Değerli ziyaretçilerimiz,

Öncelikle, sitemize gösterdiğiniz ilgi ve destek için hepinize teşekkür ederiz. Sizlerden gelen geri bildirimler ve beğeniler bizim için büyük bir motivasyon kaynağı oldu.

Sozlock olarak tam 9 senedir her gün ekşisözlük'den okumaya değer içerikleri filtreleyip günlük listeler oluşturduk. Bu işi yaparken kişisel davranmadık, günün en popüler başlıklarının en beğenilen entrylerini aldık listelerimize. Üstelik bu gayretimiz hiç bir zaman ticari bir kaygı taşımadı. Yayına başladığımız ilk günden beri en ufak bir reklam yayınlamadık, sponsorluk anlaşmaları yapmadık. Sozlock üzerinden tek kuruş kazanmadık.

Bütün bunlara rağmen, ne yazık ki son dönemde ekşisözlük yönetimi tarafından alınan bot koruma önlemleri nedeniyle, ekşisözlükten entry çekme ve beğenilen entryleri listeleme hizmetimizi maalesef devam ettiremiyoruz. Bu durum ekşisözlük yönetiminin aldığı bir karar olup, tamamen bizim kontrolümüz dışında gerçekleşmiştir. Bu zorunlu durumdan ötürü yaşanan aksaklık nedeniyle anlayışınıza sığınıyoruz.

Sozlock Ekibi

Ekşi Sözlük Debe Listesi

Rastgele
Hepsini aç
  • 1. zonguldak'ta 46 yaşındaki adama tecavüz edilmesi

    bu dayı da mı kısa etek giyip gece dışarı çıkmış? nereye gidiyor lan bu ülke? allah cidden belamızı verdi galiba.

  • 2. bugüne kadar kurulmuş en güzel soru cümlesi

    belediyenin önündeki fışkiyeyi kim kırdı?!

  • 3. sınava hayvan gibi çalıştım

    açıklamalarını takdir ettiğim ve bu zamana kadarki bence en net açıklama.

  • 4. raul castro'nun obama'ya indir o eli demesi

    küba lideri raul castro'nun, barrack obama'ya yaptığı nefis vücut çalımıdır.

    bilen bilir, obama vücut dilini iyi kullanan bir lider. (bizimkinden iyi olmasın) hâl böyle olunca görüştüğü tüm liderlere üstünlük sağlamak, 'ben abd başkanı'yım, senin ağabeyin sayılırım' demek için elini temas sonrası, karşısındakinin omzuna koyar, kafasına sever, başını okşar vs.

    raul castro reyis bunu bildiği için havana'daki basın toplantısı sonrası obama'nın elini ince bir hareketle alıyor, kündeye getiriyor ve sayı!

    obama önce bozuntuya vermese de, bayağı saçma bir görüntü çıktığı için birkaç saniye sonra tepesinin attığını belli ediyor. yine de kürsüden inerken gazetecilere bildik gülüşünü atmadan etmiyor.

    ancak castro durmuyor ve hem kendini kollamaya devam ediyor hem de ayar üstüne ayar veriyor.

    bazı dünya liderlerine duyurulur. ev sahibi olduğu g20'de müsamere çocuğu gibi ortada pişmiş kelle misali sırıtarak, sen oraya, sen şuraya geç diyerekten, yer göstericiden öteye gidemeyenlerden kastım.

    http://www.npr.org/…-in-cuba-after-historic-meeting

  • 5. 25 mart 2016 tuğçe kazaz'ın büyük oyunu görmesi

  • 6. 300 şehit verdik teröristlerin kaybı 10 katı

    1
    2
    3
    4
    5
    6
    7
    8
    9
    10
    11
    12
    13
    14
    15
    16
    17
    18
    19
    20
    21
    22
    23
    24
    25
    26
    27
    28
    29
    30
    31
    32
    33
    34
    35
    36
    37
    38
    39
    40
    41
    42
    43
    44
    45
    46
    47
    48
    49
    50
    51
    52
    53
    54
    55
    56
    57
    58
    59
    60
    61
    62
    63
    64
    65
    66
    67
    68
    69
    70
    71
    72
    73
    74
    75
    76
    77
    78
    79
    80
    81
    82
    83
    84
    85
    86
    87
    88
    89
    90
    91
    92
    93
    94
    95
    96
    97
    98
    99
    100
    101
    102
    103
    104
    105
    106
    107
    108
    109
    110
    111
    112
    113
    114
    115
    116
    117
    118
    119
    120
    121
    122
    123
    124
    125
    126
    127
    128
    129
    130
    131
    132
    133
    134
    135
    136
    137
    138
    139
    140
    141
    142
    143
    144
    145
    146
    147
    148
    149
    150
    151
    152
    153
    154
    155
    156
    157
    158
    159
    160
    161
    162
    163
    164
    165
    166
    167
    168
    169
    170
    171
    172
    173
    174
    175
    176
    177
    178
    179
    180
    181
    182
    183
    184
    185
    186
    187
    188
    189
    190
    191
    192
    193
    194
    195
    196
    197
    198
    199
    200
    201
    202
    203
    204
    205
    206
    207
    208
    209
    210
    211
    212
    213
    214
    215
    216
    217
    218
    219
    220
    221
    222
    223
    224
    225
    226
    227
    228
    229
    230
    231
    232
    233
    234
    235
    236
    237
    238
    239
    240
    241
    242
    243
    244
    245
    246
    247
    248
    249
    250
    251
    252
    253
    254
    255
    256
    257
    258
    259
    260
    261
    262
    263
    264
    265
    266
    267
    268
    269
    270
    271
    272
    273
    274
    275
    276
    277
    278
    279
    280
    281
    282
    283
    284
    285
    286
    287
    288
    289
    290
    291
    292
    293
    294
    295
    296
    297
    298
    299
    300

    can gitti. hiçbir toprak bütünlüğü bu 300 canı geri getiremez. meydanlarda, toplantı salonlarında sen fütursuzca bu sayıları gönül rahatlığıyla söylersin ama bu insanları doğuranlar sana neler söyler duymazsın.

    nankör ve alçaksınız.

  • 7. akın ipek'in masonluğa kabul belgesi

    akit gazetesi üstün gayretleriyle ortaya çıkarmış. inisiasyon kelimesini google translate çevirmemiş olabilir ne yapsın adamlar? allah allah belge sahte mi demek bu yüzden???? eyyy george halloran; korkma titre!

    https://pbs.twimg.com/media/ceyaxjiw4aanlvl.jpg

    ne yanlış yav bunda diyenler için

    https://pbs.twimg.com/media/ceynfbdxiaaszse.jpg

    bu da orijinal haber http://www.yeniakit.com.tr/…-mason-oldu-153448.html

  • 8. türkiye'nin en itici takımı hangisi anketi

    kendi kulübünün en itici kulüp olduğunu bildiğinden şıklara koyamayan ergenin açtığı anket. itibar etmeyin, ölü taklidi yapın.

  • 9. türk askerler erdoğan'ı devirebilir

    ya rubin işkembeden sallama allasen ya. durumlar hiç senin bildiğin gibi değil.

  • 10. odadaki en zeki insansan yanlış odadasın demektir

    o zaman ben çıkıyorum.

  • 11. isveçli medeniyeti

    türkiye'de bir kişinin bireyselliğine saygı gösterirseniz, o kendini "sizi yenmiş" sayar. mesela sokakta karşıdan gelene yol verin, o da iyice üzerinize yürüyüp size sürtünerek geçsin. metroda yanınızdakinin rahat etmesi için bir alan açın, ve o insan sizi daha çok sıkıştırmaya başlasın. bir kişiye karşılıksız bir iyilik yapın, ve karşınızdaki sizin "ondan çekindiğiniz için" bu iyiliği yaptığınızı sansın.
    bu ülkedeki, çok az sayıdaki naif insanın sürekli başına gelen şey budur.

    türkiye, birey olamamış eziklerin ülkesi. birbirine omuz atan kişiliksizlerin memleketi.
    bu ezikler etraflarındaki kimsenin "bireysel alan"ına saygı göstermez. üstüne, gider isveç'teki adamların birbirine saygısını "samimiyetsizlik" olarak tanımlar.

  • 12. memeye batan sütyen demiri

    uykudan falan uyandırmayandır.

    uykuda bile sütyen çıkarılmıyorsa o oraya zaten önceden demir atmış demektir:p

  • 13. 10 yaşındaki çocuğun kafasına türban takmak

    "gayet doğal bir olay" tabiri ürkütücüdür. bir çocuğu bu kendi çocuğun bile olsa kendi yaşam tarzını dayatmak bir anlamda cinayettir.

    aynı zamanda alenen sapıklıktır efendim. kadının başını kapamasının emir olması zırvalarının paralelinde bir sapıkllıktır hem de.

    her insanın inancı kutsalı tabi ki kendinedir. ancak çocukları cinsel bir obje olarak görmek ve bu doğrultuda hareket etmek kabul edilebilir değil.

    çocuk, dünyadaki en arınmış varlıktır. onu yetişkinlerin bencil çıkarlarıyla zehirlemek ve kirletmek cinayetlerin en büyüklerindendir. ülkede çocuğa verilen değer yerin dibine batmışken bu insanlardan ne beklenir ki?

  • 14. 25 mart 2016 aziz yıldırımın tokat gibi açıklaması

    boyle tokat mokat paralel darbe filan gorunce aklima geldi nedensizce:

    https://pbs.twimg.com/media/bpeuhcwcqaas2u9.jpg

  • 15. fatih portakal

    robot gibi haberleri okuyup geçmeyen, öfkesini paylaşan tek insan. bu akşam numan kurtulmuş'un basın danışmanının saldırganca davrandığı muhabir kadını alkışladın ya ben sen demeden işte alkış dedim. öfkeni paylaş fatih portakal, soru sor, kandırılıyoruz demeye devam et. bunları ekranda söyleyen tek insan sensin çünkü.

    fox'ta çalışıyor olmasının etkisi büyük tabii. onun da farkındayız.

  • 16. hamdolsun yozgat'ta kınalı hasan'lar eksik olmuyor

    bedelli asker kınalı bilal ve çürük raporlu kınalı burak'ın babası diyor bunu hamdolsun.

  • 17. survivor 2016

    az önce nihal "yarışmak zorunda kalırsam söyleyin de kafamı vurmiyim" dedi. gören de kaybedecek çok şeyi var sanacak.

  • 18. türkiye'de henüz tecavüze uğramamış varlık türü

    ben bulamadım. yok galiba. zira aq yerinde yaşlıya gence, çocuğa yetişkine, kadına erkeğe, hastaya sağlıklıya, akrabaya yabancıya, ecnebiye yerliye, öğrenciye öğretmene, patrona işçiye, zengine fakire kadar ırzına geçilmemiş, zorla sahip olunmamış hiçbir insan türü bırakmamışız.

    kediye, köpeğe, eşeğe, ata, ördeğe, tavuğa da bu zevki(!) tattırmışız!

    cansız varlıklardan rulmanı, damacanayı ve cansız mankeni de unutmamışız!

    hay sizin o bastıramadığınız ilkel cinsellik dürtünüze sığınarak peydahladığınız caniliğinizin allah belasını versin rezil, aciz, pis, kepaze mahlûklar. sizi kıl payı kadar haklı gösteren hukukun, demokrasinin, zihniyetin de canı ta cehenneme. allah belanızı versin ulan, belanızı versin.

  • 19. audi a3

    arabayı yönlendirmeye yarayan simit benzeri yuvarlak ayrıntısıyla beni hayvan gibi coşturan götürgeç.

  • 20. sırt çantası giymeme kampanyası

    sirt cantasi giymek nedir? canta takilir takilir. saat de takilir yuzuk de takilir toka da takilir. giyilen kiyafettir. mont, pantolon, etek, bluz... ayrica cogu insan sirt cantasini aksesuar olarak degil mecburiyetten takiyor. o kadar agir esyalari nasil tasiyalim hamal mi tutalim?

  • 21. yozgat'ın yükselişine kimse engel olamaz

    kesinlikle çok doğru bir söylem. sadece rte ve büyük resmi gören taksicilerin bildiği hadron çarpıştırıcısı var yozgat'ın altında. ilim irfan yuvası yozgat'ı özellikle çomar yuvası gibi gösteriyorlar ki dış güçler uyanmasın. son dönemlerde bilgi sızdıysa demek amariga'ya falan yozgat'ı bitirme çalışmalarına başlamış deyyuslar.

  • 22. türkiye'de artan ahlaksızlık eğilimi

    --- spoiler ---

    insanlar bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyacı kalmamış gibi davranıyorlar.

    --- spoiler ---

  • 23. sergen yalçın'lı bomonti reklamı

    sergen ile arda arasındaki kalite farkını da gösteren reklam. bir sergen reyiz'in oynadığı reklamlara bakın bir de arda'nın.

    söz konusu reklam

    yalnız o berkutay'ı acayip kıskandım:(

  • 24. çocukların kafasındaki örtüyen takılan zihniyet

    masum çocukların beyinlerinin yıkandığının farkında olan ve buna tepkisini gösterebilen zihniyettir. en azından yetiştirdikleri çocuklar da geleceğe at gözlüğüyle bakmayacaklar.

    bu gözler ufacık bebeğe tesettür giydirenleri de gördü. keşke dini değerler amaç olmakla kalsa da tatmin edeceğiniz ucuz, sapkın egolarınızı ve diğer pisliklerinizi çocuklar üzerinde kullanmasanız, aradaki ince çizgiyi farkedebilmek önemli. azalarak bitseniz de dinimizi ferahça yaşayabilsek be paşam.

    (bkz: 23 mart 2016 akpnin reddettiği araştırma komisyonu)

    ~bonus~ (kafasına örtü geçirdiğiniz çocuklar artık büyüdü):

    benim
    türbanlı
    bacıma
    bi al yanaktan
    bi bal dudaktan
    saldırdılar

    yaa tabii, dediğin gibi, "kızların başındaki o beyaz örtüleri gördükçe kudururlar adeta."

  • 25. bakire olmayan kadınla evleneceklere tavsiyeler

    bakire olmayan kadınla evlenecekler kimler amk hepimiziz. birbirimize mi tavsiye veriyoruz anlamadım ki.

    27 yaşında eli yüzü düzgün bir kadın düşünelim. islam inancı zayıf ya da yok. zina çekincesi yok. sizce bu kadının cinsel ilişki yaşamama ihtimali var mı? ben eskiden evet var cinsellik her şey değildir falan gibi kandırırdım kendimi 20'lerin başında. ama öyle bir dünya yok. şunu da söyleyeyim arkadaşlar; kadınların tümü cinselliği erkeklerden daha çok arzuluyor ve hayatlarının temelinde bu var. öyle barış, kardeşlik, sadıklık, komiklik falan palavra. güzel kadınların yanındaki çirkin erkekler de 45 dk erekte olan adamlar.

    neyse konu bu değildi. diyelim ki evleniyorsun. bu kadının bakire olma sebepleri nedir?

    1-çok çirkin olması, ki 10 üzerinden 3-4 puan verdiğim kadın arkadaşlarımın one night maceralarını dinliyorum.
    2-allah korkusu (bu kadınların %80'i falan kapalıdır zaten kapalı kadınlar da çat çut sevişmek için 25'den önce evlenirler, kalanı da 100 kapalı kızın yanındaki açık-makyajlı ama dekolte giyinmeyen kızdır. radikal olmasa da moderate müslüman ararlar)
    3-sosyal fobi (%2-3 falan)

    biri çıksın ve desin ki ben 25 yaşın üstündeyim ve bu 3 sebep olmadan bakireyim. öyle bir şey yok, öyle bir dünya yok yani.

  • 26. cuma namazı esnasında hoparlörlerin açılması

    bu durum acaba bir tek antalya'da mı yaşanıyor?
    bilemiyorum ama canıma tak etti. lütfen tarafsızca bakın. ve özellikle entrynin son cümlesini (dipçeyi) okuyun.

    bundan 3 ay öncesine kadar vardiyalı bir işte çalışıyordum.

    sabah 6'da yatağa giremediğim zamanlar bile oluyordu.

    cuma günlerim hep kabus gibi geçerdi.

    düşünsene, hem hastasın, hem işten yeni dönmüşsün. uyuman gerek. çoluk çocuğun var, ekmek kazanman için diri olup ayakta kalman lazım, ama cami ses düzeninin başına çöreklenip bir boktan da anlamayan +80 yaşlarındaki kişinin sesi kısmaya gelen kişiye "yok kapatma mağalle de dinlesin" demesi yüzünden, zaten yetersiz olan uykular artık yarım kalmaya başlıyor. işteki verimin gittikçe düşüyor. işten atılıyorsun
    sabaha kadar uyumayan bebeğin 40 dk boyunca susmayan sesle yataktan kalkıyor.
    yaşlı ve hastan var, ameliyatlılar. uyuması gerek. ama yok, dini anonslar rahatsızlık vermez, hatta tedavi eder diyen +80 gösteriş budalası gönüllü müezzinlik yapan kişi sizi uyutmuyor.

    hakkı var mı buna?
    hasta uyandı. bebek uyandı.
    gececi polis, asker, doktor uyandı.
    ama dede gösterisini yaptı cemaate, mission completed!

    ek olarak, islam dinine inanmayanları hiç katmadım bile bak...

    dipçe: 1996 - imam hatip mezunuyum.

  • 27. reza zarrab'ın serveti temiz ve millidir

    temiz mi bilmem ama millidir.
    hem de ne milli, daha arap menşeli konuklara escort ikram ederken o esmer olan bana hizmet edecek derken anlamıştım milli serveti.
    pehh.

    edübüt: https://m.youtube.com/watch?v=d48cqivrob8

  • 28. en ahlaksız yerli şarkılar

    (bkz: liseli vardı ya ah o liseli)
    tam bir sübyancı barzo şarkısı.

  • 29. 25 mart 2016 suriye ordusunun palmira'yı alması

    fatih camisindeki lokumcuları üzecek gelişme.

    umarım suriye ordusu bu orospu çocuklarının leşlerini tedmur kalesine yıkıp cayır cayır yakar olimpiyat ateşi gibi.

  • 30. cemre efe karakaş

    günün birinde 1.85 boyunda zeki esprili yakışıklı kültürlü erkek olarak anılacak olan genç. at fava bekle...

  • 31. mermer karakolu'nda 28 asker öldürüldü iddiası

    haberi yazan orospu çocuğunun üslubunu sikeyim, övüne övüne öldürdüğünü söylediğin o adamlar zorunlu asker lan! kulağından tutup zorla asker yapılan, birilerinin oğlu,kardeşi,babası olan insanlar. sanki g8 zirvesini basmış gibi övüne övüne anlatıyor elin garibanını nasıl öldürdüğünü. işte bundan dolayı orospu çocuğusunuz bundan dolayı cesediniz leş karınız kızınız kahpe ibnesiniz hepiniz.

  • 32. papa françis'in mültecilerin ayaklarını öpmesi

  • 33. fazla dünyaca ünlü kadın filozof olmaması

    (bkz: fazla dünyaca)

  • 34. 25 nisan 2016 stadyumda canlı bomba saldırısı

    ön edit: 25 mart haberiymiş. ama fark etmez. sonuçta burada haberi bile yapılmamış. avrupa bizi umursamıyor diyorsunuz ama ırak'ta patlayan bombaları siz ne kadar umursuyorsunuz?

    başlığı bilerek şehir adı vermeden açmıştım. peşinen söyleyeyim, bağdat'ta stadyumda ışid canlı bomba ile saldırı düzenlemiş. 29 ölü, 60 yaralı var.

    avrupalılar bizde patlayan bombaları önemsemedi diyordunuz. facebook profillerine türk bayrağı koymadı diyordunuz. buyrun; siz ırak'ı umursayacak mısınız şu patlamada? siz ırak bayrağı koyacak mısınız samimiyetini sevdiklerim?

    ** ** **
    ingilizce haber:

    ın the latest terror attack linked to the ıslamic state, at least 29 people were killed when a suicide bomber attacked a football stadium south of baghdad friday, ıraqi security officials told the associated press.

    nearly 60 other people were reported hurt.

    fox news has learned ısıs immediately claimed responsibility for the blast. the terror group also said it was behind the bombings in belgium tuesday, which killed 31 people and wounded 270 others.

    security officials tell the ap friday's bombing took place during a match in the small stadium in the city of ıskanderiyah, 30 miles from baghdad. medical officials confirmed the death toll.

    http://www.wsj.com/…stadium-near-baghdad-1458930225

    http://www.foxnews.com/…-claims-responsibility.html

    ** ** **
    türkçe haber

    ap, bağdat’ın güneyindeki el asariya stadyumda gerçekleşen intihar saldırısında 29 kişinin hayatını kaybettiğini, 60 kişinin de yaralandığını belirtti. afp de polis ve sağlık görevlilerinin ifadelerine göre, en az 25 kişinin hayatını kaybettiğini ifade etti.

    afp’ve konuşan bir komiser de “kazanan takıma kupa veriliyordu ve intihar bombacısı kendini patlattı” dedi. saldırının gerçekleştiği kasabanın yakınlarındaki iskenderiye’deki bir hastane, hayatını kaybedenler olduğunu onaylarken; basındaki sayıların ilk değerlendirmelere dayandığını ve ölü sayısının artabileceğini belirtti.

    http://www.haberdar.com/…rali-h23473.html?mnst=8217

    http://haber.sol.org.tr/…si-29-olu-60-yarali-150513

  • 35. paralelciler yüzünden şehit sayısı artıyor

    kadroyu kendin aç,
    personel alımını kendin yap,
    atamaları ve tayinleri kendin yönlendir,
    bir gün kendi kendine "paralelci" tanımını uydur,
    paralelci bellediklerinin görev yerlerini kendin değiştir,
    bütün teşkilat listelerini kendin gözden geçir,
    her yere yine kendi güvendiğin adamları yerleştir,
    sonra çıkıp de ki "paralelcilerin işi, istihbarat düzgün gelmiyor o yüzden çok şehit veriyoruz"

    ne güzel iş valla. sadece kar ortağı olmuş paşa, zarar olursa at paralele.

  • 36. hatay'da engelli erkek çocuğa tecavüz rezaleti

    terör saldırılarına mı yanayım, çocuk tecavüzcüsüne mi yanayım, engelli çocuklara tecavüz edenine mi yanayım, şehitlerimize mi ağlayayım, ekonomiye mi bakayım, suriyeli mültecilerin arasında gezmekten bıktığıma mı yanayım, bir futbol maçıyla gündemin değiştiğine mi yanayım, her gün kim bilir kaç tane bombanın içinden geçiyoruz diye düşünmekten yorulduğuma mı yanayım şaşırdım kaldım.

    engelli çocuğa nasıl tecavüz edilir aklıma almıyor abi? bu yokluk falan değil abi değil. bu bildiğin sapkınlık, hastalık.

    eşimizi, çocuğumuzu, anamızı, bacımızı pazara, bakkala, çalışmaya nasıl yollayalım biz?

    çıkıp ''yeter ulan yeter artık'' diye bağırasım geliyor..

  • 37. distopik yeni türkiye

    bilmiyorum farkında mısınız ama türkiye git gide karşı-ütopya, distopya romanlarından fırlamış gibi bir hal aldı. edebiyattan, sinemaya kısacası sanatta yer alan eserleri günümüz türkiyesi ile karşılaştırdım. çok fazla benzerlik içeriyor.

    (kısa olması için 10 kitap-10 film seçtim)

    1) 1984 - george orwell

    -en çok benzeyen kısımlarından biri kitapta geçen ilkeler:

    "savaş barıştır, özgürlük köleliktir, cahillik güçtür "

    savaş halinde olduğu sürecek, belli bir düşman mevcutken, yönetime güven daha da artıyor. bunu en son seçimlerde gördük. mutluluk ve huzur için ise bilgisizlik yeterli şarttır. özgürlük kavramını ise, gazetecilerin başına gelenlerden görebiliyoruz. sansür, yayın yasağı, sitelerin erişime kapatılması durumu açıklıyor. 1984'te de yazılar sansüre uğrayarak değiştiriliyordu. taraflı basın, yandaş medya ile aynı görevi görüyor.

    -öfke nöbetleri: kitapta uygulanan bir ritüeldi. herkes toplanıp düşmana lanet ediyordu. günümüzde de durum bu. sürekli hedefler, düşmanlar çıkıyor ve birlik olarak bunlara lanetler okurken (sanal ortamda belli gruplar, paylaşımşlar: bkz kopyala yapıştır) aslında birlik olmaktan uzak, kopukluklar yaşıyoruz. kitapta da özgürlüğü elde ettiklerinde kendileri de hedef haline geliyordu.

    -gözetim toplumu: bunun en güzel örneğini, sosyal hesaplardan tweet atan, yorum yapan kişilerin başına gelenlerden öğrenebiliyoruz. girdiğimiz sitelerden, aldığımız ürünler; telefonlarımız hatta maillerimiz bile takip halinde bunu biliyoruz. 1984'te de televizyonun içinden bile izlenilip, müdahale edilebiliyordu.

    -ispiyoncu halk: tencere tava çalanları şikayette, babamı bile ihbar ederdim deyip, karısını şikayet eden insanlarda görebiliyoruz. 1984'te de karı-koca birbirini şikayet edebiliyordu. herkes birbiri için şüpheyle baktığı bir düşman olabiliyordu. şimdi de siyasi görüşten, giyinime insanlar birbirine etiket koymuş durumda

    -aile olma baskısı: kitapta insanlar birbirini sevmese de evlenmek ve bu evliliği bozmamak mecburiyetindeydi. günümüzde de toplum baskısı bunu gösteriyor. dul kalan kadına olumsuz gözle bakma gibi gizli bir baskı var. kitapta da durum böyleydi. aşk yaşamak, kaçamak büyük suçlardandı. şimdi bile öğrenci evi, beraber yaşama fikrine karşı bir çoğunluk bulunuyor.

    -çoğunluğu oyalayan küçük sürprizler: kitapta çikolata oranı % 05 oranında arttı, ayakkabı dağıtılacak gibi haberler insanları mutlu etmek için hazırlanan düzmece bir oyuncu, çünkü sürekli artım ve azaltımlarla her sene dengede tutulan bir ekonomik düzen vardı. ve büyük resmi göremiyorlardı, aç olduklarını, köle olduklarını önemsemeden, traş bıçağı, tarak arayarak mutluluğu bunlarda arıyorlardı. günümüzde de alışveriş sitelerinden yaptığımız alışverişlerle rahatlamıyor muyuz?
    kabul edelim avmleri seviyoruz. yeşil alanlara da ister istemez tercih ediyoruz.

    -sürekli patlayan bombalar: kitapta sokakta insanların artık rutini haline gelen terörist saldırılarla birlikte halk patlamadan sonra üstünü başını silkeleyerek yoluna devam ediyordu.

    -büyük birader: kitapta hiç bir zaman görünmüyordu, yaşayıp, yaşamadığımızdan bile emin değildik ama herkes onu sevmek onu dinlemek zorundaydı.

    2) cesur yeni dünya- aldous huxley

    aslında bu kitap biraz zorlama oldu ama bir kaç benzerlik bulunduğu ve en önemli distopya romanlarından olduğu için değinmeden edemedim:

    -insanların kodlarıyla oynama: uykuda öğrenim metoduyla, insanların kodlarıyla oynandığı bir gelecekte bireyler ait olduğu gruba göre eğitiliyordu.
    günümüzde de aileden, okula bu bize verilen bir şey. okullarda hatırlayın hocalar hep siz önemli kişiler olamayacaksınız, hizmet etmek önemlidir, ülkenin çöpçülere de ihtiyacı var canınızı sıkmayın diye sözde gerçekçi bir tutumla size geleceğiniz ile ilgili alıştırma turları attırmaktaydı. aynı şekilde televizyon programlarında da nasıl davranmamız gerekli, yaşayamayacağımız hayatlar nasıl bir şekilde bize gösteriliyor. belki de öfke patlamalarını engelleyecek biçimde testlerle kendi kendimizi avutuyoruz. iyi insan olmak avuntumuz olabiliyor. ya da cennet vaadiyle mutlu ve itaatkar olabiliyoruz. zengin yaşamlarını gördükçe, tiksinip, onlar için üzülüyoruz. ama ben bunun yıllardır, bize anlatılan öykülerden, okuduğumuz ders nitelikteki romanlara uyutma tekniği olduğuna inanıyorum. kitapta kuluçka ve şartlandırma merkezinde kişinin alfa, delta ya da beta olacağı daha embriyo halindeyken verilen biyolojik katkılarla belirleniyordu (oksijen kısma, besin azaltma) yani ne olmamız gerektiği biz doğmadan önce belli oluyordu. günümüzde de aidiyet, tarihten bu yana süregelen bir şey. asil, zengin, orta sınıf, fakir vb. ayrıca siyasi kimliğimizde bize bir şekilde kabul ettirilmiş. günümüzde de alfa +'lar deltalara aşağılar gözlerle bakmıyorlar mı? biz istanbul'un yerlisiyiz, doğulusun demek gibi kibir ve aşağılama içeren sözlere dikkat.

    - insanlar huzur içinde yaşarken, medeniyetin dışında ilkel kabul edilen bir halk var. medeniyette sınırsız eğlence, seks serbestken vahşi kesimlerde hala ananeler devam ediyor. biraz da efendi-köle ilişkisine benziyor. bir kesim sorgulamadan, üretmeden yaşarken diğer kesim araştırıyor, toprağı biliyor ve olası bir çöküşte ayakta duracak kesim belli. yine metropollerde yaşayan insanlar küçük yerlerde yetişmiş insanın yaşamına benzer izler var. bir de yanlış hatırlamıyorsam shakespeare'in kitapları medeniyette yasaktı. tutku-aşk gibi kelimelerle birlikte annelikte yasaklı kelimelerdendi. günümüzde de anne sadece doğuran kişiyken aşk sevgi gibi kavramlar yerine mantık evliliği, cinsel ihtiyaç gibi kelimeler daha yer edinmiş.

    bu kitapa benzer olarak gattaca filmine bakabilirsiniz.

    3)fahrenheit 451 - ray bradbury

    -kitaplara, gelişime, eğitime kısacası geleceğe kapalı olma: kitap yakarak

    4)biz - yevgeni zamyatin
    insanları numaralandırma: 1984 ve türevi kitapların babası kabul edilen bizde herkes cam evlerde oturur. insanlar 24 saat gözetlenirken numaralandırılmış ve denetim altında tutulmaktadır. günümüzde de kameralar, mobese sistemleri hatta pclerimiz de bile gözetleniyoruz. açıkca camlarla kapalı bir yerde oturmasak da elektronik olarak herşey kontrol ediliyor. insanların isminin de önemi yok, hepimiz kimlik numaralarımız, kredi kartı numaralarımızız aslında. sayılar vazgeçilmez bir önem taşıyor.

    5)demir ökçe - jack london

    -çoğunluğun kazanamayacağı belirsiz bir savaşa girmesi: kitapta sistematik olarak önce kiliseye sonra burjuvaya açılan bir savaş var. çoğunluk aslında hizmet eden köleler olarak maddi olarak en azı elde eden bir kesim ve distopik bir biçimde kazanamayacakları, maddi imkansızlıklar içerisinde bir savaşın içinde. bu bakımdan bana gezi parkı olayları ya da köylünün altın aranması/siyanüre karşı yürüyüşleriyle benzerlik var gibi geldi. her zaman azınlık-zengin kesim kazansa da mücadele sürekli bir hal almış gibi
    (kaz dağlarındaki altın arayışlarına hayır)

    -fazla ürünlerin denize dökülmesi: tüketim fazlalığı, günümüzde de gerçek dışı olmayacak biçimde anlatılmış. lokantalardan, hotellerden çöpe dökülen gıdayı bile buna eklesek sanırım kitabın ne demek istediğini anlarız.
    (bu arada midye sevenlere not: o midyenin içindeki pilav, bu dökülen pilavlardan yapılıyor. bol bol karabiberi ekliyorlar ki kokmasın. bilesiniz)

    6)damızlık kızın öyküsü-margaret atwood

    kadınların fabrika gibi yerlerde doğuma hazırlanması: günümüzde de buna benzer açıklamaları duymuyor muyuz? kadın hamileyken dışarı çıkmasın, kadın çalışmamalı... bu ve benzer açıklamalarla aslında kadınlar erkek dünyası için, nesli devam ettiren birer araç aslında. topluma bireyler kazandıran bir kuluçka makinesi gibi. acı olan ise bu kurumlarda üst mevkilerde olanlar yine kadınlar. romanda da gerçekte de kadının özgürlüğüne engel olan çoğunlukla hemcinsleri oluyor. bkz: anneler, nineler, kadın öğretmenler...

    7)otomatik portakal- anthony burgess

    -insanın özgür iradesine müdahale: suçu önlemek adına ,beethoven'da dahil, insanların yanlış da olsa kişisel seçimlerine gem vurma. işkence benzeri bir yöntemle seks, şiddet gibi eylemlerine engel olma günümüzde özgür düşünce ve iradeye müdahaleyi andırıyor. yatılı okullarda, kimsesizler yurdunda bu çocuklara yoğun olarak uygulanan bir yöntemdir. bize de okullarda direkt kabul ettirilir. konuşanlar, yaramazlık-ceza, kız-erkek öğrencilerin gözetlenmesi, öğretmenlerce uyarılması, şiddet içeren haberlere, filmlere sansür. çoğunluk bu bakımdan şiddet boşalımını bilgisayar oyunlarından yapıyor. gündelik hayatta insanı çileden çıkaran, şiddete yöneltecek çok şey geliyor. bu ergenlik döneminde daha fazla, çünkü insan olgunlaştıkça kavgadan da uzak duruyor ama tam tersi hayat mücadelesiyle stres daha da artıyor.

    -polis devleti:asıl önemli kısım alex'in şiddete eğilimli arkadaşları bir anda polis oluyor. bu da günümüz toplumunda da nasıl hasta kişilerin polis olabileceğine işaret edebiliyor. işsizlikten psikolojisi bozulmuş, arkadaşları tarafından dışlanmış kişiler polis olmayı seçebiliyor ve bu kişilerde de aşırı öfke patlamaları olabiliyor.

    8)sineklerin tanrısı-william golding

    -vahşi ve medeni kesimin savaşı: vahşete, avlanmaya ve öldürmeye yatkın bir grupla, ateşi çalan, onu yakan ve geçici çözümler yerine kesin sonuçlar arayan iki grubun karşı karşıya gelmesi. kitapta en başta pişmanlıkla beraber domuz öldürme eylemi vardı ama sonrasında domuzun kafasını kazığa geçirmek hatta çocuk öldürme eylemine kadar gidiyor durum. kitapta yoldan çıkanlar çocuklardı ve iletişim için kullanılan deniz kabuğuydu ama deniz kabuğunun yerini mızrak alması günümüzde de gücün söz sahibi olduğu gerçeğini gösteriyor. insan doğası gereği, daha çok sesi çıkan, daha kavgacı tipleri dinleyecek şekilde yetişiyor. yine hegel'in efendi-köle diyalektiği üzerinden gidersek yolda karşı karşıya gelen iki kişiden biri yol vermek zorunda kalacaktır. günümüzde savaş çığırtkanları, kafatasçı kişiler bu eserin mızraklı kısmının güzel bir örneğidir. sonucu düşünmeyen eylem insanları. karşı tarafta ise bunu tartışan, köşede yazan düşünce insanları mevcut.

    9)mülksüzler-ursula k. le guin

    -kapitalist ve anarşist grupların karşı karşıya gelmesi: benzer yazıları demir ökçede yazmıştım daha da uzatmamak ve tekrara düşmemek için yazmıyorum. bkz:demir ökçe

    10)ütopya - thomas more

    -devletin eleştiriye kapalılığı: aslında distopya olmayan direkt ütopik olan, mükemmel devlet mümkün müyü sorgulayan ütopyayla, edebiyat ayağına son veriyorum. kitapta idam cezasına tek şey sebep oluyordu o da kapalı kapılar ardında devlet sistemini sorgulamak. zaten ütopya sürekli gözetim halinde olma, ortak mülkiyet ve açıklılık ile distopyaya imkan tanıyan başlıca eserdi. antik dönemlerden itibaren, devlet sistemini, başkanları eleştirmek önemli suçlardan. insanlar sistemi sorgulamadan itaat etmek zorunda. zaten aksi halde anarşist, sistem karşıtı diye adlandırmalar mümkün olmazdı. günümüzde de devleti küçük düşürecek, sistemi eleştirecek ya da devlet büyüklerine hakaret düzeyine ulaşacak tenkitlerde bulunanlar direkt mimleniyor. panoptikonla beraber ne düşündüğümüz, ne paylaştığımız devlet tarafından izlenilebiliyor.

    -pis işlerin kölelere (azınlıklara) yaptırılması: halkın şiddete aşikar olmaması için, hayvan kesimlerini kölelere yaptırmak. günümüzde de son 3-4 yıldır en ağır işleri, komik bir fiyatla mültecilere yaptırmıyor muyuz?

    .............................

    filmler:

    1)metropolis-fritz lang

    -toprak üstünde yaşayan burjuva ve toprak altında yaşayan işçi sınıfı: wells'in zaman makinesi bilim kurgu kitabına benzer. alt katta çalışan kardeş sınıfla üstte rokoko dönemi cesur yeni dünya benzeri bir yaşam süren zengin sınıf. sonu hariç güzel bir film. günümüz türkiye'sinde yeraltında çalışmak zorunda olan madencilerle onların sırtından milyarlar kazanan zengin kesimi andırır.

    2)equilibrium-kurt wimmer

    -sanata müdahale eden teokratik devlet anlayışı: filmde dindar kesim güvenlikten sorumlu, koruyucu-yokedici bir görev üstlenirken, duygulardan uzak durulması için insanlara haplar verilir. günümüzde de insanı uyutan gıdalar var. en basiti kahve. üzerinde o kadar paranoyakça iddialar var ki. (ütopya dizisini izleyin) ya da aldığımız antidepresanlar (prozac nation) ya da alkolle aslında kendimizi dizginliyoruz/dizginletiyoruz.

    3)they live-john carpenter

    -televizyon yoluyla beyin yıkama: filmdeki meşhur güneş gözlüğü sahnesi. gerçek hayatta da bu böyle değil mi? tüket, üre, evlen, itaat et...

    o harika sahne için buyrun

    4)children of man-alfonso cuaron

    -sürekli kaos ortamı, patlamalar: 1984'e benzer biçimde sokağın ortasında her an gerçekleşen patlamalar, kırsal kesimde insanlara saldıran umutsuz gruplar. günümüzde şehirlerdeki sokak aralarını, tekinsiz mekanları anımsatıyor. ya da son yıllarda kalabalık yerlerden korkmamızı açıklıyor gibi bu patlama sahneleri...

    patlama sahnesi

    5)v for vendetta - james mcteigue

    -tek elden yönetim, üniter devlet: sevmediğim bir film ama komedi oyuncusunun evinde başına gelenler bile günümüzde eleştiriye ne kadar karşıt olunduğunu gösteriyor. bkz: beyaz'ın defalarca özür dilemek zorunda kalması, linç girişimleri.

    6)punishment park-peter watkins

    -polis devleti: kurmaca belgesel olarak çekilmiş filmde, amerikan hükümetinin tehdit olarak algıladığı feminist, anarşist, aktivist gençler bir alanda bayrağa ulaşarak özgürlüklerini almaya çabalar ama burada karşılarında onlara engel olacak kızgın polisler olacaktır. filmde polisin biri öldürülür ve diğer polisler daha da öfkeli bir hale gelerek gençlere müdahale ederler. aynı şekilde gezide de polisin aşırılıklarını görmüştük (evin içine gaz bombası atmaları, izmir'de olayla ilgisi olmayan kızları tartaklamaları vs )

    7)beni asla bırakma-mark romanek

    -kopya insanlar/z jenerasyonu: kendi özgür iradesi olmayan, çoğunluğu taklit eden klonlanan insanlar günümüz gençlerine eleştiri mahiyetinde. marka takıntısı olma, avmlerde mekanlarda birbirine benzer insanları, konuşmalarını dikkate aldığınızda bunu gözlemlersiniz.

    -insanlık testleri: filmde sanat testi ile ne kadar insan oldukları gözlemlenirken, günümüzde ise insanlar, artırılan testlerle meslek ve makam sahibi oluyorlar. duygusallık, iyi insan olma, ruh sağlığı neredeyse aranmayan özelliklerden.

    8)körlük-fernando meirelles

    -medeniyetin kırılganlığı: sadece görme yetisinin kaybolması insanları medeniyet dışına atarken, içinde sakladıkları bütün kötü hastalıklı istekler dışarıya çıkıyor. sokak köpeklerinin çöp poşetlerini dağıtması ile yan yana gösterilen sahnelerde insanlar mağazaları yağmalıyor. günümüzde de sağ duyunun kaybolması ile ne hale geldiğimizi görebiliyoruz. temel duyular değil üstelik. metroda birbirini ezen, inenlere öncelik vermeyenler, metrobüste kavga dövüş yer kapanlar. yolda yayalara yol vermeyen, kendi yaya iken kendine yol vermeyen insanlara bağıran insanlar. örnekler çoğaltılabilir.

    9)the truman show-peter weir

    -televizyona bağımlı yaşama: sürekli kameralarla gözetlenen baş karakter değil eleştiri noktası aslında. o bir şekilde, masalımsı bir biçimde özgürlüğüne kavuşuyor. ama şimdi ne izleyeceğiz diyen halk asıl gözetlenen, o televizyonun içine hapis olan biziz.

    10)idiocracy- mike judge

    -üst üste fotokobi çekilen kağıt gibi kararan insanlar: seçtiğin en kötü film ama konu daha iyi işlense harika bir film çıkabilirdi (iyi bir belgesel örneği:aptallık çağı) filmde halk televizyona bağlı, iq seviyesi iki hanelerde olarak tasvir edilmiş. gerçekten de nüfus olarak arttıkça geriye doğru evrildiğimizi görebiliyoruz.

    not: bu filmin yerine being there'i önerebilirdim ama o film karşı-ütopya değil.

    bu yazıya benzerini sabit fikirde: hayatımız distopya sayısında okumuştum. 1984 ve gezi benzerliği ele alınmıştı. bu konulara meraklı olanlar bakabilir.

  • 38. 25 mart 2016 ırak stadyum saldırısı

    hiçbir zaman bir paris, brüksel olamayacak saldırı.
    dünyada hiçbir yer ırak bayrağının renklerine bürünmeyecek.

  • 39. öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler

    william schatleben ve thomas allen'in 1891 yılında bisiklet ile yaptıkları ve round trip bicycling asia minors ismini verdikleri yunanistan'dan özbekistan'a uzanan tur da bunlardan biridir.

    1890 yılında washington universitesi'nden mezun olan iki kafadar marco polo'dan gaza gelip bir seyahate çıkarlar. önce trenle new york'a varan gençler* sonra londra üzerinden küçük asya ismini verdikleri bu tura çıkarlar. bu turda sırasıyla; yunanistan, türkiye, iran ve günümüzde türkmenistan ve özbekistan olan diyarları dolaşırlar. fotoğraflar 28 ocak 1891- 15 mart 1891 arası çekilmiştir. fotoğrafların en güzel özelliği ise, adeta bir street view tadında olması ve doğrudan insanlar ile beraber çekilmesi. kodak kamera ile çekilen yaklaşık 1200 civarında tarihi fotoğrafların bir kısmı şu şekilde görülebilir;

    yunanistan
    atina'nın aşağılarında bir sokak sahnesi

    türk camii önünde gezginleri bekleyen kalabalık

    acropolis'te bisiklet sürmek

    türkiye
    sultan abdülhamid'in cuma selamlığı

    sandal ile boğaza giriş

    sultanahmet

    ayasofya

    galata köprüsü üzerinde

    çemberlitaş civarı

    beypazarı

    sivas

    iran
    ülkeye giriş kapısı

    amerikalı bir misyoner

    tebriz'in güney kapısı

    halılarıyla meşhur kazvin şehri girişi

    türkmenistan ve özbekistan
    semerkant'ta toplanan halk

    semerkantlı bir berber

    taşkent'te bir rus ortodoks kilisesi

    trans-hazar bölgesinde bir gözetleme kulesi

    buhara şehrinde yer alan medrese

    hani en başında marco polo'dan esinlenmişler demiştik ya; buralardan sonra kazakistan'a oradan da gobi çölü üzerinden çin'e kadar gitmişler. nihayetinde şangay üzerinden gemi ile vancouver'a oradan da san francisco'ya 1892 yılında varabilmişler. oradan da new york'a giden gezginler sonunda 1893 yılında tam bir turu tamamlamışlar. her iki gezgin de ilginç şekilde 1950 yılında vefat etmiş.

  • 40. sevgiliye söylenen kırıcı laflar

    - seni unutmayacağım.

    + seni hatırlamayacağım.

    bok hatırlamadım amk. aklımdan çıkmadı aylarca.

  • 41. kişinin yaşlandığını anladığı an

    bizim bir aile gelenegimiz var. esasen bakarsaniz geleneklere sahip olmak bile yaslanmakla ilgili galiba, su an fark ettim ama bunu gormezden geliyorum. alti kardesiz ve yas gunlerimizde babam bizi arayip hep ayni dogum gunu sarkisini soyler. bu ilk gunesli bahar gununde tum otoparklarin dolu olmasi gibi, zaten calismadiginiz zamanlarda hafta sonlarinin -hak edilmemislik hissinden kaynaklaniyor olmali- sikici ve anlamsiz olmasi gibi, orhan ve ferdi den yalniz birini sevmek gibi olagandir.

    dogumgunumdu iki gun evvel.. -bugun dogum gunu olanlari kutlarim.- malum, sarki gelecek, bekliyorum. baktim babam, watsaptan yazmis! aramiyor, sarkiyi soylemiyor, sozlerini yazmis. sozleri de yazayim tam olsun gibi, ama eksik oluyor oyle. duyamiyorsun sesini. arayip bi kizayim dedim,biliyorum bu yaslilik degil, dupeduz aymazlikla ilgili. sonra baktim telefona. mesaja. tarihe. yillara. kendime. her sey degisecek, her yas gunumde o baba orada olmayacak. o sarkiyi soyleyemeyecek hicbirimize belki de. hayatla kontratim yok, herhangi bir konuda anlasmamiz olmadi kaldi ki herhangi bircok konuda anlasamadigimiz oldu cok. dedim ki, allah gostermesin, ama olur ya, olmazsa bir daha, anladiniz onu siz dile dokesim gelmiyor, bu bildiginiz gibi zamansizlikla ilgili, mesaji acip okurum. soz ucar, yazi kalir malum. boylece her dogum gunum, hep sarkimizla kutlanmis olur. bu da biraz buyumekle ilgili. buna da icten ice sevindim.

    ınsan, sevinmeyi kafasina koymayadursun illa bir yolunu buluyor, bu biraz yasamakla ilgili..

    nihayetinde acik konusalim romalilar, sevdiklerinizin az zamani kalmis olma ihtimali, akliniza daha sik geliyor ve kendinizce daha az yara almak icin cozumler uretmeye cabaliyorsaniz bencil oldugunuz kadar yaslisinizdir da artik.

    cunku yaslilik, yasadikca yara almamaya calismaktir.

  • 42. 25 mart 2016 can dündar erdem gül yargılaması

    can dündar'ın tarihi savunmasını yaptığı duruşma. cumhurbaşkanı ve mit müdahil olmuş. duruşmadan 1 saat önceden de davanın savcısı değiştirilmiş. maalesef sonuç belli.
    yoksa bu savunma haklı bir savunma.

    --- spoiler ---

    sayın başkan,
    sayın yargıçlar,
    doğrusu bugün sizin yerinizde olmak istemezdim.
    çünkü anayasa mahkemesi’nin kararına uyup bizi tahliye ettiğiniz için cumhurbaşkanı’nın açık ithamına muhatap oldunuz ve yandaş medya tarafından doğrudan hedef hale getirildiniz.
    cumhurbaşkanı, tahliye kararınız hakkında aynen şöyle söyledi:
    “ilk derece mahkeme, kararında direnebilirdi. dirense olaylar farklı gelişirdi. diren bakalım. anayasa mahkemesi ne yapacak onu görelim.”
    bu demeç, cumhuriyet tarihimizde bir ilktir.
    ilk kez bir cumhurbaşkanı, hukuku hiçe sayarak, bir mahkemeye, anayasa mahkemesi’nin kararını tanımama çağrısı yapmaya cüret etmiştir.
    bitmedi.
    bir başka konuşmasında cumhurbaşkanı, bu hukuksuzluk avrupa insan hakları mahkemesi’nde cezalandırılırsa “parası neyse veririz” demeye getirmiştir.
    o cümleyi de burada kayda geçirmek istiyorum:
    “avrupa insan hakları mahkemesi de anayasa mahkemesi’nin istikametinde karar verirse o da sadece tazminat bakımından bağlayıcıdır; devlet o tazminatı öder”.
    bu sözlerden sonra yandaş basında anayasa mahkemesi ve mahkemeniz üyeleri hakkında karalama kampanyası başladı. yandaş kalemler yeniden tutuklanmamızı isteyen yazılar yazdı. son olarak duruşmaya saatler kala duruşma savcısının değiştirilmesi, yargı bağımsızlığına ilişkin ciddi kaygılar oluşturdu.
    bugün bu ortamda yapacağınız yargılama, sadece türkiye’de basın özgürlüğünün değil, hukukun üstünlüğünün de göstergesi olacak. dünyanın gözleri önünde türk yargısının bağımsız olup olmadığını da kanıtlayacak.
    o yüzden size kolaylıklar diliyorum.
    sayın başkan,
    önce neyle suçlandığımızı hatırlatayım:
    “devletin gizli kalması gereken bilgilerini siyasal ve askeri casusluk amacıyla temin etme…
    devletin güvenliğine ilişkin gizli kalması gereken bilgileri casusluk maksadıyla açıklama…
    cebir ve şiddet kullanarak türkiye cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etme…
    silahlı terör örgütüne üye olmaksızın bilerek isteyerek yardım etme…”
    bunlarla suçlanıyorum.
    bunları tek tek değerlendireceğim.
    ancak önce izninizle bizi huzurunuza getiren süreci baştan anlatayım:
    süreç
    gazeteciyseniz, hele bir gazetenin yayın yönetmeniyseniz, her gün elinize çok sayıda belge, bilgi geçer.
    biz, gazetemizde uzun süredir türkiye’nin suriye politikasını eleştiren yayınlar yapıyorduk. radikal islamcı militanların türkiye’deki kamplarda eğitilip suriye’ye gönderildiğine, orada yaralananların geri gelip türk hastanelerinde tedavi gördüğüne, sınırda istihbarat araçlarıyla yapılan silah ve insan trafiğine dair haberler yayımlamıştık. türkiye’nin oradaki iç savaşa müdahil olmasını sakıncalı görüyorduk.
    o yüzden bu konudaki bilgi ve belge akışımız yoğundu.
    geçen yıl mayıs ayı sonunda benim elime bir görüntü ulaştı.
    görüntü, 19 ocak 2014 günü adana’da ceyhan ilçesi sirkeci gişeleri önünde çekilmişti.
    görüntüde 3 tır’ın il jandarma komutanlığına bağlı askerlerce durdurulduğu, araçtakilerin yaka paça indirildiği, yüzükoyun yere yatırılıp ellerinin arkadan kelepçelendiği görülüyordu.
    tır’lara eskortluk yapan araçtakilere de jandarma komando ekiplerince uzun namlulu silahlarla müdahale ediliyordu.
    müdahale sırasında kelepçelenenlerin ısrarla mit mensubu olduklarını söyledikleri, ama dinletemedikleri işitiliyordu.
    peki bu görüntüler bir “sır “ teşkil ediyor mu?
    önce buna bakalım:
    haber 16 ay boyunca yazılıp tartışılmıştı
    bizim bu haberi ilk veren gazete olduğumuz zannediliyor.
    büyük hafıza kaybı…
    olayın ilk kez kamuoyuna yansıması, bizim haberimizin çıkmasından 14 ay önce, tır’ların çevrilmesinin hemen ertesi günüdür.
    20 ocak 2014 tarihli gazeteler mit’in kontrolündeki tır’ların jandarma tarafından durdurulduğunu manşetten vermişti.
    hemen ertesi gün, chp genel başkanı kılıçdaroğlu, tır’larda silah taşındığını belirtmiş, mit’in silah kaçakçılığı görevi olmadığını söylemiş, “türkiye’nin uluslararası alanda meşruiyeti tartışmalı konuma geliyor” demişti.
    akp sözcüsü ömer çelik, tır’larda ne olduğu kimseyi ilgilendirmez deyince chp grup başkanvekili ince, “vergilerimizle el kaide’ye, öso’ya silah gönderiyorsanız, ülkemizin başını belaya sokuyorsanız bizi ilgilendirir” cevabını vermişti.
    konu meclis’te defalarca gündeme gelmiş, aydınlanması için soru önergeleri verilmiş, cumhurbaşkanı, başbakan bu konuda demeçler vermişti.
    demem o ki, bu bir sır ise de, bizim haberimizin çıkmasından 16 ay önce deşifre olmuş, sır vasfını yitirmişti.
    21 ocak 2014 tarihli aydınlık gazetesi, o silahların fotoğrafını da yayınlamıştı.
    yani gizlilik çoktan ortadan kalkmıştı.
    bu kadar bilinen bir haber, her yerde yayınlandıktan sonra cumhuriyet’te çıkınca olay olup müebbetlik suç sayılıyorsa, ben burada, haberi görmezden gelinen diğer gazeteler adına mahcubiyet, kendi gazetem adına gurur duyarım. demek ki hiçbirinde olmayan bir etkileme kudretine sahipmişiz ki, onlar yazınca görmezden gelinen konu, biz yazınca hadise oldu.
    haber mi değil mi?
    bizim haberimizde yeni olan, baskın esnasında çekilen görüntülerdi.
    peki o görüntülerde ne vardı?
    bu görüntüler, yargılanmamıza neden olan suçlamanın delili olduğu için burada birlikte izlememizin ve üzerine bir değerlendirme yapmamızın önemli olduğuna inanıyorum.
    izninizle filme yakından bakalım ve bunun haber değeri taşıyıp taşımadığını birlikte tartışalım.
    bir ülke düşünün:
    istihbarat teşkilatının silah taşıdığı tır’lar, 150 jandarma tarafından durdurulsun.
    jandarma istihbarat subayları ile milli istihbaratın elemanları birbirlerine silah çeksin.
    jandarmalar, istihbaratçıları kelepçelesin.
    devletin valisi, “tır’ları bırakın” diye jandarmaya talimat versin.
    jandarma dinlemesin. tır’ların önünü kesen istihbaratçılar anahtarları alıp kaçsın; yumruklaşmalar sonunda anahtarları geri alan jandarma tır’ları parka çeksin.
    bütün bunlardan mit bölge başkanının haberi olmasın.
    vali gelip tır’ların kasasının açılışına ve silahların görüntülenişine nezaret etsin.
    o kasalardan, ilaç kutularının altına gizlenmiş halde, 2 bin havan ve top mermisi, 80 bin makineli tüfek mermisi çıksın.
    o sırada emniyet müdürü gelip polislere tır’ların etrafını çevirme emri versin.
    ve tır’lar yeniden mit’e teslim edilip silah yüklü şekilde sınırı geçsin.
    bir devletin polis, jandarma ve istihbaratçıları, silah dolu bir tır önünde güpegündüz, ortalık yerde, birbirine silah çeker ve çatışmanın eşiğine gelirse, kusura bakmayın, bu, dünya çapında bir skandaldır ve çok büyük bir haberdir. dünyanın her yerinde gazetecilere sorabilirsiniz. bu haberi yapmayana gazeteci denmez.
    nitekim biz bu tablonun vahametini “devletin bittiği an” manşetiyle verdik.
    asıl suçlular yalan söyledi
    işin bir başka boyutu da yetkililerin her birinden ayrı bir açıklama gelmesiydi.
    istanbul başsavcı vekili, “görüntüler kurgu” diyerek erişim yasağı getirdi ve soruşturma başlattı. adana savcılığı da “gerçeği yansıtmayan, sahte görüntüler yayınladığımız” gerekçesiyle soruşturma açtı.
    görüntüler gerçek değilse niye sır kabul ediliyordu ki?
    sahte görüntülerle nasıl casusluk yapılırdı ki?
    sonra komik olduğunu anladıkları bu iddiadan vazgeçtiler.
    bu sefer de “silah yoktu, insani yardım malzemesi taşınıyordu” yalanına sığındılar.
    oysa o zamana kadar gönderilen insani yardımlar, propaganda amacıyla hep teşhir edilmişti. bu sefer gizlenmesinin nedeni silah naklediyor olmasıydı.
    mit, yurtdışına silah sevkinin yasadışı olduğunu bildiği için, savcılığa, bunun türkiye’deki birimler arası nakil işlemi olduğunu söyledi.–ki aslında buna da yetkisi yoktu, ama söylenen yine yalandı.
    başbakanı davutoğlu, 29 mayıs’ta fransız haber ajansı’na “yardım özgür suriye ordusu’na gidiyordu” dedi. ertesi gün ankara’da fikir değiştirdi, “”o yardımlar suriye’de bayırbucak türkmenlerine gidiyordu” diye düzeltti.
    cumhurbaşkanı erdoğan da aynı görüşü tekrarladı; “türkmenlere insani yardım yolluyorduk” dedi.
    oysa silahlar türkmenlere gitse, onlara yakın bir sınır kapısı tercih edilmeliydi; reyhanlı kapısı, nusra cephesi’ne yakındı.
    nitekim bayırbucak türkmen cephesi komutanları kendilerine böyle bir silah yardımı ulaşmadığını açıkladı.
    o dönem mhp’de genel başkan yardımcısı olan, halen başbakan yardımcısı koltuğunda oturan tuğrul türkeş, “bizim o bölgeyle irtibatımız var. huzurunuzda yemin ediyorum: vallahi de billahi de o silahlar türkmenlere gitmiyordu” dedi.
    kaldı ki türkmenlere gidiyor olması, devletin illegal silah taşımasını meşru kılmıyordu.
    tır’larda silah olduğu görüntülerle ortaya konunca erdoğan, “silahsa silah, ne olmuş yani” deme noktasına geldi.
    devletin, istihbarat teşkilatı eliyle, illegal yoldan komşu ülkeye silah sevk ettiği apaçık ortaya çıktı.
    tır’lardan çıkan mühimmat, orada tespit edilmiş ve jandarma kriminoloji laboratuvarınca belgelenmiş, rapora dökülmüştü.
    o raporlar da gazetemizde yayımlandı.
    şimdi bu raporlardan dolayı da yargılanıyoruz.
    yapılan, hem ulusal ölçekte, hem uluslararası ölçekte suçtu.
    ama suçlular değil, suçu ortaya çıkaranlar suçlandı.
    çevirme kararını veren savcı, emri uygulayan jandarma komutanları, hâkimler, hatta silahları koklayan polis köpeğinin görevden alındığı açıklandı.
    ancak bu illegal operasyonda görev alan, yasalara aykırı olarak silah nakli yapan hiçbir hükümet veya istihbarat yöneticisi sorgulanmadı.
    hükümet işlediği suçun, istihbarat teşkilatı beceriksizliğinin hesabını vereceği yerde, suçu ortaya çıkaranlara saldırmayı tercih etti. suçlular değil, biz karşınıza geldik.
    neden yayınladık?
    haberi yayınladığımız gün, neden yayınladığımızı başyazımızda şöyle ifade ettik:
    “patlaması halinde bir şehri yok edecek kadar çok silah, bu
    ülkenin hava limanına gizlice indiriliyorsa,
    o silahlar tır’lara yüklenip bu ülkenin şehirlerinden, topraklarından, sınırlarından geçiriliyorsa,
    o silahlar, o ülkenin bütün denetim kurumlarından, meclisinden, halkından habersizce, komşudaki bir savaşın taraflarından birine destek olmak için gönderiliyorsa,
    gönderilen taraf, bu ülkenin sınırları içinde silahlı eylem yapmış, bu ülkeyi sık sık tehdit etmiş, vahşi bir terör örgütüyse,
    gönderen hükümet, bu silahların mevcudiyetini ısrarla reddediyor, bu silahları durduran askeri yetkilileri görevden aldırıyor, bu silahlar hakkında soruşturma açan savcıları tutuklatıyor, yargılatıyorsa,
    bu ülkenin halkı, bu silahlar dolayısıyla karşı karşıya olduğu riskleri bilmiyor, bu sevkiyatın hayati, siyasi, hukuki, diplomatik sonuçlarından haberdar olamıyorsa,
    yapılan örtülü operasyon başlı başına bir suçsa ve hiçbir yasa, bir suç eylemini meşrulaştırmaya kifayet etmiyorsa,
    bir gazetenin, bir gazetecinin görevi okurunu bilgilendirmek, halkı bu tehlikeden, bu tehditlerden haberdar etmek, bu maceraya kalkışan yetkilileri ikaz etmektir.
    cumhuriyet, bu sorumluluğun bilinciyle bu görüntüleri
    yayınlıyor.”
    gazetecilik nedir?
    sayın başkan,
    dünyanın hiçbir yerinde, kendisine gazeteciyim diyen hiçbir basın mensubunun görmezden gelemeyeceği bir haber vardı ortada…
    bir gazeteci, bi haberi hazırlarken “devlet sırrı mı? yazarsak hükümet kızar mı? başbakan’ın lehine mi olur? yabancı ülkeler ne der?” diye düşünmez.
    bunları sormaya başladınız mı artık habercilik yapamazsınız. bunları sormak, devlet adamlarının görevidir.
    bir gazeteci için önüne gelen haberi yayınlamak konusunda iki kıstas vardır:
    1.haber doğru mu?
    2.yayınlanmasında kamu yararı var mı?
    bu haber doğruydu. nitekim kimse yalan diyemedi.
    “kamu yararı” sübjektif bir kavramdır. ancak ben bu haberin yayınlanmasının kamunun yararına olduğuna inanıyorum.
    devletlerin sırları olabilir. ama o sır, bir suçu örtbas etmekte kullanılamaz. suç, gizlilik örtüsü altına saklanamaz.
    bir eylem suç oluşturuyorsa, gizli kalması savunulamaz.
    ülkenin istihbarat teşkilatı, yasasında olmayan bir yetkiyi kullanarak, meclis’ten gizli şekilde ve illegal olarak komşu ülkedeki iç savaşa silah taşıyorsa ve bunun ağır bir bedeli varsa, bizim, bu ülkenin halkı olarak bunu bilme hakkımız vardır.
    halkı bundan haberdar etmek de, bu ülkede kendine gazeteyim diyenlerin sadece görevi değil, aynı zamanda sorumluluğudur.
    bir devlet, cumhurbaşkanından başbakanına kadar halkına yalan söylüyorsa, savcı gerçek olan görüntülere sahte diyorsa, mit açıkça suç işliyorsa, buna nasıl seyirci kalabiliriz?
    şöyle düşünün:
    ya o silahlar, mit’teki bir grup eliyle, bugün türk hükümeti’nin terör örgütü kabul ettiği pyd’ye götürülüyor olsaydı? bugün bizi casuslukla suçlayanlar o zaman bu haberi yaptık diye kahraman saymayacaklar mıydı?
    ya silahlar ışid’e teslim edildiyse; bugün türkiye’de canlı bomba eylemleri yapan örgüte silah taşımak, suç değil midir?
    ya o tır’daki mühimmat, reyhanlı’da olduğu gibi adana’dan geçerken patlasaydı; sorumlular ortaya çıkacak mıydı? kimden hesap sorulacaktı?
    peki devletin kolluk güçlerinin birbirine silah çektiğini, çatışır hale geldiğini bilmeye hakkı yok mudur halkın?
    devleti yönetenlerin kendisine yalan söylediğini bilme hakkı yok mudur?
    neresinden bakarsanız, bu haberi yapmak, halka karşı sorumlu olan bir gazetecinin boynunun borcudur.
    tehdit

    sayın başkan,
    cumhurbaşkanı, daha önce yalan dediği haberin doğru olduğu ortaya çıkınca, bu kez tehdit yoluna gitti.
    haberin yayınlanmasından hemen sonra çıktığı devlet televizyonunda herkesin gözü önünde şöyle dedi:
    “bu haberi yapan kişi, bunun bedelini ağır ödeyecek. öyle bırakmam onu…”
    sanıyorum bu da tarihimizde bir ilktir.
    ilk kez bir cumhurbaşkanı, bir gazeteciyi, yaptığı doğru haberden dolayı açıkça tehdit etmiş, bununla da yetinmeyerek, ortaya çıkan, kendi sırrıymış gibi şahsen davacı olmuş ve basın tarihinde bir cumhurbaşkanının bir gazeteci için istediği en ağır cezayı istemiştir.
    suçlamalar
    gelelim iddianamedeki suçlamalara…
    başta hakkımızdaki suçlamaları sıralamıştım.
    izninizle şimdi tek tek bunlara değinmek istiyorum.
    gizli kalması gereken bilgiler:
    “devletin gizli kalması gereken bilgilerini siyasal ve askeri casusluk amacıyla temin etme…” ile başlayalım.
    önce şu “gizli kalması gereken bilgiler”e bakalım:
    kime göre ve kim için gizli kalması gerekiyordu bu bilgilerin…
    halk için mi?
    bu operasyonu yönetenler için mi?
    silahların alıcısı olanlar için mi?
    sanırım hükümet, aslında suç teşkil eden bu operasyonu halktan gizlediği için bilgilerin gizli kalması gerekiyordu.
    yani “devlet sırrı” denilen şey, bu emri verenin, yani iktidarın sırrıydı. cumhurbaşkanı’nın şahsen şikayetçi olması da bundandı.
    iyi de suç olan bir fiilin gizli kalması gerektiği, hangi hukuk kitabında yazılıdır?
    kaldı ki, “gizli kalması gereken bilgi” bize gelene kadar gizli kalamamış, çoktan ortaya çıkmıştır.
    yani biz gizli kalamamış bilgileri ifşa etmekle suçlanıyoruz.
    casusluk
    sayın başkan,
    ben 37 yıllık gazeteciyim. bırakın casusluk yapmayı, bana böyle bir şey teklif edenin alnını karışlarım.
    hangi ülkenin casusuymuşum? nereye askeri ve siyasal bilgi temin etmişim?
    hangi devlet, hangi servis bize, ne zaman, nerede, nasıl talimat vermiş, hangi haberle o talimat yerine getirilmiştir?
    bunu yazma cüreti gösteren savcının buna dair en ufak bir kanıt ya da tanık göstermesi, elle tutulur bir belge sergilemesi gerekmez miydi?
    savcının ortaya koyabildiği yegane belge, gazetede çıkan makale ve haberlerimizdir.
    sorarım size:
    hangi şaşkın casus, bulduğu bilgiyi götürüp gazetesine basar?
    biz, ele geçirdiği ilk belgeyi gazeteye basarak ilk işinde yakalanan iki acemi casus olarak karşınızdayız.
    kariyerimize bakın; bize casusluk gibi bir leke süremezsiniz; ancak bu silahları gizlice nakledenlerin, meclis’ten habersiz sınır ötesi gizli örgütlere sevk edenlerin, onlara bu emri, yetkiyi verenlerin, yayın yasağı koyanların, gazetecileri hapsettirenlerin, dünya çapında bir skandalı örtbas edenlerin yarın casuslukla suçlanmaları hiç sürpriz olmaz.
    bu silahları gizlice nakledenlerin başka ülke menfaatine
    bunu yapmadıkları ne malum?
    gazeteci ve casus
    adalet bakanı bizim durumumuzu değerlendirirken “dünyanın her ülkesi, güvenliğiyle ilgili konularda hassastır” demiş ve wikileaks örneğinden yola çıkarak, julian assange, edward snowden ülkesine girebiliyor mu” demiş.
    bu benzetme için sayın bakan’a teşekkür ederim.
    tam da vurgulamak istediğimiz bu…
    biliyorsunuz, wikileaks skandalı kasım 2010’da patladı. amerika birleşik devletleri arşivinden gizli nitelikte 2000 kadar belge yayınlandı. belgelerin önemli bölümü, amerikan ordusunun afganistan savaşındaki yazışmalarından oluşuyordu. yapılan yargısız infazları, sivil katliamları belgeliyordu. belgeleri sızdıran er, bradley manning tutuklandı.
    assange ise ekvator hükümetine sığındı.
    belgeler 26 temmuz 2010 tarihinden itibaren abd, ingiltere ve almanya’nın en itibarlı üç yayın organında, new york times, guardian ve der spiegel’de yayımlandı.
    bakanın örnek verdiği snowden ise, amerikan ulusal güvenlik kurumu nsa’nın bir çalışanıydı ve o da çalıştığı kurumun gizli belgelerini basına sızdırdı. belgeler, guardian ve washington post’ta yayımlandı. dünya, amerikan hükümetinin bir çok devlet başkanını illegal yollarla dinlediğini böylece öğrendi.
    snowden hakkında casusluk davası açıldı.
    yayınlayan gazetelere ne oldu dersiniz?
    guardian ve washington post o yılın pulitzer ödüllerini paylaştı.
    öyledir.
    batı’da basın özgürlüğünün sınırları geniştir.
    bir gizli belge yayınlandığında, devlet belgeyi sızdırandan hesap sorar; yayınlayandan değil.
    assange ve snowden örnekleri bizim durumumuzla örtüşmüyor.
    bizler gazeteciyiz.
    o yüzden bu örnekte olsa olsa guardian ve washington post’a benzetilebiliriz.
    ve tıpkı onlar gibi cumhuriyet de bu cesur gazeteciliğinden ötürü sınır tanımayan gazeteciler örgütü’nün basın özgürlüğü ödülünü almıştır.

    cebir kullanarak cumhuriyet’i ortadan kaldırma

    sanırım casusluktan sonra en gülünç iddia bu…
    bir haberle, cumhuriyet’i ortadan kaldırabilecek güçte cebir kullandığımız iddiası, bize hak etmediğimiz bir kudret yüklerken, cumhuriyete hak etmediği bir zafiyet atfediyor.
    çok şükür ki, ne biz o kadar güçlüyüz; ne cumhuriyet o denli zayıf…
    ancak yasaklanan ve dava konusu olan filmi gözünüzün önüne getirirseniz, cumhuriyeti ortadan kaldırabilecek bir cebir kudretine kimlerin sahip olduğunu ve nasıl ülkeyi devletin silahlı güçlerinin çatışma mevzii haline getirdiklerini daha iyi görebiliriz.

    silahlı terör örgütüne yardım

    geldik en güzel bölüme…
    iddianamede fetullah gülen’in silahlı terör örgütüne üye olmaksızın bilerek isteyerek yardım ettiğimiz önesürülüyor.
    şükür ki burada sayın savcı insaflı davranmış; yıllardır bizimle uğraşan örgüte bizi üye yapmamış. sadece yardımcılıkla bırakmış.
    ben hayatımda fetullah gülen’i görmedim, tanışmadım, yazışmadım; toplantılarına katılmadım.
    gülen okullarında cia ajanlarının öğretmenlik yaptığına dair bir haberim nedeniyle davalık da oldum.
    dinledikleri telefonlar arasında benimki de var.
    gazetem, 1974 yılından beri, sözkonusu örgütün hedeflerinden biriydi. yıllarımız paralel bir örgütlenmenin devleti nasıl zehirlediğini, adaleti nasıl felç ettiğini anlatmaya çalışmakla geçti.
    bu yüzden türlü çeşit kumpasın hedefi olduk; telefonlarımız dinlendi, sahte deliller düzenlendi, yazarlarımız, yöneticilerimiz yıllarca hapsedildi.
    biz, bizi yataklık etmekle suçladığınız o örgütle mücadele ederken iki isim, elele bu örgütlenmeyi inşa ediyorlardı.
    fetullah gülen ve recep tayyip erdoğan…
    ülkeyi, bürokrasiyi, polisi, yargıyı, üniversiteyi, medyayı birlikte yönettiler; eğitimde birlikte örgütlendiler; birinin kurduğu okulları diğeri destekledi; birinin liderliğini öteki besledi. biri, diğerinin devletin en gizli kapılarından girmesine fırsat verdi.
    birlikte hukuksuz davalarla, günahsız insanlara yıllarca eziyet ettiler.
    şimdi o örgütle yıllarca birlikte yönetenler, o cemaate yıllarca destek verenler, kimbilir hangi çıkar çatışması sonucunda “pardon kandırılmışız” diyerek temize çıkacak, biz o örgütün destekçisi olacağız öyle mi?
    bu yalana çocuklar bile inanmaz.
    cumhurbaşkanı kandırılmıştır; bedelini ödemelidir.
    biz kandırılmadık; inatla, sabırla, mütemadiyen bu ikilinin yıllar süren işbirliğini, ortaklıklarını hatırlatmaya devam edeceğiz.

    ifade

    şimdi izninizle savcılık ve sulh ceza hakimliğindeki ifademize değinmek istiyorum.
    tutuklanma kararımızla sonuçlanan o sorgularda bize ne casusluk, ne silahlı örgüte üyelik iddiası soruldu; ne hangi ülke hesabına çalıştığımıza, ne kimden talimat aldığımıza, ne örgüt bağlantımıza dair kanıtlar sunuldu.
    sadece yaptığımız haberler soruldu.
    biz de haberleri doğruladık.
    bir insana iki müebbet hapis cezası gerektiren bir suç ithaf edilirken hiç kanıt sunulmaz mı? tanık bulunmaz mı? soru sorulmaz mı?
    anlaşılan o ki, sayın savcı, bizi yardım yataklıkla suçladığı örgütten öğrendiği taktiklerle, tanıksız, kanıtsız bir şekilde bizi o örgüt çuvalı içine atmaya, aynı suçlamaların hedefi yapmaya çalışıyor.
    ifademizi alırken bana atfedilmeyen “hükümeti devirmek” vs. gibi bazı suçları da sonradan iddianameye eklediğini gördük.
    bu hukuki garabet sonucu tutuklandık, 92 gün tecrit koşullarında tutuklu kaldık.
    tutukluluğumuz süresince başbakan ve sözcüsü, defalarca tutuksuz yargılanmamız gerektiğini söyledi.
    bülent arınç, “dava bile açılmamalıydı” dedi.
    bu tutukluluk, dünyada zaten bir gazeteci hapishanesi olarak görülen türkiye’yi hepten basın özgürlüğü listelerinin sonuna itti.
    sonunda anayasa mahkemesi, hukuksuzluğu gözler önüne serdi. ve yapılanın bir terör eylemi değil, gazetecilik faaliyeti olduğunu tescilledi. ve mahkemeniz, o gün bu karar doğrultusunda tahliyemize karar verdi.
    ne var ki sonra cumhurbaşkanı’nın bu karara ilişkin sözleri, türkiye’de hukuk devletinin nasıl ayaklar altına alınabildiğini kanıtladı.
    sonuç
    sayın başkan,
    anayasanın açık hükmüne, anayasa mahkemesi’nin kararına uymayacağını açıkça ilan eden bir cumhurbaşkanı karşısında bizim sığınağımız yine de sizsiniz; adalettir.
    güçlüler her zaman haklı olmayabilir, ama haklılar her zaman güçlüdür.
    biz gücümüzü haklılığımızdan alıyoruz.
    tarihin bazı dönemlerinde güçlüler, haklıları sindirebilir; ancak siz, bu haksızlığın uzun sürmeyeceğinin güvencesi olmalısınız.
    adaletin güç karşısında boyun eğmeyeceğini bize ve dünyaya kanıtlamalısınız.
    “cumhurbaşkanı emretti, mahkeme boyun eğdi” algısı yaratacak bir hukuksuzluğa geçit vermemeli, tersine hiçbir gücün mahkemeye gücü yetmeyeceğini ortaya koymalısınız.
    adaletin güvencesi olmalısınız.
    türkiye, 1960 yargılamalarında bir yargıcın, bir başbakan’ın yüzüne “sizi buraya tıkan kudret böyle istiyor” dediğini işitti. o günden beri o hukuksuzluğun bedelini ödüyoruz.
    bir daha bu utancı yaşamak istemiyoruz.
    adaletin bir gün herkese lazım olacağını biliyoruz.
    yarın başbakan, cumhurbaşkanı yargı önüne geldiğinde onların da adaletle yargılanması için çabalayan yine bizler olacağız.
    gazetecilik açısından bakıldığında ise, bu dava, basın özgürlüğüne bir darbe olarak görülmektedir. mesele sadece bizim yargılanmamız değil, o kararda da belirtildiği gibi, bu yargılama, diğer gazeteciler üzerinde de “caydırıcı etki” yapmakta, yani medyanın toptan baskı altına alınmasına vesile olmaktadır.
    dolayısıyla kamunun bilgilenme hakkına da darbe vurmaktadır.
    biz, yaptığımızın tamamen bir habercilik faaliyeti olduğuna inanıyoruz. halkın, yöneticileri hakkında gerçekleri öğrenme hakkını savunuyoruz. basın ve ifade özgürlüğünden güç alıyoruz. bizi casuslukla suçlayanları, haberimizle biz aynı iddiayla suçluyoruz.
    başa dönersem, işiniz zor.
    bu ortamda hem adil karar vermek, hem yargının en kudretli şahsiyetten bile bağımsız olduğunu ispat etmek hem de basın özgürlüğünü gözetmek sorumluluğuyla karşı karşıyasınız. ve bunu bütün dünyanın gözünün çevrildiği bir duruşma salonunda yapacaksınız.
    hayatı boyunca adil olmaya özen göstermiş bir gazeteci olarak, sadece şahsım değil, aynı zamanda mesleğim adına, tarih ve yargı huzurunda beraatımı talep ediyorum.
    --- spoiler ---

  • 43. fikret orman

    şuan trtspor'da açık açık çarşı grubuna ayrıcalık sağlanmayacağı hatta özellikle başakşehir ankara konya ve olimpiyata gelenlere öncelik sağlanacağını söylemiştir.

    gönlümü rahatlattı valla, bütün maç boyunca laylaylom şarkı söyleyen ve bunu en iyi taraftarlık olarak gören bir grubu artık görmücez

  • 44. halil inalcık

    hakkında niye ölü dedikodusu yayılmıyor diye hayıflanan var amk, ülkenin cıvatısı külliyen çıkmış.

  • 45. vodafone arena

    bir galatasaraylı olarak diyorum ki beşiktaşlı arkadaşlara az sigara için hatta içmeyin sabredin stad açıldığında akciğeriniz ve boğazınız daha az yıpranmış olsun maçta bol bol bağırın en ciğerinden.vodafone arenada daha fazla maç izlemek için sigarayı bırakın.stadyum tüm beşiktaşlı arkadaşlara sağlık umut başarı getirsin,türk futboluna nice kaliteli derbiler seyrettirsin,nice milli maçlar ve bjknin avrupadaki rakipleri boğazda gömülsün.derbilerde galatasarayın gülmesini dilerim o ayrı.
    --- spoiler ---

    vodafone arenada daha fazla maç izlemek için sigarayı bırakın.

    --- spoiler ---

  • 46. ilk kez starbucks'a gideceklere ipuçları

    macbook dışında bir bilgisayarla gitmeyin, güvenlikler zorla dışarıya atıyor.

  • 47. cenk tosun

    yedek kalmak için fazla iyi evet, ama yedek kalacaksan da gomez'in ardında kalacaksın. ben cenk'in bu durumu dert etmek yerine fırsat bildiğini düşünenlerdenim. la oolum benim takımımda gomez olsa, ben onun yedeği olsam, kapısında yatarım "abi bana bi el ver köpeğin olayım" diye. bi düşünsene yahu rockefeller'dan ekonomi, kaptan kusto'dan denizcilik, kanzuk'tan dürüm yeme adabı, uzun'dan dolandırıcılık ve rüşvet, jöleli'den yalakalık öğrenmek gibi bişi.

  • 48. en tahrik edici erkek isimleri

    eski üst komşumuz okşan amca.
    üstüne daha tahrik edici erkek ismi tanımam.

  • 49. halis bayancuk'un atatürk'e hakaret etmesi

    ne idiğü belirsiz orospu çocuğu beyanatı.
    böyle bir söylemde bulunduğu için serbest bırakılmış olabilir tipine sıçtımın ibnesi.
    edit: başlık başa kalmış.piçin hakaretleri burada

  • 50. 25 mart 2016 can dündar'ın savunması

    aşağıdaki gibidir.

    ---spoiler---

    cumhuriyet gazetesi genel yayın yönetmeni can dündar ve ankara temsilcisi erdem gül, çağlayan adliyesi şehit savcı mehmet selim kiraz yerleşkesi binasında görülecek "mit tırları" davasına girmeden önce medya mensuplarına savunma metinlerini dağıttı.
    işte can dündar ve erdem gül'ün tarihe geçecek savunmaları:
    sayın başkan,
    sayın yargıçlar,
    doğrusu bugün sizin yerinizde olmak istemezdim.
    çünkü anayasa mahkemesi’nin kararına uyup bizi tahliye ettiğiniz için cumhurbaşkanı’nın açık ithamına muhatap oldunuz ve yandaş medya tarafından doğrudan hedef hale getirildiniz.
    cumhurbaşkanı, tahliye kararınız hakkında aynen şöyle söyledi:
    “ilk derece mahkeme, kararında direnebilirdi. dirense olaylar farklı gelişirdi. diren bakalım. anayasa mahkemesi ne yapacak onu görelim.”
    bu demeç, cumhuriyet tarihimizde bir ilktir.
    ilk kez bir cumhurbaşkanı, hukuku hiçe sayarak, bir mahkemeye, anayasa mahkemesi’nin kararını tanımama çağrısı yapmaya cüret etmiştir.
    bitmedi.
    bir başka konuşmasında cumhurbaşkanı, bu hukuksuzluk avrupa insan hakları mahkemesi’nde cezalandırılırsa “parası neyse veririz” demeye getirmiştir.
    o cümleyi de burada kayda geçirmek istiyorum:
    “avrupa insan hakları mahkemesi de anayasa mahkemesi’nin istikametinde karar verirse o da sadece tazminat bakımından bağlayıcıdır; devlet o tazminatı öder”.
    bu sözlerden sonra yandaş basında anayasa mahkemesi ve mahkemeniz üyeleri hakkında karalama kampanyası başladı. yandaş kalemler yeniden tutuklanmamızı isteyen yazılar yazdı. son olarak duruşmaya saatler kala duruşma savcısının değiştirilmesi, yargı bağımsızlığına ilişkin ciddi kaygılar oluşturdu.
    bugün bu ortamda yapacağınız yargılama, sadece türkiye’de basın özgürlüğünün değil, hukukun üstünlüğünün de göstergesi olacak. dünyanın gözleri önünde türk yargısının bağımsız olup olmadığını da kanıtlayacak.
    o yüzden size kolaylıklar diliyorum.
    sayın başkan,
    önce neyle suçlandığımızı hatırlatayım:
    “devletin gizli kalması gereken bilgilerini siyasal ve askeri casusluk amacıyla temin etme…
    devletin güvenliğine ilişkin gizli kalması gereken bilgileri casusluk maksadıyla açıklama…
    cebir ve şiddet kullanarak türkiye cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etme…
    silahlı terör örgütüne üye olmaksızın bilerek isteyerek yardım etme…”
    bunlarla suçlanıyorum.
    bunları tek tek değerlendireceğim.
    ancak önce izninizle bizi huzurunuza getiren süreci baştan anlatayım:
    süreç
    gazeteciyseniz, hele bir gazetenin yayın yönetmeniyseniz, her gün elinize çok sayıda belge, bilgi geçer.
    biz, gazetemizde uzun süredir türkiye’nin suriye politikasını eleştiren yayınlar yapıyorduk. radikal islamcı militanların türkiye’deki kamplarda eğitilip suriye’ye gönderildiğine, orada yaralananların geri gelip türk hastanelerinde tedavi gördüğüne, sınırda istihbarat araçlarıyla yapılan silah ve insan trafiğine dair haberler yayımlamıştık. türkiye’nin oradaki iç savaşa müdahil olmasını sakıncalı görüyorduk.
    o yüzden bu konudaki bilgi ve belge akışımız yoğundu.
    geçen yıl mayıs ayı sonunda benim elime bir görüntü ulaştı.
    görüntü, 19 ocak 2014 günü adana’da ceyhan ilçesi sirkeci gişeleri önünde çekilmişti.
    görüntüde 3 tır’ın il jandarma komutanlığına bağlı askerlerce durdurulduğu, araçtakilerin yaka paça indirildiği, yüzükoyun yere yatırılıp ellerinin arkadan kelepçelendiği görülüyordu.
    tır’lara eskortluk yapan araçtakilere de jandarma komando ekiplerince uzun namlulu silahlarla müdahale ediliyordu.
    müdahale sırasında kelepçelenenlerin ısrarla mit mensubu olduklarını söyledikleri, ama dinletemedikleri işitiliyordu.
    peki bu görüntüler bir “sır “ teşkil ediyor mu?
    önce buna bakalım:
    haber 16 ay boyunca yazılıp tartışılmıştı
    bizim bu haberi ilk veren gazete olduğumuz zannediliyor.
    büyük hafıza kaybı…
    olayın ilk kez kamuoyuna yansıması, bizim haberimizin çıkmasından 14 ay önce, tır’ların çevrilmesinin hemen ertesi günüdür.
    20 ocak 2014 tarihli gazeteler mit’in kontrolündeki tır’ların jandarma tarafından durdurulduğunu manşetten vermişti.
    hemen ertesi gün, chp genel başkanı kılıçdaroğlu, tır’larda silah taşındığını belirtmiş, mit’in silah kaçakçılığı görevi olmadığını söylemiş, “türkiye’nin uluslararası alanda meşruiyeti tartışmalı konuma geliyor” demişti.
    akp sözcüsü ömer çelik, tır’larda ne olduğu kimseyi ilgilendirmez deyince chp grup başkanvekili ince, “vergilerimizle el kaide’ye, öso’ya silah gönderiyorsanız, ülkemizin başını belaya sokuyorsanız bizi ilgilendirir” cevabını vermişti.
    konu meclis’te defalarca gündeme gelmiş, aydınlanması için soru önergeleri verilmiş, cumhurbaşkanı, başbakan bu konuda demeçler vermişti.
    demem o ki, bu bir sır ise de, bizim haberimizin çıkmasından 16 ay önce deşifre olmuş, sır vasfını yitirmişti.
    21 ocak 2014 tarihli aydınlık gazetesi, o silahların fotoğrafını da yayınlamıştı.
    yani gizlilik çoktan ortadan kalkmıştı.
    bu kadar bilinen bir haber, her yerde yayınlandıktan sonra cumhuriyet’te çıkınca olay olup müebbetlik suç sayılıyorsa, ben burada, haberi görmezden gelinen diğer gazeteler adına mahcubiyet, kendi gazetem adına gurur duyarım. demek ki hiçbirinde olmayan bir etkileme kudretine sahipmişiz ki, onlar yazınca görmezden gelinen konu, biz yazınca hadise oldu.
    haber mi değil mi?
    bizim haberimizde yeni olan, baskın esnasında çekilen görüntülerdi.
    peki o görüntülerde ne vardı?
    bu görüntüler, yargılanmamıza neden olan suçlamanın delili olduğu için burada birlikte izlememizin ve üzerine bir değerlendirme yapmamızın önemli olduğuna inanıyorum.
    izninizle filme yakından bakalım ve bunun haber değeri taşıyıp taşımadığını birlikte tartışalım.
    bir ülke düşünün:
    istihbarat teşkilatının silah taşıdığı tır’lar, 150 jandarma tarafından durdurulsun.
    jandarma istihbarat subayları ile milli istihbaratın elemanları birbirlerine silah çeksin.
    jandarmalar, istihbaratçıları kelepçelesin.
    devletin valisi, “tır’ları bırakın” diye jandarmaya talimat versin.
    jandarma dinlemesin. tır’ların önünü kesen istihbaratçılar anahtarları alıp kaçsın; yumruklaşmalar sonunda anahtarları geri alan jandarma tır’ları parka çeksin.
    bütün bunlardan mit bölge başkanının haberi olmasın.
    vali gelip tır’ların kasasının açılışına ve silahların görüntülenişine nezaret etsin.
    o kasalardan, ilaç kutularının altına gizlenmiş halde, 2 bin havan ve top mermisi, 80 bin makineli tüfek mermisi çıksın.
    o sırada emniyet müdürü gelip polislere tır’ların etrafını çevirme emri versin.
    ve tır’lar yeniden mit’e teslim edilip silah yüklü şekilde sınırı geçsin.
    bir devletin polis, jandarma ve istihbaratçıları, silah dolu bir tır önünde güpegündüz, ortalık yerde, birbirine silah çeker ve çatışmanın eşiğine gelirse, kusura bakmayın, bu, dünya çapında bir skandaldır ve çok büyük bir haberdir. dünyanın her yerinde gazetecilere sorabilirsiniz. bu haberi yapmayana gazeteci denmez.
    nitekim biz bu tablonun vahametini “devletin bittiği an” manşetiyle verdik.
    asıl suçlular yalan söyledi
    işin bir başka boyutu da yetkililerin her birinden ayrı bir açıklama gelmesiydi.
    istanbul başsavcı vekili, “görüntüler kurgu” diyerek erişim yasağı getirdi ve soruşturma başlattı. adana savcılığı da “gerçeği yansıtmayan, sahte görüntüler yayınladığımız” gerekçesiyle soruşturma açtı.
    görüntüler gerçek değilse niye sır kabul ediliyordu ki?
    sahte görüntülerle nasıl casusluk yapılırdı ki?
    sonra komik olduğunu anladıkları bu iddiadan vazgeçtiler.
    bu sefer de “silah yoktu, insani yardım malzemesi taşınıyordu” yalanına sığındılar.
    oysa o zamana kadar gönderilen insani yardımlar, propaganda amacıyla hep teşhir edilmişti. bu sefer gizlenmesinin nedeni silah naklediyor olmasıydı.
    mit, yurtdışına silah sevkinin yasadışı olduğunu bildiği için, savcılığa, bunun türkiye’deki birimler arası nakil işlemi olduğunu söyledi.–ki aslında buna da yetkisi yoktu, ama söylenen yine yalandı.
    başbakanı davutoğlu, 29 mayıs’ta fransız haber ajansı’na “yardım özgür suriye ordusu’na gidiyordu” dedi. ertesi gün ankara’da fikir değiştirdi, “”o yardımlar suriye’de bayırbucak türkmenlerine gidiyordu” diye düzeltti.
    cumhurbaşkanı erdoğan da aynı görüşü tekrarladı; “türkmenlere insani yardım yolluyorduk” dedi.
    oysa silahlar türkmenlere gitse, onlara yakın bir sınır kapısı tercih edilmeliydi; reyhanlı kapısı, nusra cephesi’ne yakındı.
    nitekim bayırbucak türkmen cephesi komutanları kendilerine böyle bir silah yardımı ulaşmadığını açıkladı.
    o dönem mhp’de genel başkan yardımcısı olan, halen başbakan yardımcısı koltuğunda oturan tuğrul türkeş, “bizim o bölgeyle irtibatımız var. huzurunuzda yemin ediyorum: vallahi de billahi de o silahlar türkmenlere gitmiyordu” dedi.
    kaldı ki türkmenlere gidiyor olması, devletin illegal silah taşımasını meşru kılmıyordu.
    tır’larda silah olduğu görüntülerle ortaya konunca erdoğan, “silahsa silah, ne olmuş yani” deme noktasına geldi.
    devletin, istihbarat teşkilatı eliyle, illegal yoldan komşu ülkeye silah sevk ettiği apaçık ortaya çıktı.
    tır’lardan çıkan mühimmat, orada tespit edilmiş ve jandarma kriminoloji laboratuvarınca belgelenmiş, rapora dökülmüştü.
    o raporlar da gazetemizde yayımlandı.
    şimdi bu raporlardan dolayı da yargılanıyoruz.
    yapılan, hem ulusal ölçekte, hem uluslararası ölçekte suçtu.
    ama suçlular değil, suçu ortaya çıkaranlar suçlandı.
    çevirme kararını veren savcı, emri uygulayan jandarma komutanları, hâkimler, hatta silahları koklayan polis köpeğinin görevden alındığı açıklandı.
    ancak bu illegal operasyonda görev alan, yasalara aykırı olarak silah nakli yapan hiçbir hükümet veya istihbarat yöneticisi sorgulanmadı.
    hükümet işlediği suçun, istihbarat teşkilatı beceriksizliğinin hesabını vereceği yerde, suçu ortaya çıkaranlara saldırmayı tercih etti. suçlular değil, biz karşınıza geldik.
    neden yayınladık?
    haberi yayınladığımız gün, neden yayınladığımızı başyazımızda şöyle ifade ettik:
    “patlaması halinde bir şehri yok edecek kadar çok silah, bu
    ülkenin hava limanına gizlice indiriliyorsa,
    o silahlar tır’lara yüklenip bu ülkenin şehirlerinden, topraklarından, sınırlarından geçiriliyorsa,
    o silahlar, o ülkenin bütün denetim kurumlarından, meclisinden, halkından habersizce, komşudaki bir savaşın taraflarından birine destek olmak için gönderiliyorsa,
    gönderilen taraf, bu ülkenin sınırları içinde silahlı eylem yapmış, bu ülkeyi sık sık tehdit etmiş, vahşi bir terör örgütüyse,
    gönderen hükümet, bu silahların mevcudiyetini ısrarla reddediyor, bu silahları durduran askeri yetkilileri görevden aldırıyor, bu silahlar hakkında soruşturma açan savcıları tutuklatıyor, yargılatıyorsa,
    bu ülkenin halkı, bu silahlar dolayısıyla karşı karşıya olduğu riskleri bilmiyor, bu sevkiyatın hayati, siyasi, hukuki, diplomatik sonuçlarından haberdar olamıyorsa,
    yapılan örtülü operasyon başlı başına bir suçsa ve hiçbir yasa, bir suç eylemini meşrulaştırmaya kifayet etmiyorsa,
    bir gazetenin, bir gazetecinin görevi okurunu bilgilendirmek, halkı bu tehlikeden, bu tehditlerden haberdar etmek, bu maceraya kalkışan yetkilileri ikaz etmektir.
    cumhuriyet, bu sorumluluğun bilinciyle bu görüntüleri
    yayınlıyor.”
    gazetecilik nedir?
    sayın başkan,
    dünyanın hiçbir yerinde, kendisine gazeteciyim diyen hiçbir basın mensubunun görmezden gelemeyeceği bir haber vardı ortada…
    bir gazeteci, bi haberi hazırlarken “devlet sırrı mı? yazarsak hükümet kızar mı? başbakan’ın lehine mi olur? yabancı ülkeler ne der?” diye düşünmez.
    bunları sormaya başladınız mı artık habercilik yapamazsınız. bunları sormak, devlet adamlarının görevidir.
    bir gazeteci için önüne gelen haberi yayınlamak konusunda iki kıstas vardır:
    1.haber doğru mu?
    2.yayınlanmasında kamu yararı var mı?
    bu haber doğruydu. nitekim kimse yalan diyemedi.
    “kamu yararı” sübjektif bir kavramdır. ancak ben bu haberin yayınlanmasının kamunun yararına olduğuna inanıyorum.
    devletlerin sırları olabilir. ama o sır, bir suçu örtbas etmekte kullanılamaz. suç, gizlilik örtüsü altına saklanamaz.
    bir eylem suç oluşturuyorsa, gizli kalması savunulamaz.
    ülkenin istihbarat teşkilatı, yasasında olmayan bir yetkiyi kullanarak, meclis’ten gizli şekilde ve illegal olarak komşu ülkedeki iç savaşa silah taşıyorsa ve bunun ağır bir bedeli varsa, bizim, bu ülkenin halkı olarak bunu bilme hakkımız vardır.
    halkı bundan haberdar etmek de, bu ülkede kendine gazeteyim diyenlerin sadece görevi değil, aynı zamanda sorumluluğudur.
    bir devlet, cumhurbaşkanından başbakanına kadar halkına yalan söylüyorsa, savcı gerçek olan görüntülere sahte diyorsa, mit açıkça suç işliyorsa, buna nasıl seyirci kalabiliriz?
    şöyle düşünün:
    ya o silahlar, mit’teki bir grup eliyle, bugün türk hükümeti’nin terör örgütü kabul ettiği pyd’ye götürülüyor olsaydı? bugün bizi casuslukla suçlayanlar o zaman bu haberi yaptık diye kahraman saymayacaklar mıydı?
    ya silahlar ışid’e teslim edildiyse; bugün türkiye’de canlı bomba eylemleri yapan örgüte silah taşımak, suç değil midir?
    ya o tır’daki mühimmat, reyhanlı’da olduğu gibi adana’dan geçerken patlasaydı; sorumlular ortaya çıkacak mıydı? kimden hesap sorulacaktı?
    peki devletin kolluk güçlerinin birbirine silah çektiğini, çatışır hale geldiğini bilmeye hakkı yok mudur halkın?
    devleti yönetenlerin kendisine yalan söylediğini bilme hakkı yok mudur?
    neresinden bakarsanız, bu haberi yapmak, halka karşı sorumlu olan bir gazetecinin boynunun borcudur.
    tehdit

    sayın başkan,
    cumhurbaşkanı, daha önce yalan dediği haberin doğru olduğu ortaya çıkınca, bu kez tehdit yoluna gitti.
    haberin yayınlanmasından hemen sonra çıktığı devlet televizyonunda herkesin gözü önünde şöyle dedi:
    “bu haberi yapan kişi, bunun bedelini ağır ödeyecek. öyle bırakmam onu…”
    sanıyorum bu da tarihimizde bir ilktir.
    ilk kez bir cumhurbaşkanı, bir gazeteciyi, yaptığı doğru haberden dolayı açıkça tehdit etmiş, bununla da yetinmeyerek, ortaya çıkan, kendi sırrıymış gibi şahsen davacı olmuş ve basın tarihinde bir cumhurbaşkanının bir gazeteci için istediği en ağır cezayı istemiştir.
    suçlamalar
    gelelim iddianamedeki suçlamalara…
    başta hakkımızdaki suçlamaları sıralamıştım.
    izninizle şimdi tek tek bunlara değinmek istiyorum.
    gizli kalması gereken bilgiler:
    “devletin gizli kalması gereken bilgilerini siyasal ve askeri casusluk amacıyla temin etme…” ile başlayalım.
    önce şu “gizli kalması gereken bilgiler”e bakalım:
    kime göre ve kim için gizli kalması gerekiyordu bu bilgilerin…
    halk için mi?
    bu operasyonu yönetenler için mi?
    silahların alıcısı olanlar için mi?
    sanırım hükümet, aslında suç teşkil eden bu operasyonu halktan gizlediği için bilgilerin gizli kalması gerekiyordu.
    yani “devlet sırrı” denilen şey, bu emri verenin, yani iktidarın sırrıydı. cumhurbaşkanı’nın şahsen şikayetçi olması da bundandı.
    iyi de suç olan bir fiilin gizli kalması gerektiği, hangi hukuk kitabında yazılıdır?
    kaldı ki, “gizli kalması gereken bilgi” bize gelene kadar gizli kalamamış, çoktan ortaya çıkmıştır.
    yani biz gizli kalamamış bilgileri ifşa etmekle suçlanıyoruz.
    casusluk
    sayın başkan,
    ben 37 yıllık gazeteciyim. bırakın casusluk yapmayı, bana böyle bir şey teklif edenin alnını karışlarım.
    hangi ülkenin casusuymuşum? nereye askeri ve siyasal bilgi temin etmişim?
    hangi devlet, hangi servis bize, ne zaman, nerede, nasıl talimat vermiş, hangi haberle o talimat yerine getirilmiştir?
    bunu yazma cüreti gösteren savcının buna dair en ufak bir kanıt ya da tanık göstermesi, elle tutulur bir belge sergilemesi gerekmez miydi?
    savcının ortaya koyabildiği yegane belge, gazetede çıkan makale ve haberlerimizdir.
    sorarım size:
    hangi şaşkın casus, bulduğu bilgiyi götürüp gazetesine basar?
    biz, ele geçirdiği ilk belgeyi gazeteye basarak ilk işinde yakalanan iki acemi casus olarak karşınızdayız.
    kariyerimize bakın; bize casusluk gibi bir leke süremezsiniz; ancak bu silahları gizlice nakledenlerin, meclis’ten habersiz sınır ötesi gizli örgütlere sevk edenlerin, onlara bu emri, yetkiyi verenlerin, yayın yasağı koyanların, gazetecileri hapsettirenlerin, dünya çapında bir skandalı örtbas edenlerin yarın casuslukla suçlanmaları hiç sürpriz olmaz.
    bu silahları gizlice nakledenlerin başka ülke menfaatine
    bunu yapmadıkları ne malum?
    gazeteci ve casus
    adalet bakanı bizim durumumuzu değerlendirirken “dünyanın her ülkesi, güvenliğiyle ilgili konularda hassastır” demiş ve wikileaks örneğinden yola çıkarak, julian assange, edward snowden ülkesine girebiliyor mu” demiş.
    bu benzetme için sayın bakan’a teşekkür ederim.
    tam da vurgulamak istediğimiz bu…
    biliyorsunuz, wikileaks skandalı kasım 2010’da patladı. amerika birleşik devletleri arşivinden gizli nitelikte 2000 kadar belge yayınlandı. belgelerin önemli bölümü, amerikan ordusunun afganistan savaşındaki yazışmalarından oluşuyordu. yapılan yargısız infazları, sivil katliamları belgeliyordu. belgeleri sızdıran er, bradley manning tutuklandı.
    assange ise ekvator hükümetine sığındı.
    belgeler 26 temmuz 2010 tarihinden itibaren abd, ingiltere ve almanya’nın en itibarlı üç yayın organında, new york times, guardian ve der spiegel’de yayımlandı.
    bakanın örnek verdiği snowden ise, amerikan ulusal güvenlik kurumu nsa’nın bir çalışanıydı ve o da çalıştığı kurumun gizli belgelerini basına sızdırdı. belgeler, guardian ve washington post’ta yayımlandı. dünya, amerikan hükümetinin bir çok devlet başkanını illegal yollarla dinlediğini böylece öğrendi.
    snowden hakkında casusluk davası açıldı.
    yayınlayan gazetelere ne oldu dersiniz?
    guardian ve washington post o yılın pulitzer ödüllerini paylaştı.
    öyledir.
    batı’da basın özgürlüğünün sınırları geniştir.
    bir gizli belge yayınlandığında, devlet belgeyi sızdırandan hesap sorar; yayınlayandan değil.
    assange ve snowden örnekleri bizim durumumuzla örtüşmüyor.
    bizler gazeteciyiz.
    o yüzden bu örnekte olsa olsa guardian ve washington post’a benzetilebiliriz.
    ve tıpkı onlar gibi cumhuriyet de bu cesur gazeteciliğinden ötürü sınır tanımayan gazeteciler örgütü’nün basın özgürlüğü ödülünü almıştır.

    cebir kullanarak cumhuriyet’i ortadan kaldırma

    sanırım casusluktan sonra en gülünç iddia bu…
    bir haberle, cumhuriyet’i ortadan kaldırabilecek güçte cebir kullandığımız iddiası, bize hak etmediğimiz bir kudret yüklerken, cumhuriyete hak etmediği bir zafiyet atfediyor.
    çok şükür ki, ne biz o kadar güçlüyüz; ne cumhuriyet o denli zayıf…
    ancak yasaklanan ve dava konusu olan filmi gözünüzün önüne getirirseniz, cumhuriyeti ortadan kaldırabilecek bir cebir kudretine kimlerin sahip olduğunu ve nasıl ülkeyi devletin silahlı güçlerinin çatışma mevzii haline getirdiklerini daha iyi görebiliriz.

    silahlı terör örgütüne yardım

    geldik en güzel bölüme…
    iddianamede fetullah gülen’in silahlı terör örgütüne üye olmaksızın bilerek isteyerek yardım ettiğimiz önesürülüyor.
    şükür ki burada sayın savcı insaflı davranmış; yıllardır bizimle uğraşan örgüte bizi üye yapmamış. sadece yardımcılıkla bırakmış.
    ben hayatımda fetullah gülen’i görmedim, tanışmadım, yazışmadım; toplantılarına katılmadım.
    gülen okullarında cia ajanlarının öğretmenlik yaptığına dair bir haberim nedeniyle davalık da oldum.
    dinledikleri telefonlar arasında benimki de var.
    gazetem, 1974 yılından beri, sözkonusu örgütün hedeflerinden biriydi. yıllarımız paralel bir örgütlenmenin devleti nasıl zehirlediğini, adaleti nasıl felç ettiğini anlatmaya çalışmakla geçti.
    bu yüzden türlü çeşit kumpasın hedefi olduk; telefonlarımız dinlendi, sahte deliller düzenlendi, yazarlarımız, yöneticilerimiz yıllarca hapsedildi.
    biz, bizi yataklık etmekle suçladığınız o örgütle mücadele ederken iki isim, elele bu örgütlenmeyi inşa ediyorlardı.
    fetullah gülen ve recep tayyip erdoğan…
    ülkeyi, bürokrasiyi, polisi, yargıyı, üniversiteyi, medyayı birlikte yönettiler; eğitimde birlikte örgütlendiler; birinin kurduğu okulları diğeri destekledi; birinin liderliğini öteki besledi. biri, diğerinin devletin en gizli kapılarından girmesine fırsat verdi.
    birlikte hukuksuz davalarla, günahsız insanlara yıllarca eziyet ettiler.
    şimdi o örgütle yıllarca birlikte yönetenler, o cemaate yıllarca destek verenler, kimbilir hangi çıkar çatışması sonucunda “pardon kandırılmışız” diyerek temize çıkacak, biz o örgütün destekçisi olacağız öyle mi?
    bu yalana çocuklar bile inanmaz.
    cumhurbaşkanı kandırılmıştır; bedelini ödemelidir.
    biz kandırılmadık; inatla, sabırla, mütemadiyen bu ikilinin yıllar süren işbirliğini, ortaklıklarını hatırlatmaya devam edeceğiz.

    ifade

    şimdi izninizle savcılık ve sulh ceza hakimliğindeki ifademize değinmek istiyorum.
    tutuklanma kararımızla sonuçlanan o sorgularda bize ne casusluk, ne silahlı örgüte üyelik iddiası soruldu; ne hangi ülke hesabına çalıştığımıza, ne kimden talimat aldığımıza, ne örgüt bağlantımıza dair kanıtlar sunuldu.
    sadece yaptığımız haberler soruldu.
    biz de haberleri doğruladık.
    bir insana iki müebbet hapis cezası gerektiren bir suç ithaf edilirken hiç kanıt sunulmaz mı? tanık bulunmaz mı? soru sorulmaz mı?
    anlaşılan o ki, sayın savcı, bizi yardım yataklıkla suçladığı örgütten öğrendiği taktiklerle, tanıksız, kanıtsız bir şekilde bizi o örgüt çuvalı içine atmaya, aynı suçlamaların hedefi yapmaya çalışıyor.
    ifademizi alırken bana atfedilmeyen “hükümeti devirmek” vs. gibi bazı suçları da sonradan iddianameye eklediğini gördük.
    bu hukuki garabet sonucu tutuklandık, 92 gün tecrit koşullarında tutuklu kaldık.
    tutukluluğumuz süresince başbakan ve sözcüsü, defalarca tutuksuz yargılanmamız gerektiğini söyledi.
    bülent arınç, “dava bile açılmamalıydı” dedi.
    bu tutukluluk, dünyada zaten bir gazeteci hapishanesi olarak görülen türkiye’yi hepten basın özgürlüğü listelerinin sonuna itti.
    sonunda anayasa mahkemesi, hukuksuzluğu gözler önüne serdi. ve yapılanın bir terör eylemi değil, gazetecilik faaliyeti olduğunu tescilledi. ve mahkemeniz, o gün bu karar doğrultusunda tahliyemize karar verdi.
    ne var ki sonra cumhurbaşkanı’nın bu karara ilişkin sözleri, türkiye’de hukuk devletinin nasıl ayaklar altına alınabildiğini kanıtladı.
    sonuç
    sayın başkan,
    anayasanın açık hükmüne, anayasa mahkemesi’nin kararına uymayacağını açıkça ilan eden bir cumhurbaşkanı karşısında bizim sığınağımız yine de sizsiniz; adalettir.
    güçlüler her zaman haklı olmayabilir, ama haklılar her zaman güçlüdür.
    biz gücümüzü haklılığımızdan alıyoruz.
    tarihin bazı dönemlerinde güçlüler, haklıları sindirebilir; ancak siz, bu haksızlığın uzun sürmeyeceğinin güvencesi olmalısınız.
    adaletin güç karşısında boyun eğmeyeceğini bize ve dünyaya kanıtlamalısınız.
    “cumhurbaşkanı emretti, mahkeme boyun eğdi” algısı yaratacak bir hukuksuzluğa geçit vermemeli, tersine hiçbir gücün mahkemeye gücü yetmeyeceğini ortaya koymalısınız.
    adaletin güvencesi olmalısınız.
    türkiye, 1960 yargılamalarında bir yargıcın, bir başbakan’ın yüzüne “sizi buraya tıkan kudret böyle istiyor” dediğini işitti. o günden beri o hukuksuzluğun bedelini ödüyoruz.
    bir daha bu utancı yaşamak istemiyoruz.
    adaletin bir gün herkese lazım olacağını biliyoruz.
    yarın başbakan, cumhurbaşkanı yargı önüne geldiğinde onların da adaletle yargılanması için çabalayan yine bizler olacağız.
    gazetecilik açısından bakıldığında ise, bu dava, basın özgürlüğüne bir darbe olarak görülmektedir. mesele sadece bizim yargılanmamız değil, o kararda da belirtildiği gibi, bu yargılama, diğer gazeteciler üzerinde de “caydırıcı etki” yapmakta, yani medyanın toptan baskı altına alınmasına vesile olmaktadır.
    dolayısıyla kamunun bilgilenme hakkına da darbe vurmaktadır.
    biz, yaptığımızın tamamen bir habercilik faaliyeti olduğuna inanıyoruz. halkın, yöneticileri hakkında gerçekleri öğrenme hakkını savunuyoruz. basın ve ifade özgürlüğünden güç alıyoruz. bizi casuslukla suçlayanları, haberimizle biz aynı iddiayla suçluyoruz.
    başa dönersem, işiniz zor.
    bu ortamda hem adil karar vermek, hem yargının en kudretli şahsiyetten bile bağımsız olduğunu ispat etmek hem de basın özgürlüğünü gözetmek sorumluluğuyla karşı karşıyasınız. ve bunu bütün dünyanın gözünün çevrildiği bir duruşma salonunda yapacaksınız.
    hayatı boyunca adil olmaya özen göstermiş bir gazeteci olarak, sadece şahsım değil, aynı zamanda mesleğim adına, tarih ve yargı huzurunda beraatımı talep ediyorum.

    ---spoiler---

    link: http://www.gercekgundem.com/…ndardan-tarihi-savunma