da amacı albaylar cuntasının türkiyeyi ilk etapta provoke etmek istememesi olarak yorumlanabilir.
abd dışişleri bakanı henry kissinger bakar ki işler boka sarıyor, hemen bir temsilciyi kıbrıs'a göndererek tansiyonu yatıştırmasını söyler. türkiye ise artık yatışacak durumda değildir. amerikan temsilcisi aracılığıyla yunanistan'a ultimatom niteliğinde bir istekler listesi yollar. bunlar arasında nikos sampson'un hemen kıbrıs'tan çıkartılması, 650 yunanlı subayın rum ulusal muhafızlarından çıkartılıp yunanistan'a dönmesi, her iki toplum için %50 ortaklık, kıbrıslı türkler için de kuzeye denize erişim hakkı istenir. bu mektubu okuyan yunanlı subay sanırım kör olmuştur.
türkiye bunun ardından ingiltere'ye başvurarak tarafsız garantörlüğünü kullanarak adaya barış getirmesi için ikna etmek ister. ingiltere'nin ise o taraklarda bezi yoktur. bunu reddettiği gibi adadaki havaalanlarının türk işgali için kullanılmasına izin vermez.
o noktadan sonra da yapabilecek hiçbir şey kalmamıştır. operasyon safhasına geçilir.
harekat öncesi operasyonel durum ve güçler dengesi
türkler
1963-64 yılındaki adadaki türkler ve rumlar arasındaki çatışma ortamından sonra genel hava oldukça durağan sayılabilirdi. kıbrıslı türkler birkaç köyden müteşekkil çeşitli "cep" lere çekilmiş ve kendini tmt ile nispeten koruyabilir bir durumdaydı.
bu "cep" lerden en büyüğü de lefkoşa , gönyeli, st hilarion arasındaki üçgen biçiminde cepti. adadaki 117 bin türkten 25 bini burada ikamet ediyordu. buradaki türk yerleşim bölgesi beşparmak dağ sırasına doğru uzanmış olsa da denize direkt bir bağlantıları yoktu. 1964 yılındaki olaylarda ağırdağ yerleşimcileri boğaz berzahını bayağı silahlarıyla falan işgal etmiş, rumların onları oradan güçle çıkarması da mümkün olmamıştı. bunun da sonucunda harekatın hemen öncesinde kıbrıslı türkler lefkoşa girne arasındaki otoyolu kontrol altında tutuyor sayılırlardı. etmiyorduysalar da bir silahlı çatışma esnasında etmeye en yakın olanlar türklerdi. dolayısıyla çıkarma günü geldiğinde boğaz geçidinde kontrolleri olmayan rumlar çıkarmanın ana siklet noktası olan girne sahiline ulaşmak için çok dolambaçlı yollar kullanmak (mesela panagra geçidi) zorunda kalacaklardı.
bunun haricinde ciddi bir türk nüfusu barındıran diğer noktalar da gazi mağusa / famagusta, lefke, serdarlı / tziaos, limasol, larnaka, paphos/baf, limnitis, kokina ve lorotzina'da bulunmaktaydı. 1974 öncesinde kıbrıs'ı gezmiş birinin hatırasında kıbrıs bu şekilde kuzeyinde türklerin güneyinde rumların yaşadığı bir yer değildi. tüm yerleşimler içiçeydi. şu resimde adada dağılmış olan etnik yüzdelere erişilebilir. kırmızılar türk maviler rum olmak üzere.
harekat başlamadan ve türk birlikleri çıkarma yapmadan adadaki tmt varlığı 8 alayda kümelenmiş 27 tabur kadardı. bu da 20 bin kadar asker ediyordu. tmt milis - asker arasında değerlendirilse de kendi evleri için savaştıklarından oldukça fanatik olabiliyorlardı. nitekim çok hafif teçhiz edilmişlerdi. adanın tamamında etkili olmak için sayısı da azdı. bu yüzden tmt karargahı genellikle güçlerini konvansiyonel harekatta kullanmamayı seçmiştir. kendini harekat süresince sabotaj pusu ve sızma gibi taktiklerle gösterecektir.
bunun da haricinde adada 1000 kişilik bir türk alayı da bulunmaktaydı. bunlar da gönyeli ve ortaköy olmak üzere iki farklı noktaya 650 ve 350 olmak üzere dağılmıştır. dolayısıyla müstakil hareket gücünden de yoksun durumdadır.
rumlar
türkler adada 1963-64 yaşanan şiddet olaylarından sonra tmt ile kendilerini savunma yolunu nasıl seçtiyse rumlar'da ulusal muhafız ordusunu kurmuştur. ingiltere veya yunanistan'ın ihtiyaç fazlası olarak ayırdığı hafif silahları edinerek ne kadar inefektif (hatta kaotik diyebileceğimiz) bir ekipman varyetesine sahip olsa da tmt'den daha iyi silahlanmıştır. 15 muvazzaf 19 ihtiyat piyade taburu, 3 muvazzaf 1 ihtiyat komando taburu, 1 tank, 1 mekanize, 1 keşif, 6 sahra topçu taburu ile sayısız çeşitli muharip bölüklerin (antitank, hava savunma, istihkam gibi) de yeküne eklenmesiyle 40000 gibi bir sayıyla rum ulusal muhafızlar tmt'nin iki katıdır. bunun 30 bin kadarı seferberlikte yeküne katılan ihtiyatlar da olsa harekata tmt'ye kıyasla mobilite bazında daha hazır bir durumdadırlar. tmt'nin aksine zırhlı saldırı, cephe savunma gibi yetileri olan yarı modern bir silahlı kuvvettir. 32 tankı (sovyet t34/85) 80 sahra topu ve 100 kadar da zırhlı aracı (zpt - zma - ifv) vardır.
ulusal muhafız subayları genellikle yunanistan'dan gelmiştir. yani kıbrıslı rum rütbeli 1974'te henüz pek yoktur. 1965 yılında sovyetlerden alınan t34 tankları ve ingiltere'nin "yazıktır bunlar da asker" gibisinden acıyarak bağışladığı marmon zırhlı muharebe araçları dışında rum hükümeti ulusal muhafızları silahlandırmaya pek para ayırmamıştır ki harekatın başarılı olmasında büyük etkiye sahip olan rum muhafızların materyal yetersizliği türk askeri analizlerinde hep atlanır. bunun yanında makarios orduyu materyal anlamda öksüz bıraksa da insan gücü anlamında bir yerde bunu dengelemeye de çalışmıştır. efedrikon soma (ihtiyat güçleri) adında bir polis teşkilatı kurulmasına önayak olmuştur. efedrikon bir polisin görev süresinde göremeyeceği askeri eğitim, ağır silah ve zırhlı araç eğitimlerini falan haiz bir teşkilattır. asker - polis arasında tabiri caiz ise ağır polis teşkilatı olmuştur. en büyük özellikleri de sefer durumunda ulusal muhafızların emrine giriyor olmasıdır. makarios aslında bu teşkilatı bir yerde subaylar yüzünden atina kontrolüne girmiş ulusal muhafızları dengeleme amacıyla kurmuştur ama neticede onların elini de güçlendirmekten kaçamamıştır. efedrikon çekoslovak silahları kullanan (vz.50 vz.52 tabancalar, brno mavzerler, bren 7.7mm hafif makineliler) 3 taburluk ilginç bir birimdir. bunun da haricinde çeşitli politik görüşlere sahip liderlerin etrafında da paramiliter (hadi çete komita demeyelim) güçler de harekat boyunca görülecektir.
adadaki 1000 kişilik iki piyade taburundan müteşekkil yunan alayı'da harekatta rum tarafının en iyi eğitimli, en iyi sevk ve idare olunan birliğidir. nitekim şansımıza harekat sırasında ağır silahları olmadığı ortaya çıkacaktır. rum komando alayı ve yunanistan'dan gelen bu alayın harekattaki sicilleri bağımsız analistlerce hep parlak addedilmiştir.
planlar
kıbrıs'ın olası işgaline yönelik ilk plan 1964 yılında masaya yatırılmış ve anahatları eni konu operasyondan 10 yıl önce kadar düşünülmüştür. planın tam anlamıyla hazır olması 1967 yılına kadar sürer. 1967 - 74 arası da operasyonel gerekliliklere göre detayların değişmesine sahne olur.
saldırı planımıza göre ana hedefler şahin ve attila hatlarıdır. bu da kuzey kıbrıs'tan olabildiğince büyük bir toprak parçası koparma üzerinedir. ilk etapta amaç genel bir taarruza imkan verecek miktarda ikmal ve askerin karaya çıkartılması için kuzeyde bir kıyı başının tutulması, buradan da kıbrıslı türklerin elinde olan çok stratejik gönyeli kesimi ile bağlantı kurulmasıdır. çıkacak asker ve ikmalin güvenliği için de 18 kilometre hattında 22 kilometre derinliğinde bir alanın kontrolü gerekmektedir. bu ilk hedef "şahin" dir. bu hedeflere ulaşıldığında kıyı başı güvenlik altında olacak, piyade büyük oranda statik savunmaya geçecek ve adaya çıkmış olan zırhlı birlikler taktik ihtiyata geçerek düşmanla teması kesecek ve ancak zırhlı karşı saldırılarda (gerektiğinde) kullanılacaktır. bu aşamada operasyonel faaliyetler bir diplomatik çözüm bulunana kadar kesilecektir. velev ki üç gün içinde bir diplomatik kazanım elde edilemezse ikinci hedef olan attila hattına genel taarruz başlayacaktır. attila hattının komple elde edilmesinin 6-7 günde olması planlanmaktadır.
çıkarma her ne kadar en zor operasyon da addedilse genelkurmay operation overlord (normandiya çıkarması) ayarında bir zorluk beklememektedir. çünkü tsk'nın akdenizde kesin üstünlük gibi bir savı vardır o yıllarda. planlamacıların en büyük korkusu ise ege denizidir çünkü deli gibi istihkam edilmiş ve birinci ordu tarafından kapatılmış olan edirne hududu haricinde kumsallarla sahillerle dolu kuş uçuşu 470 kilometrelik bir hat yunanistana bakmaktadır. saros körfezinden antalyaya kadar da hattı uzatırsanız 906 kilometre kuş uçuşu, 1800 km coğrafi bir sahil şeridi yunanistanın suistimaline bir anda açık kalmaktadır.tabii yunanistan'ın kendi kaynaklarıyla çıkarma yapması izmir'i falan tehdit etmesi beklenmemektedir ama hatırı sayılır bir donanması olan yunanistan'ın hiçbir şey yapmasa bile sadece fleet in being ile türk donanmasının %80'ini ege'de meşgul etmesi çok olasıdır.
çıkarma için ayrılan türk armadası 5 fırkateyn, 31 çıkarma gemisi, ve sayısız hücumbot ile mayın avlama gemisidir. hava kuvvetleri de nakliye gücüyle çıkarmaya fiilen katılacak yoğun bir hava indirme operasyonundan sonra havadan ikmale kıyıbaşı kurulduktan sonra dahi devam edecektir.
bütün saldırının komutası ikinci orduya bağlı 6. kolordu'ya verilir. kolordu bünyesinde de çıkarmayı üstlenecek olan "çakmak amfibi özel görev kuvveti" adında amfibi bir tugay bir araya getirilir. farklı sınıf ve birliklerden eklemelerle beraber (komando tugayı, 39. tümen k.lığı, 28. mot. p tümen k.lığı, 5. zırhlı tug. k.lığı ve jandarma) ciddi bir karma birlik haline gelmiştir. adada gönyeli berzahında bulunan 6000 kıbrıslı türk savaşçı da organik olarak 6. kolorduya harekat süresince bağlanmıştır.
bu amfibi birliğin komutasına kimin verileceği de genel kurmay başkanı tarafından kara kuvvetleri komutanına bırakılır. eşref akıncı paşa da 4. kolordu komutanı olduğu zamandan iyi tanıdığı o zamanın kırıkkale 61. alay komutanı süleyman tuncer'e komutayı verir. o sırada süleyman tuncer yeni tuğgeneraldir ve 1. ordu harekat başkan yardımcılığı yapmaktadır. 18 temmuz'da harekattan iki gün önce apar topar adana'ya gelir, görevin başına geçer.
attila 1 çıkarması ve taarruz
rum savunma perspektifinden bakıldığında hesaplar karışıktır. adanın her tarafına dağılmış ufak tefek ancak tehditkar olabilecek kadar da silahlı türk yerleşim yerleri savunma için ciddi bir tehdit unsurudur. zira işgal için gelen türkiye kıyı başını tuttuğu anda bu köylerin kasabaların her birinin işgale aktif olarak yardım etmesi, gelen türk işgal kuvvetlerine rehberlik etmesi, üstüne partizan operasyonlara girişmesi çok ihtimal dahilinde olduğundan rum ulusal muhafızları öncelikle bu yerleşim birimlerinin ekarte edilmesini planlamıştır. georgios grivas'ın 1964 yılı plana göre bir türk çıkarması başladığı anda "afrodit 1" operasyonu başlayacak ve adadaki yunan tümeni türk kıyıbaşına karşı savunma ve karşı taarruzu sürdürürken, rum ulusal muhafızları türk yerleşimcileri hareket edemez bir hale getirecektir. türk yerleşimciler de doğal olarak sivil olduğu için çok kanlı sahneler beklenmektedir.
nitekim 1967 yılında yunan tümeni adadan ayrılınca planı baştan yazmak gerekir. "afrodit 2" yunan tümeninin yapacağı işi kıbrıs karma timleriyle yaparken ana siklet merkezini yine anti-partizan operasyonlara yöneltmiştir. hatırlatmak gerekirse o yıllarda kuzey türk güney rum gibi bir durum söz konusu değil. adanın her yeri karmakarışık bir şekilde türk ve rum yerleşimi dolu. ve bunlar çok keskin sınırlarla heterojen bir şekilde ayrılmış. o yüzden adamların askeri anlamda değerlendirildiğinde keşiften muaf gizli bir manevra yapacak durumları bile yok. kıbrıs ada olduğundan kaçacak yer bir kere yok. türk çıkarması geldiğinde tmt beli kırılmazsa fare kapanındalar. o yüzden sivillere karşı operasyonlar ne kadar insanlık dışı da addedilse rumlar zaten bu tip şeylere 1964 sonrasında şartlanmış bir durumdadırlar. bunu savunmuyorum yanlış anlaşılmasın ancak böyle askeri bir gerekçeleri de vardır.
çıkarmanın olacağı sabahın gecesinde zafer burnunda (cape apostolos andreas) konuşlu yunan sep/a radarı saat 1:30'da on bir türk gemisini 35 mil mesafede saptar. bunlar girne istikametinde seyir halindedirler. seyirlerinde değişiklik olmayınca rumlar t1 ve t3 isimli iki motor torpidobotu türk filotillasına karşı yola çıkarırlar ancak bu küçük saldırı tekneleri ikaz ışığı yakmaya falan çalışırken gelişine çapraz ateşe girerler. t1 baş bodoslamasına 40mm bofors ap/he mermi yiyerek tüm mürettebatıyla havaya uçar. t3 bunu görüp saldırı pozisyonu almaya çalışırken türk gemilerinin müşterek menziline girerek tam anlamıyla arada kalır ve korkunç isabetler alarak batar. bir mürettebat ağır yaralı kurtarılır.
20 temmuz 1974'te ilk türk birlikleri girne'nin 8 km batısında pentemilli (beş mil) sahilinde çıkar.
türk donanması mersin'den aldığı çıkarma gücünü önce glykiotissa'da sahile atmak ister ancak buranın bir kıyı başı olamayacağı üzerine hakim görüş ağır basınca rota girne batısına çevrilir. çıkarma başlamadan sabah saatlerinde dz kk kurbağaadamları sahilde mayın arama ve avlama operasyonuna girişirler.
ilk karaya çıkan 6. amfibi piyade alayının bir taburudur. alay komutanı deniz yarbay neşet ikiz'de bu ilk dalgada çıkmıştır. çıkarmanın bir omaha kumsalı ayarında olacağından çekindiklerinden kapağı alelacele "yaşa atarlar" yani çıkarma gemileri kapağı bel hizasında suya açar. o sırada girne sahillerinde turistler vardır, denizde yüzerken bir anda çıkarma gemilerini ellerinde makineli tüfekli suratları boyalı allah allah diye bağıran askerleri falan görüp paniğe kapılırlar. ilk dalga kıyıya çıktığında henüz ateş bile edilmemiştir. amfibi alay istihkam bölüğü hemen kumdan geçici iskeleler yapmaya başlar. kıyıbaşında tek tük silahlı suretler de görülmeye başlanınca yarbay ikiz sahilde kim var kim yok toplatır. hepsini enterne ederler. hatıratında daha sonra şöyle anlatacaktır :
"yakaladığımız hiç bir esirin kılına zarar gelmemiştir ve ayrıca ben asteğmen veli doktoru aradım. gittim sivillerin yanına. çok telaşlı ve stres içinde gördüm. esirlere de müsterih olun, bir çıkarmaya mecbur olduk. karşı taraftan mukabele görmezsek harp bile etmeyeceğiz dediğimi hatırlıyorum."
amfibi alayın hemen ardından 39. tümene bağlı 50. piyade alayı albay halil ibrahim karaoğlanoğlu komutasında piladini plajına (o günkü adıyla yavuz, bugün karaoğlanoğlu plajı) çıkar.
olay yerine yetişen rum ulusal muhafız ordusunun ilk iki bölüğü 251. piyade taburu ile bunun desteğine gelen 2. tank bölüğünün 5 adet t-34/85 tankıdır. saat 10 sularında tank desteğiyle beraber türk çıkarmasına tanklar ilk salvoları savurmaya başlar. artçı olarak gelen 155mm adet çekili topçunun da yirmi dakikada yerleşmesiyle rumlar ölüm kusmaya başlar. sahildeki ilk iki müstahkem mevzi olan geri tepmesiz topçu mevzileri hemen isabet alarak safdışı kalır. ağır makineli tüfek ateşi de başlayınca sahil çok büyük baskı altına düşer. ancak rumlar ateşi o denli yoğunlaştırıp işgal gücünü kumsaldan atamazlar. türk piyade taburu yarı intihar yarı kahramanlık gösterisiyle sekiz adet m113 zırhlı personel taşıyıcı ve bunların tepesindeki 12.7mm uçaksavarların desteğinde karşı saldırıya geçer. tabii olacak bir şey değildir bu. t34/85 tankları personel taşıyıcıların ikisini havaya uçurur. mevzileri koruyamayacaklarını anlayınca girne istikametine doğru savaşarak çekilmeye başlarlar. çıkarma birlikleri bu esnada kıyıbaşından bir kilometre batıya açılarak cepheyi bir miktar genişletir ve kafalarını doğuya çevirirler. o noktadan sonra da tutulmaları mümkün olmaz. beş t34 tankının dördü imha edilir diğeri ise rum 251. taburun karargahında motorları çalışır halde faal olarak ele geçer.
aynı sıralarda türk hava kuvvetleri sahneye çıkar. girne bölgesinde hedef olabilecek ne varsa f100d uçakları strafe dalışları yaparak top ve roketle saldırırlar. özellikle kokkinotrimithia'da konuşlu rum ulusal muhafız üssü yoğun ateş altına alınır. burada iki ingiliz hibesi marmon zırhlı aracı ile bir adet daimler dingo ifv isabet alır. girne stadyumunda (nedense) bekletilen sovyet yapımı btr-152 zırhlı personel taşıyıcıları da türk pilotların dikkatini çeker ve stadyuma da tepeden ateş ederek ikisini berhava ederler.
girne - boğaz arasına dönersek rumlar bu esnada kıyıbaşının susturulması operasyonuna yoğunlaşmaya başlarlar. boğaz maki giorgalla istikametinden gelip sahil menziline giren rum çekili topçusu 12 adet 25 funtluk qf ile sahile indirekt ateş etmeye başlar. bu topçuyu savunmak için altı adet alçak irtifa 12.7mm ve 14.5mm uçaksavar da getirirler. türk saldırısı çığrından çıkıp girne yolu istikametinde durdurulamaz bir şekilde ilerlemeye başladığında çekili topçu güvenli bir mevziye çekilmeye çalışır ancak bunu yapacak traktörleri yoktur. iki adet topu taşıyamayıp (hasar da veremeyip) faal halde türklerin insafına bırakırlar. yolda da traktör uçaklardan kaçmaya çalışırken yol kenarındaki bankete yuvarlanarak iki topu daha kullanılamaz hale getirir. çekili topçu taburu kalan iki topuyla sen pavlos müstahkem mevzine yerleşerek sahile doğru 12 kilometrelik uzun indirekt atışlarına başlar. ancak 1974'te korditli (bkz: cordite) ikinci dünya savaşı mühimmatı kullandıklarından namlu ağız alevleri ve çıkan dumanlar türk keşif unsurlarınca kolay görülmektedir. başarılı bir atış yönlendirme ile lapithou tarafından saldıran f100 ve f104 uçakları tarafından rum topçusu ağır hasar alır. üstüne girne sahilindeki deniz kuvvetleri filotillası da ağır silahlarını bu koordinata çevirdiğinde rumlar indirekt ateş desteğinden mahrum kalırlar.
antitank operasyonunda ise rumlar karavas girne arasında onsekiz adet 57mm antitank topu yerleştirirler. ancak sadece 12 traktör ile çekilmesi ve yerleştirilmesi hayati önemli olan direkt top desteğini de büyük tehlikeye atarlar. türk uçakları karavas'ı saat 05:15'te dövmeye başladığında üssü terkedip güvenli mevkiye çekilirler, topları da ikili üçlü bağlayarak kayıpsız olarak hava saldırısını atlatırlar. panagron mevkiine ulaştıklarında antitank topçusu buradaki türk öncü hatlarına ve beş mil sahilinde ikmal çıkarmakta olan türk gemilerine direkt atışa başlar. çıkarma gemileri altı - sekiz isabet alınca ikmal operasyonunu hemen keserek geçici olarak açık denize tornistan eder. bu 191. rum topçu taburu belirtmek gerekirse çıkarmadan 4 gün önce ani başlayan bir orman yangınında malzeme ve mühimmat kaybetmiş ve toparlanmak için zaman kollarken kafalarına çıkarma yemişlerdir.
daha güneyde sabahın ilk ışıklarında türk uçakları görülmeye duyulmaya başlanır. türk yerleşimciler ilk etapta bunların bombardımana geldiğini düşünüp telaşa düşer ancak gökyüzü bir anda paraşütçülerle dolar. hava indirme tugayı nispeten başarılı bir şekilde gönyeli'ye iner ve tugayın bir taburu çıkarmadan önce o bölgede konuşlanmış türk alayının batısını hemen korumaya alır. diğer taburlar da ağır silahlarını beklemeden dikomou (dikmen) ve bozdağı istikametinde hücuma geçer. aynı anda komando tugayı da helikopterlerle st. hilarion ve beyaz ev bölgelerine indirilir. bu tugayın bir taburu st. hilarion - doğru yol yönünde, diğer taburu ise beyaz ev - zeytinlik - girne hattında daha yavaş ilerleyerek kıyı başıyla birleşmeye çalışıyordu. saat 11 sıralarında da birleşmek üzereydi.
20 temmuz öğleden sonrası ve gece saatleri tüm kıbrıs harekatının en çetin çarpışmalarına sahne olacaktı. bu noktada savaş alanı şu görünümdeydi.
girne - girne boğazı - gönyeli - ağırdağ ve ortaköy arasından lefkoşa kuzey sınırına kadar türk kontrolü kesinleşmiştir. inen ve çıkan birlikler rum karşı saldırısı gelmeden cepheyi biraz daha açmak istemektedir. çıkarma ve hava indirme bu aşamada beklenenin üzerinde bir sürpriz etkisiyle gerçekleştiğinden moral de oldukça yüksektir. gönyeli "cebinde" 3800 piyade, 650 paraşütçü ve 1000 tmt gerillası kuzey güney istikametinde operasyonları sürdürmektedir.
rum güçleri aynı anda toparlanmaya çalışmaktadır ama kötü yakalanmışlardır. rum ulusal muhafızlarının 326. ve 306. piyade taburları öğlen saatlerinde özellikle de kıyıda nitelikli bir savunma ortaya koysalar çok büyük zayiata ve kaosa sebep olabilecekken bu önemli rolü üstlenemezler. lefkoşa'dan girne istikametine karşı saldırı yapsın ya da en azından güçlendirsin diye gönderilen rum 281. ve 286. mekanize piyade taburları (ve bunların 3 de tankı) kontemnos köyünde duraklarken türk uçakları tarafından çok feci saldırıya uğrar. cayır cayır düşman (türk) hava üstünlüğünün olduğu bir ortamda çok acemice davranarak zırhlı intikali güpegündüz gerçekleştirmektedirler. bunun sonucunda da türk jetleri altı zırhlı personel taşıyıcıyı mürrettebatıyla beraber yok eder. 286. mkz p. taburunun komutanı yarbay georgios boutos araçlarını kurtarmaya çalışırken bir türk f100d uçağından atılan mk82 bombasının tam aracın üzerinde patlamasıyla feci şekilde ölür.
morphou/güzelyurt istikametinden girne'yi desteklemesi için yola çıkan rum 316. taburu ise türk komandoların yolda feci bir pusu kurmasıyla ağır zayiat verir. komandolar tank mayınları, altı adet mg3/m1918a6 makineli tüfek ve bir geri tepmesiz top ile savaşa yetişmek için harıl harıl yardıran rum nakliye koluna girişir. ilk cayırtı koptuğunda 38 ölü yaralı veren rumlar şaşkınlığı üzerinden zor atıp savunma pozisyonuna geçerler. o sırada rum 316. tabur 286. taburdan arta kalanları bünyesine katmış 3 adet t34/85 tankı da beraberlerinde getirmişlerdir. tank desteği gelince türk komandolar geri çekilmek zorunda kalır.
rum ulusal muhafızlarından kurmay yarbay konstantinos boufas zırhlı bir nakliye koluyla girne'nin batısına farklı bir yoldan ulaşır. amacı da karşı saldırıyı organize etmek ve bir batı cephesi oluşturarak türk savunma hattının yüzünü batıya dönmesini sağlamaktır. hava üstünlüğüne karşı yapabilecekleri az olduğundan gece saldırmak ister. elinde hazır bulunan bütün kuvvet 316. 281. 286 piyade taburları ile bir antitank timi ve üç de t34/85 tankıdır. hakkını vermek gerekirse saldırıyı büyük bir sürpriz etkisiyle ve başarıyla uygular. kıyı hattını tutan türk birlikleri aniden gelen ve beklenmedik yoğun ateş ve düşman piyadesinin sızması sonucu 120 metre kadar geri çekilir. ancak bu da hızlı bir karşı saldırıya zemin oluşturur. yarbay boufas'ın birlikleri oldukları yerde yatarak çarpışmaya başlarlar. tanklardan biri antitank roketiyle isabet alır ve paletlerini kaybeder. hemen ardından gelen bir başka geri tepmesiz top mermisi tankın sürücü kapağından sekerek kule alt sahanlığına seker ve oradaki rulman hattını kırar. mürettebat tankı şu şekilde terketmiştir. rum 306. taburu da savaşa o anda geç de olsa dahil olmuştur ama çatışma üzerinde ciddi bir etkisi olmaz. aynı anlarda silahlandırılmış rum siviller olan "pantazis" de güneyden çatışmaya dahil olur ancak türk piyadesini yerlerinden edemezler. o gece 50. piyade alayı komutanı karaoğlanoğlu çatışırken sevk ve idareyi sağladığı villaya m20 bazuka isabeti sonucu oldukça feci şehit olmuştur. rum kaynakları özellikle de savvas vlassis, atilla operasyonu kitabında karaoğlanoğlu'nu öldüren bazukanın türk tarafından ateşlendiğini ve albayın dost ateşiyle öldüğünü yazar.
20 haziran 1974 günü lefkoşa hattı
sabah 6 sıralarında gönyeli'ye inmekte olan türk hava indirme tugayının (sanırım) 1. taburunun birinci bölüğü gönyeli ovasını hafif aşarak lefkoşa sınırında mia millia'ya iner. talihsizlik de o ki gönyeli'yi girne'ye ulaşmak için aradan çıkarmaya gelen rum ulusal muhafızların tam kafasına denk gelirler. rum kaynaklarına* göre inen 120 mevcutlu 1. bölük 93 ölü yaralı ve bir esir vermiş, kalanlar türk hatlarına çekilmiştir.
saat 07:30'da adadaki yunan alayının 550 askeri, rum ağır tank taburunun 19 tankı ve bir rum ulusal muhafız taburuyla birlikte lefkoşa gönyeli arasında toplanırlar. gönyeli girne'ye giden yolun üzerinde bulunduğundan girne bölgesini desteklemek için mutlaka elde tutulması elzem çok stratejik bir noktadır. ancak bunu türk ordusu da iyi bildiğinden burayı geçilemez bir şekilde tahkim etmiş bulunmaktadır. zaten türk alayının çıkarmadan önce burada konuşlanmış olması da bu yüzdendir. alayın antitank siperleri, makineli tüfek yuvaları ve beton koruganlar ile kuşatmaya hazırlanmış bir hali vardır. yunan ve rum karma kuvvetleri taarruzlarını klasik bir topçu bombardımanıyla açar. gönyeli türk alayının yönlendirmesiyle türk hava kuvvetleri hemen strafe dalışına başlar. saldıran dört uçağın toplar ve bombalarla geçişi sonrası rum topçusu afallar ancak sonra şaşkınlıklarını üzerlerinden atıp mevzilerine dönerler. yunan havan timleri hava üstünlüğünün olmadığını iyi bildiklerinden top ateşi başlayınca gri duman mermileri de sallayınca 1960ların teknolojisiyle uçan f100d pilotları hedefleriyle görsel temas kuramaz. atışları isabetsiz hale gelir.
hava saldırısı kesildiği zaman rum ulusal muhafız bölüğü tank desteğinde koordineli bir piyade hücumuna geçer. ancak bu da kendileri için felaket olur. iki t34/85 türk topçusu tarafından direkt atışlarla safdışı kalır. bir üçüncüsü de antitank siperine düşerek çıkamaz ve mürettebatı tarafından terk edilir. bu sırada arka planda hava indirme tugayının diğer taburları gönyeli ovasına inmeyi sürdürmektedir.
daha güneyde lefkoşa içlerinden kuzeye doğru gönyeli'ye çıkmakta olan 185. rum mekanize piyade taburunun topçusu 12 adet 25 funtluk qf topunu da olay yerine getirmektedir. toplar açılıp ilk mermilerini gönderemeden orta irtifadaki f100'ler tarafından görülürler. stuka gibi neredeyse vertical dalan bir f100 bütün roket mühimmatını top bataryasına yollayınca top mühimmatının da ateş almasıyla rumlar beş top ve 6 askeri büyük bir patlamada kaybederler. batarya komutanı üsteğmen diakos takla atan bir topun altında kalarak feci şekilde can verir. nitekim rumlar topları kurmuşken namlu başına üçer mermi he görevi de yapar ve ardından tüm taşınabilecek topları makedonitisas manastırına çekerler.
rum 184. piyade taburunun topçusu da türk hava saldırıları altında makedonitisas'a toplarının yarısını kaybederek, üç asker de zayiat vererek gelir. bu iki topçu bataryası gönyeli türk alayının karargahını vizörlerinde sıfırlayarak atışa başlar. bir türk hava saldırısı yeseler de siperlerin derin olması yüzünden kayıp vermezler.
bu esnada 15 tankları kalmış olan yunanlılar güneybatı istikametinde çarpışarak çekilmektedir. yeni savunma hatlarına yerleştiklerinde 361. ve 369. taburları 15 dakikalık bir dinlenmeye alarak rum ulusal muhafızlarından destek ister. o akşam saat 18:00'de rum ulusal muhafızların doğu ve batıdan, yunan alayının da tanklarıyla güney ve güneybatıdan hücum etmesi planlanır. ancak yardıma gelen rum 399. tabur yolda tmt milisleri tarafından pusuya düşürülür ve çok gecikir. geldiğinde de kimseyi beklemeden kendi başına doğu istikametinden karargaha saldırıya geçer. büyük zayiat verip geri çekilir ve gönyeli üzerindeki genel baskı bu noktada hafifler.
20 temmuz günü adanın diğer bölgeleri
çıkarma haberi gelince adanın en güneyinde bulunan ve bir türk gücünün tamamen nüfuzu dışında kalan limasol kentindeki türk mahallesi saat 10:00 sıralarında 450 kadar eoka-b mensubu askerin saldırısına uğrar. bunlar aslen (kağıt üzerinde) 203. piyade ihtiyat taburuna bağlıdır. limasol türk yerleşim noktasında 1000 kadar silahsız ya da çok hafif silahlı yerleşimci bulunmaktadır. aynı anda limasol'un batısında avdimu kasabasındaki türk yerleşimciler de baskına uğrar. adanın yerlisi olan türkler savaş esiri muamelesi görerek limasol stadyumuna koyulurlar.
saat 17:00 de yunan tank çıkarma gemisi hs lesvos baf'a ulaşır. yunan bandırasına rağmen güvertedeki 40mm bofors topunu tmt mevzilerine çevirerek yoğun ateş altına alır. aslen gemi adadaki yunan alayı askerlerinin rotasyonu için gelmiştir ama savaş koşullarını görünce gemideki 450 yunan askerini baf'a bırakıp adadakileri de almadan hemen açık denize fıyar. hs lesvos'un orada olması türk plan subayları için küçük çaplı bir şok olacaktır çünkü çıkarmadan 12 saat sonra yunanistan'ın adaya asker çıkardığı haberi tmt telsizlerinden ankara'ya iletilecektir. genelkurmay hemen 3 adet fırkateyni olay yerine daha büyük çıkarma operasyonlarını engellemesi için yollayacak bu da daha ileri bir seviyede kocatepe faciasına yol açacaktır.
saat 18:00'de bm güvenlik konseyi 353 numaralı kararını oy birliğiyle alır. 22 temmuz saat 16:00'da ateşkes koşullarının uygulanması taraflardan istenir.
gece saat 22:00'de baf bölgesindeki hırpalanmış tmt güçleri teslim olduklarını bildirirler. ağır silahlardan yoksundurlar ve orası da şanslarına yunan ordusunun bizzat güçlü olduğu noktadır. bunun yanısıra gazimağusa/famagusta'daki tmt birliği şehrin iç duvarlarına mevzilenerek bir kuşatmaya hazırlık yapar.
saat 23:00'de rum/yunan karma komandolar ağırdağ / lefkoşa'daki türk yerleşiminin hemen kuzeyinden bir gece saldırısı başlatır. amaçları beşparmak/pentedaktylos dağ sırasının lefkoşa istikametinde geçişe imkan veren tek noktası olan boğazı kapatmaktır. 31. ve 33. komando bölükleri batıdan 32. ve 34. bölükler doğudan saldırıya geçer.
21 temmuz 1974
çıkarmadan tam bir gün sonra kıyıbaşında çatışma kalmamıştır. kıyıbaşının tutulması da çıkarma harekatının bir numaralı mihenk taşı olduğu için mersin limanında bekleyen ikinci dalga askerler harekete geçerler.
yunan tank çıkarma gemisi hs lesvos'un açık denize kaçışından sonra türk hava kuvvetlerine bölgede bir yunan donanmasının görev gücü (task force) olduğu bilgisi iletilir. tabii o yıllarda istihbarat alındısı, teyid ve onay gibi hususlar merkezi bir idareden yönetilmemektedir. telefonu açıp kendisini genelkurmay deniz istihbarat dairesinden gibi tanıtan bir bakkal da işleme istihbarat alındısı koyabilmektedir. internet intranet gibi şeylerin çıkmasına daha 25 yıl vardır. hava kuvvetleri istihbaratı teyid için genelkurmayı arayarak bölgede bir rum/yunan deniz görev gücü olup olmadığı yönünde teyid ister. hs lesvos'un varlığı yüzünden bu teyit edilir. nitekim tek bir gemi görev gücü değildir. bu karşı istihbarat çalışmasını rumlar yapmışlardır. üç fırkateynin akdenizde ls lesvos'u aradığını haber alıp türk hava kuvvetlerine bir yunan görev gücünü haber verip şanslarını denemişlerdir kısaca.
hava kuvvetleri teyidi alınca 28 uçaktan oluşan bir gemi avlama filosu bir araya getirerek bunlara o yıllardaki hava kuvvetleri cephaneliğinin izin verdiği en masif mühimmatları takar. anti gemi füzeleri henüz sınırlı kullanımda olduğundan mk82 ve 15 temmuz'da darbe gecesi polis özel harekat bahçesini vuran mk84 bombaları ve zırh delici 20mm top mermileri uçaklara yüklenir. bunlar da iki uçuş kolu bir araya getirerek akdenizdeki yunan görev gücünü aramaya giderler. gerçekten de üç gemilik bir görev gücü bulurlar.
aslında bunlar lesvos'u arayan türk adatepe, kocatepe ve mareşal fevzi çakmak fırkateynleridir. üç gemi de aynı anda saldırıya uğrar ancak yarbay güven erkaya'nın komutasındaki kocatepe çok ağır yaralanır. 55 şehidin olduğu gemide kurtarma çalışmaları fayda vermeyince kocatepe'de gemiyi terk emri verilir. lastik botlarla akdeniz'in karanlığında sürüklenen tcg kocatepe mürettebatından bazı denizciler paniğe kapılarak bir drama daha sebep olurlar. güven erkaya'nın ısrarlarına rağmen ana tahlisiye botlarından palamar çözerek iki üç botla karaya doğru kürek çekerler ve kendilerini bir daha gören olmaz. güven erkaya ve onun etrafındaki lastik botlar sabaha doğru bir israil balıkçı teknesi tarafından görülür ve kurtarılır. bunlar haifa limanına götürülerek oradan türkiye'ye dönüş yaparlar. hatta 1996 yılında da erkaya deniz kuvvetleri komutanı olduğunda balıkçıya vefa borcunu kendisini onur misafiri olarak türkiyeye davet ederek ödemek istemiştir. (edit : @guru burada kurtarılma hikayesini oldukça detaylı yazmış)
istihbarat çalışmasının sorumlusu olan rum donanma komutanı yarbay papayiannis kocatepe saldırısının gerçekleştiği sıralarda karava taraflarında türk çıkarmasının boyutları hakkında malumat edinmek ve gözlem yapmak için 80 rakımlı bir tepeye çıkar. türk paraşütçüler kıyı başına çıkan "bir eşşeğin geçebileceği" her noktaya pusu atmışlardır. eşşeğin başının bir jiple farları kapalı olarak rum istikametinden geldiğini görünce hiç tereddüt etmeden jipi ve ardındaki kamyonu feci bir yaylım ateşine alırlar. yarbay papayiannis boğazından giren bir g-1 mermisiyle ağır yaralı halde jipin içine düşer. ardından rum eoka komandoları ile türk paraşütçüler arasında feci bir hesaplaşma yaşanır. iki tarafın da epey ölü yaralı verdiği o gecenin sonunda rumlar istihbarat konusunda yetenekli bir komutanı harekatın ikinci günü kaybederler.
21 temmuz boyunca sahil ve gönyeli kısmındaki operasyon şu şekilde tezahür etmiştir.
aynı akşam yunanistan'da hüküm süren albaylar cuntası kıbrıs'a direkt operasyon yapamayacaklarından gizli bir silahlı gücü adaya gönderme kararı alırlar. bir piyade bir komando ve bir ağır tank taburu rethymnon feribotuna yüklenerek pire limanından alelacele çıkar. gemiye limanda sağdan soldan atlayan eoka destekçisi aşırı sağcı yunanlıların da doluşmasıyla bir tugay seviyesinde birliği yunanistan yola çıkarır.
21 temmuz girne ve lefkoşe hattındaki durum
21 temmuz akşamı yunan genelkurmayı bakar ki işler çok da iyi gitmiyor. adaya gizli bir hava taşıma operasyonu için düğmeye basarlar. girit souda üssünden bir tabur daha yunan komandosu noratlas nakliye uçaklarıyla lefkoşe'ye o anlarda cehennemin kapısına yollarlar. rum ulusal muhafızlar da çıkarmadan bu yana oldukça asabi olduklarından (ve sürekli hava saldırısı yediklerinden) bu uçaklara uçaksavarla ateş açarlar. bir nakliye uçağı içindeki 29 asker ve mürettebatla beraber havaalanının apronuna çakılır. diğer uçaklar da delik deşik olur. rumlar hatayı anlayıp ateşi kestiklerinde uçaklar ancak havaalanına inebilir. iner inmez de komandolar savaşa sürülür.
girne'de rum 251. piyade taburu trimithi köyüne ulaşarak burayı savunmaya başlar. 241. ve istihkam taburları da girne'nin doğusuna ilerlerler. istihkamcıların emri o noktada sahili mayınlamak ve yeni çıkarma alanlarına engel olmaktır. ağırdağ-lefkoşa geçidinde ise rum dağ komando taburu geçidi akşam karanlığında kapatmıştır. ama buradan bugün dahi neden olduğu pek bilinmeyen sebeplerle agios pavlos istikametine doğru yollanmışlardır. rum 187. topçu taburu bu sırada hava saldırılarında çok yıpranmış bir halde (12 topundan sadece 4'ü çalışır vaziyettedir) bulunduğu gerolakkos yükseltisinden gönyeli türk yerleşimine indirekt atışlar yapar. daha sonra topları 180 derece döndürüp sen hilaryon kalesin mevzilerini de bombalarlar ancak bu da çok büyük etki yapamaz.
vakit ilerledikçe bazı rum ulusal muhafız güçleri bellapais'e birleşmiş milletler bayrakları ile ilerlerler. burada bm barış gücüne bağlı bazı finli askerleri esir almışlardır. daha sonra bellapais'deki ulusal muhafız karargahı türk hava kuvvetleri tarafından napalm ile yok edilir.
savaş lefkoşa'ya saat 6:30 gibi ulaşır ve burada şehrin eteklerindeki ledra palas otelinde mahsur kalan 385 turist için rumlar ve türkler arasında 4 saat süren bir ateşkes yapılır. saat 11:00'de ateşkes otelde rum güçlerinin görülmesiyle birdenbire bozulur. ortalık bir anda cehenneme döner, otel de 81mm havanların her tarafa isabet etmesiyle büyük hasar alır.
21 temmuz 1974 günü adanın geri kalanında durum
saat 6:00'da limasol'deki türk direnişi büyük oranda kırılır. 1000 kadar yerleşimci ve türk askeri de esir olur. pileri havarisindeki türk köyleri de aynı akibete uğrar.
larnaka'da ateşkes ile ilgili görüşmeler sürerken bir anda silahların patlamasıyla feci bir çatışma başlar. o bölgede türk yerleşimciler ve tek tük türk askeri varlığı ağır silahlardan tamamen muaf kaldığı için ağır havanlar ve uçaksavarlar kullanan rum ulusal muhafız ve eoka-b milisleri saat 10:30 civarında türkleri esir almıştır.
22 temmuz 1974
girne bölgesi'nde durum
ilk çıkarmadan iki gün sonra türk genel kurmayı daha ağır teçhiz edilmiş ve daha kalabalık olan ikinci dalga işgal gücünü kıbrıs'a beş mil / pentemilli sahiline çıkarır. bora görev gücü adı verilen bu ikinci dalga da bu arada bora ben diyerek kıbrıs'a çıkar. tuğgeneral hakkı borataş komutanlığındaki bu tugayda bir tank bölüğü ve bir mekanize piyade bölüğü bulunmaktadır. 50. alay ile birleştiğinde yaklaşık 30 tank ve yüzden fazla hafif zırhlı araç (zpt) sayısıyla türk silahlı kuvvetlerinin adadaki demir yumruğu haline gelmiştir. bu yumruğun da öncelikli hedefi girne'dir.
hakkı borataş tugayı ile girne'nin güneyinden geçerek beşparmak boğaz geçişini zorlamak ile girne'yi zorlamak arasında kalmıştır. boğaz kesiminden direkt antitank topları ateşe başlayınca ve ilk isabetler tanklara çarpmaya başladığında çoğunluğu m48 tanklarından müteşekkil bora özel kuvveti girne'nin dar sokaklarına dalar. girne'ye bu kadar tereddütsüz ve sert bir saldırı beklemeyen rumlar ön hatta 33. komando, 306. ve 251. piyade taburlarını koymuştur. bunların da antitank kabiliyet ve mühimmatları çok sınırlıdır. çok müşkül bir halde telsizle yardım isterler ancak yardımın mahiyeti telsizle belirtilemez ya da araya kaynar. 241. piyade taburu da girne sokaklarına girip cayır cayır mermi kusan tankların önüne geçince bir kıyım yaşanır. rum savunma hattı girne'de büyük bir bozguna uğrayarak şehrin içlerine ve doğusuna doğru bölük pörçük çekilmeye başlar.
belirtmek gerekirse de bora özel kuvvetinin beş mil sahilinden girne'ye yaptığı zırhlı sprint iki adet oynak savunma hattını da geçmiştir. rum 33. komando'nun mobil unsurları jiplerin tepesindeki geri tepmez 106mm topları kullanarak iki tankımızı safdışı bırakır ve bunlar ustaca kamufle olduğu için kaçarlar. 241. piyade taburu da girne sokaklarında bir m47 tankını m3 shmel roketiyle durdurur. girne türk silahlı kuvvetlerine 5 tank ve 23 şehide mal olur. rumlara ise kuzeydeki en büyük liman'ın kaybı anlamına gelmektedir. kıyıbaşı'nın artık gemi getirip indirecek bir iskelesi ve liman tesisleri vinçleri vs vardır. rumlar girne'yi çalışır halde terketmiştir yani.
girne'ye giren bora özel kuvveti şehrin içinde ikiye ayrılarak kuzeydeki kontenjan yeni bir indirme plajını güvenlik altına almak için dümdüz sahile bastırırken güney ve doğuya açılan kontenjan boğaz geçişine doğru yönelir ve buradaki hava indirme birlikleriyle buluşarak gönyeli ile ilk kez kıyıbaşının kesintisiz bağlantısını sağlar. ancak tanklar ikmali zor gerçekleştirilen benzini tamamen tükettiği için (benzin nerde? - tank içti sorunsalı) borataş girne çıkışında sıkıntılı bir şekilde beklemek zorunda kalır. daha sonra kendi dahiyane çözümüyle onun da üstesinden gelecektir. çıkarma gemilerine tam dolu tanker kamyonlar yükleterek girne'ye çıkartır ve tankların dolumunu bunlarla yaparlar. oysa klasik ikmal metoduyla deniz tanker gemisi gelse bunların boşaltılması vs daha bir 7 saat sürecektir. borataş tank savaşını bu anlamda iyi çözmüş bir komutandır. bir buçuk saat içinde ikmal bitirilerek tank desteğindeki bora görev kuvveti doğuya ve güneye yönelir. burada tankın üzerinde sevk ve idare ederken rum keskin nişancıları kendisini tespit eder. ilk atışları tankın kulesinden seker ve yanından vızıldayarak geçer. o anda borataş kendisine nişan alındığını farkeder ve ayaklarını kuleden dışarı çekerek tankın yanından yere atlamak ister. ikinci mermi sol kalçasından girerek iki baldırını da delerek çıkar. kendisi ağır yaralanır. yarasına ayaküstü baktırırken emir ve komutayı bayılana kadar sürdürür. kurmay başkanı binbaşı gürlüoğlu'da yanındaki tankta çenesinden vurulmuştur. girne güney çıkışında saat 14:00 sularında çeşme başında bora görev kuvvetinin heyet-i zabitanı sıhhiye erleri ve bir doktor asteğmenin nezaretinde açık havada tıbbi yardım almak zorunda kalırlar. zira şehrin genelinde tek tük de olsa çatışmalar sürmektedir. güvenli bir yer bulamazlar. ilerleyen bir saat içinde rumlar son mevzilerinden de tank desteği, hava saldırıları ve komando tugayının ileri atılması ile sökülürler. saat 15:00 sularında da kıyıbaşı ve lefkoşa arasında türkleri tutacak bir birlik kalmamıştır. girne'deki son yunan bayrağı türk eline geçer.
kolordu komutanı nurettin ersin paşa bu sırada ortalarda pek görülmez. akşam 18:00'de bedrettin demirel paşa kendisini boğaz sancak karargahının bodrumunda rütbeleri sökülmüş ve odanın köşesinde kafasında çelik başlığı olduğu halde bulur. demirel'in kendi hatıratında "benzi uçuk, sesi kısıktır". kendisine girne'nin düşürüldüğü, borataş ve kurmay heyetinin ağır yaralı olduğu kendisine iletilir. telefon hiç durmadan çalmakta ve tabur komutanları aralıksız bir şekilde tank desteği istemektedir. nurettin ersin, bedrettin demirel'e bakarak hoşgeldin der ve başka hiç birşey sormaz ya da söylemez. organizasyon yönü kuvvetli askerlerin cephe operasyon karargahında da kuvvetli olması her zaman vukua gelen bir şey değildir. nurettin ersin harekattan sonra girne limanında genel kurmay heyetini karşılarken de üniformasında rütbesi sökük olarak bulunacaktır. "ben savaş gördüm" ile "paşayım ben rumlar görüp vurmasalar bari" arası bir mesaj verecektir.
23 temmuz 1974
yunan 35. komando taburu kıbrıs'ın kuzey sahilleri türk eline artık geri döndürülemez bir şekilde geçtiğinde lefkoşa içinde tam mevcutlu ve dinlenmiş bir halde kalan tek güç olarak kalır. tabur 3 komando bölüğü ile hemen lefkoşa havaalanına gitmesi için emir alır. lefkoşa havaalanı türklerin eline geçtiğinde adadaki en büyük hava alanını rumlar kaybedecek, türkler 3 kilometrelik devasa bir pist kazanarak hava indirmelerini bir hava ikmal köprüsüyle değiştirebilecek, helikopterleri için muazzam bir üs elde edecek ve hava-yer / cas operasyonları için burası kullanıldığında sorti aralıkları 8 dakikaya kadar inecektir. bir anlamda kıbrıs'ın ölüm kalım noktasıdır burası. havaalanını savunan bu esnada bir bölük rum komando, 175 kişi kadar havaalanının kendi paramiliter güvenlik gücü, 5 kadar hafif zırhlı m8 greyhound zma vardır.
türk komandolar iyi savunulduğu bilinen tesislerin zayıflığını bulmak için probe bir saldırı düzenler. ancak havaalanı terminalleri birbirini kesen makineli tüfek ateşiyle korunduğundan ve ağır silahların geniş açıklıklarda üstünlüğünden dolayı durdurulurlar. komandolar geçemeyince havaalanı türk hava indirme tugayının getirip kurduğu 81 ve 110mm havanlar ile dövülmeye başlanır. rumlar terminal binasına roketatar da istiflediğinden flank saldırısı yapmak isteyen iki m47 tankını da orta menzilden sakatlamayı başarırlar. türk saldırısı duraklayınca rumlar türkleri püskürttüklerini zafer kazandıklarını sanar ancak saldırı yenilenince deliye dönerler. roketatarlara fosfor başlıkları takarak birleşmiş milletler güçlerinin üslendiği kampın yanındaki (türk birliklerine de 120 metre mesafedeki) çalılık koruluk alanda yangın çıkarırlar. birleşmiş milletler güçleri de saldırı kendilerine yapılıyor sanarak mavi bayraklarını açar ve bm tarihinde ender görülen bir ilerleme harekatına girişirler. bm komutanı kanadalı bir yarbaydır ve savaşan iki gücün bildik anlamda arasına girerek etten duvar yaparlar.
lefkoşa havaalanı o günden bu güne birleşmiş milletler güçlerinin ana karargahı haline gelmiştir. terminal binası 1974'ten bu yana hiç dokunulmadığı için bir zaman tüneli gibidir. resim 2 , resim 3
havaalanı çevresindeki çatışma sürerken ateşkesin ilan edilmesiyle attila 1 operayonu sona erer.
operasyonlar neticesinde girne limanı türk kontrolüne girer. bülent ecevit 25 temmuzda yaptığı açıklamayla resmi rakamları 57 şehit, 184 yaralı ve 242 kayıp olarak verir. tcg kocatepe'nin mürettebatı kayıp nevinden sayılmıştır.
`yunan cunta hükümetinin düşmesi ve barış görüşmeleri`
23 temmuz 1974'te kıbrıs'taki genel durum (yunanlılar açısından) o denli kötüdür ki albaylar cuntası ülkeyi bir arada tutamaz olmuştur. cuntacı albayların ülkeden kovduğu ve/veya kendi isteğiyle sürgüne gitmiş olan politikacılar da birbiri ardına yunanistana dönmeye başlarlar. 24 temmuz'da konstantin karamanlis paris'ten döner ve başbakan olarak yemin ederek göreve başlar. yunanistan'ın kıbrıs yönetimi yanında savaşa girmemesine karar verir. neden diye soran şoka uğramış gazetecilere bugün dahi kıbrısla ilgili her sorunda yunanlıların diline pelesenk olacak kısa bir cevapla özetlemiştir kararını. "çünkü kıbrıs uzak" demiştir. bu nedenle hayatı boyunca yunan halkının gözünde hain olarak yaftalanmaktan kurtulamamıştır. netekim kıbrıs atinaya hakikaten uzaktır.
ilk barış görüşmeleri cenevre'de 25-30 temmuz 1974'te başlar. ingiliz dışişleri bakanı james callaghan ingiltere'nin hala nispeten tarafsız garantör olması sebebiyle yunanistan ve türkiye'yi masaya çağırır. türk heyetini dışişleri bakanı turan güneş, yunan hükümetini de glafkos klerides temsil etmektedir. orada da ön şart olarak türk askerinin attila 1 ile elde ettiği girne gönyeli lefkoşe ile beş mil sahilinden oluşan t biçimindeki koridorun (veya nurettin ersin'in deyişiyle y***ak şeklindeki bölgenin) genişlememesini öne sürerler. bunun yanısıra işgale uğramış olan türk yerleşim birimleri derhal yunanlılardan arındırılacak ve gerçek barış görüşmeleri kıbrıslı rum ve türklerin masaya oturmasıyla başlayacaktır. ingiltere 1960 anayasasının devam etmesi ile ilga edilmesi arasında kararsızdır. başkan yardımcısı (dr. fazıl küçük) nın fonksiyonunu sürdürmesini yararlı bulmaktadırlar. ancak iki farklı etnik grubun kendi liderlerini çıkarması ve otonomiye sahip olmasının da pratik faydalarını es geçemezler.
belirtmek gerekirse türk işgali dünya kamuoyunun bu noktaya kadar sempatisini ve hayranlığını kazanmıştır. ultra milliyetçi sampson ve cuntayla yönetilen yunanistan'a nazaran türk yönetimi batılı gözlemcilerin perspektifinden daha modern ve erdemli görünmekte ve öyle de gösterilmektedir. ancak operasyon artık başarılı olmuş eoka-b ve uzantıları devlet kademelerinden inmiş hatta yunanistan'ın cuntacı albayları bile dağılmıştır. adada ve yunanistan'da demokrasi kağıt üzerinde tekrar tesis olmuştur. işte o noktadan itibaren sempatinin ibresi kıbrıs yönetimine, yunanistan'a ve makarios'a kaymaya başlar.
ilk konferans bu isteklerin üzerinde durulması ile sonlanır. ikinci konferans ise 14 ağustosta toplanır. türk heyeti bu toplantıda federal bir devlet kurulması yönünde baskı yaparlar. bunun da üzerine birbirine ait nüfuz bölgeleri ve polisi olan ancak haritada yeri belli olmayan bir öneri getirirler. daha da üstüne iki federe devlet arasında aynı türkiye ve yunanistan'ın 1922'de yaptığı gibi bir nüfus mübadelesi yapmasını şart koşarlar. dahası bu şartların kabulünü türkiye hemen ister. glafkos klerides atina ve rumlar ile bunu görüşmek için 36 ila 48 saat arasında makul sayılabilecek bir süre ister. ancak türk heyeti makarios ve "işbirlikçilerinin" bu süreyi tahkimatlarını güçlendirmek için harcayacağını söyleyerek reddederler. görüşmeler kesilir. türkler taksim istemektedir. rumlar ise istememektedir. ingiltere ise orada ne işi olduğundan çok emin değildir. masadan da barış çıkmaz haliyle.
ikinci barış harekatı 14-16 ağustos 1974
turan güneş görüşmeler sonuçsuz kalınca hemen odasına geçer ve telefonla bülent ecevit'i arar. dışişleri bakanı daha önceden kararlaştırdıkları üzere şifreyle harekatın devamı önerir. ayşe tatile çıksın der. telefon dinleniyor bile olsa şüphe çekmeyecek bir sözdür çünkü kendi kızının adıdır. yakın tarihimizin en iyi bilinen ayşelerinden olan ayşe güneş ayata bugün hayattadır.
ikinci harekat başlayana kadar türkiye adaya deli gibi asker yerleştirmiş iki yeni tümen ve altı tank taburuyla yıpranmış rum ulusal muhafız ordusunun dayanamayacağı bir güç bir araya getirmiştir. harekat başlayınca da isteksiz görünen rumların mevzileri çorap söküğü gibi birbiri ardına dağılacak ve terkedilecektir. bu iki günlük durmaksızın ilerleme sonucunda türk birlikleri şu an kuzey kıbrıs'ta bulunan lefke, gazi mağusa, beşparmak dağ sırası ve güzelyurt'u işgal ederler. türk bayrağı adanın %11'inde dalgalanırken o noktadan artık %37'sinde dalgalanmaktadır.
bu da türk garantörlüğünün de uluslararası toplumda asla onanmayacak bir darbe almasına neden olur. kıbrıs sorunu dediğimiz hadise türkiye'nin 1960 garantörlük anlaşması ile adaya müdahelesi sonucu çıkmış değildir. çünkü ilk harekatta legal bir dayanağı ve altyapısı olan askeri müdahele, ikincisinde "istediklerimi vermezsen işgale devam ediyorum" halini aldığından kimseden kabul görmemiştir. hatta ingiliz dışişleri bakanının çok sonraları ölmeden önce açıkladığına göre türkler akıncılar / louroujina çıkıntısına kadar ulaştığında türk ilerleyişini durdurmak için yapılacak bir ingiliz saldırısı masadayken henry kissinger bunu veto etmiştir. sovyet rusya'nın soğuk savaşta ne yaptığı ne yapacağı çok belli olmadığından kissinger sanırsam türkiye gibi bir müttefikin nato'daki yerini kıbrıs gibi haritada zor görünen bir ülke için tehlikeye atmamıştır. yunanistan ve kıbrıs rum kesiminin ana ingiliz ve amerikan eleştirisi çok derine kazarsanız da bununla alakalıdır. türkler göz göre göre adanın yarısını aldı hepiniz oradaydınız be düzleminde bir eleştiri vardır.
yunanlılar ve rumların en kabullenemediği şeylerin başında harekattan önce %80 kadar bir oranla rumların ikamet ettiği kıbrıs'ın kuzeyinin nüfus mübadelesiyle boşaltılması ve 113 bin rum'un evlerini arabalarını arsalarını çiftliklerini bahçelerini bırakarak oraya güneyden gelen 25 bin türk kıbrıslının yerleştirilmesidir. türkiye adadaki kozunu güçlendirmek için türkiye'den yerleşimci de getirip adanın demografik yapısına müdahele de etmiştir. harekattan yıllar sonra annan planı'nın bir numaralı red sebebi türkiye'nin bu oldu bittisine hayır demek olacaktır. iki numaralı sebebi de adadaki türk askeri varlığının sürmesidir.
türkiye ikinci harekatın sonunda ulaştığı gazi mağusa / famagusta 1974 yılına kadar dünyanın en önde gelen tatil merkezlerinden biriydi. brigitte bardot, raquel welch, richard burton ve liz taylor buranın tanıdık simalarıydı. özellikle mağusa'nın güneyindeki varoşa / maraş kesimi sayısız otelleri, alışveriş merkezleri ve canlı gece hayatıyla dünyada çok ünlüydü. barış harekatından sonra türk kontrolüne giren maraş sivillerin girişine kapatılmış ve kaderine terkedilmiştir. türkiye burayı 1974'ten beri kıbrısla ilgili her tartışmada poker fişi gibi masaya sürecektir. rumlar ise devasa turizm geliriyle para basan varosha için yalvarmak yerine turistik merkezlerini güneye daha az güzel limasol tarafına kaydıracaklardır. dolayısıyla maraş bugün kimsenin giremediği bir hayalet şehirdir. 1974'te bırakıldığı gibi durmaktadır. oteller bakımsızlıktan kendiliğinden yıkılmak üzeredir. şehrin üzerinde drone ile gezinen dailymail haberi için bkz
savaş suçları
karşılaşan tarafların birbirine yüzlerce yıldır biriktirdiği etnik nefret askerler seviyesinde korkunç manzaralara sebep olmuştur. bunlardan yüzlerce adet var ancak benim başlangıçta yazmak istediğim en bilinmeyenlerinden bir tanesi. ordudonatım teğmen gürkan ışık'ın şehit edilmesi.
gürkan ışık 1972 mezunu 23 yaşında genç bir teğmen iken girne karava bölgesine çıkmış ve hava indirme tugayına ataşlı olarak ikmal subaylığı görevini almıştı. yanılmıyorsam devre arkadaşı ismail hakkı pekin ile aynı saflarda çarpışırken 1066 rakımlı tepede çok acil mermi ihtiyacının olduğunu kendisine ilettiler. 21-22 temmuz gecesi saat 11 sularında yanında bir erle beraber bir jipe yükleyebildikleri kadar mühimmat istifleyerek tepeye çıktılar. ancak tali yolların sapalığı, bilinmeyen arazi vs gibi koşullar bir araya gelince jip bir anda rum birliklerinin arasına düştü. kendisine rumca bağırdılar. gürkan teğmen silahına davrandı ama çalılardan yaylım ateşi açılınca yanındaki şöför er kalbinden vurularak şehit oldu. genç teğmen de omzundan yaralandı. rumlar teğmenin kaçmasına ya da ateş etmesine fırsat vermeden üstüne atlayıp esir ettiler. jipteki bütün mühimmatı da ele geçirdiler.
olaydan üç dört gün sonra 26 temmuzda ayermola / şirinevler bölgesinde (çatışmadan 8 km kadar geride) jandarma komandoların bir probe saldırısı esnasında bir mağarada insanlık dışı bir manzara ile karşılaşıldı. mağara tavanına ayaklarından dikenli telle asılmış yarı yanmış üniformalı bir ceset buldular. görünüşe göre başaşağı asılmış (elleri de dikenli telle bağlı) cesedin altında odun ve gaz istifleyip ateş yakılmıştı. cesetin botları ve pantolonunun kamuflajı türk deseniydi. komando astsubay başçavuş kanlı üniformanın üzerinde mavi ordu donatım apoleti ile yarısı yanmış bir kumaştan teğmen yıldızı buldu. hiddetten ağlayarak onu oradan indirdiler ve omuzları üzerinde karava'ya geri taşıdılar. gürkan teğmen nurettin paşa'nın takmadığı rütbesinin aksine omzunda yıldızı ile işkence görüp şehit olmuştur.
rumlar böyle her nasılsa ada saldırı altındayken bile işkenceye vakit bulmuşlardı.
bir diğer örnekte baf bölgesinde askerliğini yapmakta olan türklerin operasyonun başlamasıyla rumlar ve yunanlılar tarafından esir edilmesi ve rumların gözetiminde gördükleri işkence var. o yıllarda 18 yaşında olan ve esir mübadelesine kadar 90 gün kadar rumların kötü muamelesine maruz kalan aygün altınoğlu'nun anıları var. alıntı yapmak gerekirse şöyle söylüyor :
"yaklaşık 5 saatlik bir işkenceye maruz kaldık. durmadan dayak atıyorlardı.
üzerimizdeki üniformalar hep kan olmuştu. rum askerler mermileri namluya sürerek ağzımıza tabancayı dayıyor ve bizi öldürmekle tehdit edip işkence ediyorlardı. işkencenin son anında bizi yere yüz üstü yatırıp ellerimizi de arkadan bağladılar. bizi vurmak için plan yaptılar. üçümüzü de yerde yatılı vaziyette tek kurşunla kafalarımızdan vurup öldüreceklerini söylerken tam o esnada bir yunan subayı kapıdan içeriye girerek bize işkence yapan rum askerlerine bağırdı. ben daha önceden okulda rumca öğrendiğim için ne dediklerini anlıyordum. yunan subayı rum askerlerine, ‘onlar bizim esirimizdir’ dedi. ellerimizi yunan subayının lafları üzerine çözdüler ve yerden kaldırdılar. bizim yerden kalkacak gücümüz dahi kalmamıştı"
devamı burada.
askerler savaşta en çok çeken gürüh olsa da kıbrısta sivil olmak da kolay değildir.
(bkz: muratağa sandallar ve atlılar katliamı) bu üç köy 14 ağustosta birbiri ardına basılarak yaşları 16 ila 90 arasında değişen 126 türk katledilmiş. dozerle açılan büyük çukurlara gömülmüştür. cesetler 2 eylül günü bulunmuş ve cesetlerde kesici alet yaraları ve kurşun delikleri göze çarpmıştır. kıbrıs'ta hala büyük bir tabu olan konu ara ara etnik tansiyonunu yükselmesine de sebep olmaktadır.
(bkz: sysklipos katliamı) 14 rumun bir evde öldürülmesi ve bir toplu mezara gömülmesi şeklinde vuku bulmuş kıbrıslı türklerin ve (iddiaya göre) türk ordusunun ortak çalıştığı bir katliamdır. ingilizce bilenler için katliama tanık olmuş bir rum kızının ağzından hatıratı burada.
tochni / (bkz: taşkent katliamı) 14 ağustosta rum ulusal muhafızları larnaka'nın tochni köyünde 85 kişiyi öldürmüştür.
aşa / (bkz: paşaköy katliamı) : türklere atfedilen bir diğer katliamda 17 rum ulusal muhafızı savaş esiri olarak sinta tepesine götürülmüş ve bir daha haber alınamamıştır. diğer köylüler iki otobüse doldurularak lefkoşa polis karakoluna götürülmüş ve dönüşte ortadan yokolmuşlardır. aşa kıbrıs rum kesiminde hala büyük bir tabudur
(bkz: eptakomi katliamı) ağustos 1974'te 12 rum vatandaşı elleri arkadan bağlı vurulmuş bir şekilde toplu bir mezarda bulunmuştur.
(bkz: angolemi katliamı) ağustos 1974'te ana baba ve 13 yaşında kızları iki kimliği belirsiz iki erkek rum ulusal muhafızlarınca vurulmuştur.
türk ordusunun kıbrıs'ta adının karıştığı tecavüz vakaları da yok değildir. sovyetlerin doğu prusya'da 1944'te giriştiği gibi bir rapefest olmasa da avrupa insan hakları komisyonu türkiye'yi 1974-76 yılları arasında süren bir oturumda şu gerekçeyle mahkum etmiştir. (edit : @usuyoruz lord stark uyardı, uluslararası ceza mahkemesi yazmışım düzelttim) fransızcadan çevirebildiğim kadarıyla :
"avrupa konvansiyonunun insan hakları ile ilgili maddesi : "hiç kimse işkenceye ve insanlık dışı muameleye maruz bırakılamaz. (madde 3) . türkiye devletine isnat edilen suç : türk askerleri yaşları 12 ila 71 arasında değişen kadınlara topluca ve müteselsilen (a plusieurs reprises) tecavüz etmekten sorumludurlar. bunlar bazı yerlerde öyle bir noktaya gelmiştir ki mağdurlar iç kanamalar ve çok ciddi ruhsal hastalık belirtileri göstermektedir. bazı bölgelerde zorla fuhuş uygulamaları görülmüş, tüm kızlar ve kadınlar toplanmış, bir evin ayrı odalarına konmuş ve durmadan tecavüze uğramışlardır. bazı örneklerde bir ailenin aynı üyeleri tekraren tecavüze uğramıştır ki bunlardan bazıları kendi çocuklarının önünde olmuştur. bazı örneklerde mağdurlar halkın önünde ya da halka açık yerlerde vahşice tecavüze uğramıştır.
tecavüzler sıklıkla bazı vahşi davranışlarla beraber görülmüştür. bunlar : mağdureyi ağır yaralayacak şekilde kuvvetli ısırma, kafasını yerlere vurma, boğulma noktasına gelene kadar boğazını sıkma şeklindedir. bazı örneklerde ise tecavüzler bıçaklama ve kurbanı öldürme ile devam etmiştir. bu kurbanlar arasında hamile ve akıl hastaları da vardır.
türk devletinin suçlamaya yaptığı savunma : türk hükümeti bu suçlamalara cevap vermemiş ve adli itirazları kabul edilmediğinde komisyonun davayı takibini boykot etmiştir.
karar :
kanıtlar göstermektedir ki türk askerleri -ve iki örnekte türk subayları- tecavüz vakalarına karışmıştır. bunlar da yalnız münferit ve bağımsız disiplinsizlik vakaları olarak değerlendirilemez. türk hükümetinin bu tip olaylara karşı yeterli önlem almadığı yahut bu olayların ilk kez vukua gelmesiyle tekrarlarını önlemeye çalışmadığı sonucu çıkmaktadır. bu olayların aktif olarak engellenmemiş olması (ya da ihmalen engellenememesi) türkiye'yi insan hakları konvansiyonuna karşı sorumlu yapmaktadır."
raporun tamamı ingilizce olarak şurada
bunun yanında rumların hazırladığı oldukça taraflı bulduğum kaynağını teyid edemediğim ama tavşan deliğinin ne kadar derinlere gittiğini göstermesi açısından da faydalı olabilecek bir video
peki rumlar sütten çıkmış ak kaşık mıdır? tabii ki değildir.
"biliyorsun ya, kıbrıslı türk erkekleri 1974'te limasol'de savaş esiri olduklarında kıbrıslı rumlar çok genç türk kızlarına tecavüz ediyordu. onları alıyorlar ve işleri bitince eve getiriyor ve eşikten içeri atıyorlardı"
"en kötü tecavüz vakalarından bir tanesi maratha-sandallaris-aloa'da yaşandı. eoka-b çeteleri bu üç köyün kızlarına da tecavüz etmişti. 15 yaşın altındaki çok genç kızlar bile tecavüze uğradılar. ağustos 1974'te eoka çok genç erkek çocuklara da tecavüz etmeye başladı. 14 ağustosta kendilerini görmüş olan herkesi arkada delil bırakmamak için öldürmeye başladılar. o kadar korkunç insanlardı ki 16 günlük bebekleri bile toplu mezara atmaktan geri kalmadılar"
"bir yunanlı dostum şöyle demişti, biliyor musun çok safsın. her savaşta birilerine tecavüz ederler. kadınlar savaşın ganimetidir. bu erkeklerin fetihlerini gösterme oyunudur. kıbrıs da daha önce yaşanmış binlerce savaştan farklı değildi"
kaynak
nitekim savaştaki herkes de tecavüzcü, katil ya da gözünü kan bürümüş bir cani değildi. insanın gözünü dolduran hikayeler de yok değildir.
1974 yılı eylülü geldiğinde yanılmıyorsam tuzluca tarafında nüfus mübadelesi yapılmadan önce jandarma teğmenleri salih ve oktay 50 kadar askerle bölgenin güvenliği ve yeşil hattan sızmaları önlemek için en ön hatta gönderilirler. 5 kilometrelik bir alanı her gün gözlemek, gerçek tüfeklerinde gerçek mermileri olup savaştan çıkmış askerlere gözkulak olmak gibi çok da kolay olmayan görevleri vardır. ilk vardıklarında bir kampın olmayışı yüzünden tabur komutanına "nerede kalacağız" diye sorar salih teğmen.
"nerede istiyorsan orada" diye yanıt gelir. fethedilmiş bir toprakta ganimet olarak kendine bir ev bul yerleş bana ne der jandarma tabur komutanı binbaşı. ardından basıp gider.
bölge rum evleriyle doludur ve tremetousia köyünde de boşaltılmış birkaç hane bulunmaktadır. teğmen müfrezesiyle beraber kendine kalabileceği bir ev bulmak için köye girince köyün yerlileri olan rumlar paniğe kapılırlar. o esnada harekat bitmiş, tüm gençler askere alınmış ve hepsi de güneyde kalmıştır. kuzeyde kalan bir miktar asker varsa bile artık hepsi esirdir. rum köylerinde çocuklar ve yaşlılardan gayri kimse kalmamıştır. teğmen bahçesinde erik ağaçları olan bir evi biraz da kendi çocukluğundaki köy evine benzemesi nedeniyle gayrı ihtiyari seçer ve elde tabancasıyla bahçe kapısını açar ve bahçeye girer. müfrezesini de geride bırakır.
camdan silahlı bir türk askerin geldiğini gören evin 60-70 yaşlarında rum sahipleri nene ve dede korkuyla aşağı iner ve kapının önünde yanyana dururlar. çok korktukları her hallerinden bellidir. köyde duydukları dedikodular türklerin korkunç şeyler yaptıklarını, en azından rumlardan intikam falan aldıklarını söylemektedir. 60lık teyze bir teğmene bir elindeki silaha bakar. korkuden ellerini önde kavuşturur ve mukadderatlarını beklerler. türk teğmen silahını yere doğrultur ve bildiği tek kelime rumcayı söyler :
"galisperasis!"
aslındakalisperasas demek istemektedir ama dili o kadar döner. rum teyze hemen vurulmayacağını anlayarak hemen eve girer ve elinde bir tepsiyle geri döner üzeri kayısılar üzümler bademler iğdelerle doludur. amca da buna mukabil gülümsemeye çalışarak kalosorisma / hoş geldiniz der.
salih teğmen yaşlı kadının kendi evinde ölümden böyle korkmasından, tepsiyi titreyerek tutmasından çok içlenir. kendisi de annesini 15 yaşında kaybetmiştir zaten. bunlar rum da olsalar fakir köylülerdir. dürüst görünen insanlardır. silahını kılıfına sokup yarı türkçe yarı fransızca yarı rumca yapabildiği kadar rum ev sahiplerini rahatlatmaya çalışır. kimse onlara zarar vermeyecektir. köyde sınırı izlemek için bulunmaktadırlar. "korkmayın" der salih teğmen. yaşlı çift birbirlerine bakarak ölmeyeceklerine kanaat getirirler ve rahatlarlar. teğmen de bir miktar güvence sağladığından olacak onu da hemen salmazlar. yemekler yapılır. bilahare rumca bilen bir türk mücahit de yakınlarda bir muhitte bulununca birbirleri hakkında epey şey öğrenirler. çiftin torunları rum muhafız ordusunda limasol'dedir. kendisine ne olduğundan haberleri yoktur. teğmen ise evlenmek üzeredir, nişanlısına ancak mektup yazabilmektedir, telefon yoktur. muhabbet ilerledikçe iki etnik "düşman" aslında ne kadar "aynı" olduklarını görür. erich marie remarque'ın aslında kitapta* anlatmaya çalıştığı asıl şey bu. öğretmenlerinizin, liderlerinizin, büyüklerinizin, gazetlerinizin sizi öldürmeye programadığı düşmana aslında çok benzemeniz sorunsalı. üniformalar çıktığında, maskeler düştüğünde aynada anneniz var, babanız var, 15 yaşında ayrıldığınız ve dönmediğiniz eviniz var. siz varsınız. tüm devlet propaganda mekanizmalarının asla bahsetmediği, hitler'in uğrunda kitaplar yaktırdığı bir gerçek.
o teğmen de benim babamdır.
***
toparlarsak, barış harekatı türk devletinin dış politikada güçlü olduğu, yapması gerekeni yaptığı, en azından öyle başladığı son büyük roldür. ne amerikan çıkarları, ne nato türkleri denizaşırı bir ülkedeki etnik soydaşlarının kıyıma uğraması karşısında durduramamıştır. türkiye doğru bildiğini yapmıştır. ancak hukuka uygun altyapıyla başladığı harekatı da öyle bir bitirmiştir ki o kuyuya atılan taşı değil kırk, bin deli gelip çıkaramamıştır. bu delilerin en ümit vereni kofi annan, annan planı ile masaya gerçek bir plan koyduğunda da rumlar bunu reddetmiştir. bundan sonra da kabul etmeyeceklerdir zira 1974'ü ve öncesini hatırlayan nesil göçüp gittiğinde ardında kalanlar ayrılıktan gayrılıktan bıkmış savaş istemeyen çocuklar değil, savaşın anılarıyla büyümüş olan çocuklar olacak. aynı amerikan ermeni diasporası gibi, ölenlerden daha çok acı çektiğini düşünen, kafasında melekler ve şeytanlar yaratmış ve gözleri kapalı bunları düşünüp duran, karşısında duran adamı hiç görmeyen, iletişimi olmayan bir güruh. kıbrıs'a barışın bu koşullarda gelmesi çok zor.
türkiye savaştan sonra ciddi anlamda çok çekmiştir. amerika 1974 yılında kıbrıs yüzünden biraz dağılan prestijini toplamak için türkiye'ye silah ambargosuna başlamıştır ve 1980'lere kadar bu ambargo kısmen sürecektir. kıbrıs'a olan ambargo ise sürmektedir. kaynaklar türk ambargosunun baş nedeni olarak da kıbrıs rumları üzerinde (başarıyla) denenen napalm bombalarının amerikan menşeyli olmasını gösterir. ironik olarak da bakıldığından başkan kennedy satmıştır bize o napalmleri. kendi vefatından sonra jacqueline kennedy ile yat sefası yapan enosis'in baş destekçilerinden aristotle onassis'e cennetten alevli malevli bir kokteyl göndermiş gibi de olmaktadır.
harekatın silahlı kuvvetlere ciddi bir prestiji de olmuştur. türkiye 1970'li yıllarda hava üstünlüğü altında denizden çıkarma yapmıştır. amfibi operasyon kitaptaki en zor operasyondur. bu her ne kadar kendini savunmaya çok müktedir bir düşmana karşı yapılmıyor da olsa sırf yapılıyor olması bile prestij kaynağı olabilmektedir. zira amfibi çıkarmada koordinasyon bir dakika sekteye uğrasa bağıra çağıra rezil olmak çok olasıdır. kocatepe faciası bunun küçük çaplı bir örneğidir.
materyal analizde türk ordusu ikinci dünya savaşının hemen ertesinde kullanıma girmiş soğuk savaşın ilk jenerasyon ekipmanına bağlı bir havadadır. m47 ve m48 tankları. m113 zırhlı personel taşıyıcılar. gmc* kamyonlar kore savaşı teknolojisidir. soğuk savaş standartlarında bu ekipman türevleri 5 yılda eskimektedir. hafif silahlarda türkler amerikan ikinci dünya savaşı ekipmanı kullanmaktadır. m1 garand, thompson m1a1, m3 bazuka yanında çok daha modern g3 ve g1 (bkz: fn fal) tüfekleri de kullanımdadır. makinelitüfek olarak m1918a4 ve a6 yanında direk nazilerden arta kalmış mg42ler kullanımdadır ki yakın zamanda bunlar mg3'e dönüşecektir. tmt ise ingiliz devletinin kendilerine verdiği .303 smle lee enfield mavzerleri ile dövüşmektedir.
rum ulusal muhafızları ise sovyet ikinci dünya savaşı tankları yanında rus ilk jenerasyon antitank füzeleri, amerikan geri tepmesiz topları, webley revolverleri, vickers su soğutmalı makineli tüfekleri, sten makineli tabancaları, g3 ve fn fal tüfekleri ile korkunç bir varyetede mühimmat karmaşası ile savaşmaktadırlar. ancak kaynaklarda bunun yarattığı sıkıntıları göremedim.
ilginç bir bilgi de yunanlılarla türkler arasında 1960 yıllarında bir stanag anlaşması yapılmış olmasıdır. nato'nun karma ekipmanı aynı mühimmatla kullanma merakı yüzünden üye devletler birbirlerine farklı lotlarda mermi vermiş ve dolaşıma da sokmuştur. harekat sırasında ölen türk askerleri mke'nin 7.62x51mm nato mermileriyle ölmüş, yunanlılar ise yunan fabrikalarında üretilen mermilerle ölmüştür. bizim onlara yunan mermisi onların bize türk mermisi attığı bir garip savaştır bu. -
iran ırak savaşı
aklımın erdiği ilk savaş olduğundan hatırası bende derindir. o yüzden masaya çok detaylı yatırmak istedim. anlatılmayan bilinmeyen çok tarafı var günümüze olan etkileri de öyle az buz değil. operasyonel analizinde de insan seli saldırıları, zehirli gaz saldırıları, 6 yılın üstünde süren taktik belirsizliği de ekleyince birinci dünya savaşına çok benzer tarafları da çoktur bunun. nihayetinde en başından kısaca açıklamaya çalışırsak, arap* yağı* bol bulunca * orasına burasına sürermiş diyip işin içinden çıkabiliriz. ya da çıkamayız şimdi bilemedim. çünkü olay çok komplike, iki taraflı ve pek çok aşamaya dayanıyor. iran'ın da kendini üstün görüp islam devrimini arap yarımadasına götürüp ali-muaviye davasını ali lehine 1300 yıl sonra sonuçlandırma davası falan var. komik de dursa bir milyona yakın ölmüş insan bizi izliyor. olanlara gülümseyemiyoruz bile.
iran ırak savaşı bugün batı'da unutulmuş bir savaş olma yolunda ilerliyor. ancak derinine inerseniz aslında günümüzde yaşanmakta olan pek çok acının da tetikleyicisi bir konumda olduğunu, eğer olmasaydı ortadoğunun çok çok farklı bir yer haline gelebileceğini anlayacaksınız. tarih hep bu keşkelerle dolu. keşke humeyni o uçaktan inemeseydi. keşke rıza şah daha az mağrur olsaydı, keşke saddam sayko olacağına şizofren olsaydı gibi gibi. ancak işler bu minvalde ilerlediğinde arap baas hareketinin seküler sosyalizmi (kendi iddiaları benim değil) sekteryen bir karşı cihad için rafa kaldırıp selefi hareketi hortlatmaları bile bu savaşın herkes tarafından ders gibi okunmasını gerekli kılıyor. milliyetçilik gibi bir fikrin kutsal cihad gibi bir oluşuma nasıl karşı duramayıp evrilmek zorunda kaldığının hikayesi aslında.
başlayalım. kaynakçayı da uygun bir zamanda ekleyeceğim, kronolojik gitmek için wikipedia şablonunu kullanıyorum. ayrıca farsça bilen bir tanıdığım olmadığı için çeviremediğim ve anlamadığım ancak çok ilginç görünen bir dolu kaynağı da es geçmek zorunda kaldım.
***
* iran ırak savaşının pek çok nedeni var. ilki ve en tarihi olanı iran arap sınır hattının iranlılarla osmanlılar tarafından çizilmiş olması. araplar için bu tarihi bir yara olagelmiş. bizim kasr-ı şirin olarak bildiğimiz zuhab anlaşması araplara hiçbir şey sormadan osmanlı safevi sınırını o şekilde belirlediği için birinci dünya savaşı sonunda topraklar elimizden çıkınca artık iran - arap sınırını da belirlemiş oluyor. ama iran'ın anlaşmanın sınırı olan en güney batı eyaleti huzistan (khuzestan) etnik olarak %80 civarı araplardan oluştuğu için ırağa hükmedenler buranın şii fars olmasını zaten asla kabullenmemişler. bu bir. huzistan eyaletinin petrol zengini olduğu ortaya çıkınca da bu anlaşmazlık daha da katmerli bir hale geliyor.
* aslında 1955'te iran ve ırak bizimde taraf olduğumuz bağdat paktı ya da cento nun birer üye devletiydi. 1958 yılında ırak'taki haşimi arap (ürdün kralları soyu) kralı devrilip yerine abdülkerim kâsım gelince ilk işi de cento'dan çıkmak oluyor. böylece iran ve ırak gelecekteki savaşın tohumlarını savaştan 21 yıl önce atıyorlar. ayrılma nedeni de yine huzistan.
* iran 1969'da şattül arap su yolunun kullanılmasında ırağa bedel ödenmesini öngören 1937 tarihli anlaşmayı tek taraflı olarak çöpe atıyor. aynı zamanlarda iran şahı pehlevi askeri harcamaları tarihte bir devletin görebileceği en üst seviyeye çıkardığı için su yolunu beleşe ihlal ederken nakliye gemilerinin yanında silahlı hücumbotlar falan da getirip ihlali şova falan vuruyor. iran o sıralarda materyal anlamda dünyanın ilk 5 ordusu arasında sayıldığından ırak yöneticileri bu gemileri anca yutkunup izliyor. ancak gördüklerini de unutmuyorlar.
* saddam hüseyin başa geldiğinde ülkedeki arap milliyetçiliğini huzistan bölgesi üzerinden ateşlemeye başlıyor. fm am radyo istasyonları kurdurup huzistan ve balucistan eyaletlerine arapça yayın yaptırmaya başlıyor, insanları şah'a karşı isyana teşvik ediyor. o sırada arap televizyonları huzistan eyaletini ırak-arap haritaları içinde gösterip adını nasıriye diye yazmaya başlıyorlar. diğer bütün şehirlerin isimleri de arapça karşılıklarıyla değiştiriliyor. 1971 yılında da iranla diplomatik ilişkiler kesiliyor. iran'da buna karşılık bölgede kim bir şey yapsa düşmanının yardım etmekle yükümlü olduğu kürtlere mali ve askeri destek vermeye başlıyor. ayrılıkçı kürt gruplara iran'da üsler veriyor.
* 1974 mart 1975 küçük bir sınır kavgasına bile sahne oluyor. ırak tankları iran toprağına bir müdahelede bulununca batılı ekipmanla donatılmış iran hava kuvvetleri sahneye çıkıyor ve neredeyse kendi başına ırak zırhlı tümenini harcıyor. ırak askeri güçteki bu oranda bir dispariteyi zamanında okuyarak saldırıyı devam ettirmiyor. onun yerine tahran'da şah ile görüşmeler yaparak kürt hareketlerine yardımın bitirilmesi için şah'a tavizler veriyorlar. şattül arap su yolunu de facto ve de jure iran'a bağlayınca şah kürtlere desteği şak diye kesiyor. ırak'da iran'a saldırırız diye biriktirdiği bütün askeri güçle barzani'nin peşmergelerine dalınca 20.000 kürdün öldüğü manzaralara tanık oluyoruz.
* iran ırak ilişkileri tam normal seyre oturacak gibiyken en olmayacak şey oluyor ve iran'da 1979 islam devrimi patlıyor. iran-ırak ilişkileri açısından konuşacaksak şah rıza pehlevi'nin kendini beğenmiş, mağrur konuşmaları hareketleri falan çoktur. ama onun yerine gelen selefi ruhullah (ve ayetullah) humeyni'nin ne dış politikayla ne insanlıkla ne mantıkla bağdaşır bir tarafı olmayınca saddam da az zamanda çileden çıkmıştır. iki farklı yaradılışta manyağa birer ülke teslim edip bunların ortasına bir sınır çizerek nereye kadar barış beklenebilir zaten.
* ayetullah humeyni'nin verdiği ilk fetvalardan biri ırak şiileri'nin şeytanın icadı olan baas hareketine karşı isyana teşvik üzerine olmuştur. ona göre şii islamın en kutsal yerlerinden necef ve kerbela'nın üzerinde kavmiyetçi bir arap bayrağının dalgalanması kabul edilemez. islam devrimi bu sırada zenit noktasına erişmiş ve fetva gerçekten de bu şehirlerde anti baas protestolara sebep olmuştur. bağdat'ta da bu noktada eğer hala barışçıl düşünen biri kaldıysa bile fikrini sesli beyan etmeyi bırakmıştır. tüm baas kadroları o noktadan sonra tüm parayı ve birikimleri silahlanma için harcayacaktır. humeyni şubat fetvası savaşın kapısını ardına kadar açmıştır.
* ırak hazırlanırken bir yandan huzistan'daki araplara el altından binlerce silah gönderip rejimin muhafızlarıyla proksi bir silahlı çatışmaya sokmuştur. her iki tarafta da yüzlerce ölü yaralının çıktığı kanlı bilançolar oraya serilir. aynı sıralarda londra iran büyükelçisi huzistanlı arap teröristlerce rehin alınır. ingiliz sas komandoları özel harekat el kitabına çatıdan iple koşa koşa rapel yapma ve pencerelere dalma stilini bu sırada sokarlar. çok başarılı bir operasyonla terör eylemini bitirirler.
* ırak bu sırada petrol fiyatlarındaki ani bir yukarı doğru dalgalanmadan dolayı bir hafta kadar bir sürede petrol satışlarından ekstra 33 milyar dolar kazanmıştır. 1979 şartlarında ırak için devasa bir paradır. bunun da hepsini silahlanmaya ayırırlar. ancak silahlar için de sovyetler birliğine giderler. zira ırak ordusuna batılı araç silah ekipman düzmek için yeterli bir miktar değildir. yine de günahını almazsak 1979 yılındaki ırak ordusu az buz bir ordu değildir. 2000 tankı 450 uçağı ve 12 mekanize tümenden müteşekkil 200bin kişilik modern bir kuvvettir. ordunun morali de hazırlık safhasında en tepelerdedir. saddam bu parayı mi8 hip nakliye/atak helikopterleri mi24 hind atak helikopterleri, t-55 t-62 t-64 ve t-72 tankları, brdm-2 nbc korumalı personel taşıyıcıları, bmp-1 ve bmp-2 ifv'leri, mirage f-1 jetleri almak için harcar. şu noktada dönüp düşünmek gerekirse, ırak bu parayı ne bileyim otomotiv sanayisi kurmak için falan harcasaydı, basit petrokimya yan ürün sanayi açsaydı, gübre lastik falan tesisi kursaydı ülkeye üretim istihdam falan getirseydi şu an kimbilir ortadoğu nerelerde olurdu. yapmadılar.
* diğer taraftan iran ıraktaki silahlanmayı her ne kadar farketmiş de olsa şah emrindeki eğitimli askerlerin "dinsiz" addedilip vinçlerle asılmaları veya ailelerini korumak için ülkeden kaçmaları yüzünden stratejik analiz gücünden mahrum kalmıştır. sayılara vurursak iran devrimden hemen sonra şah tarafını tutar diye 85 adet generalini idam etmiş, bütün tümgeneral ve tuğgeneral seviyesindeki generallerini de erken emekli etmiştir. 1980 eylülüne gelindiğinde 12000 subay ordudan atılmış, öldürülmüş veya sürülmüştü. ordudaki asker kaçağı seviyesi o yıl %60'lara varmıştı. en deneyimli askerler bu şekilde en ihtiyaç olduğu anda orada bulunmuyorlardı. aynı anda amerika liderliğindeki genel ambargo da iran ordusunun tek güçlü sayılabilecek tarafı olan materyal üstünlüğe de feci bir darbe vurmuştur. savaş süresince de ambargo iranın kanını vampir gibi emmeyi sürdürecektir. iran savaş süresince ne tank ne uçak ne de yabancı menşeyli bir cihaza erişebilecektir. çok büyük sıkıntılar çekecektir. buna rağmen savaşın sonlarındaki materyal analizlerde iranın mevcut gücün devasa sayılabilecek 1/3ünü yedek parça için ayırıp yepisyeni uçakları tankları falan parça toplama amacıyla hurda ettiği de görülecektir. söylerken basit geliyor ama yokluğun içinde kemer sıkma politikası planlayıp uygulamak ciddi bir ordu geleneği gerektiren şeydir. çok silahınız olmayabilir ama olanları da arızalandı diye düşmana terketmezsiniz. iran ırağa oranla bu konularda daha iyidir.
* iran'ın generalleri falan komple değişti dedik. ama nitekim bu gelen yeni yetme paşalar da iyimserliklerini de beraberlerinde getirmişlerdir. ırak gibi 1975'te iran'ın sadece hava gücünden dayak yiyen üçüncü sınıf primitif bir kabile devletinin şattül arap gibi dev bir nehri aşıp koskoca iran'a genel taarruza girişmesi fikrini o sıralarda kimse değerlendiremez. değerlendirmeye de pek zamanları yoktur zira aynı sıralarda iran'da islam devrimi vukua geldiği için ülke başka bir heyecanla kasıp kavrulmaktadır. tabiri caizse herkes ırak'a o anda sırtını dönmüş durumdadır. dönmeyen küçük bir kısım asker ise kaale alınmamaktadır. genel vaziyet iran'da savaş öncesinde budur. ancak işin aslı ırak nehir geçişleri için pontoon ekipmanını hazırlamakla kalmamış bunları nehir geçişlerine 3 km mesafede konuşlandırmıştır bile. ileri hat yığınağını bitirmiş bir halde beklemektedir ırak. görünen o ki iran ordusunda devrim sonrasında dürbünle ne bakmayı ne görmeyi bilen bir subay bırakmışlardır.
savaşın başlaması 1980
* savaşın açılışında ilginç bir şekilde ırağın çok nefret ettiği israil'i kopyalamaya çalışması vukua gelmiştir. 1967 altı gün savaşında iaf'ın mısır hava kuvvetlerine ani baskın vererek insiyatifi ilk andan eline alması ırak'ın da iran da ilk denemeye çalıştığı şey olmuştur. ilk dalga saldırıya 188 uçak katılmış, mig-23 flogger m, tu-22 backfire, ve su-20 fitter uçakları iran havaalanlarına baskın vermiştir. altyapıya ağır hasar vermişler ancak büyük miktarlarda uçağı yokedememişlerdir. aynı dakikalarda 3 adet mig23 flogger, tahran havaalanına top ve roketlerle saldırmış ancak dört uçağı yerde yoketmiştir.
* ertesi gün 23 eylül 1980'de ırağın kara harekatı başlamıştır. 644 km'lik geniş bir cephede üç koldan simultane bir saldırı başlayınca batılı gözlemciler falan bayağı şok olurlar. ırak beklentilerin üstünde bir açılış yapmaktadır zira. bu zırhlı yarma harekatına katılan 6 zırhlı tümenin 4'ü aynı gün öğleden sonra huzistan'a yönelir. iran ırak sınırının güney ucunda şattül arabı keserek bir güvenlik alanı oluştururlar. diğer iki tümen ise kuzeye yönelerek bir iran karşı saldırısına karşı flank açar.
* harekatın kuzey grubunda ırak süleymaniye bölgesi havarisini geçilemez bir şekilde tahkim ederek savunmaya oturur. bu hattın iran sınırında ise sonradan adını duyacağımız kürt köyü halepçe bulunmaktadır.
* merkez grubunda ırak mekanize piyadesi ve bir tabur cumhuriyet muhafızı badra nahiyesinden sınırı geçerek küçük bir kasaba olan mehran'ı işgal ederler.
* savaşın asıl kızışacağı yer olan güney grubunda iran'ı işgal eden dört tümenden bir zırhlı ve bir mekanize tümen doğruden bir kesme operasyonuyla güneye yönelerek hürremşehr, ahvaz, susangerd ve musyan'ı çevirmeye başlarlar. ırak planlamasının ilk hayal kırıklığı da bu sırada huzistanlı arapların genel bir isyana başlamaması olur. isyanı bırak huzistan arapları üstüne iran'a bağlılık yemini falan ederler. öyle rezillikler söz konusudur. ırak ordusunda bu sıralarda moral de nispi olarak inişe geçer. batılı gözlemciler harekatın kötü/amatör yönetildiğini ve işgalcilerde yoğun bir istek göremediklerini yazarlar. savaşın ilk kimyasal saldırısı da ırak tarafından susangerd berzahına yapılır.
birinci hürremşehr savaşı
* bugün hürremşehr iran'da kunin şehr olarak yani kan şehri diye bilinir. bu ilk savaşta ırak güçleri planladıklarının 5 katı kadar bir gücü direnişin ve potansiyel karşı saldırı tehdidinin karşısına koymak zorunda kalırlar. 15-20 bin kadar ırak gücünün karşısında hürremşehri savunan 3000 iranlı vardır. şehri savunan iran birlikleri de iran donanma komandoları olan takavaran, ingiliz chieftain tankları kullanan iran 92. zırhlı tümen ve bazı pasdaran birimleri, 175 kadar havacı asker / havaniruz, 185 kadar jandarma ve şehrban ve üstüne sayısı bilinmeyen gönüllülerdir. pasdaran'da g3 ve m1 tüfekleri haricinde silah bulunmamaktadır. jandarma ise şahın babasının 1930 da ülkeye getirdiği iran mavzeri olan brno* ile savaşmaktadır.
* hürremşehr belirtmek gerekirse ırak'ın en büyük ikinci kenti basra'ya 25km uzaktadır. arabayla 20 dakika uzaktaki bir yere harekat yapılıyor. dağlar tepeler aşılmıyor.
* savaştan önce 220bin civarında nüfusa sahip geneli de üst orta sınıf ve zengin addedilen hürremşehr savaş başlamadan evvel yoğun bir sınır çatışmaları zincirine sahne olduğundan nüfusun büyük bir kısmı ırak tankları ufukta göründüğünde zaten şehirden kaçmış bulunuyordu. iranlılar saddam anlaşma metnini yırtıp savaş davullarını çalmaya başladığında byük gruplar halinde şehrin etrafına hendek kazmaya girişmiş, şehrin çevresine iki dairesel siper hattı oluşturmuşlardır. ilk hat düzenli birlikler tarafından tutulmakta, ikinci ve iç hat toplarla, antitank silahlarıyla desteklenirken daha fanatik pasdaran ve takvaran savaşçılarıyla donanmıştır. 92. zırhlı tümenin chieftain tank bölüğü de 12 tankla bu iç hattın menzilindedir. pasdaran karargahını mescid-cami mevkiine yani ulucamiye kurmuş, şehrin savunması da pasdaran komutanı 26 yaşında tümgeneral muhammed cihanara'ya kalmıştır. şehri savunan personelin de 15 günden ziyade askeri eğitimi yoktur.
* savaşın açılışında ırak son beş yıldır üzerinde çalıştığı hedefleri bir hava saldırısıyla bombalar. ardından sınırın ırak tarafında, tannuma'dan 25 top bataryasının batarya (150 kadar top) şehri bir açılış salvosuyla döver. akşam saatlerine kadar hava saldırıları ve top atışları sürer. şehir alevler ve duman arasında yutulur. su ve elektrik kesilir ve sınırdan ırak tarafına batıya kaçmak isteyen sayıları da 4 bine varan iranlılar ırak ordusu mensuplarınca makineli ateşiyle biçilir. sayılar iran hükümeti tarafından verildiği için reel rakamlar ile propaganda rakamları arasında bir yerde bulunmaktadır. ancak mevlevi mahallesi talekani mahallesi ve demiryolu istasyonu noktalarında olan bu katliamlar neticesinde bugün bölgede anıtlar dikilmiştir.
* topçu ateşinin yavaşlamasıyla 500 ırak tankı hürremşehr-ahvaz yolundan saldırıya geçer. iran karakol ve direnç noktaları süratle işgalciler tarafından düşürülür ancak savunmacılar özellikle de takvaran deniz piyadeleri çok kısıtlı sayılacak imkanlarla, 106mm geri tepmesiz toplarla durdurmayı başarırlar. ıraklılar da şehre direkt bir zırhlı kama sokmaktan vazgeçerek zırhlı gücünü bir hilal gibi şehri kuşatmada kullanırlar. iranlıların bu aşamada ağır silahları yoktur ancak stalinvari bir fanatizmle savaşmaya başladıklarından ırak saldırısını gözle görülür bir biçimde yavaşlatırlar. herşeye rağmen 23 eylülde gün doğarken 60 ırak komandosu şehre girmeyi başarırlar. bunu gören pasdaran fanatizmle kendini komandoların üzerine atar 8 ölü vererek ıraklıları çekilmeye zorlar. o akşam ırak 3. tümenin bütün mekanize birlikleri ve tanklarının yarısı ile talekani mahallesi ve demiryolu istasyonuna genel taarruza kalkar. rejim muhafızları pasdaran da onları rpg7ler ve molotof kokteylleri ile karşılayınca şehir meydanında kan gövdeyi götürür. ıraklılar çok yavaşlar ama ilerlemeleri durmaz. şehir merkezinde birden beliren 12 chieftain tankı ise ırak ilerleyişini bıçak gibi keser.
* savaşın ikinci fazında şehrin batı girişleri tamamen ırak ordusunun elinde merkezi ve kuzeydoğusu ise iranlı savunmacılarda kalmıştır. ırak şehrin güneyine doğru savaşmadan ilerleyip abadan ile bağlantısını da bu noktada keser. ve 11 ekim'e kadar 18 gün boyunca şehre ikinci bir ağır saldırıya girişmezler. askeri olarak bu rezaletin bir yerde daniskasıdır. zırhlı yarma operasyonunda sürat ve sürpriz hitler 1939da polonyayı işgal ettiğinden beri en geçerli silahtır. iran ırak arasında ise, 18 güne varan molalar görülebilmektedir. nitekim iran'da ilk şoku üzerinden bu sayede atabilir. ayın 11'inde ırak devasa bir topçu barajı ile hürremşehr'in iran elinde bulunan noktalarını cehenneme çevirir. şehirde zırhlı saldırı gibi yarı intihar sayılan taktikler yerine piyade - tank - hava saldırısı teşekkülünde kombine daha modern saldırılarla son kalan chieftain tankları ve pasdaran'ı çiğneyerek geçerler. 16 ekimde topçu saldırısına sovyetlerden yeni gelmiş bm-21 çok namlulu katyuşa roketatarlar da eklenince iranlı muhafızlar sığınaklarından burunlarını çıkaramaz olur. ırak komandoları da oda oda ev ev sokak sokak savaşarak şehirde hakimiyeti ele geçirir. savaş sonrası ıraklı komutanların hatıratında pasdaran ve besiç birimlerinin ekmek bıçakları ve odunlarla ırak komandolarına saldırdıkları falan yazılıdır.
* savaşın son fazında 21 ekim 1980'de ırak güçleri hürremşehr'de hükümet binalarını ele geçirirler. ağır silahlardan mahrum ve büyük oranda kuşatılmış hürremşehr'de bu koşullara rağmen fanatizmin dozu hiz azalmaz. iran'ın bugün milli çocuk kahramanı sayılan muhammed hüseyin fehmide'de bu günlerde ölür. hatırlatmak gerekirse, evden "şehit olmak için kaçan" 13 yaşındaki hüseyin üzerine bağladığı patlayıcıların pimini çekerek kendini yaklaşmakta olan ırak zırhlı kolunun en önündeki tankın altına atar. kendisi harici ölen olmaz ama patlama tankın sağ paletini komple söker. tank kolunu canını vererek durdurur çocuk. ıraklılar da bölgenin antitank mayınlarıyla donanmış olduğunu düşünüp başka yol bulmak için gerisin geriye dönerler. hüseyin fehmide fetih onur madalyasına hak kazanır, adına tahran'da adına bugün okul çocuklarının götürülüp tavaf ettirildiği bir anıt mezar yaptırılır. o kadar ki humeyni bile olayı duyunca şöyle bir demeç vermiştir :
"ben lideriniz değilim, liderimiz 13 yaşında ufacık kalbiyle kendini düşmana atan bu çocuktur. kendisi (laf atanlara kıyasla) yüz kalem ve yüz dilden daha değerlidir"
* savaşın bilançosu hürremşehr düştüğünde iran için 7000 ölü ve yaralı ve bütün chieftain tankları ile ırak için 7000 ölü yaralı ve 200 zırhlı araçtır. sınırdaki ilk şehirde bu ölçüde bir zayiat yaşanınca ırak stratejik ofansif kabiliyeti hemen sorgulanmaya başlanır. daha bu ilk şehirdir. hürremşehrde böyle bir zayiat ve oyalama oluyorsa tahran de ne olacaktır diye insanın aklına bir soru gelmiştir yani.
abadan kuşatması
* abadan iran ırak sınırında, basra körfezinin en dibinde dünyanın en geniş petrol rafinerilerinin olduğu bir noktadadır. çok stratejiktir ve bir majör harekatı her türlü hakeder. uğruna savaşılmak için her şeyi vardır abadan'ın. basra'ya da 40 km uzaktadır. hürremşehr ile arasında 10 km kadar vardır.
* 3 kasımda hürremşehr'e olan baskı halen sürerken ırak aradan fıyarak daha güneye abadan'ı savaşmadan almak için bir zırhlı keşif kolunu yola çıkarır. ancak abadan çok yoğun tahkim edilmiştir. iran direnişi akıl almaz boyutlarda çıkınca ırak keşif kol komutanı destek ister. saddam'ın da gözü abadan'da olduğundan kendisine %75 güçle savaşan 4500 asker ve 200 tanklı 8. zırhlı tümeni verirler.
* iran direnişçilerinin sayısı hakkında halen kesin bir rapor yoktur. zaten savaşın genelinde kim asker kim değil pek belli olmadığı için neredeyse bütün şehir halkı silaha sarılıp savaşmışlardır gibi bir imaj ortaya çıkıyor. çok yanlış da değil ancak iran islam rejiminin aslında dünyaya göstermek istediği imaj da bir taraftan budur. halk komple savaştı demeye getiriyorlar. kimse oturup da iran ırak savaşında iran'ın savaş düzeni konulu bir çalışma yapmamıştır iran'da. çok belirgin birimler özel bir şey yaptılarsa bundan özellikle bahsediliyor ama ırakta olduğu gibi şu kadar asker şu kadar tank şu kadar uçak yok. saddam versus iran halkı gibi bir anlayış gösterilmeye çalışılır. abdülhasan benisadr komutasında 15 bin kişilik karma bir direniş gücü ve 92. zırhlı tümenin burada olduğuna dair emareler var o kadar.
* ırak hürremşehrde başarıyla uyguladığı ağır top barajı ve özel kuvvetler formülünü abadan'da da uygulamaya geçmiştir ama aradan haftalar geçtiği ve tüm saldırı teorileri masada tartışıldığı için iran artık böyle şeylere daha hazırlıklıdır. ırak'da pek olmayan nakliye helikopteri bolluğu iran'da devrik şah sağolsun vardır ve iran kuşatma boyunca çok başarılı bir medevac operasyonu tesis eder. yaralıları helikopterle taşıyıp yerine askerleri helikopterle şehre getirebilecek bir lüksleri vardır. ırakta ise bu yoktur.
* abadan kuşatılmaya başladığında iran nesi var nesi yoksa bu şehre yığmıştır. dahası kuşatma tam kapatılamadığı için şehir en kötü zamanlarında bile barış günleri seviyesine yakın bir ikmal oranıyla tadil edilebilir kalmıştır. yiyecek mühimmat tıbbi malzeme akışı abadan'a hiç kesilmemiştir. akaryakıt gelmesine pek gerek yoktur çünkü iranın akaryakıtı abadan'dan gelmektedir. en stratejik ikmal malzemelerinden birinin iran zaten orada üzerinde oturmaktadır. saddam ise bunu biraz uzaktan bir çölü dımdızlak geçerek yapabilmektedir. ırak morali abadan'da oldukça ciddi bir yara alır.
* kasım ayından 1981 haziranına kadar kuşatma birinci dünya savaşını andırır. iki tarafta da sınırlı bir operasyonel hareketlilik dışında pek bir şey çıkmaz. karşılıklı olarak mevzilerini güçlendirip üstün konuma geçmeye çalışırlar ki savaş koşullarında ikmal ve lojistik üzerinden yığınakla harekata geçmek büyük kumar sayılır. zira ileri hatta yoğunlaşmış bu asker ve malzeme yığınakları sizi rezil de edebilir vezir de. saddam'da bunun bilincinde olduğundan moral ırak ordusunda iyice inmeden genel bir taarruz emreder. iran direniş gücü bu sırada abadan'da 15000 kişiye ulaşmıştır. düzenli ordu, pasdaran, saddam tarafına geçmesi beklenen ama iran hatrına arap kardeşlerine ateş eden huzistan arap savaşçıları hep abadan'dadır artık. ırak ise 60bin asker ve 750 tankla ortadoğunun barbarossa'sına girişir. ancak iran chieftain tankları sayesinde feci bir kuşatma savaşı kazanır. ırak abadan direnişini kıramaz ama aldığı yerlerde de kalmayı başarır.
mürverid operasyonu
* bu sıralarda ırak bakar ki iran hava kuvvetleri beklenilenin çok üzerinde bir donanıma ve eğitime sahip, hava üstünlüğünü kırmak ve en azından erken uyarı insiyatifini alabilmek için basra körfezinin ortasındaki el-bekr ve hur-el-amaya offshore petrol istasyonlarını erken uyarı radarlarıyla donatır. 450km aktif array çalışan bu sovyet radarları da güney irandan sürpriz bir scramble atağı keseceği için iran bunlara özellikle dikkat kesilmiştir. 28 kasım 1980'de saldırıya geçerler.
* iranlı teknisyenler elde kalan tüm uçakları tek bir noktaya toplayıp uçuşa hazır olabilecekleri operasyona sürmüşlerdir. tekrar tekrar söylemek gerekirse 3. nesil avcı bombardıman uçaklarının yedek parça olmadan düz hangar bakım ve tamiratıyla uçması akıl alır bir şey değildir. iran ki düşünün bunlarla bu aşamada ölüm kalım savaşı falan vermektedir. elde toplanan ekipman f-4 phantom, f-5 tiger, ah-1 kobra, bell-214 huey ve ch-47 chinook helikopterlerinden müteşekkil küçük bir hava armadasıdır. harekatın başında f-4 ve f-5 uçakları basra askeri havaalanına bir baskın vererek yerde bir mig-21 uçağını yokederler.
* aynı anda iran donanması kaman sınıfı hücumbotlarıyla iran deniz piyadeleri takvaran ile özel kuvvetler istihkamcılarını petrol istasyonlarına çıkartır. tepelerinde de ah1 helikopterleri yakın hava desteği / cas görevine çıkınca kısa bir çatışmadan sonra istasyonlar ele geçirilir. iran bu iki stratejik noktaya yüzlerce kg tnt döşer ve uzaktan kumandayla patlatır. hücumbotlar da tesisler tamir edilemesin diye denize 20 kadar manyetik mayın bırakır.
* ırak bu esnada harekatın büyüklüğünü kavrayıp rus osa hızlı atak botları ve çin p6 torpidobotlarıyla saldırıya geçer. batılı ekipmana sahip iran için bir atış testi daha olur. agm-84 harpoon füzeleriyle donanmış kaman sınıfı hücumbotlar iki osa sınıfı hızlı atak botunu gelişine batırır. hücumbotlardan paykan bu sırada rus yapımı ss-n-2 styx füzesi isabeti alarak ölümcül yaralanır. hücumbot kaptanı havada orta irtifada bulunan f4 uçaklarından yardım ister.
* f-4'lerin her birinde 6şar adet agm65 maverick füzesi takılıdır. bunlarla serbest dalışa geçerler. tam yedi ırak torpidobotunu bir geçişte batırırlar.
* ırak hava üstünlüğünü kırmak için yedi adet mig-23m flogger havalandırır. havadan yere füzelerini atmış olan ırak f-4 phantom uçakları ile çok çetin bir it dalaşına girilir. üç mig-23m düşürülür. bir adet f-4 de basra körfezine düşer. o sırada yüksek irtifada seyreden iran f-14 uçakları da yarı aktif aim-7 sparrow füzeleriyle savaşa dahil olunca ırak uçakları berhava olur. bu savaştan kurtulan tek mig23 pilotunu dediklerine göre saddam daha sonra evlat falan edinmiştir.
* operasyon sonucu erken uyarı kabiliyetini yitiren ırak hava sahası ve güney ıraktaki her tür yer edefi iran hava kuvvetlerinin suistimaline açılır.
savaşın dengelenmesi 1981
sonraki 8 ay boyunca iki taraf ta savunmada kalmayı tercih ederler. bu iran'ın 1979-80de vurduğu astığı kestiği sürdüğü eğitimli askeri gücün yerine konabilmesi için büyük bir ihtiyaçtır. ırak'ın da yapabilecek başka bir şeyi kalmamıştır. tanklar açık alanda gürül gürül zafere yürüyememektedir. zira kıçıkırık tek bir rpg-7 roketi saddam'a bir tank ve beş mürettebata patlar olmuştur. ıraklılar bu sürede lan biz nerede yanlış yapıyoruz diye şapkayı önlerine koyup düşünmeye başlamışlardır. kendileri için iyi de olmuştur. nitekim düşünürken iki taraf birbirine sınırın diğer tarafından top atışını hiç kesmemiştir.
ırak bunun da üzerine sovyetlerden ucuza 9 taksitle aldığı scud-a ve scud-bn platformlarını iran'a yollamaya başlamıştır. ruslar için kısa menzil balistik füzelerin gerçek savaş ortamında test edilebilmesi çok önemli bir şans olduğundan adamlar silahlarda indirim falan yapmıştır. ırak da meydanı boş bulunca savaşı iran halkına götürmeye karar verip her gece scud saldırılarını yoğunlaştırır. dezful ve ahvaz ilk hedeflerdir. savaş sürdükçe tahran'a kadar olan 400km lik bir hat sürekli vurulacaktır.
dezful savaşı
ırak'ın karada zafere en yaklaştığı anlardan biri 1981 ocak ayının ilk günlerinde gelir. nasr operasyonu veya daha bildik ismiyle dezful savaşı iran'ın kendini bile bile ölüme attığı feci bir şeydir. operasyonla yarı intihar arası bir planlaması vardır ve uygulaması tam intihar olmuştur.
halen bilmiyorsanız izah edelim, ayetullah humeyni iran'a dönüp şah rejimini yıktığında her tür idari kuvveti kendi elinde henüz toplamamıştı. son söz kendisine evet aitti ancak devlet işlerinin başında en azından görünürde de jure iran devlet başkanı olan abdülhasan benisadr vardı. benisadr asker değildi. devlet adamıydı. buna rağmen abadan kuşatması birinci yılına eriştiğinde ayetullah humeyni'nin yanına çıkıp kendisine ordunun genel komutasının verilmesini isteyecek, ırak'ı da cesur bir planla huzistandan atacağını söylecektir. bu normal seküler devlet geleneğinden gelen bir ülkede vukua gelse "ne o lan rüyanda komutanlık mı gördün sktir gir çay koy" şeklinde cevaplanabilecek bir istek olsa da, sözkonusu devlet ırak işgali altında daha yeni devrimden çıkmış başında da humeyni gibi bir manyağın olduğu bir iran olunca böyle şeyler olabiliyor. humeyni ordu kumandasını fıkıhından şüphe etmediği onikiler şiasının yılmaz savunucusu abdülhasan benisadr'a 1980 aralık ayı ortalarında verir.
ancak işin aslı bundan daha da derindir. felaketler daha da büyüktür.
öncelikle nasr operasyonunun planı bir müşterek saldırı planıdır. zırhlı birlikler piyade ve hava üstünlüğü birbiriyle koordineli olarak hareket edecek, zırhlı kama karkeh nehrini geçerek huzistan'ın kuzeydoğusuna yürüyecek, susangerd ve ahvaz'ı aşıp karun nehrinin batı yakasına dönecektir. aynı sıralarda abadan garnizonu tahkimatlarından çıkarak saldırıya geçecek. kendilerine kuzeyden gelmekte olan zırhlı birliklerle kontak sağlayarak batıya yönelerek ırak birliklerini gafil avlayacaktır. plan büyük oranda sürpriz etkisine dayanmaktadır. kağıt üzerinde de hesaplandığında ortaya çıkan iran zırhlı gücü karşılaşılması muhtemel ırak zırhlı konstantrasyonundan daha fazla ve etkili görünmektedir. plan kağıt üzerinde uygulanabilirdir.
kağıttan kafayı kaldırdığınızda ise pek öyle değildir. müşterek saldırı öyle dile kolay bir şeydir. denizden çıkarma yapmaktan sonra kitaptaki en zor ikinci operasyon türüdür. savaşta kendilerine özgü süratleri işleri zorlukları olan piyade tankçı topçu istihkam levazım gibi sınıfların aşırı koordinasyonuna ve düzgün iletişimine dayanmaktadır. iran ise şah devrilip bu koordinasyonu sağlayabilecek subayları asıp sürdüğünden beri bu yetenekten mahrumdur. dahası henüz şah varken bir askeri tatbikatta müşterek muharebe denememiş iran bunu gerçek savaş ortamında ülke elden giderken kan gövdeyi götürürken nasıl başarıyla uygulayacaktır? şah varken halihazırda var olan harbiyeli subayların artık olmadığının da tekrar altını çiziyorum.
daha da beteri, devrimden sonra düzenli ordunun çoğu dağıtılmış ya da terhis edilmiş durumdaydı. onları geri çağırmak da iran islam rejimi için büyük bir dertti. operasyon öncesi bunu yapacak zaman da pek yoktu. dolayısıyla zırhlı birliklerin ardından gelecek piyade büyük oranda pasdaran'dan oluşacaktı. pasdaran da çoğunlukla iyi müslüman ama kötü asker anlamına geliyordu. onlar olmasa tankların yanında 55. hava indirme tugayı gibi elit birlikleri yürütmek zorunda kalacaklardı ki onların kaybını kimse göze alamıyordu. en nihayetinde herşey mükemmel gitse de iran'ın helikopter topçu ve mühimmat sıkıntısı öyle bir seviyedeydi ki genel bir taarruzu sürdüremezlerdi.
tahkim edilmiş bir düşmana karşı müşterek harekat yapılacak iyi koordinasyonlu bir saldırıda yarma harekatı için kara kaplı kitap 3 e 1 üstünlük olması gerektiğini yazar. iran'da 2ye 1 bile yoktu. hepi topu 300 adet tank bir araya getirebiliyorlardı. henüz drone falan icat olmadığı için düzgün keşif yaptıramıyorlardı zira yedek parçasızlıktan uçmakta ciddi zorluk çeken hava kuvvetlerini saldırı ve önleme görevleri için bekletiyorlardı. bir de keşif verirlerse ırak migleri daha geniş hareket serbestisi kazanacaktı.
en nihayetinde planlamanın en kötü tarafı olarak da harekat alanı mümkün olan en elverişsiz yer seçilmişti. susangerd berzahı çamurluydu ve mevsim koşullarında sık sık sellerle beraber aşılmaz bataklıklar meydana getiriyordu. bildiğiniz gibi zırhlı harekatın en büyük kabuslarından biri de çamurdur. 1941 barbarossa harekatında general kış yetişmeden general çamur almanları epey hırpalamıştır.
benisadr bunları okuyamayan göremeyen bir adam olduğu için operasyona startı bu haldeyken vermiştir.
sonra ne olmuştur? ne olmamıştır ki.
iran karkeh nehrini geçtiğinde çamurlu araziyle karşılaşınca tankları şose yoldan götürmek zorunda kalmıştır. 300 tankın tek bir kolon halinde ip gibi dizilip abadan istikametinde seyretmesi de tek bir ıraklı keşif pilotu tarafından operasyonun 5. dakikasında bildirilir. sürprize dayanacak operasyonun sürprizi falan kalmaz. ırak durumu çok güzel okuyup hemen planlama safhasına geçer. eldeki bütün 120+ mm silahlara sahip tankları hemen müstahkem mevziye yatırırlar. yani tankın etrafına sadece kulesi görünecek şekilde kum toprak yığarlar. böylece minimal siluetlere sahip yüzlerce tank avcısı platformları olur. ortam delicesine çamurlu olduğu için iran zırhlı birlikleri manevra falan yapamadıkları için dümdüz bu vurulması imkansız tanklara doğru cephe saldırısına başlar. ırak bunun da üzerine bir tanka ateş edebilecek her helikopteri olay yerine çağırınca inanılmaz bir antitank tuzağına iran bütün tanklarını sokar. bir iran zırhlı tugayı kelimenin tam anlamıyla yok edilir. tank mürettebatları olay yerinden kaçamaz bile. iran bunu görüp saldırıyı kesmez. kırmızı yeşil şahada bantlarını kafalarına bağlayıp kamikaze gibi ikinci tugayı tuzağa sevkederler. ancak bu sefer ah-1j kobra helikopterleriyle destek de verirler. destek büyük köstek olur zira ırak o noktayı deli gibi tahkim ettiği için 14.5mm kpv, 23mm zsu 23mm shilka gibi çok etkili alçak irtifa hava savunma platformları da getirmişlerdir.
ırak ardından su-25 frogfoot hava yer cas uçaklarını göndererek karkeh nehrindeki pontoon köprüleri de atar. iran zırhlı birliklerinin dönüş yolunu keser. bu sırada iran piyadesi daha nehri geçmemiştir. su-25 pilotları orta irtifadaki mig-23lere haber verince ırak hava kuvvetleri köprü başında toplanmış iran piyadesine çok kanlı bir strafe dalışı yapar.
8 ocakta iran saldırısı tam bir kaos halini alır. üçüncü ve son iran tugayı da saldırıyı devam ettirmeye çalışınca tank desteği de olmadığından çok ağır zayiat vererek savaş meydanından kaçar.
iran dezful'da böyle göz göre göre hacamat olur.
savaşın bilançosu iran için, 200 tank 100 zpt ve ifv, onlarca çekili ve kundağı motorlu top, ve binlerce ölüdür. ırak içinse 100 tank, 50 zpt ve ifv, ve 44 ölü yaralıdır.
h3 havaalanı saldırısı
* iran ırak savaşında işte bu da oldu diyebileceğimiz dünya harp literatüründe haklı bir yeri olan çok az örnekten biri de budur. iran deyim yerindeyse şov yapmıştır.
* 1980 - 1981 süresince savaşta hava üstünlüğü çok dominant bir şekilde iranındır. bu üstünlük de büyük oranda batılı ekipman ve batılı pilot eğitiminden gelmektedir. ırak bunu farkettiğinde durdurmak istemiş ancak olasılıklarının kısıtlı olduğunun farkına varınca uçaklarını mecburen iran'ın ulaşamayacağı bir yere koymak zorunda kalmıştır. o da ürdün sınırında h3 hava üssüdür. iran'ın en yakın olduğu noktada 575km uzaklıktadır.
* iran casusları aracılığıyla ırak'ın mısırdan yüklü miktarda cephane ikmal ve ithal ettiği, fransa'dan mirage f-1 uçakları aldığı ve sovyetler birliğinden tu-22 bombardıman uçakları temin ettiğini haber alır. malzeme listesine bakınca yoğun bir hava ve yer operasyonuna girişecek gibi durmaktadır ırak. iran ise yedek parçasızlık yüzünden bir süre sonra uçaklarını uçuramayacak bir hale gelecektir. iran bu aşamada israil gibi düşünüp preemptive saldırma yolunu seçer.
* saldırı planına bakan pilotların gözleri yuvalarından fırlar zira tam 1500 km uçup geri geleceklerdir. hat da hamedan yakınlarında şahruki havaalanından türkiye ırak sınırı boyunca kuzey rotası izlenecek, oradan suriye ırak sınırı üzerinden uçularak h3 hava üssündeki uçaklar vurulacak ve aynı istikametten geri dönülecektir. türk hava sahası biraz ihlal edileceği için yere 100 m irtifadan uçmak zorunda kalınacaktır. uçulacak yer de 1500 rakımlı bugün pkknın üslendiği cilo dağ sırasıdır.
* sekiz f-4 phantom (iki f4d altı f4e), dört f-14 tomcat bir c-130, bir boeing 747 acm (ilkel awacs) ve iki boeing 707 tanker uçağı görev için ayrılır.
* uçaklar hamedan havaalanından kalkarak tebriz'in batı hizasından türk ırak sınırının üstünde çok alçak irtifadan uçarlar. suriye ırak sınırında ise biraz irtifa kazanarak iki kere havada yakıt ikmali yaparak ürdün sınırına kadar farkedilmeden gelirler. nihayet h3 havaalanına vardıklarında da hemen saldırıya geçerek buraya parketmiş uçakların üzerine yamyamlar gibi üşüşürler. f-4d'ler ırak uçakları pistten kalkamasın diye hemen pistin iki tarafını bombalarla delik deşik eder. kimse böyle bir saldırı beklemediği için hava savunması falan da hak getire bir durumdadır. iran uçakları rahat rahat kıyıma başlar. yerde üç antonov an12 nakliye, bir tupolev tu-16 ağır bombardıman, dört mig-21 avcı, beş su-22, sekiz mig-23 ve iki mirage f-1 uçağı yok edilir. bunun üzerine dört helikopter de hangarların içinde kullanılmaz hale getirilir. iki ıraklı pilot ve ondört yer görevlisi ölür. bir mısırlı iki ürdünlü ve bir doğu alman irtibat subayı da saldırıda araya kaynayarak ölür. hiçbir iran uçağı düşürülmez.
* körfez savaşı sonrası müttefikler tarafından sorguya çekilen ıraklı pilotlar h3 saldırısından bahsederken "türk sınırında doğudan batıya uçan uçakları" radarda gördüklerinden ancak bunların türk uçağı zannedildiğinden söz etmişlerdir.
* bu saldırıyla beraber ırak hava gücü operasyon kabiliyetini çok büyük oranda kaybetmiştir.
iran'ın insan seli hücumlarınına başlaması
bu da 1981 ortalarına denk gelmiştir. iran bu aşamada büyük mühimmat ve ağır silah yokluğu çekmeye başlar. ancak orduya gönüllü yazılanların sayısında yüzde binbeşyüz falan bir artış olunca çok geniş sayılarda insan gücüne sahip olurlar. bu durumda da harcayabilecekleri tek değer askerler haline gelir. onlar da harcamaya karar verirler. aynı çin'in kore savaşında veya sovyetlerin stalingrad'da yaptığı gibi.
1981 haziran temmuz aylarında klasik bir iran taarruzu, kısa bir keşif hareketinden sonra cephenin en zayıf olduğu düşünülen yerine besiç ve pasdaran'ın masif sayılarda dalga dalga saldırmasıyla başlar. ilk bir iki dalga piyadenin çatırdatmayı başardığı noktaya daha deneyimli devrim muhafızları üçüncü dalga olarak saldırmakta, onların da ardından ağır silahlara sahip mekanize birlikler izlemektedir. bunlar daha sonra kuşatma görevini de ifa ederler.
nitekim insan seli hücumları birinci dünya savaşının 50 bin piyadenin siperden hücuma kalktığı hücumlarla aynı isme sahip olsa da işin aslı iran'ın bunu 22 kişilik müfrezeler halinde uygulamasıdır. bir yerde decentralized hücum gerçekleşmektedir ama bu binlere varan sayılarda piyadeyle yapıldığı için hücumu yiyenler tarafından stadyumlar dolusu insanın üzerlerine boşanması gibi algılanır. o nedenle iran'ın uygulamaya koyduğu bu saldırı türü birinci dünya savaşından literatürde pek ayırdedilmez. ancak birinci dünya savaşı örneğine en benzer tarafı da saldırının %60 ölü yaralı oranıyla sürse de kesilmemesidir. insanlar ikisinde de dalga dalga ölüme gider. ikincisinde ise daha spesifik hedefler vardır.
bu saldırıları bolca yemiş bir ıraklı general olan rehad hamdani iran saldırılarının askeri değeri en düşük birliklerce başlatıldığını görmüştür. bunlar genelde eline birtakım silahlar verilmiş sivillerdir. kendilerini koruyacak ekipmanları dışında en primitif askeri ekipmanlardan dahi yoksundurlar. ceket kumaş pantolon ve yalınayakla kafasına kelime i şahadet bandı bağlayıp hücuma gelen çok vardır. bunların ne lojistik ne organizasyon ne de sevk idare ile ilgisi vardır. eline silah verilip koş denilen düz adamlara piyade hücümu yaptırılmaktadır. ancak iran zayiatı bir nebze de olsa sınırlamak için piyade hücumlarını özellikle gece yapmaktadır. görülmedikleri müddetçe ateş etmemeleri tembihlenen bu silahlı siviller iki emirli en basit askeri operasyonu ifa ettikleri için genellikçe çok başarısız olmamışlardır. zira sıfır noktasına eriştiklerinde ağır silahlar kullanan ırak askerleriyle göğüs göğüse gelmektedirler. o aşamada da ağır silahlar işe yaramaz.
şunun özellikle altını çizmek gerek ki insan seli hücumları çok insanlıkdışı da olsa, aşırı kanlı da olsa (on binlerce cana malolmuştur) daha modern askeri operasyon teknikleri sayılan sızma ve sürpriz ile birleştiğinde epey ırak bozgununun da baş sorumlusu olmuştur. ırak tankları hep statik pozisyonlarda antitank görevlerinde kullanıldığı için bir kere sızılan ve içine girilen bir ırak birliği mobiliteden yoksun kaldığı için komple zırhlı tümenleri çeviren mahalle esnafı kılıklı askerler görülmüştür ki milis asker karışımı bir güruhun zırhlı birlikler çevirmesinin (outmaneuver etmesinin) dünya askeri tarihinde herhalde başka eşi yoktur.
sekizinci imam operasyonu
* savaşta iran'ın ilk ciddi karşı saldırısı 22 eylül 1981'de gelir. abadan kuşatmasının kaldırılması için yapılan bu operasyon materyal anlamda bakıldığında sovyet ve nato ekipmanlarının bir yerde çarpışmasıdır. batılı ekipmana sahip iran'ın sovyet ekipmanına sahip ırağı ciddi anlamda silkelemesi batılı analistlerin gözünden kaçmayacak ondan sonraki 30 yılda hep anlatılagelecek, bir yerde mutlaka kendisine bir atıf yapılacaktır.
* iran karşı saldırıyı bir şaşırtma harekatıyla açar. saldırının yapılacağı günün bir önceki gecesi 20-30bin kadar askeri gece karanlığında behmanşir nehrinin karşı kıyısına geçirmişlerdir. sabah da şafakla başka bir kuvvet basra istikametine doğru 30-40 bin kişilik göstermelik (ama çok ciddi görünen) bir yarma operasyonuna girişirler. iran devrim muhafızları ve düzenli ordu birlikleri f4e uçaklarının da yardımıyla saldırıya geçer. ırak açısından bakıldığında dimyata pirince (abadan) giderken evdeki bulgurdan (basra) olunmak üzeredir. üstüne ırak'ın en büyük ikinci şehrinin kaybedilmesi riski ortaya çıkınca kuşatma telaşındaki ıraklılar can havliyle geriye kuzeybatıya dönerek basra üzerindeki bu baskıyı bitirmek için koşarlar. ırak bu sırada neden olduğu tam bilinmeyen nedenlerle keşif görevlerini yapmamakta ya da yapamamaktadır. birbuçuk iki tümen gücünde bir ali sami yen stadyumu büyüklüğünde bir kalabalık bu ilgisizlik yüzünden düşmana farkettirmeden nehir geçmiş ve ıraklılarla tüfek menziline girmiştir.
* iran ordusu asıl saldırısını ırak iki eli iki taraftan kandayken açar. iran hava kuvvetleri agm-65 maverick tv/ir sensörlü hava yer füzeleriyle donanmış f-4 uçakları, ah-1j cobra helikopterleri ile karun nehrinin doğu yakasına amansız bir hava saldırısına başlarlar. scramble eden ırak mig23 ve mirage f1 uçaklarını ise orta üst irtifada aim54 gibi uzun menzilli füzelere sahip f-14 tomcat jetleri beklemektedir. iran hava üstünlüğü (superiority) piramidinin en son halkası sayılan hava hükümranlığı (dominance) falan kurar. ırak hava gücünü göklerden silerek tam bir hava şemsiyesi yaratırlar. ve bütün bunlar tam bir sürpriz hızında olur. nehrin öte yanına gizlice geçmiş 30 bin askerin de cepheden sahneye çıkmasıyla abadan'ı kuşatan ırak ordusu kendilerini her koldan ateş altında buluverirler. manevra yapmak isterler ama artık rahat rahat harekat yapan iran ah-1 kobra helikopterleri tow füzeleriyle 36 tankı mürettebatlarıyla beraber yokederler. bütün bu kaos sürerken eylül'ün 27'sinde ırak pozisyonlarının tam kuzeyinden 92. zırhlı tümen kalan bütün tanklarıyla ortaya çıkınca ırak ordusu tam bir paniğe kapılır. böyle bir durumdayken ıraklı general saad şetih taktik geri çekilme emri verir ama ırak ordusu modern dediysek o kadar da disiplinli değildir. baskı altında çekilme çelik gibi sinir isteyen bir operasyondur, zira can derdindeki asker bir koşmaya başladı mı artık durduramazsınız. ırak ordusunun başına da bu gelir. çorap söküğü gibi cepheleri dağılır. tam bir bozgun yaşanır. saddam saad şetih'in ırağa dönmesine izin vermez. basra yolunda cumhuriyet muhafızları bir tankın önüne dayayarak yenik generalin üstüne kaleşnikofla tam 4 şarjör boşaltır tanınmaz hale getirirler.
* iran'ın abadan zaferi ülkelerine büyük bir moral olmuştur. dahası iran'ın planlama ve uygulamadaki başarısı da ordu geleneğini bir yerde ele güne göstermiştir. az ve sınırlı malzemeyle, neredeyse sıfır yedek parçayla teorik olarak üstün bir düşmana baskın vererek bozguna uğratmışlardır. ırak savaşta 1500 üstü ölü 2500 esir vermiş. 90 tank 100 araç ve 4 uçağı kaybetmiş, 100 tank, 40 kadar zpt, 3 zma, ve 150 çeşitli ebatlarda askeri aracı iran'a kaptırmıştır. iran ise 3000 zayiat vererek, 150 tank, 9 kobra helikopteri, 2 ch-47 chinook helikopteri, ve 3 bell huey 214 nakliye helikopteri kaybetmiştir.
tarık el kuds operasyonu
* insan seli hücumunun çok yoğun kullanıldığı bir haftalık bir çatışma olan tarık el kuds'da iran üç ordu tugayı ve yedi devrim muhafızı tugayı ile geniş cepheden saldırıya geçer. ırak ordusu cephesinin dibinde keşif hareketini yapmaktan genelde imtina ettiği için iranlılar iş makineleri getirerek haritada geçilemez olarak işaretlenmiş kum yığınlarının üstüne 14 kilometrelik bir asfalt yol inşa etmiştir. burada da bütün bu gücü ırak hattının gerisine akıtırlar. aşırı kanlı bir çarpışma yaşanır. ırak ordusu aynı zamanda belirtmek gerekir ki moralman çok yıpranmış bir haldedir. dalga dalga piyade saldırısı bunu karşılayan piyadenin de moralini ekstra bozmaktadır. zira savunan ırak kurmayını ne kadar öldürsek yine de geliyorlar tribine sokmuştur. nihayetinde iran burada ırak'ın iki misli kadar asker de kaybetmiş olsa yıpratma oranına dayanacak kadar stratejik rezervinde insan gücü vardır. ırak'ın ise artık yoktur. 29 kasım - 7 aralık 1981'de iran huzistanda susangerd havarisini temizlemiş özellikle şehrin batısına yerleşmiştir. ırak ölü ve yaralı 2500 asker, 170 tank ve zırhlı araç, 13 uçak ve 4 helikopter kaybetmiş. 30 uçaksavar, 250 muhtelif araç, 19 parça top, ve 12 iş makinesi kaybetmiştir. iran ise 6000 asker 4 ah-1j kobra helikopteri ve onlarca zırhlı araç kaybederek zafer kazanmıştır.
hürremşehr'in geri alınması
* hürremşehr'in kaybı iran'ın moralinin en dibe indiği nokta kabul edilebilir. eninde sonunda iran kendi şehrini almak için bir saldırı düzenleyecekti. bunu da 24 nisan 1982'ye kadar planladılar. elverişli koşullar kendini gösterince de beyt-ül-mukaddes operasyonuna start verildi.
* savunmadaki ırak birlikleri hor el azim ve hor el hemar tuzla göllerine batı cenahını vermiş ve hürremşehr tannuma basra arasına doksan derece bir açıyla yerleşip direnç noktasını ahvaz istikametine uzatmış elverişli bir savunma pozisyonunda bulunmaktaydı. 3 piyade tümeni, 4 zırhlı tümen, bir tank avcı tümeni, biri zırhlı 8 cumhuriyet muhafız tugayı ile teçhiz edilmişti. tümenlerde 30 komando bölüğü karşı saldırı için bekliyordu. bunların atış desteğini 30 topçu taburu sağlıyor, saif saad gibi bağımsız tank taburları da kafalarına göre hatta devriye atıyorlardı. yekün hesabında 70-80 bin kadar asker, 1450 tank, 1350 zpt, 530 top gücünde kuvvetli bir yığınakları vardı. savunma komutanı da ön hatta albay ahmet zeydan, iç hatta tümgeneral salah el kadi, en iç hatta ise 3. zırhlı tümen komutanı tuğgeneral cevat esat bulunuyordu.
* iran iki kolordu gücünde besiç ve pasdaran, 1'i takavar 3 piyade tümeni, iki zırhlı tümen, 4 devrim muhafız tugayı, bir paraşüt ve üç istihkam alayıyla teçhiz edilmiştir. bu 65bin asker bölündüğünde 112 piyade, 23 zırhlı 9 mekanize, 4ü kundağı motorlu 29 topçu, 5 istihkam ve bir köprü taburuna tekabil etmektedir. 700 de tankları vardır.
* iran bu gücü ikiye ayırarak ana saldırı sikletini güneye verir. iki koldan saldırıya geçer. saldırının asıl istikameti şahdegan berzahından batıya 92. zırhlı tümen ve 40bin kadar piyade desteğinde tannumah'ın 16 km doğusundan karun nehrini geçer. planladıkları ana hedef hürremşehr'e direkt baskı uygulamadan evvel tannumah'a girmektir. basra'ya böylece 4 km uzaklıkta konuşlanacak ırak'tan hürremşehr'e gidecek her türlü ikmali kesme planı yaparlar. keşif taburu nehir geçisinden sonra ırak statik bataryaları tarafından çok büyük hırpalanınca iranlılar hattın en güçlü yerine çattıklarını farkedip hemen güneye hürremşehr üstüne dönerler. aynı esnada ahvaz susangerd tarafından gelmekte olan iran gücünün kalan kısmı tank yoğunluğu ile güneye dönerek ahmet zeydan'ın huveyze kasabasında yoğunlaştırdığı savunmaya çatarlar. insan seli burada iran'a tekrar hizmet verir. ancak ıraklılar bu geniş alanın tutulamayacağını düşünerek başarılı bir taktik çekilme ile tannuma basra havzasında asıl tahkimatlarına çekilirler. iran'ın iki saldırı kolu birleşerek önlerinde hürremşehr'i böylece görür.
* tek bir dar su yolu haricinde ırak birlikleriyle teması kalmayan hürremşehr'in ıraklı savunucuları 20 mayısa kadar şehri umutsuzca savunurlar. sonra da teslim olurlar. iran 15 ile 19 bin arası ıraklı esir alır. ırak'ın şehirde bıraktığı her şey, özellikle t 6x serisi tanklar (62 ve 64) iran'a kalır. ırak hürremşehr'i boşaltırken 16 bin ölü ve yaralı, 19 bin kadar esir, 418 tank, 200 araç, 40 uçak, 3 helikopter ve 30 top kaybetmiştir. 150 kadar tank, 300 araç, 18 top 95 bin mayın ve düzinelerce mühimmat deposunu çalışır halde iran'a kaptırmıştır.
* iran'ın kaybı ise 30 bin asker ve 4 helikopterdir. tank sayısına ilişkin verileri yayınlamamışlardır.
* savaşın sonunda albay ahmet zeydan savaş meydanından kaçarken kendi kurduğu mayın tarlasına girmiş, antitank mayınına basarak feci şekilde can vermiştir. yenilgi haberini saddam'a ileten üç general ise hemen enformasyon bakanlığı bahçesinde rütbeleri sökülerek üstleri soyularak don gömlek duvara dayanıp idam edilmişlerdir. kendileriyle beraber rapor gelen 12 kurmay subay da aynı akibete uğramıştır.
* ırak bu aşamada 210 bin asker ile başladığı savaşta 150 bine inmiştir. 20 bin ölü yaralı ve 30 bin esir vermişlerdir. 4 zırhlı tümenin ikisi ve en az üç mekanize tümen artık tugay seviyesinin bile altında sayılarla savaşmaktadır. daha da feci bir durum olarak ekipmanın çoğu iran'ın eline geçmiş durumdadır.
* ırak hava kuvvetleri kibarca söylemek gerekirse babayı yemiş durumdadır. 1981 aralığından 1982 mayısına kadar tam 55 uçak kaybetmişlerdir. savaşa başlarken de 100 uçakları olduğu düşünüldüğünde durum çok çok fecidir. mesela 1982 temmuzunda uçağıyla suriye'ye kaçan bir mig-21 pilotu (bir tane daha uçak düşün 56 oldu) sadece üç filonun operasyonel olarak kaldığını itiraf etmiştir. ona rağmen tank gücü olarak ırak hala 3 e 1 üstün durumdadır.
* saddam o noktadan sonra huzistan'ın bu kadar demoralize olmuş ve yıpranmış bir askeri güçle elde tutulamayacağını farkeder ve iran toprağını terkeder. artık tam anlamıyla savunmadadır ve savaş öncesi sınırlarda daha güçlü (ve çok kızmış) bir iran'dan saldırı bekleyecektir.
1982'deki ekonomik ve uluslararası durum
* saddam savunmaya geçtiğinde dünya bir yerde nefesini tutmuştur. suriye'de hafız esad'ın baas partisi nusayri sekteryen sebeplerden ötürü zaten en başından beri iran'ı desteklemektedir. işler bu noktaya geldiğinde kerkük-banyas petrol boru hattını kapatırlar. ırak barış yıllarında ve savaşta o noktaya kadar buradan petrolü akdenize taşımakta ve satışı buradan yapmaktaydı. bu da gidince ayda 5 milyar dolar kadar içeri göçmüştür. zira petrolünü iran hava kuvvetlerinin burnunun dibinden geçerek basra körfezinden çıkıp satamayacağı ayan beyan ortadadır. satabileceği tek petrol ceyhan yumurtalık petrol boru hattı kalmıştır. bu hattın da günlük 79bin metreküp / 500bin varil petrol kapasitesi vardır. savaşın masraflarının yarısını bile ödeyecek bir metod değildir. ırak bu şekilde bir anda iflasa doğru koşmaya başlar. yardımına suudi arabistan ve körfez arap devletleri yetişir (daha sonra saldıracağı kuveyt dahil) yılda 60 milyar dolarlık bir yardım paketini bağdat'a gönderirler. ırak her ne kadar ortadoğunun sayko delisi olarak ünlenmiş de olsa, diğer körfez devletlerine ara ara tehditler de yağdırsa suudi kralların dubaideki prenslerin perspektifinden iran'daki monarşi karşıtı islami fundementalistlerle kıyaslandığında saddam aslında melek gibi kalmaktadır. kesenin ağzını hiç sorun etmeden açıverirler. ırak da savaşını borçla harçla sürdürmek zorunda kalır.
* humeyni 1982 ortalarında suudi arabistandaki şiileri kavmiyetçi zorbalara isyana teşvik eden bir fetva yayınladığında ırak ayda bir milyar dolarlık ekstra para almaya bile başlar.
* daha da ilginci saddam bu noktada amerikan ve avrupa yardımı da almaya başlar. hediye paketinde devasa krediler, politik yardım, istihbarat paylaşımı, amerikan uydularının iran üzerine odaklanıp saddam'a anlık veri sağlaması gibi neler neler. iran zafere yaklaştıkça amerikan yardımı artarak ve daha da masa üstünden sürecektir. 1982 yılında reagan yönetimi ırak'ı "teröre destek veren ülkeler" listesinden çıkarır. zira başkanın o yıllarda kendi deyişiyle "iran'ın bir savaş kazanması gibi bir yükün altına giremezler" ırağın kazanmasını değil, iran'ın kaybetmesini istemektedir batılı ülkeler. o yüzden kesenin ağzını açtıkça açarlar. ırak ordusu amerikan silahlarıyla donanmaya başlanır. fransa aynı günlerde ırak'a gazelle helikopterleri, mirage f-1 uçakları ve falkland savaşında kıyım yapmış exocet füzeleri satar. amerika ve batı almanya aslında bir tarım ilacı versiyonu olan çift kullanımlı kimyasalları da ucuza satarlar. el altından da kimyasal silah yapacak know how'u ülkeye sokarlar. ırak kendi toprağında kimyasal silah üretebilir hale gelir. kaderin de cilvesine bak ki bundan 20 yıl sonra aynı kimyasal silahlar yüzünden ırak amerikan işgaline uğrayacaktır. o meşhur bulunamayan kitle imha silahlarının aktif maddeleri amerikan menşeylidir. donald rumsfeld güle oynaya getirmiştir.
* daha da deşersek sovyetler birliği de iran'a o sıralarda feci gıcık olmuştur. şah zamanında varlık göstermesine izin verilen sosyalist tandanslı tudeh partisi humeyni tarafından haliyle dinsiz olduğu iddiasıyla kapatılıp üyeleri öldürülüp sürüldüğü için sovyetler iran'la olan ilişkileri askıya almıştır. onlar da ırak'a silah satarlar. ırak zırhlı birlikleri daha modern t-72 modelleriyle teçhiz edilir. çin'de bu sırada madem herkes ırak'a silah satıyor ben niye satmıyorum diye aradan çıkarak rpg ve type-56 kaleşnikoflar satmıştır.
* çin fransa amerika ve sovyetler birliği birleşmiş milletler güvenlik konseyinin 5 üyesinden 4'ünü oluşturduğu için ırak bu sırada harala gürele başka bir devleti işgal etmiş kimyasal silahlarla kıyım yapmış binlerce ölüme sebebiyet vermiş ve adet olunduğu üzere sınır anlaşmazlığını silahlı mücadeleye dökmeden önce uluslararası hukuk yollarını tüketmediği için saldırgan / agressor devlet olarak tanımlanması ve ambargolara veya bm müdahelesine maruz kalması gerekirken güvenlik konseyinde kimse kılını bile kıpırdatmamıştır. veto edilecek bir öneri bile yoktur. thatcher ingilteresi ise kafasını çevirir ve pek ilgilenmez. geri kalan bütün daimi üyeler ise ırak'a harıl harıl silah satmakta olduğundan ırağın yaptıkları gözardı edilir.
* iran'ın ise silah alabilecek mali durumu yoktur. olsa da bütün kapılar kendilerine kapanmıştır. kuzey kore, çin ve suriye dışında bazı bağımsız silah tüccarları haricinde ülkeye çok az silah girişi yapılabilir.
ateşkes görüşmeleri
* haziran 1982'de işler boka sarınca saddam barış güvercini kesilip hemen ateşkes için zemin aradığını ve iran'ın işgal edilmiş bölgelerinden çekilmeye hazır olduğunu dünya basınına duyurur. dünya kamuoyunun gözleri humeyni'de döner. ancak saddam sayko ise diğeri de manyaktır. ırak'ta milliyetçi olmayan islami yeni bir yönetimin tesis edilip yüklü bir savaş tazminatı ödenmedikçe savaşın durmayacağını ve ırağın işgal edileceğini söyler. iran bu sırada sürgündeki bir islami ırak yönetimini de tahran'da beslemektedir.
* aslında iran kabinesindeki daha az manyak isimler mir hüseyin musavi, ali ekber velayeti (adını unutmuştunuz dimi bu adamın) ve ali hamaney iran'ın kaybedilmiş bütün toprağının geri alındığını söyleyerek ateşkese destek vermişlerdir. genelkurmay başkanları ali şirazi ise askerlikle alakası olmayan şii ruhban takımının askeri meselelerde görüş bildirmesinin ve ırağın karadan işgalinin felaketini o sıralarda söyleyip durur.
* ancak humeyni'nin kafasında böyle bir işgalin ıraktaki şii nüfus kürtler ve saddam karşıtlarını genel bir isyana sürükleyeceği ve islam devriminin arap yarımadasına zıplayacağı yönünde güçlü bir kanı vardır. savaş sonunda görünen odur ki humeyni kürtler konusunda haksız değildir ama ırak şiileri milliyetçi tandanstan kurtulup vatanı din için satmamışlardır. baas dini ne olursa olsun arap milliyetçiliğidir çünkü. iran ırak savaşının da reelde asıl kutbu din versus milliyetçiliktir.
* o sıralarda bir ırak kabine toplantısında çok ilginç bir olay vukua gelir. ırak sağlık bakanı riyad ibrahim hüseyin konuşma sırası kendisine geldiğinde saddam hüseyinin geçici bir süre görevden uzaklaşma suretiyle iran'ı ateşkese ikna edebileceği konusunda görüş bildirir. saddam'ın direk yüzüne devlet erkanının ortasında söylemektedir bunu. ortam bir anda çok gerilir ama saddam buna pek tepki göstermez. yalnızca riyad ibrahim sözünü bitirdiğinde diğer bakanlara dönerek bu fikri bir başkasının da paylaşıp paylaşmadığını sorar. kimse bu soruya elini kaldırmaz. saddam bunun üzerine bakan riyad ibrahim ile yan odaya geçer, kapıyı yavaşça kapatır ve içeriden 14 el silah sesi duyulur. bilahare browning hp tabancasından dumanlar tüterken saddam kurul odasına hiçbir şey olmamış gibi geri döner ve kabine toplantısına kaldığı yerden devam eder.
iran'ın ırak'ı işgali
ırak bu aşamadan savaşın sonuna kadarki altı yılda çoğunlukla savunmada kalacaktır. iran ise dile kolay tam 70 (yazıyla yetmiş) taarruz operasyonuna kalkmıştır. şu noktaya gelinceye kadar olan saldırılar ve kıyım katliam sahneleri kötü idiyse buradan sonra felaket bir hal alacaktır. neden?
* çünkü ırak dünyanın neredeyse her güçlü devletinden gelen para silah ve teknik desteği kullanmış ve saldırı doktrinini derinlemesine savunma / defence in depth ile değiştirmiştir. iran'ın nasıl savaştığını öğrenmiştir. insan seli saldırılarına karşı huzistan'da statik tek hat savunması yaparak babayı alırken burada bir savunma hattını aynı sovyetler gibi üç ring hat olarak dizayn etmeye başlar. en dış hat en zayıf ve burayı tutan birlikler iç hatlara çekilmeye hazır iken, ikinci ve üçüncü hatlar çok daha ağır silahlarla desteklenmektedir. ırak ayrıca direnç koridorları da inşa ederek desteksiz piyadenin ateşinden ürkerek kanalize olacağı tuzak yollar da inşa etmiştir. en beteri de tepede birkaç mi-24 hind helikopterinin bağımsız olarak uçtuğu avcı-katil filolar tertiplemiştir. daha geriden bakarsak ordusunu 200.000 askerden yeni asker tertipleri ve zorla askere alımlarla 500.000 e çıkarmış, hacamat olan tank birliklerini rusların cömert yardımlarıyla daha modern t-72lerle donatmış, iran güney sınırını sayısız siper ve beton koruganla tahkim etmiştir.
* bu trendde iran insan seli şeklinde masif piyade saldırılarıyla harekatını açtığı zaman ilk hat piyade ikinci hattaki koruganlara kaçarken statik savunma silahları (tanklar, mg yuvaları, havan siperleri, mayın tarlaları) iran seline amansız bedeller ödetecektir. sovyetlerden yeni alınan bm-21 katyuşalar ile iran insan seli olduğu yere çivilenecek ırak hava kuvvetleri ve kara havacılığı ile de kaçarken iran tanklarına korkunç bir yıpratma uygulayacaktır. humeyni işte böyle bir ortama girmektedir.
birinci basra savaşı / ramazan operasyonu
* iran yüksek komuta heyeti silah dengesi iran lehine daha da çok bozulmadan kirmanşah istikametinden bağdat'a amansız bir saldırı yapılarak ele geçirilmesini istemektedir. o da nereden tutsan elinde kalan, ne teorik ne de pratik olarak uygulanabilir bir şey değildir. ulema ve generaller onun yerine kafa kafaya vererek bunun yerine ırak'ın belli bir kısım çok stratejik toprağını ele geçirerek ırak'ı içten yıkacak bir kao ortamını tetiklemeyi daha uygun bulurlar. en uygun yer de iran'a en yakın olan ırak'ın ikinci büyük şehri ve en büyük petrol havzası basra'dır.
* iran planlaması 16. 22. 88. ve 92. zırhlı tümenler ile 21. ve 77. piyade tümenlerinin cepheden basra'nın kuzeyi ve doğusundan saldırıya geçmesi üzerine kuruludur. iran bölgenin beklenilenin çok üzerinde bir yoğunlukta mayınlandığını farkedince insan seli doktrinine kanlı bir imza atar. yaşları 14 ila 17 arasındaki çocuk askerleri mayın tarlaları üzerinden hücuma kaldırırlar. savaş öncesi aleviliğin en gaza getirici hikayelerini gözleri yaşlı, üstünü başını yırtarak kendine zarar vererek anlatan imamların etkisinde bu çocuklar savaşa moralman hazırlanır. kimi zaman yaşlı bir asker beyaz bir atın üzerinde kerbela'daki imam hüseyin'i canlandırarak ırak mevzilerine dörtnala koşar. bunu gören yobazlıktan ve fanatizmden kafayı yemiş iranlı askerler ve özellikle çocuklar can derdi gibi bir mevhumu rafa kaldırarak amansız bir insan seli oluştururlar. savaştan geri dönebilenler bir sonraki saldırıdan önce imam hüseyin'in kendilerine komuta ettiğini ağlayarak diğerlerine anlatır. bu adamlar ise toplasanız bir hafta eğitimden sonra asker olmuşlardır ama sıfır askeri etik, tecrübe ve disiplini napolyon'un yaşlı muhafızlarına denk bir korkusuzlukla harmanlayıp ölüme güle oynaya koşan garip bir birimdir besiçler.
* insan seliyle kandan nehirler ve cesetlerden dağlar yapa yapa iran sekiz günde 16km kadar ırak toprağına girmeyi başarmıştır. daha sonra saldırı insiyatifini kaybederek savunmaya çekilirler. ırak helikopterleri de bunu görerek suistimale gelirler. doğu alman subayların rus kontrolünde gelip öğrettiği avcı-katil helikopter taktikleriyle ırak iran'a havadan inanılmaz kayıplar verdirir. zira doğu almanlar'da atak helikopter doktrininin kitabını bir yerde yazmışlardır. en sonunda yerde çivilenmiş iran piyadesine amansız bir gözyaşartıcı gaz saldırısı yapınca iran ileri hattı kaosa gark olur ve kaçmaya başlar. iran bu sırada kuzeyden iki yarma hareketini sürdürmektedir. ırak sovyet doktrini kullanarak geride zırhlı 3 tümeni taktik ihtiyat bırakmıştır. bunlarla yarmalara demir yumruk gibi karşı saldırılar tertipler ve hepsini durdurur. ırak'ın bu karşı saldırılarda 9. zırhlı tümenden kimse sağ kalmadığı için ırak savaş düzeninden tümenin ismi silinir. 9. tümen ismi bir daha bir başkasına verilmez. ama iran için durum daha da kötüdür. 10 bin ölü yaralı, 200 tank, 200 zırhlı araç kaybeder. ırak ise 450 tank 250 zpt, 14 uçak, 10 adedi modern t-72 olmak üzere 70 tank, 7500 de ölü yaralı vermiştir. totalde basra bölgesinde iki tarafta 80000 ölü, 200.000 yaralı, 45.000 esir çıkmıştır.
* ikinci dünya savaşından beri bu denli bir savaş meydanı faturası da çıkmamıştır.
* ramazan operasyonu iran için istenilen sonuçları getirmeyince 1982 sezonunu zafer olmadan kapatmak zorunda kalırlar. yalnızca sınır boyunca limitli saldırılar ve karşı saldırılar gerçekleşecektir.
yıpratma savaşı devresi 1983-1984
* siper dedik, makineli tüfek tahkimatları, dikenli tel, zehirli gaz, insan seli saldırıları, küçük kazanımlar için onbinlerce ölü yaralı. şu ana kadarki haliye iran ırak savaşı birinci dünya savaşı ile teknoloji ve taktik farklara rağmen epey denk gitmektedir. artık tamamen denk olmasını sağlayacak bir tek şey eksik kalmıştır o da yıpratma savaşı planlamasıdır. akan kan üzerinden bir hesap daha yoktur. aslında onu da yazmıştım birinci dünya savaşındaki versiyonu için (bkz: verdun). neyse iran 1983'te bu konuda adım atar. onlara göre insan gücü konusunda iran'ın ırağa göre tartışılmaz bir üstünlüğü vardır ve sürekli takviye ve ikmal alan daha küçük ırak'ı bitirmenin en mantıklı yolu da az olan kanı kuruyana kadar akıtmaktır. rafsancani ve humeyni bu planlamada falkenhayn'ı pek aratmazlar. savaş sanatı minimal kaynak (insan gücü de kaynaktır) harcayarak maksimum hasar verme ve isteklerimizi düşmana zorla kabul ettirme sanatıysa yıpratma savaşı bu sanatın dejenerasyonudur. kübizmidir. insan hayatının devlet çıkarları için hiçe sayılmasıdır.
iran bu bir yıllık süreçte neler mi yapmıştır?
şafak öncesi operasyonu
* ya da fecr el nasır 6 şubat 1983'te açılır. basra'da binlerce ölü veren iran genel taarruz eksenlerini ırak sınırının kuzeyine kaydırmaya başlarlar. ana amaçları da iran sınırına doğal olarak yakın bulunan ve kuzey güneyi birbirine bağlayan ırak karayolu arterlerini keserek ülkeyi ikiye bölmektir. bunun için de elde kalan son büyük ihtiyat birliği sayılan 200 bin kadar pasdaran seçilir. bağdat'ın 200km kadar güneydoğusundan 40 kilometrelik bir cephe açarak el-amare yakınlarından ırak'a saldırırlar. aynı anda göstermelik bir operasyon hattın daha güneyinde kalan sumar'a bir zırhlı tümen ve onu maskeleyen 7 piyade tümeniyle yapılır. ırak bu noktada amerikan uydu istihbaratının da yardımıyla iran asker yığınaklarının nerede olduğunu çok efektif bir şekilde haber aldığı için o numarayı yemez. zira artık bütün dünyanın malumudur ki iran asıl yarma operasyonlarını insan seline dayanarak yapmaktadır. bu işin daha geleneksel uygulayıcısı olan zırhlı birlikler iran'da sayıca güçsüz kaldığı için ya göstermelik operasyonlarda ya da stratejik ihtiyatta kara günler için bekletilmektedir.
* iran saldırıya geçtiğinde hafif donatılmış, yeterince desteklenmeyen, eğitimsiz iran askerleri iyi tahkim edilmiş ve kendilerini bekleyen ırak mevzilerine insan selini başlatınca korkunç bir ateşin içine girerler. bir orağın ekinleri biçtiği gibi biçilirler. iran çocuk askerleri onbinlerle ölür. ahvaz kenti sakinleri cepheden 160 km uzakta olmalarına ragmen şehirde artık ölüleri alacak morg kalmadığını bildirmişlerdir.
* cephede bu savaşta yaralanıp esir düşen bir çocuk askerin hatıratı da var, çevirirsek şöyle :
* “hürremşehr yakınlarındaki bir kampta bir aylık eğitimden geçip cepheye gönderildim. vardığımızda hepimiz bir alanda toplandık. binlerce kişiydik. toplananların bazıları benden daha gençti. bazıları da yaşlı adamlardı. komutan gelip basra’nın kuzeydoğusunda kurna yolunu koruyan bir ırak mevzisine saldıracağımızı ve yolu ele geçirmeye çalışacağımızı söyledi. ertesi sabah saat 4’te askeri kamyonlarla yola çıktık. bana bir tüfek ve iki el bombası verdiler. kamyonlar iran sınırında durdu ve hepimize araçlardan inmemizi söylediler. şafağın yaklaşmasıyla birlikte ırak mevzilerine doğru yürümeye başladık. çok korktum. bize bu mevzinin üç kilometre ötede olduğunu söylemişlerdi. yaklaştıkça etrafta patlayan top mermilerini duymaya başladık. bizim ıraklıları bombaladığımızı düşündüm. bir tepeliğe çıktığımızda düşman mevzisine doğru koşmaya başladık. artık korkmuyordum. koşarken avazımız çıktığı kadar allahü ekber diye bağırıyorduk. sonra karşımda ıraklıları gördüm. yanyana miğferlerden bir hat şeklinde uzuyorlardı. birden ateşe başladılar. etrafımdaki herkes düştü. ama onlar öldükçe ben bağırarak koşmayı sürdürdüm. siperlere ulaştığımda el bombalarımı fırlattım ve her nasılsa silahımı kaybettim. nasıl oldu hatırlamıyorum. sonra bacağımdan vuruldum ve orada siperlerin ağzında yerde bekledim. diğer iranlılar yanımdan koşarak geçip saldırıya devam ettiler. kalkıp onlarla koşmak istedim ama yapamadım. hepsi kurşunlarla biçildiler. bacağım artık acıdan yanıyordu. saldırı öğleye doğru kesildi. gücüm tükenmiş ve bayılmışım. ıraklılar cesetleri kontrol etmeye çıkmışlar. cesetleri tekmeliyorlardı. beni de tekmelediler. acıyla bağırınca bir kamyonun arkasına atıldım. savaş benim için bitmişti.”
* iran cephenin diğer noktalarındaki harekatlarla beraber 260 kilometre karelik bir alanı zaptetmiş ancak bir haftalık itiş kakış sonucu minimal kazanımlarla aldığı toprakları terketmek zorunda kalmıştır. iran özellikle mayın tarlalarını insan seliyle temizleme gibi insanlık dışı hareketler içine girdiğinden inanılmaz kayıplar vermiştir. ırak içinse bu zafer büyük bir moral olmuştur.
şafak operasyonları
velfecir 1
* 10 nisan 1983’de o yılın en kanlı üç insan seli saldırısından biri olmuştur. iran yine basra bağdat yolunu ele geçirmek için insan yığınağı yapmış, ırak hava kuvvetlerinden yırtarız diye de yağmurlu bir günü seçmişlerdir. ancak bulutlar yağış getirmeyip yükseldiğinde ırak hava kuvvetleri 150 sorti yapmış ve irana ırak kayıplarının üç katı kadar zayiata vermişlerdir. ırak daha sonar bu saldırının öcünü almak için dezful ahvaz ve hürremşehr’i bombalar. iran batılı kaynaklara göre 50000 askerden 7 bini ölü vermiştir. ırak kayıpları ise hafiftir.
velfecir 2
* 22 temmuz 1983’te iran bu sefer kuzeyden, kürtlerin yoğunlukta yaşadığı piranşehr’den giriş yapar. kürtlerin genellikle iran safında çarpışması neticesinde çok da başarılı olurlar. 390 kilometre karelik bir ırak toprağı iran elinde kalır. ırak karşı saldırısında hava indirme birlikleri kullanmış ve ilk kez yoğun bir zehirli gaz saldırısına başlamıştır. haci umran kesiminde dağda mevzilenmiş iranlıların üzerine hardal gazı saldırısı yapılır ve bu gaz kendi ağırlığıyla dağdan inmeye başladığında kendi askerleri üzerine çöker. ırak henüz kimyasal silah kullanım prosedürünü çözemediğinden dağılmayan gaz kendi askerlerinin üzerini de örttüğünde ırak askerleri mevzilerinden büyük kaos ve panikle kaçarlar. ırak 4000 ölü yaralı, 164 esir, 5 uçak 9 helikopter, 40 tank ve zpt, 45 muhtelif araç kaybetmiştir. ekipmanın çoğu da ele geçirilmiştir. iran bilançosu ise çok daha hafiftir. 284 ölü, 134 esir, 487 yaralı vardır.
velfecir 3
* bu da iran’ın en kötü yenilgilerinden biridir. 30 temmuz 1983’te 180 bin askerle hücüm eden iranlılar keşif operasyonlarının yetersizliği (veya uydu bağlantılı ırak keşfinin çok başarılı olması yüzünden) ırak hedeflerinin en güçlü noktasına desteksiz ama çok kalabalık bir saldırı yapınca katliam yaşanmıştır. ırak mehran dehloran ve elam’da tutunmaya çalışan iranlıları oradan atmaya çalışıp kayıp vermeye başlayınca doktrin değişikliğine gitmek ister ve zehirli gaz saldırısına başlarlar. sarin ve tabun sinir gazları yüksek konstantrasyonda mevzilenmiş iranlılara karşı kullanılınca yine çok büyük kıyım yaşanır ve mehran kendinin kontrolü ırak’a geçer. ırak bu noktadan itibaren zehirli gazın önemini kavramıştır ve saddam da artık elini hiç korkak alıştırmayacaktır. operasyonun iki tarafa maliyeti 17 bin ölü ve en az üç katı yaralıdır.
velfecir 4
* 19 ekimde start verilen bu bir haftalık iran harekatında iran tekrar kürt bölgelerini zorlamaya çalışır. bu sefer delicesine silahlandırılmı peşmergeler de iran safında boy gösterirler. kürdistan demokratik partisi kdp’ye bağlı güçler iran devrim muhafızları ve düzenli ordu birlikleriyle bağlantı kurarak süleymaniye üzerine baskı uygulamaya başlarlar.
* bu bölge de saddam’ın para bastığı yerin yani kerkük’ün 140 kilometre kadar doğusunda olduğu ve süleymaniye kerkük arasında savunmaya elverişli konumun azlığı yüzünden (kürt birliklerinin öncü birimleri süleymaniye’ye harekat açılırken 45km mesafededirler) ırak kimyasal silahlara tekrar başvurur. bu sefer mi-8 nakliye helikopterlerine atak pilonları ve kanatlar eklemişlerdir. bu pilonlardan da kimyasal silah atacak şekilde hava araçlarını tekrar dizayn ederler. helikopterler saldırıya başladığında ine kalka 120 sorti yaparlar. kimyasal roketlerini atan helikopterler inip tekrar refite girer ve tekrar saldırı için kalkar. bu da süleymaniye’ye 15km kala iran ilerleyişini durdurur. zehirli gaz saldırısını izleyen kara çarpışması ile beraber 5000 iranlı ve 2000 ıraklı ölür. ancak iran 110km karelik bir toprak parçası üzerinde de kontrol kurar. 1800 kadar da ıraklı esir alır.
* ırak bunun üzerine aynı almanya’nın 1944’te yaptığı gibi düşman şehirlerine intikam saldırılarına başlar. intikamı da yine almanya gibi balistik füzelerle almaktadır. dezful, mescid süleyman ve behbehan scud-b füzeleriyle vurulur. ırak uçakları ayrıca daha doğuda hint okyanusuna bakan bender humeyni limanını havadan mayınlarlar.
yukarıdan bakıldığında basra önünden hiç gitmeyen iran askeri baskısı hiç susmayan top atışları, aynı anda kürtlerle link kuran kuzey eksenli saldırılar ırak moralini ve ihtiyat hesaplarını tekrar bozmaya başlamıştır.
velfecir 5
* en büyük şafak operasyonu da budur. 1984 yılı başlarında olmuştur. 500 bin iranlının basra savunmasının kilidi olan ırak dördüncü ve üçüncü orduları arasındaki bağlantıya saldırması ile başlamıştır. iran safi insan seli olarak gelmiş, ırak ise sayıca iran’ın beşte biri olmasına rağmen çok ağır silahlı olduğu için iran gelgit dalgasına güçlükle tutabilmişlerdir. savaşın bilançosu 25 bin ırak ölü ve yaralısı ile basra etrafında cansız yatan 50bin iran cesedidir.
velfecir 6
* sonucu konusunda geleneksel yorum yapmanın en zor olduğu harekat da budur. iki gün süren hızlı bir operasyondur. hedefi de diğer şafak operasyonları gibi basra bağdat karayolunun zaptedilmesidir.
* 1983 boyunca inanılmaz sayılarda ölü ve yaralı veren iran’ın velfecir operasyon zinciri iran’da da büyük hayal kırıklığı ve hükümet kanadında kızgınlıkla karşılanmıştır. daha bundan bir yıl öncesinde ırak büyük bir bozgun halinde iran’ı terketmiş, saddam neredeyse dizleri üstüne çöküp barış dilenmiştir. ama büyük kibir ve mağrurlukla ırak yönetiminin değişmesini buyuran humeyni yüzünden tam bir yıl boyunca büyük bir kazanım veya savaşın seyrini önemli bir şekilde etkileyecek olay olmadan iran dümdüz yıpratma savaşı sürdürmüştür. kendisi de bu süreçte çok yıpranmıştır. ee niye yıpranmıştır peki? her mahalleden 4-5 şehit ne için ölmüştür? iranlılar bunu sormaya başlarlar.
* iran ordusunda da genel kanı çok dillendirilmese de 1983 sonunda bu şekildedir. iran kurtulmuştur, evler aileler artık güvendedir. hürremşehr ve abadan’da islam devrimi bayrağı sallanmaktadır. ee o zaman ırak’ta ne işleri vardır artık? 1982 yılındaki zaferler kısıtlı kaynakların akıllı kullanımı ordu elementlerinin çok başarılı uyumu ve koordinasyonuyla başarılmıştır.
* oysa 1983’te düzenli ordunun yerini insan seline bağıra bağıra şahadetle giden pasdaran ve besiç almaya başlamıştır. iran devriminin pasdaran’ı orduya ataşlama hastalığı bir yerde ordunun geleneksel olarak seküler bir geçmişinin olması ve islam devrimine potansiyel bir tehdit olabileceği kanısıdır. aynı türkiye gibi. ancak savaşla ilgisi olmayan fanatiklerin de orduyla beraber hareket etmesi bilançoda korkunç kayıplar anlamına gelmektedir.
* sınırın diğer tarafında ise ırak artık kendi toprağını savunduğundan moral olarak ekstra bir propaganda çalışmasına ihtiyaç duymaz. güçlü tahkimat modern ekipman zehirli gaz, kısıtlı savunma taktikleri ile de 1983 yılında iran’ın zafer kazanamayacağını da ilan etmiş olurlar.
* velfecir 6 operasyonu yukarıda okuduğunuz şafak öncesi operasyonunun hemen bitişiyle başlar. özetlemek gerekirse çok güçlü tahkim edilmiş ırak savunmasına yine bir insan seli saldırarak biçilmiştir. ancak çok kalabalık geldikleri için basra bağdat karayoluna 10 kilometre kadar yaklaşmaya muvaffak olurlar. bu noktaya eriştiklerinde ise kayıplar tahammül edebilecekleri bir noktada artık değildir. saldırıyı sonuç almadan bitirirler. ancak ekstradan 10 km’lik bir berzah da ellerinde kalmıştır. basra artık iran dürbünlerinde ayan beyan görülmeye başlamıştır. ancak bu görüntü 50 bin ölü yaralıya değmiş midir? humeyni mezarından kalkarsa gidip sorarsınız.
iran'ın taktik değiştirmesi
* bu da kronolojik olarak velfecir 4 ile 5 operasyonları arasında denk gelmektedir. o ana kadar iran sayı üstünlüğünü açık açık gösterirken ve bunu kendinden emin birbirini izleyen insan seli operasyonları halinde gerçekleştirirken ırak'ın böyle bir insan kaybını karşılayamayacağını düşünerek / bilerek davranmaktadır. ancak farkederler ki ırak 1980/81'de huzistan üzerinde savaşırken 50 kilometrelik bir cepheyi hafif tutarken ırak üzerinde tahkimat üstüne tahkimat siper üstüne siper kurup savaşmaktadır. bütün o kanlı hücumlar neticesinde ırak da ciddi yara alsa diğer cephelerde insan azlığı ya da askere alma tertip yaşlarının küçüldüğü görülmez. bu da demektir ki ırak askere alım kampanyasını genişletmiştir. işin aslı ordu sayılarında 1986 yılında iran ve ırak eşitlenirler. 1988 yılında ise ırak'ın 1 milyon askeri olur ve güçlü komşusu türkiyeyi ikiye katlayarak dünyanın en büyük dördüncü ordusu haline gelir. tank sayısında ise iran'ı beşe katlamaktadırlar. buna karşılık iranlı komutanlar daha iyi bir taktik yeterlilik ve eğitim anlayışı göstermektedir.
* şafak operasyonlarının sonuna doğru iran taktik anlayışını komple değiştirir. derinlemesine ırak savunması ve sürekli yenilenen ve modernize olan ırak teçhizatı karşısında insan seli yapmayı sürdüremeyeceklerini kabul ederler. iran saldırıları artık daha komplike ve aşırı manevra ağırlıklı hale gelmeye başlar. savaş sanatını tekrar tesis ederler. ırak'ın gösterdiği savaş teçhizatına ve sayılarına bakarak yapılan harcamanın miktarını hesapladıklarında yalnız bunun ırak tarafından sürdürülmesinin bile ırak'ı yenmek anlamına gelebileceğini, ülkenin iflas etmek üzere olduğunu düşünürler. iran insan seli'ni komple rafa kaldırmaz, ancak sızma, arazinin etkin kullanımı, özel kuvvetler gibi ucuz ama etkili yöntemlere geri döner. bunun da yanında düzenli birliklerine sızma, keşif, gece harp, bataklıklarda savaş ve dağcılık eğitimi vermeye başlar. yüzbinlerce pasdaran birliğini de amfibi savaş eğitimine alır. deniz piyadesi özellikleri kazandırır. güney ırak bataklıklarla dolu olduğu için hızlı teknelerle bunları geçip modern manevra teknikleri üzerine yoğunlaşırlar.
* iran aynı zamanda farsça konuşmayan müttefiklerini (kürtler) de eğitmeye başlar. kürtleri 12 kişilik müfrezelere ayırıp sovyet partizanların 1943'te ukrayna ve beyaz rusya'da yaptıkları gibi cephe gerisi operasyonlarına sürer. peşmergeler bu anlayışı daha sonra pkk'ya da öğretecektir. ancak 1985 sonrasında peşmerge roketleri sık sık kerkük rafineri alanlarına düşmeye saddam'a ciddi para kaybettirmeye ve kendisini çileden çıkarmaya başlamıştır.
bataklıklar savaşı
* şafak ve şafak öncesi harekatları istenilen başarıyı getirmeyince (kısaca başarısız olunca) iran amfibi saldırılar üzerine yoğunlaşır. fırat ve dicle ırmaklarının basra önce birleştiği havzada pek çok batak alandan biri olan havize bataklığından saldırıya geçer.
* ırak'ın da bütün derdi basra'yı savunmak olduğu için burada bataklık varmış diyerek havize bölgesini es geçmezler. eski bir kurumuş göl yatağı olan basra'nın doğusundaki hedayun havzasına deniz suyu doldurup derin bir havuz yaparlar. bunun da içini üzerini altını üstünü dikenli tellerle donatırlar. üstüne yüzen plastik mayınlar dökerler, ve nehrin altından geçen dikenli tellere de yüksek gerilim hatları atarlar. bu sırada da iran sınır şehirlerine durmaksızın hava saldırıları düzenlerler ki iran tam da oradan saldırsın.
* iran o noktaya saldırmayı zaten kafaya koymuştur ama açık alandaki basra topçusu en çekindikleri şeydir. velfecir 5 ve 6 ile o bölgeyi es geçmişlerdir. helikopterler ile hattın gerisine gece sızarak komandolar ile basra topçusunu elimine etmeyi başarırlar. gecenin sonunda ise şafakla hayber operasyonuna start verilir. 24 şubat 1984'te harekat başlar.
* iran hızlı atak botlarıyla havize bataklığını aşarak amfibi bir saldırıya geçer. ıraklılar için bu sürpriz olmuştur çünkü bu kadar geniş bir bataklığın o denli bir piyade tarafından geçilemeyeceğini düşünmekteydiler. bataklıklara tank da getiremiyorlardı. kullandıkları havan ve diğer patlayıcılar da bataklığa gömülüp patlıyor, gereken etkiyi veremiyordu. iran hiç momentum kaybetmeden basra'nın petrol zengini mecnun adasına helikopterlerle indirme yapıp savaşmaya başlar. saldırır sürerken siklet merkezini kurna bölgesine yönlendirirler. ırak hatları çatırdamaya başlar ama kimyasal silahlar ve derinlemesine savunma ile güç bela tutulur. iran ilk hattı almayı başarır ama tükenmişlerdir artık. tank sayısı ve hava desteği olarak da ülke erimiş yetersiz kalmıştır. devrim muhafızları küba gerilla taktikleri bile denerler. üstlerini başlarını çamura bulayıp bataklıklarda sessizce rambo gibi ilerleyen taburlar falan belirir. bir örnekte de mobiletler üzerinde altı müfreze asker son gaz ırak birliklerini yarmaya çalışmaktadır. güpe gündüz.
* ırak burada işlerin zıvanadan çıktığını görerek mi-24 hind helikopterlerini havalandırır. havadan saklanamayan iranlılar yine çok acı kayıplar verir. 27 şubatta mecnun adası düşer ancak ırak jetleri adaya asker ve ikmal taşıyan 49 iran helikopterini düşürmüştür. bu da iran'ın asla yerine koyamayacağı bir şeydir. ada etrafında iki metre derinliğinde sularda göğüs göğüse çarpışmalar yaşanır. daha sonra sulardaki elektrik hatları bir anda vıltaj alıp çalışmaya başlayınca sularda iranlı ıraklı kim varsa anında ölür. ırak televizyonu sulardaki binlerce cesedi daha sonra devlet televizyonunda falan da halkına naklen göstermiştir
* ırak iran ilerleyişini zehirli gazla 4000 ölü ve 7500 yaralı vererek ancak tutar ancak mecnun adasını da geri alamaz. iran ise 20 bin ölü ve 70 bin yaralı gibi uçuk bir rakamla savaşı bitirir. aldıkları adanın her bir karışı için on kadar asker ölmüştür.
tankerler ve şehirlere saldırılar
* ırak hava kuvvetleri insiyatifi ele almış olsalar da iran'ı havadan stratejik bombalayarak üretime set vurma ya da iflasa yol açma gibi bir lüksleri bulunmuyordu. iran'ın savaşı sürdürme gayreti ve motivasyonu endüstrisinden çok insanından kaynaklandığı için saddam açmaza girer. düşman almanya olsa sentetik petrol tesislerine gece gündüz bombardıman yapıp panzerlerini durdurmak diye bir opsiyon varken iran ne yapılsa yine etten duvar saldırılarına devam ediyor gibi bir imaj vardır çünkü ortada. saddam'da iran halkını aç bırakmak için deniz taşımacılığını hedef alır. kharg adasındaki yağ tesisleri ve petrol tankerlerine hava saldırıları başlatır. bunu yaparken bir yandan da iran'ın orantısız bir cevap vermesini mesela hürmüz boğazını trafiğe kapatmasını istemektedir. zira böyle yaparsa körfez ülkeleri dışarıya petrol satamayacak amerika onların fikrine göre iran'a askeri müdahelede falan bulunacak hatta belki savaşa girip atom bombalarıyla ülkeyi dümdüz edecektir (oha). nitekim iran karşı saldırılarını limitler ve sadece ırak gemilerine saldırır. hürmüz boğazını deniz trafiğine kapatmaz.
* ırak aldığı mirage f-1 uçakları ve exocet füzelerine güvenerek iran limanlarına giden her gemiyi vuracağını açıklar. taşımacılığa çok ağır hasar verirler. iran da buna mukabil bahreyn'den petrol taşımakta olan kuveyt bandıralı bir tankeri vurur. zira ırak petrolü taşıdığını düşünmektedirler. daha sonra bu saldırı tipini geliştirerek ırak'a yardım eden her ülke gemisini vurmaya başlarlar. 1984 yılı boyunca basra körfezinde saldırıya uğramadan seyredebilen bir gemi olmamıştır. hatta saldırılar suudi gemiciliğine yönelince suudi f-15 uçakları iran f-4'lerine saldırıp düşürerek bu iki amerikan uçak tipinin dünyada karşı karşıya her nasılsa geldiği tek örneği de sergilemişlerdir.
* nitekim bu her gelene ateş etme merakı ırak'ın başına büyük çorap örmüştür. bir ırak mirage f-1'i tarafından iran açıklarında seyretmekte olan uss stark muhribine exocet füzeleriyle saldırır. fırkateyn füzeleri son ana kadar radarında görmez, görsel temas sağlandığında ise artık çok geç olur. stark bordadan iki adet exocet yiyerek 37 denizcisini kaybeder. 21 de yaralı vardır.
* amerika olayın üzerine çok gitmez. saddam ise uçağın pilotunu bağdat'ta halka açık pazar yerinde üzerinde uçuş kıyafeti varken astırır. adamcağızı kokpitten çıkarıp idam etmişlerdir.
* tanker savaşı süresince 546 geminin isabet aldığını, 430 denizcinin yaşamını yitirdiğini hesaba katarsak o yıl petrol fiyatlarının neden yukarı oynama yaptığını da anlamak kolaylaşır. amerika basra körfezine giren gemilere earnest will adı altında bir fırkateyn koruma operasyonu başlatmıştır. suudi kuveyt katar bae ve bahreyn gemileri amerikan eskortunda yolculuk etmeye başlarlar. ama nedense earnest will iran gemilerini korumaz. ırak uçakları'da hangi geminin korunmadığını görerek gemilerde bandıra aramayı falan bırakır. korunmayan hangi gemiyse ona saldırırlar. iran amerika'yı ırak'a yardım etmekle açık açık bm'de suçlar.
* saddam bu sürede iran şehirlerine de hava saldırılarını yoğunlaştırarak sürdürmüştür. iran hava kuvvetleri (artık ne kaldıysa) önleme görevlerinde çok başarılıdır ve önleme görmeden hedefine varan bir ırak hava akını nadiren görülen bir şeydir ancak 11 farklı şehri yedek parçanın olmadığı bir ortamda hava savunma şemsiyesi altında tutmak imkansıza yakın bir görevdir. ırak hava bombardımanları iran için büyük başağrısı olsa da beklenilen yıkıcı ve moral etkiyi göstermez. ırak bunun da üzerine 1987'den itibaren iran şehirlerine zehirli gaz da atacaktır. serdeşt şehri saldırısı buna güzel bir örnektir.
* aynı sıralarda ise kaddafi iran'a scud füzeleri satacak ve iran'da bağdat'a kendi ilacından tattıracaktır. bu haliyle iran ırak savaşı tam bir topyekün savaş halini alır. birinci dünya savaşından en büyük farkı da bu sivil kayıpları olacaktır.
* bu şekilde 1984 sonunda iran'ın 300 bin kişilik bir kaybına karşılık ırak'ın 150 bin kaybı vardır. iki taraf da modern ekipmanlarını tam verimle kullanamamakta, iki taraf da modern askeri hücumlar gerçekleştirememekte ve iki tarafın teknisyenleri de savaş alanı tamiratına ehil olmadığı için düşmana çalışır ekipman bırakmaktadır. savaş alanında koordinasyon iki orduda da içler acısıdır.
1985-1986. git gel savaşları
* 1985 yılında ırak dünyanın neredeyse her yerinden yardım alıyordu. suudi arabistan, kuveyt, bahreyn, katar, bae ırak'a hibe ve uzun geri ödemeli milyarlarca dolar değerinde para yardımı yapıyorlardı. petrolünü kendi ülkelerinden satıyor gerekirse petrol alıyorlardı. sovyetler birliği çin ve fransa ırak'a silah satışını abartmış durumdaydı. bu ahval ve şerait içinde ırak iran toprağında rezil olup atıldıktan 6 yıl sonra tekrar taarruz kabiliyetini ele geçirdi. bu iki yılda bazı örnekler vermek gerekirse :
bedir operasyonu
* nispeten sessiz geçen 1985 yılının tek büyük operasyonunda ırak mecnun adasından iran'ı atmak için saldırıya geçer ancak 100 bin kişilik devasa bir iran savunmasını yerinden edemezler. mart ayında iran karşı saldırıya geçer. onların da amacı asla hakim olamadıkları basra bağdat karayoludur. ayetullah humeyni savaş öncesinde yine hutbelerinden bir seçmece yapar :
* "biz inanıyoruz ki saddam islam'ı tekrar küfre ve çok tanrıcılığa döndürmek istiyor. eğer amerika galip gelir ve saddam'a zaferi hediye ederse islam öyle bir yara alır ki kafasını uzun bir süre bir daha kaldıramaz. buradaki sorun islamın küfre karşı savaşıdır. iran'ın ırak'a karşı savaşı değil"
* iran 100 bin cephede 60 bini de ihtiyatta devasa bir kuvvetler saldırıyı açar. tank desteğindeki pasdaran kurna'nın kuzeyinden ırak hatlarını yarmaya müktedir olur. aynı gece 3 bin iran askeri dicle nehrini daha kuzeyden geçerek basra bağdat karayolunu en nihayetinde almayı başarırlar. basra'nın ırak'ın kalanıyla olan bağlantısı ilk kez kesilir. saddam'ın tepkisi hemen kimyasal silah stoklarını ne var ne yoksa bölgeye boşaltmak olur. aynı zamanda yukarıda anlattığım şehirlerin bombalanmasına her gece olmak üzere başlar. ırak istihkam birlikleri ilginç bir sistem geliştirerek dev dizel dalgıç pompalarla düşman siperlerine su püskürterek doldurmayı denerler. kimyasal silah basınçlı su ve yaylım ateşi sonunda mevzilerini terketmek zorunda kalırlar.
* 10 bin ırak 15 bin iran askeri ölür. sonuçta ne mi olur, iran ırak'ın bu kadar içine girebilmesi yüzünden taktiklerinin başarılı olduğunu düşünür. ırak ise iran'ı bölgeden atabildiği için kendi taktiklerini başarılı bulmaktadır. aslında su yüzünde ırak'ın gerçek derdi cehalet, iran'ın gerçek derdi malzeme yokluğudur. ırak ne kadar koordinesiz de saldırsa iran bir zırhlı ırak karşı saldırısını ekarte edecek ağır silahlara artık sahip değildir.
1986 yılı başındaki stratejik durum
* insan seli saldırılarının meyve vermemesi iran'ın muharip kuvvetleri arasında daha koordineli olmaya zorlar. ordu ve pasdaran arasındaki ilişkiler daha belirgin hale gelir. iran ırak'ın kimyasal silahlarına karşı antidot üretmeye de başlar. savaş zamanı ar-ge'lerinin en ilginç örneklerinden biri olan muhacir-1 isimli bir insansız hava aracı* geliştirirler. onca yokluğun içinde iran üniversiteleri iran hava kuvvetlerinin yapamadığı keşif rolleri için kameralı bir araç tasarlamışlardır. çok başarılı ve stabil olan bu platform 1986 yılı başlarında 700 sorti yapar. öyle ki havadan keşif dışında sınırlı hava-yer kabiliyeti bile eklenmiştir. radyo kontrolüyle rpg7 füzeleri atabilmektedir.
* iran aynı sürede hava savunma kabiliyetini yükseltmiştir. f-14 uçakları havada genellikle pasif önleme görevinde kalmakta ama yüzer kilometrelik aralıklarla solo uçuşlarda kullanılmaktadır. f-14 aktif radarı 100 kilometre menzilli olduğu için havadaki 4 adet f-14, 400 kilometrelik devasa bir radius'u her daim kontrol altında tutarak birer mini awacs gibi kullanılır. ırak hava saldırılarını daha scramble pozisyonunda erken haber verirler. iran hava savunması da bu yüzden aşırı etkili olmaya başlamıştır. o yıl onlarca ırak uçağı düşürülür.
* iran bu sürede şah döneminden kalmış ve stokları tükenmek üzere olan tow roketlerinin bir kısmını üniversitelerine gönderir. burada reverse-engineer edilerek yerli model tel güdümlü tow roketleri yapmaya başlarlar. antitank saldırıları gözle görülür şekilde etkinleşir ancak insan seli saldırı doktrinini de bırakamazlar.
birinci el-fao savaşı
* el-fao ırak'ın basra körfezine açılan kapısıdır. çok stratejik bir yarımadadır. iran buraya 9 şubat - 20 mart (1986) arasında bir saldırı düzenleyerek ele geçirir.
* 5 tümen halinde 100 bin kişilik bir iran gücü saldırıyı basra'nın güneyinden açar. öncelikle belirtmek gerekir ki el-fao harekatının tüm planlanması şah subaylarının gözetiminde olmuştur. bu yüzden önceki velfecir harekat zincirlerinden farklı olarak her detay noktası virgülüne kadar askeri mantıkla açıklanabilir noktalar içerir.
* iran önce zayıf bir saldırı yapar. 9 şubat'ta ırak'ın 3. ve 7. kolorduları arasındaki bağlantıya saldırarak bir insan seline başlar. ırak ateş gücü bunu kısa zamanda ekarte eder ama şah subaylarının asıl elde etmek istediği amaç saldırının ana istikametinin bu olduğu yönünde bir kanı uyandırmaktır zaten. ırak'ta son 6 yıldır insan seli üzerine insan seli yediği için seli nereden yeseler saldırının oradan geldiği konusunda iyice emin olmaktadırlar. bu yemi gözleri kapalı yemek zorunda kalırlar. nitekim asıl saldırı istikameti basra'nın güneyindeki yarımada el-fao'dur. basra gibi güçlü bir hedef dururken kimse yarımada'nın alınabileceğini düşünmediği için el-fao 7 bin kişilik eğitimsiz bir ırak ihtiyat birliği tarafından tutulmaktadır. bunlar iran takavaran komandolarıyla karşılaşınca paniğe kapılıp yenilir ve teslim olur. 4000 zayiat ve 1500 esir verirler. bu ölçüde amfibi bir operasyon yapabileceği düşünülmeyen iran bütün ortadoğu'yu başta petrol zengini körfez ülkeleri olmak üzere şok eder.
* 12 şubat'ta ırak karşı saldırısı başlar. o sırada saddam ve tarık aziz halen saldırının ana istikametinin basra olduğu kanısındadır. el-fao'nun fethini çok da ciddiye almazlar. yarımadanın geri alınması için iki mekanize tümen ayırırlar. ancak sonradan basra üzerine beklenen baskı (insan selleri) gelmeyince bunun bir şaşırtmaca olduğunun kendileri de farkına varırlar.
* 14 şubatta ırak mekanize tümenleri çamurlu havzada bata çıka el-fao'yu geri almaya giderken manevra yapması imkansız bir araziye mahkum olurlar. ırak topçu ve hava saldırıları da çamurda sıfıra yakın bir etki yapmaya başlar. ıraklılar böylece yarımadaya açılan tek tali yolu kullanmaya mecbur kalırlar ve iran da bunu beklemektedir zaten. antitank komandoları ve ah-1j kobra helikopterleri yola dizilmiş ırak zırhlı araçlarını evde yaptıkları yeni tow muadili füzelerle avlamaya başlarlar. ırak hava kuvvetleri bu belayı def edebilmek için o iki gün 300 sorti yapar ancak el-fao'yu tutan iran gücü iyi tahkim olmuş piyade olduğu için saldırıları işe pek yaramaz. 24 de uçak kaybedlir. ırak karşı saldırısı yoğun kayıplarla başarısız olur.
* ırak bakar ki durum vahim, en iyi komutanlarından biri olan mahir abdülraşid'i cumhuriyet muhafızlarıyla beraber el-fao'ya gönderir. ancak 100 bin iyi siper almış iranlıya karşı iranlı gibi savaşmaya başlarlar. kaba kuvvetle cepheden saldırıp atak helikopterleriyle destek vererek yarımadayı umutsuzca geri almaya çalışırlar. ırak hava kuvvetleri bu sırada bir yandan günde 300 kadar sorti yapmakta, konvansiyonel bombalar ve zehirli gaz bombalarıyla el-fao havzasını vurmaktadır. özellikle hardal gazı geç dağıldığından o kadar etkili olmaktadır ki gaz saldırılarında 1700 kişi hemen ölmüş, 8000 kadarı da savaş dışı kalmıştır. bu 8000'in %60-65 kadarı da saldırıyı izleyen ilk haftada öleceklerdir.
* ırak tankları manevra yapamayacakları daracık bir koridordan yaklaşıp iran'a kolay hedef olmayı 14 gün boyunca sürdürürler. 4 martta birden göklerden alçalan bir f-5 uçağı ırak karargahına bomba atınca kıyamet kopar. 5. mekanize tümenin tüm komutanları o sırada harekat öncesi brifingdedir. tümenin komutanı general ve bütün erkan heyeti kurmay murmay kim varsa içeride helak olur. kalan kurmay subaylar el-fao güneyine çok amatör bir amfibi saldırı düzenlemeye çalışırlar. 4 tabur asker de böylece ölür.
* ırak o kadar feci kayıplar vermiştir ki tarihte ilk kez bir devlet vatandaşlarını kan vermeye zorlamıştır. polis kapıları çalıp insanları hastanelere götürmüş kan almışlardır. bir noktada şehirde kalan yabancılar ve turistler de askere alınmaya zorlanmıştır.
* el-fao'daki operasyonlar 1988 yılına kadar durmayacaktır. savaşın bilançosu ırak için 17000 ölü, 25000 yaralı. 2105 esir. 74 uçak, 400 tank. 200 zpt. 500 muhtelif araç. 20 parça top. 55 uçaksavardır. ekipmanın yarısına yakını iran tarafından ele geçmiştir. iran kayıpları ise 30.000 ölüdür. araç miktarını paylaşmamışlardır.
mehran savaşı
* el-fao yenilgisinden hemen sonra saddam iran içine hemen bir taarruz emreder. hemn basra önünde ve arkasındaki baskıyı hafifletmek hem de dağılan prestijini biraz kurtarmak amacıyla 6 yıl sonra tekrar iran toprağına girmeyi göze alır.
* hedefin odağında zağros dağlarındaki mehran şehri vardır. kuzey iran şehirleri nispeten az korunduğu için elit cumhuriyet muhafızları ile saldıran saddam atak helikopterleri desteğini de ekleyince mehran'ı 15 mayıs 1986'da ele geçirirler. saddam iran ile kontak kurarak mehran'ı el fao ile değiştirmek ister. iranlılar buna cevap bile vermez. deliren saddam iran içlerine doğru girmeye başlar ancak ikmal yollarını çok uzattığı için ilerleme üçüncü gününe erişmeden durur. iran kobra helikopterleri ve tow füzelerini kullanarak önce ırak zırhlı kolunu durdurur ve ardından dağcı timlerini mehran etrafına yerleştirerek doğal yükseltiyi avantaja çevirirler. haziran ayında mehran iran tarafından geri alınır.
* saddam cumhuriyet muhafızlarına 4 temmuz'da mehran'ı geri almalarını emreder. acak çok feci bir kıyım yaşandıktan sonra ırak birlikleri ırağa kadar geri kaçarlar. öyle ki iran bir parça ırak toprağını da bunları kovalarken almaya muvaffak olur.
* saddam bu andan sonra ırak'ın tam seferberliğini açıklar. herkes askere çağrılır. ancak korkulan olmaz ve ırak'ta bu konuda bırak bir isyanı, rahatsızlık bile beyan edilmez. ıraklılar aslında bir iran işgalinden çok çekinmektedir. üniversiteler tatil olur, okullar kapanır. ülkede her erkek askere alınır.
1986 sonundaki durum
* özetlemek gerekirse ırak iran'ı bu noktada tutmuştur ama hattı artık çatırdamaktadır. kimyasal silahlar kullanmasa durumu büyük ihtimalle felaket olacaktır. süleymaniye hattında kürtlerle iran birlikleri kombine bir saldırı gerçekleştirmekte, basra'nın etrafı ise çepeçevre sarılmış bir haldedir. buna tepki olarak kharg rafinerisini, sadabad şehrindeki uydu radar antenini ve tahran rafinerisine hava saldırıları düzenler.
* iran ise bir bilinmeze doğru yol almaktadır. ne zamandır fetva vermiyorum bari bir tane vereyim diyen humeyni, savaşın "1987'de kazanılmak zorunda olduğunu" söyler. iran birlikleri de bunun üzeirne 650 bin yeni gönüllü kazanır. ancak iran ordusu ile pasdaran arasında da görüş ayrılıkları ve çekememezlik de ayyuka çıkar. düzenli ordu limitli saldırı, iyi planlama, operasyonel sadelik peşinde koşarken devrim muhafızları kendilerine zaferi getirecek olan büyük saldırıları planlamaktadırlar. iran bu yıl savaşın görülmüş en büyük çapta saldırılarını yapacaktır.
* ırak'ta sular çok ısınmış bir haldedir. saddam'ın generalleri saddam'ın işlerine her saniye karışmasından ve kaybettikleri anda vurulma riskinden dolayı çok bunaldıkları için birlik olup, eğer operasyonel serbesti ve karar alma insiyatifi kendilerine verilmezse saddam'ı baas partisine karşı açık açık isyanla tehdit ederler. saddam'da hayatında ilk ve tek olmak üzere saddam sorun çıkarmadan generallerine istediklerini verir. artık yeni bir icatları vardır. el-defa i mütahareke. yani "dinamik savunma". bunu von rundstedt'in normandiya 1944'te yapmak istediği oynak savunma ile karıştırmamak lazımdır. ırak örneğinde bu topyekün savaşla karışık bir terimdir. yukarıda da yazdığım gibi üniversiteler kapanır, tüm öğrenciler askere alınır. her aile zamanı geldiğinde savunmada yerini alacaktır. kanım canım sana feda saddam (birruh biddem nefdik ya saddam) o günlerden kalma bir laftır. 2003 amerikan işgalinde kendini tekrar meşhur edecek bir slogan olacaktır.
1987-1988 savaşın sonuna doğru
* ırak saldırısını ince ince planlarken iran ordusu tekrar saldırıya geçer. kuzey ve güney cephelerinde eş zamanlı insan seli saldırıları tekrar görülmeye başlar. yani kerbela operasyonları.
kerbela 4 harekatı
* bir değişiklik olarak bu operasyonu haşimi rafsancani bizzat kumanda etmiştir. şattül arap su yolunun batı yakasında köprübaşı alınarak buradan basra havarisine insan seli akıtmak üzerine dizayn edilmiştir. basra'nın nispeten zayıf tutulmuş um-er-rasas adasına odaklanan saldırıya 60 bin kişilik 4 kolordunun karma birlikleri seçilir. iran ırak'ın silah gücü karşısında büyük bir zafer beklememektedir ama yerine konamayan insan gücü karşısında ırak'ın bitip tükenmesini umut etmektedir.
* harekat 1986 noel gecesi, 25 aralık'ta başlar. amfibi eğitimi almış pasdaran'ın elit kurbağaadamları zodyak botlarla um-el-rasas'a süratli bir çıkarma yaparlar. ancak karaya çıktıkları gibi bütün projektörler onlara çevrilir. gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi ayaklarında paletlerle kalakalırlar. ırak ağır makinelileri çalıştığında bütün elit birlikler, birkaç kişi hariç kıyıda tarumar olur. ölmeyen sadece 175 asker kalmıştır onlar da teslim olmak zorunda kalırlar.
* ertesi sabah 60 bin pasdaran ve besiç şattül arap'ı hürremşehr'in güneyinden güney kuzey istikametinde geçerek ırak savunmasıyla aralarındaki son doğal engeli de aşarlar. şafağın karanlığı da hareketlerini gizler. ancak ilerleyip hedefe keşif mesafesinde bütün ırak garnizonun alarmda kendilerini beklemekte olduğunu farkederler. fanatik komutanları saldırıyı kesmek için izin bile istemez. basra'ya güneşi arkalarına alarak yapacakları doğu istikametli yerine kuzeyden direkt bir saldırı yapınca ırak makinelitüfekçilerine sadece tetiğe asılmak kalır. korkunç bir çapraz ateş altına girerek feci kayıplar verirler.
* iran saldırıda 12 bin ölü vermiştir. ırak ise 2000 ölü yaralı civarında kalmıştır. kıyıda ilk ateşten kurtulan iran kurbağaadamları teslim olduklarında kendilerine esaret hakkı verilmez. casuslukla suçlanan bu askerler (üniforma yerine balıkadam kıyafetindedirler haliyle ) saddam hepsini canlı canlı çukurlara gömer. bu askerlerin cenazeleri saddam'ın asılmasından sonra iki ülke arasında yumuşama başlayınca gömüldükleri yerden çıkartılmıştır. bataklığın içinde mumyalanan cesetlerde balıkadam kıyafetleri hala görülebilmektedir bkz +18 bu cesetler en sonunda 2015'te iran'a geri dönmüş ve kendilerine büyük cenaze töreni yapılmıştır hatta konuyla şu anda iran'da büyük prodüksüyonlu film de çekilmektedir.
kerbela - 5 harekatı
* kerbela-4'te iran'ın cephe kayıpları saddam'a rapor edilirken generalleri tarafından epey şişirilerek (4 kat kadar) anlatılmıştır. saddam'da bu haberlere dört köşe olup basra'ya yapılan ana iran saldırısının kesin bir şekilde yenilgiye uğratıldığını ve iran'ın 6 ay boyunca parmağını bile kaldıramayacağını düşünmüştür. ancak gerçek bundan farklıdır tabii ki. iran ilk saldırıdan iki hafta sonra kerbela-5'i açar. bu sefer kendi şanslarına garnizondaki çoğu ıraklı askere genel zafer rehavetinden ötürü evci izinleri verilmiştir.
* 9 ocak 1987'de iran benzer bir rota izleyerek saldırıyı başlatır. devrim muhafızları ve besiçler balık gölünün güneyinden bir ırak taburunu maskeleyerek kuzey ve batıya dönerler. bir başka insan seli gölü tekneler ve zodyak botlarla gece karanlığında geçip cepheden saldırıya geçerler. şanslarına karşılarında ırak cumhuriyet muhafızları bulunmaktadır. çok çetin bir çarpışma ile iki taraf da büyük zayiat vererek hatlarına tutunmaya çalışır. güneyden zincirinden boşanmış gibi gelen insan seli ed-duayci kanalını ele geçirince beş dairelik ırak savunma halkasının ikisini ekarte etmeyi başarırlar.
* 14 ocak'ta ırak sınır muhafızları kendilerini iki taraftan sel gibi gelen iranlıların arasında sıkışmış bir halde bulurlar. bataklık havzada savaşıldığı için havan ve roketler yine istenen etkiyi verememektedir. çok ağır kayıplardan sonra ırak birlikleri cesim kanalı istikametinde çekilmeye başlarlar. iran artık zafer sarhoşluğunu ucundan tatmak üzere olduğundan tutulamaz. şattül arap üzerinde basra'ya havan menzilindeki küçük bir adayı daha alırlar. ırak içlerinde 9.5 kilometrelik bir yarma yapmayı başarmışlardır. ırak hava kuvvetleri sahneye çıkar ancak hiç beklemedikleri bir şey olur ve radar ikaz ışıkları cayır cayır yanıp sönmeye başlar. iran silah kaçakçıları aracılığıyla yüksek meblağlara isveç'ten rbs70 omuzdan ateşlemeli hava savunma roketi (manpads) almıştır. iran kendilerini tuzağa çekmiştir ve ırak uçakları flare ata ata kaçarken çok feci uçak kayıpları yaşarlar. 4 saatte 60 jet kaybederler. bu da bütün hava kuvvetlerinin %10'unun 4 saatte harcanması anlamına gelmektedir.
* saddam kariyeri boyunca çok az yaptığı üzere savaş alanını ziyaret eder. tümgeneral tali halil arham el duri'yi idam mangasıyla kendi garnizonunun önünde idam ettirir. emrindeki kurmay heyetini de ölü generalin cesedi önünde tarattırır. diğer taraftan haşimi rafsancani'de iran birliklerini teftiş etmektedir.
* 28 ocak'ta ırak karşı tarruzu inanılmaz bir yoğunlukta başlar. tanklar, çok ağır topçu barajları, kimyasal silahlar ve mi-24 hind atak helikopterlerinin aynı noktaya yüklenmesiyle iran'ın 9 kilometrelik çıkıntısını hallaç pamuğu gibi atarlar. iran komutanlarından hüseyin harazi burada ölür. iran büyük insan hayatı kaybederek kazandığı küçük bir toprak parçasına tutunarak kalır. ancak basra'yı daha çok zorlayamazlar.
* bilançoda iran 65 bin ölü, korkunç sayılarda askeri ekipman araç ve mühimmat kaybetmiştir. ırak ise 60 uçak, sayısız tank ve 20 bin zayiat vermiştir.
* kerbela-5 sonrası iran ordusu artık eski iran ordusu olmayacaktır. sayı olarak azalmışlardır. savaşta bundan sonra yoğun insan seli yapamayacaklardır. diğer taraftan birkaç yıl sonra çöl fırtınası harekatına başlamadan batılı analistler ırak'ın bu operasyondaki performansını çok ciddi masaya yatırmışlardır. eğitimsiz ve isteksiz ırak düzenli ordusunun sayıca üstün iranlılar karşısında dağılarak kaçması ve bütün ciddi direncin cumhuriyet muhafızları tarafından verilmesi batılıların ırak ordusunu anlaması konusunda kilit bir rol üstlenmiştir.
kerbela-6 harekatı
* aslında bir şaşırtma harekatı olsa da kerbela-5'ten oldukça bağımsızdır bu da. bütün operasyonel hedef ırak'ın asıl saldırı siklet merkezi olan basra cephesine kuzey'den tank kaydırmasını önlemektir. 10 bin besiç'in kasr-ı şirin bölgesinden ırak'ın kürt kontrolündeki kuzeyine yaptığı saldırı ile başlar. ırak birlikleri hiç savaşmadan konumlarından çekilmiş daha sonra zırhlı birlikleri ile karşı saldırıya geçmişlerdir. karşı saldırıları öyle şiddetlidir ki, yalnızca kaleşnikoflarla silahlanmış olan besiçler stratejik cepte kalırlar. etrafları kuşatılır ancak direkt saldırı altında kalmazlar.
* ıraklılar manevralarını bitirip besiç'i ezmek için döndüklerinde iran şapkadan tavşan çıkartıverir. isminde meymenet olmayan 31. aşure tümeni ırak'tan ele geçirdiği tüm tankları ırak'a karşı kullanarak yandan saldırıya geçer. ırak zırhlı birliğine fecaat bir kayıp verdirip besiçleri kurtarır. ırak elinde kimyasal silah nevinden ne var ne yok bölgeye atarak saldırıyı ancak dağıtabilir. ancak kendisi de büyük kayıp verir. sayılar yayınlanmamış olsa da iki tarafta 20 binin üzerinde ölü sayısı üzerinde duruluyor.
iran'da 1987'deki durum
* iran halkı bu noktada savaştan çok yorulmuş bir haldedir. 1987-88 döneminde askere gönüllü yazılmalar rekor bir seviyede düşük gelir. iran asker gücü de gönüllü seferberliğe dayandığı için daha önce hiç karşılaşmadıkları bir sorunla karşı karşıya geliverirler. kerbela-5 sonrası operasyon yapamamalarının nedeni de bir yerde budur. insan seline yüzbinlerce can vere vere can kalmamıştır artık. şehadete ermek isteyen herkes ermiş, kalanlar da ermeye o kadar istekli değillerdir artık. askerden kaçmalar saklanmalar doruk noktasına çıkar. iran devrim muhafızları şehirlerde giriş çıkışları kesmeye gençlere kimlik sormaya başlamışlardır artık. pasdaran ise savaştan memnundur.
* iran yönetimi savaşın çıkmaza girdiğini artık anlamıştır. artık büyük saldırı planlamazlar. haşimi rafsancani'de bir basın konferansında insan seli saldırısından vazgeçildiğini açıklar.
* iran sokaklarında ise ambargo, düşen petrol fiyatları, petrol tesislerine ve gemiciliğe yapılan ırak saldırıları ekonomiyi durma noktasına getirmiştir. ırak hava saldırıları direkt hasar vermese de ırak'ın zincirinden boşanmış gibi earnest will ile korunmayan her gemiye saldırması dünya devletlerini iran ile ticaret yapmaktan çekinmesine neden olmuştur. iran petrolünü satamamak bir yana, limanlarına girecek gemi bile bulamaz bir hale gelir. enflasyon %50 leri geçmiştir. işsizlik patlamıştır. işçiler hep insan selinde ölmüş gitmiştir.
direkt amerikan müdaheleleri
a- nimble archer operasyonu
iran, ırak'ın körfezde korunmayan her gemiye saldırmasına misilleme olarak kuveyt bandıralı gemilere saldırınca amerika artık daha çok dayanamaz. earnest will zaten kuveyt gemilerini korumak için vardır. gemiler korunamıyorsa niye vardır böyle bir şey?
amerikalılar saldırgan iran uçaklarına operasyon yerine iran'ın basra körfezindeki offshore petrol kuyularına saldırmayı seçer. 6 savaş gemisi hava destekleriyle beraber iki petrol platformuna ateş açar ve yakar. iran daha sonra 2003'e kadar sürecek bir uluslararası adalet divanı davası açmıştır. mahkeme iki taraf aleyhine de karar vermemiştir. amerika keşke yapmasaydı ama iran da pek rahat durmuyordu gibisinden suya sabuna dokunmayan bir karar verir.
b- praying mantis / peygamber devesi operasyonu
14 nisan 1988'de körfezde görev yapan bir amerikan fırkateyni olan uss samuel b roberts sancak bordadan bir mayına çarparak ağır yara alır. mayın karinada 4.5 metre bir delik açmıştır. mürettebat can kaybı olmadan, canla başla çalışarak gemiyi seyirde tamir eder. diğer amerikan gemileri de fırkateyni dubai'ye çeker.
sonra amerikan donanması dalgıçlarını getirerek denizde mayın avlar. çıkardıkları mayınlara bir bakarlar ki bir önceki yıl denizde esir ettikleri iran ajr isimli bir iran donanmasına ait mayın dökücü ile mühimmat lotları tutuyor. mayınların iran tarafından döküldüğüne ikna olurlar ve bir intikam operasyonuna girişirler.
bir uçak gemisi bir amfibi savaş gemisi, dört destroyer ve üç fırkateyn'den müteşekkil amerikan görev gücü, iki fırkateyn bir hücumbot altı hızlı atak botundan oluşan iran devriye gücüne çatar. amerikalılar harpoon füzeleri ve uçak gemisi konuşlu donanma uçaklarıyla iran'a direkt müdahele sonucu bir iran fırkateyni, bir hücumbot, 3 hızlı atak botu nu 56 can kaybıyla batırırlar.
amerika iran ırak savaşına böylece direkt müdahele eder.
ve ayrıca uss vincennes'in tahran dubai arasında uçan tarifeli sefer uçağına roket atarak 290 kişiyi öldürmesi ile ilgili (bkz: iran havayolları 655)
1988 ırak saldırıları ve ateşkes
* iran bu aşamada kısıtlı bir operasyonla ırak hattı gerisine kerkük havarisinden sızmış ve süleymaniye ile ırak'ın kuzeyine su ve elektrik sağlayan derbendiken barajını ele geçirme amacıyla saldırı başlatmıştır. aynı anda tek bir f-5 tiger uçağı da kerkük rafinerisine beklenmeyen bir saldırı yapıp hasar vermiştir. beş günlük harekat neticesinde ırak orantısız kayıplar verir. saddam mart ayındaki bu saldırılarda görev yapan komutanları makamlarında vurdurmuştur, ki bunların en bilinen albay cafer sadık'tır. iranlılar bu sırada momentumu asla kaybetmeyerek sınırı 6 kilometre sızmayla aşarak halepçe köyünü ele geçirmiş ve buradan bölgeye saldırılara başlamıştır.
* iran 1000 kilometrekarelik devasa bir alanı ele geçirmiş de olsa ırak kimyasal silahları meydana çıkınca çok zor durumda kalırlar. ırak bu bölgeye savaştaki en kötü kimyasal silah saldırısını yapar. cumhuriyet muhafızları 700, diğer topçu taburları 200 kimyasal top mermisi atar. bu da sarı-yeşil öyle yoğun bir bulut oluşturur ki battaniye gibi mevzilenmiş iran birliklerinin üzerine kapanır. savaşa katılan iranlıların %60 kadarı ölür. iran 55. paraşütçü ve 84. piyade tümenleri özellikle çok ağır kayıplar verir.
* saddam burada halepçe köyü sakinlerinin de işgalci iranlılara yardım ve yataklık ettiği konusundaki raporları dinler. kimyasal silahların hiç beklemeden oraya da atılmasını emreder. halepçe katliamı 5000 kadar cana malolacaktır. batı dünyası iran'a hala çok tepkili olduğu için dünyayı dolaşan halepçe resimleri çok büyük etki yaratmaz. hatta amerika iran'ın bu propaganda çalışması için zehirli gazı kendi atıp ırak'ı suçladığını bile söyleyecektir
ikinci el-fao savaşı
* ırak kaybının şokunu üzerinden asla atamadığı basra'nın güneyindeki yarımada olan el-fao'yu tekrar almak için kısıtlı saldırı doktrinine tekrar sarılır. basra'nın kuzeybatısında cumhuriyet muhafızlarıyla savaş zamanında tatbikatlara başlar. en sonunda basra'yı iran tehdidinden tamamen kurtarmak için 100 bin kişilik kendi operasyonel anlayışlarına tamamen ters büyüklükte bir ordu bir araya getirirler. bunların da %60 kadarı saddam için canını vermeye hazır cumhuriyet muhafızıdır.
* saldırı günü olarak da ramazanın ilk günü seçilir. (peygamber devesi operasyonu ile aynı gün) iranlılar imsak vakti sahurdan gelip nöbeti devralmakta olan askerleri devir teslimi sürerken o güne kadar görülmemiş şiddette bir topçu barajına başlar. amerikalıların uydu fotoğraflarıyla el-fao'daki her iranlının nerede olduğunu bilmektedirler. sahra hastanesi karargahla, mühimmat depoları top mermileri sarin ve hardal gazları ile durmaksızın vurulur. ırak bu sırada bütün atak helikopterlerini de havalandırarak iran birliklerinin kaçış yolunu da havadan tıkar.
* gaz maskeleriyle hücuma kalkan cumhuriyet muhafızları zehirli gazdan ölmüş ya da ölmekte olan iranlı savunmacıların arasından yarımadaya dalarlar. ırak üçüncü kolordusu aynı sıralarda umm kasr güneyinden çıkarma yapmaktadır. bu da iran'ın 1986 yılında dizdiği yoğun dikenli tel ve siper hatlarının artık ardına geçilmesi anlamına geldiğinden iran savunması birdenbire çöker. iran zaten bu denli bir saldırı beklememektedir ve başladıktan sonra da bir türlü toparlanamamıştır. umutsuzca direnseler de 6ya bir gibi bir oranda kuşatıldıkları ve hiç tankları olmadığı için en nihayetinde kırılarak geri çekilmeye başlarlar. ırak jetleri el-fao'nun iran'a olan pontoon köprü bağlantılarını patlatınca iran birlikleri tam bir kaosa düşer.
* el-fao 35 saatte alınır. ırak 1000 ölü yaralı vermiştir. iran'ın el-fao'yu tutan 8 ile 15000 savunmacısının yarısı ölmüştür.
* bu savaş da iran'ı ateşkese ikna etmiştir. bu noktadan sonra iran ırak kendilerini bir kez daha işgal ederse durdurup durduramayacaklarından emin değildir. ekonomik olarak da bitmek üzeredirler.
tevekkülne ala allah operasyonları
* ırak bu noktada zincirinden boşanmış bir şekilde kaybettiği her toprak parçasına saldırır. zaferin formülünü de o sıralarda edinmiş durumdadırlar. konvansiyonel kimyasal yok edici bir topçu barajı, elit birliklerin zaman kaybetmeden boşluğa saldırıları ve sürprize dayalı yarma. aynı birinci dünya savaşında erwin rommel'e pour le merite kazandıran caporetto muharebesi gibi. bol kimyasal silah, bol elit birlik, bol düşman kaosu, bol ceset. herşey aynı.
* ilk hedef dehloran şehridir. 2500 asker ve sayısız iran tankı hızlı bir ırak hücumu sonunda ele geçirilir. iran bütün tank ihtiyatını burada topladığından ele geçirilen malzemenin ırak'a taşınması 4 gün sürer. iran savaş makinesi artık kırılmıştır. saddam hemen humeyni'yi alenen tehdit edip iran şehirlerinin zehirli gaz saldırılarıyla ölüm tarlaları olacağını söyler ve usnaviye'ye sarin saldırısı yapar. 2000 kişi hemen ölür. savunmasız iran şehirlerinin hedef olmaya başlaması iran yöneticileri için çok zor günler anlamına gelmektedir. dünya kamuoyunun da saddam'ı zincirlemek için hiçbir şey yapmayacağını iyi bildiklerinden ateşkesi kabul etmeye karar verirler. kürt bölgesinden "geçici geri çekilme" ile bütün birliklerini sınırın iran tarafına alırlar. saddam ele geçen iran malzemesini bağdat sokaklarında halkın coşkun tezahüratları arasında geçit resmi yaptırır.
* iran mollaları humeyni'ye çıkarak ateşkesi kabul etmesi için yalvarırlar. zor kabul ettirirler. eğer iran savaşı kazanacaksa askeri harcamalar %700 artmak zorundadır. savaş da 1993'e kadar sürmelidir. humeyni bunu anlayınca savaşı sonlandırmaya karar verir. iran ertesi gün birleşmiş milletlerin 598 sayılı kararını kabul ettiğini açıklar. savaş resmen biter.
* humeyni o gün radyoda çok rahatsız ve hayal kırıklığı dolu bir sesle şu demeci vermektedir :
"şehadete erenlere ne mutlu. ne mutlu o hayatlarını kaybedip ışık kervanlarına katılanlara. ne büyük bir cefam var ki bu zehirli kadehten içtim ve daha yaşamak zorundayım"
* barış haberi bağdat sokaklarında kutlamalara sahne olur. tahran'da ise hayal kırıklığı vardır.
savaş öncesi sınırlara dönülmüştür. yüzbinlerce insan boş yere ölmüştür yani.
savaşın genel analizi
* ırakta savaştan önceki saddam ile savaştan sonraki saddam arasında epey bir fark vardır. kişilik kültü oluşmuştur. ırak 1979 yılında sosyalist ve arap milliyetçiliği iddiasında olan bir devlet iken savaş sırasında saddam geri dönülemez bir şekilde sünni islam vurgusu yapmaya başlamıştır. 1985 yılından itibaren ırak televizyonunda saddam'ın camiler türbeler tapınaklar gezip cuma namazlarında görülmesi özellikle ayyuka çıkmış bir haldedir. bu da arap milliyetçiliğinin bir ideal, dini gösterişin ise inanç ekseninde olması şeklinde açıklanabilir. ırak'ın uzaktan yakından alakası olmasa da seküler ve sosyalist tandanslı bir devletin dini fanatizmi silah olarak kullanan bir devlete karşı 10 yıl süren kanın gövdeyi götürdüğü bir savaşta sekteryen düşmanlığı ateşlememesi beklenemez. saddam milliyetçiliği ikinci plana atarak kendi kliğine inanç soslu motivasyon aşılamak istemiş olabilir ancak istemeden de olsa islami fundementalizm fitilini de ateşlemiştir. ırak o noktadan sonra seküler sosyalist tandansa bir daha asla dönemeyecektir. selefizm hortlayacak ve yıllar sonra işid olacak bir islami geriye dönüşün ilk kıvılcımları görülecektir. dine dönüşün alevi bugün bu coğrafyada hala harıl harıl yanmaktadır.
* iran savaşa uluslararası hukuk açısından mağdur başlamış ancak üstünlüğü bir kez eline geçirince kastını aşan hareketlerden geri duramamıştır. savaş o noktadan sonra islam devrimini islamın doğduğu topraklara yayma ve imam ali'nin muaviyeyle olan 1300 yıllık davasının en sonunda muhasebesinin şii bakış açısından yapılması imkanını doğurmuştur. bu imkanlar bilahare sarin soman tabun ve hardal gazları arasında boğularak öldüğünde iran savaşta boş yere harcadığı 600-800 bin kişinin hesabını vermek için kutsal kitaplara çok başvurmuştur. iran ekonomisi savaşın baş mağdurlarından biridir. yabancı döviz rezervleri 14 milyar dolardan 1 milyar dolara inmiştir. yaşam standartları korkunç seviyelere inmiştir. ülkede görev yapan ingiliz/kanadalı gazeteciler iran için "başındaki yönetimin sonsuz savaştan başka bir şey vaadetmediği neşesiz ve gri ülke" olarak bahsetmektedirler. 1987 yılında iran morali unufak olduğunda halk askerden artık kaçmaya başladığında savaşı bitirme fikri mollaların aklına ilk defa gelmiştir. bundan bir yıl önce tam 72 bin iran askeri (çoğu 18 yaşı altında) zehirli gaz bulutları altında ciğerlerini kan kusarak ölürken mollaların derdi halen islam devrimidir. asker nehri kuruyup yeni tertip gelmez olunca barış ancak gelmiştir yani.
herşeye rağmen şehit kültürü ve kutsal savaş ideali iran islam devrimini oldukça güçlendirmiştir de. cennette sonsuz mutlulukta yaşamak için ölen 15 yaşında genç çocuklar edebiyatı iran'da (halen) çok satmaktadır.
* ırak bu savaşta öyle bir para harcamıştır ki, ırak halkı hiç yemeden içmeden 27 yıl kadar çalışsalar o borç ancak ödenmektedir. netekim ülkede petrol vardır ve öyle kimse aman aman çalışmak zorunda değildir. ancak buna rağmen saddam saykonun önde gideni olduğu için körfez devletlerini kendisi fundementalist şia'ya karşı kendi evlatlarını feda edip arap yarımadasını iranlılardan korurken ırak üzerinden zenginleşmekle suçlamıştır. kısmen doğru da olsa saddam'ın asıl istediği şey ülkesinin daha kısa sürede düze çıkmasıdır. bunun için de ülkeye otomotiv sektörü anlaşması ile endüstri kuracak bir yaradılışta olmadığından en iyi bildiği metodu uygulamaya karar verir. iran'la savaşamıyorsa başka bir devletle savaşıp zenginleşmelidir. kimdir o devlet? 16000 kişilik ordusu olan ancak ırak kadar petrol üretip zaten zengin kuveyt. bunun nasıl sonuçlandığı ile ilgili bakınız (bkz: körfez savaşı) işin aslı körfez savaşını anlamak için iran ırak savaşının derinine girmek zorundasınız ki artık girdiniz.
* amerika bu savaşın gerçek kazananlarından biridir. hep dört ayak üstüne düşmüştür. iran kendi modern ekipmanını kullanıp sovyet ekipmanlı ırak'a dayak şov yaparken dünyanın başka yerlerine askeri ekipman satışını katlamıştır. iran elçilik rehine krizinde düşen prestijinin intikamını da ırak'a silah yardımı yaparak alma imkanı bulmuştur. ancak bu yardım tabii ki havadan hibe falan değildir. amerika petrol geliri veya ham petrol karşılığında modern ekipman ve istihbarat sağlamaktadır. ırak ise delicesine borçlanarak çok ihtiyacı olan ekipmana kavuşabilmektedir. açlıktan deliye dönmüş adamların burnunun dibinden yoğurtlu iskender geçirmek gibi amerika her fırsatı paraya çevirmenin ustası olmuştur. bölgede kendini güvensiz hissedip silahlanma ihtiyacı hisseden diğer ülkelere sattığı 4. jenerasyon jetleri falan artık anlatmıyorum (bkz: f-15)ç herşeyi geçtim amerika'nın savaş sonrası iran'a da gizliden silah sattığı ortaya çıkacaktır (bkz: iran kontra skandalı)
* bu savaş iki ülkenin birbirine konvansiyonel balistik füze attığı ilk savaş olmuştur. güney kore kuzeye balistik roket atmadıysa da sanırım tektir.
* dünyada iki atak helikopterinin birbirine girdiği tek savaştır. iran antitank tel güdümlü tow füzeleriyle ırak mi-24'lerini düşürmüştür.
* iran ambargosunun 2015'e kadar sürdüğünü göz önüne alırsak iran hava kuvvetlerinin yeniden yapılandırılması rus ve çin menşeyli uçaklar sayesinde olmuştur. ırak savaşından kalan mevcut uçaklarının da 30 yıl boyunca uçmaya ehil / airworthy tutulabileceğine çok ihtimal vermesek de 2012'de mehrabad'da bir f-14ü pırıl pırıl kaldırmayı başardılar. amerika kendi ambargosunu delip yedek parça satmıyor ve dünyada f-14 başka hiçbir ülkeye satılmamış bulunuyorsa nereden geliyor bu değirmenin suyu? büyük bir olasılıkla akla hayale gelmeyen bir geri mühendislik yetenekleri var ve kendileri de parça üretebilir bir haldeler. -
sadece askerde karşılaşılan olaylar
bir onbaşının liderliğini görmek.
adana yüreğir ile karataş arasında yolun herhalde tam ortasında doğankent diye niye var olduğunu sakinlerine sorsak mantıklı bir cevap alamayacağınız bir belde bulunur. 90'lı yılların başında doğankent jandarma karakolu da yolun karataş'a bakan yüzünde tarlalara sırtını dayamış, beyaza boyanmış alçak tuğla duvarlı ve iki üç göz odadan ibaret bir yapıydı. tam bir köy karakolu gibiydi. 20-30 er erbaş ve bir kıdemli bçvş komutanlığında dört astsb ile tesis edilmişti. o bölge çukurovanın tam da coğrafi merkezine denk geldiğinden karakolun etrafı da göz alabildiğine dümdüz bir araziydi. etrafta dağlar ormanlar gibi düşman unsurun saldırı yapmasını kolaylaştıracak bir şey olmayınca oradan da klasik askeri anlayışa göre bir olay beklemiyorsunuz. empati de kurunca lan kim doğankent karakoluna ne yapsın diyorsunuz.
ama yaptılar. malesef.
yanılmıyorsam 1993 yılında bir yaz gecesi, geceyarısına yakın ve geçkin saatlerde karakol bir anda çapraz ateşe alınıyor. etrafta doğal bir yükseltiyi bırak yüksek bir bina bile olmadığı için ağır silah kurmadan 10 veya daha az sayıda terörist doğu batı istikametinde ellerindeki yalnız kaleşnikoflar ve el bombaları olduğu halde saldırıya geçiyor. gecenin sükuneti sürerken birdenbire çapraz ateşe başlıyorlar. karakolda o güne kadar doğru düzgün silah ateşlemiş tek bir asker bile yok. zaten doğankentteki bütün olay tarlalarda esrar var mı diye bak - yol kes idari arama yap - "kocam beni çok dövüyor söyleyin az dövsün" diye karakol ziyaret eden hanımlardan ifade al ekseninde gerçekleştiği için bu birdenbire gelen silahlı saldırı karakolu paniğe sevkediyor.
karakolda bir adet mg3 var onun dışında alay komutanının da deyişiyle içerde "bi bok yok". cendermeler can havliyle mg3ü iki şeridiyle beraber çatıya kuşların yuva yaptığı mevziye çıkarmaya çalışıyorlar. silahını kapan dışarı kendini atıp duvar dibine mevzi almaya çalışıyor. herkes don atlet, duvarlara kolonlara camlara habire mermi isabet ediyor ve ilk bir iki dakikada karakol buna hiçbir karşılık veremiyor.
çapraz ateşe girmek tüm pusu senaryoları arasında kendinizi en bulmak istemeyeceğiniz, yaşama şansınızın karşılık verme / düşmandaki ağır silah sayısı / ne kadar yakın oldukları / hava şartları gece karanlığı gibi bir çok değişkene bağlı olarak en hızlı azaldığı durumdur. çapraz ateşi kırmanın tek yolu da gökten ejderhalarınız yardıma gelmiyorsa üstün ateş gücüdür. pusuya girenler pusu atanlara bunaltıcı bir volümde mermi yağdırmayı başarırlarsa kafayı kaldırıp durum değerlendirmesi yapabilir, insiyatifi ele alabilir, oradan çıkmak için manevraya girişebilir. yapamazsanız oraya yapışır kalırsınız. burnunuzu bile çıkaramazsınız. bu zayıflığı da düşmanlarınız farkederse yaklaştıkça yaklaşırlar ve birden el bombası menziline girersiniz. sonrası felaket.
doğankent karakol komutanı astsb bçvş karakolda yattığı ve o sırada orada bulunduğu halde odasının delik deşik olması yüzünden can derdine düşüyor. silahı elde yatağının yanına çöküyor ve orada kalakalıyor. karakolu kendi haline bırakıyor. diğer astsubaylar da izinli. erleri yönlendirecek kimse yok ortalarda. böylece karakolda tam bir cehennem senaryosu hüküm sürüyor. ve teröristler bunu da çok geçmeden farkediyor. ateşi yoğunlaştırıp yaklaşmaya başlıyorlar, silah sesleri gitgide yakına geliyor.
bu sırada en olması beklenmeyen şey vukua geliyor ve erbaş arasında bir çocuk öne çıkıyor, beyaz atleti şortu ile diğerlerinden ayıramayacağınız elinde g3'ü ile duran bir uzun dönem asker. ateş sürerken kaos esnasında kafasını parapetin üzerinden kaldırıp kendince durum değerlendirmesi yapıyor. bir onbaşı bu. 20 yaşında. kafasının üzerinde vızıldayan mermilerden bir gram çekinmiyor. atış ve yaklaşma noktalarına üstünkörü bir bakıp başlıyor emirler yağdırmaya. -"hüseyin sen şu duvara koş", -"selim sen şu noktayı tara", -"kadir sen her otuz saniyede bir aydınlatma mayını at önümüzü görelim", -"mg3 sen şu alanı tara, sırtımızı temin et" diye bağırarak duvarın ardında ayağa kalkıp bizzat kontrollü bir atışa başlıyor. bunu gören erler korkularından silkiniyorlar. o ana kadar ne yapacaklarını bilemeden titreyen er-erbaşlar birden arkadaşlarından gelen kendinden çok emin ve otoriter bir edayla verilen bu emirleri hiç sorgulamadan hemen harfiyen uygulamaya başlıyor ve hayatında 3 mermiden fazlasını atmamış olan başlarında komutanları olmayan bu çocuklar bir anda inanılmaz bir savunma duvarı oluşturuyorlar. kendi başlarına... askerliğin pratiğine dair fikirleri olmayan askerler korkunç bir ateş volümü yakalıyorlar. onbaşı o kadar doğal bir liderlik sergiliyor ki çatışma on oniki dakikayı geçince atış yoğunluğunun azalmaması için koruma ateşi desteğinde malzemeliğe iki arkadaşını gönderip mermi ikmali falan da yaptırıyor. ateş altında kendine komando binbaşı diyenlere taş çıkartırcasına karar veriyor, uyguluyor, sevk ediyor. savaş alanını domine ediyor herif. teröristler de bakıyorlar ki işin rengi değişmeye başlıyor, komando unsurlarının karakolda olduğunu falan düşünüp, aynı zamanda mermileri de azaldığı için çatışarak çekilip kaçıyorlar. sakızlı hacıali istikametinden tarsus tarafına doğru fıyıyorlar. daha bildik bir tabirle "gece karanlığından faydalanarak" gidiyorlar. ama öğlen güneşi altında kaçsalar da kovalayacak kimse yok zaten.
sonra ertesi gün oluyor.
raporda doğankent bütün gece çatışmış ölü yaralı yok diyorlar. başçavuş silah sesleri kesilince odasından çıkıp telsizle yardım istemiş. yardım gelince de erlerin ifadeleri doğrultusunda hemen göz altına alınıyor. bilahare bir buçuk yıl kadar süren bir mahkeme süresince "korktum" diye kendini savunuyor. askeri hakim heyeti de korkmanın insani bir duygu olduğu yönünde emsal bir karar alıyor. bçvş ceza almıyor ama meslekten de ilişiğini kesiyorlar.
il j. alay komutanı karakoldaki kurşun deliklerine bakıyor. yaklaşık 1000-1200 mermi isabeti var. karakolun her yeri isviçre peyniri gibi olmuş. 45 dakika bir saat boyunca erlerin neler yaptıklarını dinliyor. tüm erler tek bir onbaşıyı işaret ediyorlar. bizi o sevk ve idare etti komutanım diyorlar.
jandarma albay onbaşıyı karşısına alıyor. hikayeyi bir de ondan dinliyor. zira o onbaşı olmasaydı bir ihtimal o gün gazeteler 30 şehit haberi yazacaklardı. şans. albay da biliyor ki o gün herkes şansa kurtuldu karakolda. ve oraya zorunlu askerlikle getirilmiş, aslında o işi kariyeri olarak yapmayan, yapmak istemeyen bir güruh içinde tam da ihtiyaç anında bir doğal lider çıkması ne büyük bir şans.
- nerelisin sen onbaşı?
- izmirliyim komutanım.
- ne iş yapıyorsun?
- kunduracı kalfasıyım komutanım.
- karakolu bütün gece savunmuşsunuz evladım, bizzat sevk ve idare etmişsin. hiç korkmadın mı?
- korktum komutanım.
- ee? nasıl başladın ya emir vermeye?
- kendimi sorumlu hissettim komutanım. en rütbeli bendim.
onbaşı teröristlerin nerelerden geldiklerini, ne tip silahları olduğunu, malzemeliğin kapısını nasıl kırmak zorunda kaldıklarını anlatır. o anlattıkça zabitan heyeti dinler. adana'nın ne kadar rütbelisi varsa bu kunduracı onbaşının sözünü kesmez. karşısında da oturmazlar. lider yetiştirilenlerin lider doğana bir yerde saygılı olması da böyle insanın içine çok işleyen bir manzaradır. sanki bütün o üniformaların, maskelerin ardında askerliğin daha antik koduna şahit olmak gibidir bu. nihayetinde askerlik kahramanlık mesleğidir. arada gerçek kahraman da görürsünüz. bu onbaşı gibi.
bilahare doğankent karakolu hemen tadilata girer, dört makineli tüfek bir zırhlı araç ile takviye edilir. astsb yerine bir de üsteğmen atanır ve kahraman onbaşı önünde kalan 90 günlük askerliğini yapmaz. hemen o gün terhise hak kazanır. kendisine verildiğini çok nadir gördüğüm kırmızı tezkere yazılır ve bunu 6. kolordu komutanı korgeneral bizzat eliyle takdirnamesiyle beraber imzalar.
bu onbaşıların çoğunlukta olduğu bir ordu yaratmak yerine onları kırmızı tezkerelerle eve erken gönderip yola katırlarla devam etmek de sanırsam bize has bir ironidir. -
sadece askerde karşılaşılan olaylar
nato aco yerleşkesindeki devasa marketin müdavimi olmak. öyle bir carrefour ki 29 üye devletin yerel marketlerindeki her ülkeden her ürünü getirmeye çalışıyorlar ki yurtdışı görev yapan nato personeli evlerini daha az özlesin. bu kadar farklı çeşitte her ülkeden ürünü klasik market raf sistemiyle çözmek zor olacağı için yanyana aynı ürünü koymuyorlar bile. tam bir eu + amerika + kanada marketler karması. burayı gez gez bitirememek.
yine bir gün gezerken nerden geldiği belirsiz bağrışmalar yükselmesi. aha alliance birbirine girdi diye düşünürken kavganın içinde türkçeye benzer bir tını yakalamam. kulak kabartınca genç bir sesin "neeamuğa koyim yaa" gibi hayret + rahatsızlık karışık bir şekilde bağırdığını duymam. sepeti arabayı bırakıp sese doğru yardırmam.
olay yerine vardığımda çok ilginç bir enstantane görmek. amerikalı zenci insan azmanı bir asker birkaç kişi tarafından tutuluyor ve aynı anda "thats racist!" diye ortalığı velveleye veriyor. diğer tarafta eşofmanlarıyla alışverişe gelmiş -görünüşe göre de saldırıya uğramış- türk astsubayın olaylara anlam verememesi. avusturyalı taş gibi kasiyerle gözgöze geliyoruz o gün gülmüyor bana :( insanlar da arbede görünce toplanmaya başlıyor. sonradan kafama dank ediyor lan bizim astsubay racist olabilecek ne yapmış olabilir ki??
tam dönüp ne yaptın diye soracakken zenci bir hamle yapıp kasada banttaki bir paketi alıp havada sallıyor ve "yo fuckers.." ile başlayan amansız bir tirada girişiyor. bunu burda satamazsınız sattırmam falan diyor herif. elindeki paketle bir an gözgöze geliyoruz ve o anda her şey yerli yerine oturuyor:
eti negro
sonra ayıklıyoruz pirincin taşını.
ertesi hafta da gymde yine türklerle zenci brolar birbirine giriyor. bu sefer sebep türk subayın ordu demirbaşı kara kuvvetleri komutanlığı siyah terlikleriyle halter basmaya kalkması. kkk harflerini yanyana görüp ku klux klan sanan zenciler yine ayaklanıyor. -
türk hava kuvvetleri
1943-1944 yıllarında türk hava kuvvetleri dönemdaşı diğer hava kuvvetlerinin yanında yamalı bir bohça izlenimi verir.
öncelikle türk (osmanlı) hava kuvvetleri yüzbaşı fesa gibi öncü pilotlarla ta 1912'den beri kurulmuş durumda da olsa türkiye'de yerleşik bir endüstrinin olmayışı teknolojiye, yedek parçaya tamamen bağımlı bir askeri kolun da gelişimine engel olmuştur. mesela 1915 yılında istanbul'a gelip osmanlı hava gücünü kurma gibi fantastik bir emir almış olan alman pilotlar (biri de oswald boelcke'dir) bırak altyapıyı elektriği, motoru, menteşeyi sıkacak pense bile bulamamışlardır. en basit ekipmanları çarşıdan demirci tutup sıfırdan başlamışlardır. kurtuluş savaşında italyanların bıraktığı iki hanriot olmasa büyük taarruz öncesi keşif uçuşu bile yapamayacak bir haldedir türkiye. cumhuriyet sonrası toparlanmaya başlamış kendi uçağımızı yapabilecek kapasiteye doğru giderken türkiye iki savaş arasında alabildiği her avrupa ülkesinden uçak alma yoluna gitmişti. bu sırada hava kuvvetleri komutanı hayatında uçağa binmemiş bir süvari generaliydi. hava astsubay sınıfı 1941 yılında kayseri inönü'de ancak eğitilmeye başlanmıştı. ikinci dünya savaşı başladığında müstakil bir hava gücümüz varla yok arasında bir yerdeydi yani.
1939'a gelindiğinde de ülkeler bazında durum epey karışık bir haldeydi zaten. türkiye ne kadar harap bitap toparlanmaya yeni başlamış bir ülke de olsa stratejik bir konumda kayda değer bir asker beslediğinden hem hitler almanyası hem de müttefikler türkiye'yi yanlarına çekmek için ismet paşa'ya durmaksızın baskı yapıyorlardı. ismet paşa'da hakkının verilmesi lazım gelen pragmatik bir oyalama metodu geliştirmişti. "uçağımız yok" diyordu ingilizlere. "savaşa girince almanları neyle tutacağım?" ingilizler böyle bir argümanı haklı bulup oldukça sıkışık oldukları 1941-1942 yılında ingiltere göklerini almanlardan başarıyla koruyan spitfire mki ve hurricane ia avcı uçakları göndermişti. (bkz: battle of britain)
oysa aynı zamanlarda ismet paşa'ya almanlar da savaşa kendi taraflarında girme baskısı yapıyordu. luftwaffe kendini yenileme aşamasında harıl harıl çalışırken türkleri mutlu etmek için meşhur guernica bombardıman modeli ilk yapım 1935 heinkel 111 bombardıman uçaklarından 24 adet türkiyeye ayırmıştı. oysa bu sayılarda malzemeyle savaşa falan girilmezdi. 1939'da savaş patladıktan sonra ismet inönü hitler'in elçisi franz von papen'e şöyle diyecekti : "uçak yok uçak... ingilizleri yerde nasıl tutacağız 24 tane uçakla mı?" tabii çok da makul bir cevaptı bu. hitler ingilizleri 2550 uçakla yenememişti. sonra türkleri ucuza müttefik yapacağım diye 1943 yılında ruslarla elleri dirseklerine kadar kanda olan kendi has müttefikleri macaristan ve finlandiyaya bile göndermediği en son model focke-wulf 190a3 uçaklarından 72 tane türkiye'ye satacaktı. savaşın kendisi için en zorlu döneminde. ruslar zincirinden boşanmış bir şekilde gelirken.
amerikalılar'da aradan baskıyı kesmeyecekti. türkiye'nin uçak ihtiyacı artık herkesçe biliniyordu. 1943 sonunda alman-italyan koalisyonunun kuzey afrikadan atılmasıyla oraya yaptıkları devasa malzeme ve asker yığınağı ellerinde yük kalmıştı. yeni model tank ve uçaklar amerikadan sicilya ve avrupa'da yapılacak harekat için gemilerle ingiltere'ye taşınırken afrika'daki yığınakları almanlara kıyasla eski model kalmıştı. kullanamıyorlardı. bunlarla uğraşmak yerine bombardıman filosunu türklere rüşvet babında hibe etmeye karar verdiler. yirmibir adet martin 187 baltimore uçağı ayırdılar. olaya bak ki amerikalılar bu uçakları eve teslim şeklinde adana şakirpaşa bataklığı yanındaki (bugün şakirpaşa havaalanı) düzlüğe de getirirler. hatta tam kadro gelen amerikan heyeti uçakları getiren pilotları geri götürmek için c47 dakota nakliye uçaklarını da getirirler. hayatında uçak görmeyen adanalılar o gün uçağa doyar. 1943 yılında bir kasım günü.
türk hava kuvvetlerine düşen görev bu kendilerine göre yeni, amerikalılara göre eski baltimore uçaklarını adana'dan eskişehir'e taşımaktır. görev için iki adet heinkel 111 alman bombardıman uçağı havalandırırlar. bu uçaklar teslimatı alacak pilotları taşıyarak kasım soğugunda torosları geçer. zor bir geçiş olur. sonra adana'ya indiklerinde bakarlar ki heinkel sağ kanat motorunun yakıt hortumu soğukta patlamıştır. motora artık yakıt gitmemektedir. tek motorla da uçak kalkamaz. çivilenip kalırlar. yedek parça da orada dağın başında yoktur. hatta eskişehirde bile yoktur böyle bir şey. adanada ise bırak uçağı, araba için bile yedek parça yoktur. amerikalılar hep düşmanın elinde gördükleri heinkel'i tamir etmek isterler ama almanların da uçakta kullandıkları her metrik standarttır. amerikalıların ise herşeyi imperial - inç sistemine göredir. tornavidaları bile uymaz. hortumları klamp edemezler. heinkel uçağı öyle yerde kalır.
türk ekip heinkel uçağını orada bırakmaya hazırlanırken uçağın makinisti astsb gedikli çavuş mansur üzerinde sivrisineklerin uçuştuğu şakirpaşa bataklığına bakıp cigara içmektedir. amerikalılar yanına gelip filtreli sigara verirler, bakar sağol der onu da içer. sonra sigarayı atıp bombardıman uçağı alt sahanlığı açıp alet kutusunu alır. orada maçete ile demir testeresini çıkartarak amerikan pilotların bakışları altında bataklığın yanındaki ağaçlara doğru gider. söğüt ağacının birinden bilek kalınlığında kol kadar bir dal kesip geri gelir. sonra bir taşın üstüne oturup başlar bu dalı ileri geri burmaya. aydınlıdır mansur çavuş. çine çayının yanındaki ağaçlarda geçmiştir ömrü. kağıt rulo yapar gibi öne arkaya iki saat usanmadan söğüt dalını burup durur. ne yapıyorsun diye soranlara "yedek parça" der. iki saatlik uğraşın sonunda söğütün yumuşak kabuğunu beyaz daldan ayırmaya kırmadan muvaffak olur.
sonra motor kaputunu açıp patlak hortumu uçağın alman bmw yapımı motorundan söküp atar. kestiği hortum gibi söğüt kabuğunu motora uydurup kelepçeler ve amerikalıların dehşete düşmüş bakışları arasında kaputu kapayıp kilitler. amerikalı pilot yüzbaşı dayanamayıp heinkel pilotu türk yüzbaşıya sorar.
- o ne yapıyor öyle?
- uçağı tamir ediyor.
- ağaç dalıyla mı? siz delirdiniz mi bu uçak kalkamaz. intihar bu.
- ne yapalım yani burada mı kalalım? irtifa almazsa yapacak bir şey yok geri döneriz.
- tanrı yardımcınız olsun!
amerikalılar sırf uçağın uçtuğunu görmek için bir süre daha yerde kalırlar. iskenderiye'ye, üslerine hemen geri dönmezler. heinkel tayyaresi şakirpaşa düzlüğünde bir iki sekip irtifa almaya başlar ve amerikalıların coşkun tezahüratları ve şapka sallayışları arasında adananın üzerinde bir tur atıp sıkıntısız bir şekilde torosları motorunda bir söğüt dalıyla aşar. dediklerine göre yedek hortum erzincan'dan geldiği için eskişehirde söğüt dalıyla iki sorti de öyle yaptırmışlar. nereden biliyorum, uçağı uçuran benim dedemdir, hikaye de oradan. kendisi 2007'de rahmetli oldu, bugün bunu hatırlayan ya da anlatacak kimse sanırım kalmamıştır.
işte zamanında dünyanın başka yerinde birbirleriyle kanlı bıçaklı olan focke-wulf 190, spitfire, hurricane, mosquito, p47, baltimore, martin gibi platformların savaştan uzak ağaç dalları tezek toplarıyla barış içinde uçtuğu bir yerdir türk hava kuvvetleri. çağdaşlarının kapasitesine erişmesi epey bir zaman almıştır.
edit : oha uçakların resmini de buldum bakınız arkada 18 numara heinkel 111, pist üzerinde martin baltimore, en arkada b24 liberator. ploiesti saldırısından kaçıp gelen o liberator'un hikayesini de bilahare anlatacağım. -
iki kurt ve bir kuzunun akşam yemeğini oylaması
gayet demokratiktir. uzun yazıyorum özet isteyenler en alta gitsin.
* metaforu anlamayanlar için girizgah, başlıkta anlatılmak istenen şey tabii kurtlarla kuzu akşam yemeğini yedikten sonra masada puanlama yapmıyorlar. ne yiyeceklerini oylayarak bulmaya çalışıyorlar. kuzu kurt için akşam yemeği olduğundan ve kurtlar çoğunlukta olduğundan ortada demokratik de olsa sonunun nereye gideceği belli bir durum var. benzetme de bana değil benjamin franklin'e ait.
* demokraside kurdun* tanımları say say bitmiyor. bir çobanla anayasa profesörünün oyunun aynı olması da aslında aynı soruna işaret ediyor. politik sistemde profesörden daha çok çoban var. çoban burada milletin efendisi olan köylüden çok irrasyonel oy atan kimseyi tanımlıyor. bir demokratik sistemde çoğunluğun eğitimsiz, ekonomik ve politik meselelerden tamamen izole bir şekilde sandığa gitmesi; giderken de bilgi kırıntısı sahibi olduğu sınırlı bir hususlarda aşırı bir önyargı taşıması gayet olağan bir şeydir. sandıktan da rasyonel bir karar değil abuk bir sonuç çıkar. profesörün karşılaştırma yaparak bulduğu daha yetenekli devlet adamı değil, çobanın kendine yakın bulduğu insan ülkeyi yönetir. demokrasi iyi politikacı cenneti olabilir, ama iyi devlet adamı çıkarma ve atama konusunda çok inefektiftir.
* örneğe ihtiyacınız yok ama ben veriyorum, oy atacak olan çoğunluk bağlı oldukları grubun öz ihtiyaçlarını anlamak için yeterince eğitilmiş olmayabilir. dahası oylarını atarken ülkelerinin iyiliği için değil karizmasına kapıldığı bir tek adamın daha da yukarılara taşınması için körlemesine oy atabilirler. ortamda yeterince karizmatik biri yoksa ufak hesapların veya verilmiş siyasi sözlerin ardından seçim yapabilirler. demokrasi bu anlamda gerçeğe ulaşmak için inefektiftir.
* çoğunluğun oylarını atarken sağı solu düşünmeden atması literal olarak ve tamamıyle cehaletten ötürü değildir. siyasi olarak düşünmeden oy atan herkes karacahil değildir. konu hakkında bilgi sahibi olanların da bilgilerini kötü yorumlaması, bu bilgiye dayanıp verdikleri kararların gerçekle uyumsuz olması sorundur. örneğin ekonomik durumun gidişatını kendince hoş görmeyen bir kişinin oy atmadan adam smith'ten başlayarak kendini bu konuda eğitmesi ve ekonomik anlamda ötesi berisi tartılmış bir siyasi kararın sandığa yansımasını bekleyemeyiz. hele ki kitlelerin böyle şeyler yaptığı görülmüş duyulmuş şey değildir. nihayetinde oylar atılıp milli irade televizyonlarda rengarenk çıktığı zaman gerçekte çok çok az sayıda insanın gerçekten ülkesinin sorunlarını tartıp oy verdiğini görürüz. çoğu insan da oy atarak bir şey değiştiremez. mutluluğa erişemez. demokrasi bu açıdan da oldukça inefektiftir.
* az zararla işleyen bütün demokrasilerin temelinde iyi eğitim vardır. founding fathers denen birleşik devletleri kuran insan gürühu arasında klasik eğitimden gelmeyen insan sayısı epey azdır mesela. ingiliz avam kamarası üyeleri avam olmasına rağmen ezici bir sayıyla oxbridge geleneğinden gelmektedir. geçen yüzyıl ortalarına kadar lordlar kamarasının alayı klasik eğitimlidir. ancak eğitim bir demokrasiyi tek başına güdemez. çok eğitimli bir toplumda mesela hollanda'da oy medyan dağılımı kalantor ekonomistlerin görüşlerine yaklaşır bir eğilim izlemektedir. eğitimsiz bir gürüha parlementer demokrasi dayadığınızda ise zafer sarhoşu olan cahil çoğunluk ilk olarak dini değerleri koruma güdüsüyle hareket etmekte. sonra muhafazakarlık tavan yapmakta, parabol batıda ırkçılığa, doğuda ise yobazlığa doğru seyretmektedir. demokrasi bu yüzden vasıfsız çoğunluğa konuyla alakalı bilgisini görmezden gelerek devleti kimin yöneteceği gibi aşırı önemli bir soru sorması ve aldığı vasıfsız cevapla devasa değişikliklere sebep olması yüzünden de inefektiftir.
* macchiavelli ta 1513'te şöyle bir dairesel politik kehanet sallamıştır. bütün monarşiler aristokrasiye evrilir. bütün aristokrasiler demokrasilere doğru çürür*, bu anarşiyle son bulur, ardından tiranlık tesis edilir ve bu en sonunda bir monarşi haline gelir. fransız devrimiyle gelen süreç ne ilginçtir tam da dediği gibi olmuştur. kokuşmuş fransız aristokrasisi giyotinlerde kelle vere vere fransa bir demokrasi biçimine çürümüş, terör ve anarşi dönemi bunu izlemiş, 9 thermidor ile anarşi yerini zamanla napolyon tiranlığına bırakmış en sonunda 1815 te monarşi tesis edilmiştir. beşte beş.
* başlığa dönersek, çoğunluktaki kurtların ve azınlıktaki onların doğal avları kuzuların olduğu bir politik sistemde demokrasi kalıcı değildir. özgürlük ve demokrasi çok farklı şeylerdir. demokrasi çoğunlukta bulunan grubun devleti kendi üstlerine tahsis edebileceklerini farketmesine kadar yaşayabilir. ondan sonrası kleptokrasidir. yani hırsızların egemenliği. şu an türkiye'de de bu aşamayı görüyoruz. azınlığın fikirlerine düşman olan çoğunluk onu her fırsatta ezecek, diktatörlüğünü kaptırana kadar demokrasiyi kullanarak balyayı sağlama alacak ve almaya oradan inene kadar devam edecektir.
* bu yeni farkedilen bir şey midir? tabii ki de hayır. sokrates ile platon bu kuru (ve dişleri olan) kalabalığın devlet yönetme gücünü ta milattan önce 399'da yazmışlar, oklokrasi diye bir tanım yapmışlardır. ayak takımı diktası demektir bu. onlara göre ayak takımı gücü eline bir geçirdi mi ülkeyi kendileri gibi ayak takımı yapana kadar rahat durmaz ve herşeyi dağıttıktan sonra ortadan kaybolur. bu yüzden direkt demokrasiyle yönetilen pek çok yeri olan antik yunan'da aristo'nun en iyi yönetim biçimi olarak başında bilge ve yönetmeye isteksiz bir kral bulunan önde gelenler 'in en iyi yönetim olduğuna kanaat getirmişti. bugün aristokrasi dediğimiz terim kaynağını buradan alıyor. demokrasinin doğduğu yerden çıkmış, mantığın kurucusu ve avrupa medeniyetinin yapı taşlarından en ünlü filozof ciddi ciddi aristokrasiyi demokrasiye alternatif bir şey düşünmüş.
* türkiye'ye uyarlarsak daha 20 yıl evvelinde ancak %17si okuma yazma bilen bir halkın ekonomik sıkıntılar ve bir dünya savaşı geçtikten sonra boğazından aşağı parlementer demokrasi tıkıştırılması ciddi anlamda bir intihardır. cumhuriyet o yıllarda henüz çok genç ve kırılgandır. eğitim altyapısı yobaz bir geri kazanımı frenleyecek kadar henüz oturmamıştır. daha bir jenerasyon iyi denebilecek standartlarda ancak eğitilmiş, köylerine kadar enstitü götürülmüş olduğu halde bunun gerisi gelmeyince ülke kısaca söylemek gerekirse artık bitmiştir. bugün de cumhuriyetin soğumuş cesedi üzerinde uzatmaları yaşamaktayız. aradan iki jenerasyon geçtikten sonra eğitime dair zamanında yapılan bu adımlar günümüzde yerin dibine geçiriliyor, eğitimsiz olan güruh eğitimsizliğinden gurur duyar bir hale geliyor ve haklarında ciddi ciddi hiçbir şey bilmedikleri osmanlı ve türk tarihi gibi şeylerden çoğunluk gurur duymak dışında bir şey yapmıyorsa bu ülkede demokrasinin efektifliğini geç d'si bile tartışılamaz. bu denklemin üzerine blok olarak oy verecek imam hatipleri, öğrencilerin geliştirmek için sponsor aradıkları imam robotları, kıble buluculara kaynak aktaran tübitakları falan eklediğinizde olay çok daha vahim bir hal alıyor.
* çözüm? kurtların üç çocuk yaptığı bir sistemde kuzular oy vererek bu politik açmaza çözüm mü bulacak? hayır bu problemin çözümü artık kendi içinden değildir. insanların değil hukukun egemen olduğu, insanlarını eğitebilen, din tahakkümünden bağımsız laik bir demokratik cumhuriyet kurulacaksa bu artık verdiğiniz oylarla olmayacaktır.
* ya neyle olacaktır? aferin işte sormanız gereken soru da bu.
*özet geç piç diyenler için özet : iki kurt ve bir kuzu akşam ne yiyeceklerini oylayabilirler. bu demokratiktir ama adil değildir. demokrasinin de adil olma gibi bir iddiası zaten yoktur. kuzular da oy vererek, bu sisteme alet olarak kurtlara yardım etmektedir. + her yıl kurt sayısı da arttığından bu açmazın çözümü artık oyla demokrasiyle değildir. -
ingiltere parlamentosu
parlamentonun her yıl tekrarlanan açılış töreni başlıbaşına bir müsameredir. kurum başına tarihinde gelen her önemli olaydan bir teamül kazana kazana tekrarlanılması şart haline gelmiş absürd bir sürü olayı tekrarlar. sıradan gidersek :
* mahzenlerin aranması. gunpowder plot diye bildiğimiz olayın ertesinde teamül haline gelmiştir. bugün herkesin v for vendetta ile tanıdığı guy fawkes ve yoldaşlarının 1605 yılında parlementoyu yine bir açılış töreninde uçurmasına ramak kalması yüzünden parlamento açılış günün sabahında mahzenler hala didik didik aranır. şu an sembolik olarak aransa bile 411 yıldır her sene aranmaktadır.
* buckingham sarayında kraliçe (ya da kral artık hangi yıldaysak) parlamento'ya gitmek için binadan çıkmadan hazinedar, maliyeci, odabaşı hükümdara beyaz asalarını verirler. hükümdar dönünceye kadar odabaşı hapsedilir veya gözetim altında tutulur. bunun da nedeni odabaşının aslında bir parlamenter rütbe olması ve durumun cromwell yüzünden kafası kesilen kral 1. charles'ın dönemine karşı zamanında bir önlem olarak getirilmiş olmasıdır. hesapta hükümdar yine düşman bir parlamentoyu açmaya gidip de dönmezse sarayda loyalistlerin ellerinde bir miktar koz olacak.
* westminster sarayından kraliyet mücevherleri ve tacı gelir. devlet kılıcı ve devasa kırmızı maintenance pelerini de esvap odasında hazırlanır.
* kraliçe parlamento'ya günlük kıyafetleriyle vararak victoria kulesinin altındaki kralın kapısından girer. ardından robing room'a yani esvap odasına gider. burada kraliyet mücevherlerini ve tacını giyer. duvarda kral 1. charles'ın idam emri çerçeveli olarak bulunmaktadır. bir nevi hükümdara çok ileri giderse neler olabileceğini 1660 lardan beri hatırlatmaktadırlar.
* lordlar kamarası üyeleri kırmızı salonlarında kırmızı pelerinleri kürkleri ve pudralı peruklarını (bazıları) giyerek bekler. avam kamarası ise bildik günlük kıyafetlerle yeşil salonda toplanarak açılış saatini bekler.
* kraliçe lordlar kamarasına girer ve tahtına oturur. yanında veliaht prens ve eşi de vardır. kraliçe oturmalarını söyleyene kadar lordlar oturmazlar.
* ardından avam kamarası çağırılır. has odabaşı (great chamberlain) asasını kaldırarak çok spesifik bir rütbeli olan gentleman usher of the black rod ("kara değnekli centilmen mihmandar"* gibi)'a avam kamarasını lordlar kamarasına getirmesini söyler. kara değnekçi eskortlarıyla beraber avam kamarasına ilerler. yanlarında bu sırada bir de polis komiseri vardır ve insanlara şapkalarını çıkartmaları için bağırır.
* kara değnekçi avam kamarası kapısına geldiğinde kapılar suratına kapatılır. bunun da nedeni 1642 yılında 1. charles'ın oliver cromwell ile beş asi parlamenteri suçüstü tevkif etmek istemesidir. ona tepki halen sürmektedir. o günden bu güne hiçbir ingiliz hükümdarı avam kamarasına adım atamamıştır. elçisine de sembolik olarak avam kamarasının bağımsızlığını hatırlatırcasına kapılar bir kez kapatılır. kara değnekçi değneğiyle kapıya üç kez vurur ve black rod, open the doors diye (açın kapıları kara değnek geldi) bağırır. öyle ki kapının aynı noktasına 400 yıldır vurula vurula orası oyulmuştur. kapılar açıldığı gibi avam kamarası merkezinde kara değnekçi geldi diye bağırılır. müsamerenin ikinci perdesine geçilir. bu arada şu anki black rod/kara değnek bir ingiliz tümgeneralidir.
* kara değnekli centilmen girişte ortada ve huzurda olmak üzere üç kez selam verir. son selamından sonra meclis başkanına (speaker) hitaben, "sayın başkan, kraliçe bu saygın meclisi (bu sırada duraklayıp meclisin iki yakasına muhafazakar ve işçi sıralarına baş selamı eder) bir an evvel kendilerine katılmalarını emrediyor" der ve resmen çağırır. bunun üzerine başkan da ayağa kalkar ve avam kamarası da onunla beraber yürümeye başlar. teamül uyarınca yol boyunca şakalar ve hafif muhabbetle devam edilir. avam avam olduğunu göstermek ister gibi bir hava vardır.
* unutmadan başbakan ve muhalefet partisi liderinin tam önlerinde devasa pirinç kaplı ağır bir gürz vardır. avam kamarasının odabaşı bu gürzü sırtına alarak yola koyulur.
* avam kamarası lordlar kamarasına geldiğinde oturmaz. zira oturacak bir yer yoktur kendilerine. halen avamdırlar. bar denilen genişçe balkonun dibinde durarak kraliçeye en uzak yerde lordların arkasında onların sırtlarını görerek kraliçeyi dinlemeye hazırlanırlar. gürzü taşıyan adam da sırtında dev gürzle konuşmayı kımıldamadan dinler.
* kraliçe bu sırada o yılki parlamento planını alır. keçi derisinden parşömene yazılmış olan kağıdın içeriğini de arkalarda ayakta duran başbakan yazmıştır. kraliçe o yıl neler yapılacak neler yapılmayacak tek tek okur ve tüm parlamento üyelerinin görüşmelerinde tanrının kendilerine yardımcı olmasını söyleyerek parlamentoyu terkeder. hükümdar alkışlanmaz veya negatif bir tepki almaz. bu sessizlik 1998'de bir kez bozulmuştur. o yıl kraliçe babadan oğula geçen ünvanların kaldırılmasına dair bir maddeyi okurken işçi partisinden bazı delegeler "ha şöyle" tarzında sosyalist tandanslı bağrışmışlar lordların ise kan beynine çıkmış kraliçenin huzurunda itiş kakış yaşanmıştır. kraliçe konuşmada duraklamamış ancak o yıl sesi çıkanlardan bayağı da bir ünvan kaybeden olmuştur.
* konuşma bittikten sonra parlamentonun iki tarafı lordlar ve avam kendi bölümlerine dönerek "kraliçenin alçakgönüllü konuşması" nı takdir eden konuşmalar yaparlar. avam kamarası bunu hatta gider oylar.
bu yılki (2016) daki parlamento açılışı da geçen haftaydı. buradan ayrıntıları izleyebilirsiniz. -
türk silahlı kuvvetleri'nde kurmaylık sorunu
silahlı kuvvetlerin üç kanserinden en stratejik olanı, en uzun süreye yayılanı ve tedavisi en zor olanı.
diğerleri için (bkz: türk silahlı kuvvetleri'nde astsubay sorunu) ve (bkz: türk silahlı kuvvetleri'nde sicil sorunu)
kurmay subay nedir bilmeyenler için kısa bir özet geçelim.
* harp okulundan mezun olan genç bir teğmen kıta hizmetine başladığında önünde yaklaşık 30 yıllık bir askeri kariyer limiti vardır. eğer içinde bulunduğu kurumun dinamiklerine intibak etmeyi başarırsa, ordudan atılmazsa, vurulup ölmezse, istifa etmezse ve binbaşılığında erken emekli olmazsa sinir stresle dolu kariyeri bir albay olarak son bulacaktır.
* ancak üsteğmenliğinin son üç ve yüzbaşılığının ilk üç yılında kendisine askeri konularda bir master yapma imkanı tanınır. bu süre içinde kurmaylık sınavına girebilir. atatürk'ün de 1905'te mezun olup kıtaya çıktığı gibi kurmay subay olabilirler. kurmaylık taktik seviyede birliklerde komutanlık stratejik seviyede birliklerde de karargah subaylığı anlamına gelmektedir. pratikte çoğunu plan subayı olarak görürüz.
* kurmay olan bir subayın olmayan bir subaya olan farklar epey vardır ama en ünlüsü ve en önemlisi generallik sırasıdır. kurmay bir subay için kariyer albaylıkta bitmez. yeni başlar. kurmay olmayan bir subayın general olabilmesi 30 yıl boyunca her yıl sayısal lotoyu bir kez kazanmak ve 100 sicil ile yarışı tamamlamak iken, kurmay subayların paşalığı zaten tescilli gelmektedir. general olamamış bir kurmay albay da çok nadir rastlanan bir durum olduğundan bunların intihara özellikle meyilli bir grup oldukları tarafımdan yıllarca gözlenmiştir. son balyoz davası bu gruba pek çok yeni isim de kazandırmıştır.
* peki kurmaylık teoride iyi subayların eşit haklarla girdikleri ve kazandıkları bir sınavla oluyorsa bu neden bir sorun teşkil ediyor da kurmaylık sorunu gibi bir başlık açıyorum? çünkü pratikte durumun bununla alakası yok, üstelik de bu buzdağının görünen kısmı.
* türk silahlı kuvvetlerinde en idealist, orduya en bir şeyler katmak isteyen, en pırıl pırıl subaylar el üstünde tutulacakları destek olunacakları yerde anında çarpılmaya törpülenmeye başlanırlar. bu genç subaylar harp okulunun idealist eğitiminden kıtanın realist dünyasına geçtiklerinde örnek aldıkları başkomutanın* izinden pek de gidemeyeceklerini çabuk anlarlar. zira kendileri "eski köye yeni adet" getirmek isteyen tezcanlı biri olarak addedilir. görürler ki emir ne kadar gerizekalıca, aptalca, işe yaramazca verilmiş olursa olsun emre koşulsuz itaat kendi kariyerinde yükselmek için tek geçer şartıdır. fikir beyan ederse çarpılır, itiraz ederse odadan kovulur, herkesin içinde fikir beyan ederse azarlanır. ve sicilinde bu durumu yakın zamanda görür teğmen efendi. idealizmi kendisini generalliğe giden mukavemet koşusunda ilk metrelerde geride bırakır.
* peki ne ister silahlı kuvvetler? emre itaat. boyun bükme, söz dinleme, etliye sütlüye karışmama, enseye vurulunca lokmayı koşulsuz verme. bu sizin iyi sicil ve iyi kanaatle kurmaylık sınavına gidiş istikametinizdir. zira akademi başvurusuna olur diyecek olan da aşağı yukarı sicil amiriniz olduğundan kemal atatürk mk2 ayarında bir liderlik seviyesiyle harbiyeden mezun olsanız, hizmetinizin sekizinci yılında davaroğlu ali ihsanın sizden çok daha başarılı bir subay addedilip akedemiye yollandığını görebilirsiniz. ağzınızla anka kuşu değil tavuskuşu phoenix falan tutsanız komutanınızın olumlu kanaati olmadan akedemiyi göremezsiniz. akademi adayları bu şekilde kayıtsız şartsız emre itaat eden, fikir beyanından özellikle kaçınan, üstünü hoş tutma üzerine grandmaster olmuş kimselerden oluşan bir güruh haline gelir.
* bu kadar mı? hayır. kimi askeri sınıfların oldukça zor addedilen kurmaylık sınavı'na ayıracak zamanları varken diğerlerinin zinhar yoktur. bir kere kurmaylık sınavına çalışma zaten görev değildir. subayın mesai saatlerinde yapmasının görev ihlali olduğu bir durumdur. ancak çala çala da bir yere kadar çalışabilirsiniz. mesela bir jandarma subayıysanız bölgenizde de terör vs gibi bir durum yoksa mesai saatinde oturup kurmaylık sınavıma çalışayım demek gibi bir lüksünüz zaten olamaz zira ilinizde ilçenizde ölümlü bir trafik kazası falan vukua geldiyse bir gününüz komple rapor düzenleme savcı morg parmak izi alma arabayı çekme trafiği sağlama gibi işlere gider. eğer bu olmazsa başka bir şey mutlaka olur.
* bunun yanısıra bir topçu subayının sabah bataryayı içtimada sayıp ardından "top başına" diye eğitime alması ve çıkarması taş çatlasa 4 saatini almaktadır. kalan 4 saat kapısını kapatarak kurmaylık sınavı nazariyatına gömülmesine yeter de artar bile. piyade bölük komutanının keza zamanı olur, tank subayının olur ama hepsi aynı olmaz. kurmaylık bazı sınıfları iş bölümünün adaletsizliği yüzünden daha çok kayırır. akademide daha çok topçu subayı olmasının veya jandarma genel komutanının ileride bir topçu olmasının sebebi bir yerde budur.
* bu yıl açıklanan kurmaylık sınav sonuçlarına bır göz attığımda kurmay olan subayların neredeyse hiçbirinin iç güvenlik bölgesinde olamadığını (olan bir ikisinin o tarafa henüz tayin olduğunu) çoğu sınıfın yukarıda bahsettiğim gibi doğuştan kurmaylığa elverişlilerden çıktığını görüyorum. eurovisionda bülent özveren gibi hiçbir sene tahminlerde büyük hayal kırıklığına uğramıyorum.
* işin en acı tarafı bu durumun terör gibi günümüzde çok geçerli asimetrik savaş koşullarını yaşayan (gayri nizami harp dersem kusucam artık terimden) ve oldukça başarılı olan subayların ileride planlamaya dahil olmayacakları anlamına gelmesidir. düşünün idealist bir subaysınız, tayin olduğunuz yerler hep iç güvenlik (terör) bölgeleri. hayatta kaldığınız gibi mevcut doktrin üzerine çok da parlak fikirleriniz var ve gerçekten tsk'da planlamaya katacak yüksek değerleriniz var. malesef plan subayınız sınava çalışmaya daha çok zaman bulabilmiş terör merör görmemiş bir subay olacaktır.
* bu subayın yaptığı yapacağı planlama aşaması da oldukça acıdır. teröristlere karşı yapacağı harekat planını getirir ortaya serer. renkli renkli bir sürü güzel kalem de getirmiştir. harekatın eğrisini büğrüsünü siklet merkezini bunlarla çok nizami şekilde çizilmiş oklarla gösterir. kendisiyle aynı devrede mezun olmuş kurmay olmayan jandarma binbaşı haritaya bakar. kurmay subay tarafından topografik haritada 3.5 saatte çıkılması planlanmış rengarenk çiziktirilmiş dağlara bakar da bakar. içinden neler geçirdiğini söylemeyeceğim kimseyi üzmek istemem. ancak planlamanın gerçeklerle bağdaşır bir tarafı da yoktur. kurmayın çizdiği ok kıta subayının g.tüne girer diye doktrinde boşuna dememişlerdir.
* bu prosese isyan başkaldırı vs ise amaçsız manasız bir harekettir. kurmay subaylar mezun oldukları gibi kendi devresi subayların iki devre üzerlerine atlayıverirler. çifte mümtaz terfi almış gibi olurlar. o yüzden plan yapan kurmay subay genellikle kurmay olmayanın harbiye'de alt sınıfı olmuş da olsa meslek hayatında artık komutanıdır. bu da inanılmaz kaoslara kavgalara çekememezliklere gebedir. mantıklı bir şekilde anlatsanız da planlamada çok fazla şey değiştiremezsiniz. oysa 3.5 saatte çıkın dediği dağı helikopterle göstersen, oranın köylüsünün yazın teçhizatsız 10 saatte çıktığını anlatsan "komando değil misiniz binbaşım" diyiverir... maaşallah.
* kıta subayları ile kurmaylar arasındaki ilişki de kanserin bir diğer boyutudur. akademiye adım attıkları andan itibaren paşa olmaya şartlanan kurmaylar ile paşa olmaları uzaylıların gökten ufolarla gelip nokia şarj istemesi ayarında bir şansa bağlı olan (sicil hadisesi yüzünden) kurmay olmayanlar arasında korkunç bir çekememezlik vardır. kurmay olanlar atatürkün de kurmay olduğu hikayesine çapa atmış durumdadırlar. kendilerince zaten zat-ı şahaneleri de aynı kulvardadır ve kıta subayları kendilerini doğal olarak çekememektedir. kıta subayları da gerçek savaş tecrübesini görmemiş ancak teorik olarak öğrenmiş bir subayın kendilerini renkli kalemlerle ölüme göndermesi fikrinden had safhada rahatsız olur. şahsi kanaatimce kolağası mustafa kemal bey derne ve tobruk'ta kurmay murmay gayet de elde tüfek çarpışmış bir askerdi. günümüz örneklerinde bu denli bir enthusiasm görmek kolay değildir.
* yakından uzaktan ilgisi olması hasebiyle şunu da söylemek icap eder. kurmay subaylar "stratejik" kademede karargah subaylığı yapar dediysek bunu gerçek hayatta tehlikeden en uzak, hayata ve maaşa en yakın yerler olarak anlamak da icap eder. nato komutanlıkları dış görevler askeri ataşelikler gibi kaymağın kaymağı görevlerde kıta subayı vs kurmay subay oranını şuraya yazsam hepimiz kanser oluruz.
* ve geldik kanserden ölüme. idealistliğini harbiyede bırakmış, paşalığa giden yolda el pençe divan 30 yıl geçirmiş, savaş görmemiş, çatışmada bulunmamış, yanında silah arkadaşlarını kaybetmemiş (olan varsa o azınlığı tenzih ediyorum) askeri pratiğiyle değil çoktan seçmeli teorisiyle kurmay olmuş subay ileride general oluyor arkadaşlar. paşa olunca da içinizde hala bir umut bekliyorsunuz ki bu kadar yıldır sakladığı gizlediği idealist kişiliğini artık açığa çıkartacak ve yapması gerekeni, uğruna doğduğu ve nice çilelere katlandığı fikirlerini artık rahatça beyan edecek. olmuyor böyle bir şey. türk silahlı kuvvetlerindeki 300 küsür general ve amiral içinde el pençe divan doktrininden gelip de böyle bir değişim gösterebilecek, dahası bu tekere çomak sokabilecek bir adam görmedim duymadım, yıllardır bekliyorum.
* zira anlamak gerekir ki paşalık apoletlerini takınca yarış bitmiyor. yeni başlıyor. tuğgeneraller arasında da tümgeneral olacakların bir listesi var, tüm olunca acaba korgeneral olabilecek miyim düşüncesi zihinde büyüyor. korgeneralliğine kadar gelmiş bir asker elbette 10 orgeneralden biri olmak isteyecek. orgeneral olunca da neden genel kurmay başkanı olamasın? bu süre içinde sizin bir üst kademeye geçişinizin tek geçer şartı hiç değişmiyor. el pençe divanlık, emre koşulsuz itaat, üstünü hoş tutma. harbiyeden mezun olduğunuz günden orgeneralliğe kadar bütün yarış bundan ibaret. hal böyle olunca da nereye kadar karekterinizi şahsiyetinizi muhafaza edebilirsiniz ki? kaç bin kez içinizden küfrederek emredersiniz komutanım diyebilir, kaç kez içinize hiç sinmeyen moral varlığınıza tamamen tezat emirleri 100 sicil alabilmek için yerine getirebilirsiniz. dahası bunları yıllar ve yıllarca yaptıktan sonra kendiniz olmayı hala nasıl sürdürebilirsiniz. nerede siz siz olmaktan çıkar ve başka biri olursunuz?
sonra da gelip bana soruyorlar ki necdet özel niye böyleydi. ben size soruyorum, rüştü erdelhun ve necdet özel gibi iki genel kurmay başkanını bu hale getiren nedir?
* teori ve pratiği harmanlayan ve çözüm üreten gerçek liderlerden kurmay nasıl yapılır? türk ordusu böyle generallerin eline nasıl teslim edilebilir, bu sistemin artık kendi içinden bir kurtuluşu var mı?
bilemiyorum.
ama mö 209 yazmakla ordu geleneği sanırım kazanılmıyormuş. onu biliyorum yalnız.