doğru işleri severim ve fakat fark ettim ki yanlışlarımın hastasıyım. hatta yanlışlarımın kanseriyim şu vakit -gerçek anlamda- bunu şimdi yazmamın kişisel tarihim aşısından sebebi var, unutacağım. iyileşeceğim için çok da üstüne gitmiyorum. çünkü başlayan şey neden bitmesin? mesele o değil. mesele yanlış yapıp bunu fark edip, kendimde oluşan gediği kapatmak için güller açtırmam. yanlışıma bayılırım. hayat yanlışlarımla güzel. canım yanlışlarım.
iyisiyle kötüsüyle bu hayatı nasıl sevmesin insan? why not? bunu kemoterapiden dönmüş 14. dozunu almış, belindeki saçlarını, kaşlarını, kirpiklerini kaybetmiş bir insan olarak yazdım. konuşmaktan hiç hoşlanmadığım bir konu, yazmaya karşı nötrüm. inşallah da bu kelimeyi doğru yazmışımdır. anyway. tek derdim bu olsun.
araya ingilizce kelimeler karıştırıyorum umarım ne kadar kültürlü olduğumu ve hayatın neşe içinde geçen anlardan ibaret olduğunu fark etmişsinizdir.
sadelisu9 profili
-
kendin hakkında gereksiz bir bilgi bırak
-
iyi bir öğretmende aranan ilk özellik
on altı yıldır içinde olduğum meslek olduğundan, hatırşinaslık edip, en çok bana soracaksanız sabırlı olmasıdır. sevgiyi hiç söylemiyorum, o bir insanın, en çok da kendisi için, sahip olması gereken asgari duygudur. lafını da etmezsiniz diye düşünüyorum. sevgiyi de taşımayan gitsin topraklara yatsın, belki ölür.
fark ettim ki kampüslerin en arka tarafına ''eğitim fakülterini'' koymaları, bu sebepten. iyi bir öğretmen, en çok sabrı öğrenmeli diye düşünüp, bu şekilde bunu vermeye çalışıyor olabilirler. ya da bu sabah kampüsün en arkasındaki fakülteye giderken bunu ben uydurdum, yorum yok. ama birkaç puan verin, nihayetinde doğru yoldan gittim. -
pazar sabahı erken kalkmak için bir neden
çünkü, tellioğulları hiçbir zaman geç kalkmaz.
lütfü tellioğlu/1976/tosun paşa -
ayrılık
sekiz yılın sonunda kimya bölümünü nihayet bitiren kuzenim, geçen gün bir sohbet arasında, tüm canlılığın temelinin ''hidrojen'' olduğunu ve hidrojenin doğada en fazla bulunan element olduğunu söyledi. big bang falan da anlattı tabii, ama o sırada kafamda cher'in sesinden ''bang bang'' çalmaya başlayınca, ben kayışı koparmışım. bu da benim kötü tarafım. bang bang, you shot me down! gerçi, bilemiyorum, sekiz yılda güç bela okulunu bitirmiş bir kimyager olan referansım, pek güçlü olmayabilir, haklısınız. ama hoca bana taktı, diyor kendileri. daha önce hiç duyulmamış bu okul uzatma nedenine nasıl şaşırdım, anlatamam. belki de hadi iğneyi kendime batırayım, fen ile aramdaki ilişki bir saksağan ve kazma arasındaki ilişkiden hallice olduğundan ben anlattıklarını anlamadım. ikincisi mantıklı.
biz bunları konuşurken, o babasız evin, küçücük balkonundan görünen, kasabanın tek caddesi olan yolda, insanlar hiç ayrılık yaşanmamışcasına hevesle yürüyordu. baba, evle bir ayrılık yaşamıştı, mezarını gördüm bir bayram sabahıydı. balkonun karşısında, böyle küçük yerlerde devleti temsil eden önemli kurumlardan ptt binası, tüm ciddiyetiyle yükseliyordu. güvercinler binanın asık suratlı yüzüne onlarca yuva yapmış, büyüyüp de ayrılık yaşamaları için, canhıraş, yavrularını yetiştiriyordu. ben birkaç yıl önce kendimle yollarımı ayırmış, bir evin annesi olmak üzere yola çıkmıştım. her ilişki, bir kendinden ayrılıştı nitekim. yıllar, çocuklarını annesinden kaçırmış bir baba gibi önceki beni, bana hiç göstermedi. kendisinden davacıyım. sonra yollar, tali yollar, ana yollar. birleştirir gibi görünüyorlar ya, ayrılığın en büyük harcıdır. yollarda, hiç mutlu insan yüzü görmedim. yol kenarındaki evlerde ise, hep ayrılığa beş kala insanlar yaşar. siz hep, geceleri yoldan geçerken gördüğünüz, ömrü bir saniye olan evleri bilirsiniz. peki ya, bir ömür, o evin insanı olmak kaç otobüs dolusu insanı düşünüp, hikayesini düşlemek demektir? bence yol kenarında yaşayanlar erken yaşlanır sırf bundan.
insanların hepsinde ne var diye sorarsanız birincisi hidrojen var derim. öhom, öğreniyorum bak. insanların hepsinde, alışmaya yatkınlık var bir de. hiç dondurma yememişcesine, istekle, her gün süslenip püslenip, aynı caddeyi adımlayarak, dondurmacılara giderken duydukları cenaze anonslarına öyle alışmışlar. ölenin yaşadığı ayrılık, cürmü kadar yer yakıyor. geceleri gördüğümüz ışıklı evlerde yaşayan insanlar, kasabalardaki insanlar dondurmacılara giderken, cenaze anonsları ile yollardan, diğer insanlardan, elementlerden ve ptt binalarından sonsuza dek ayrılıyor. insansa anca alışıyor, bu bence bir çeşit lanettir.
okulumu sekiz senede bitirmedim. kimya da ilgilendiğim bir bilim hiç değil. bence tüm canlılığın temeli doğumla birlikte tanıştığımız ''ayrılık''tır. dünyada en çok bulunan hikaye budur. hiç azalmaz. hepimize yetecek kadar ayrılık var.
yeter ki doğmuş bulunun. -
ilk buluşmada hesabı bölüşmeyi teklif eden erkek
üst versiyonuyla takılmış, ilk buluşmada hesabı ödeyen kız olmuştum.
şimdi evlendik ve ben çalışıp ona bakıyo.. ahaha. yok ya. ameliyat oldu evde dinleniyor. allahtan her şeye anlam yüklemeyen kızdım da, hiçbir şeyi hesaplamayan adamı buldum. bölüm içinde gayet alengirli şeylerle de karşılaşsanız, bölüm sonunda herkes hak ettiğini kucaklıyor buna emin olun. ve her şeye takılmayın. şimdi markette de ben ödüyorum hesabı. eczanede de. doktorlarla ben konuşuyorum mesela. onun yapmayı sevdiği başka şeyler var: sevdiğim dizilerin bölümlerini indirir. asla okunmayan yazısıyla bana notlar yazar. yanağım apse yüzünden şişince öpecek alan çoğaldı diye sevinir. gittiği iş gezilerinden bir bavul kirli çamaşırla döner falan. hayatı bölüştük ve paranın ne kadar az yer kapladığını öğretti bana. ''olmayınca az yer kaplıyor'' diye düşünenleri kınıyorum ve laflar hazırladım.
ara sıra ''hem hesabı ödeyip, hem de nasıl benle evlendin'' diye başıma da kakılmıyor değil tabii. nasıl yaptım sahi? artık o kadarını bilemem. bilemem mızıkacıları*. bi öğrencim son okuduğu kitaba bunu yazmış. demek ki mızıkacıları bilmiyor. -
1 eylül 2016 28163 öğretmenin ihraç edilmesi
bir devlet dairesindeyim. eskimiş bir devlet dairesinde, eskimiş bi çocuk. yetişkinler eskimiş çocuklardır bunu herkes bilir. dokuz sene önce. upuzun bir koridor boyunca sıranın bize gelmesini bekliyoruz. bir hayat rutini işte, "sıranın bize gelmesini bekliyoruz." kavaklar köyü neresi yaa, diye soruyorum çevremdekilere. sıranın arkalarından bir sarı kafa uzanıyor. "aa, ben de oraya atandım." gülerek geliyor, sonra öğlen tatilinden dönen memur kapıyı açıyor. birlikte giriyoruz içeri, işlem tamam, sıra bizde işte, öğretmen oluyoruz.
ıssızda bir köy okulundayım. pencereden bakıyorum bomboş tarlalar. -şimdilerde adı kayaşehir- birden geliyor el sallayarak. sarı bir etek giymiş. okulumuzu geziyoruz. müdür bizi pek beğenmiyor, suratından belli. ilk kurul toplantısında okulun en dağınık sınıfını vermesinden belli. sıralara varana kadar biz taşıyoruz, biz kuruyoruz sınıflarımızı. kıyafetimize takılıyor, makyajımıza takılıyor. sınıfların başarısı zerre umurunda değil. üçüncü sınıfa gelmiş, okuma yazma bilmeyen çocuklara verdiğim emekler gözünde değil çünkü. kpss'de doksan puanın üstünde almış "abla öğretmenlerine" her sene teşekkür veriyor, maklube kaşıklıyor. ücretsiz kurs açıyoruz orta okul öğrencilerine, sınava hazırlansınlar diye, branş öğretmeni bile değiliz. her sene teşekkür alan öğretmenlerin hiçbiri yanaşmıyor. otobüs üç saatte bir. dörtte eve gideceğimize dokuzda gidiyoruz. arabamız yok, otobüs de kaçınca otostop çekiyoruz, bu şekilde cenaze arabasına binmişliğimiz bile var. hele kışları çok zor, okul ısınmıyor, atkılarla berelerle derse giriyoruz. okulun yokuşunda karda birbirimize sarılarak ısınmaya çalışıyoruz. o binayı orada yazın bile görsem, hala içim ürperir. mezun olan başarılı çocukları ailelerinden güç bela izin alarak, kendi imkanlarımızla sınavlara sokuyoruz, şu an çok iyi yerlerde olan çocuklar var. ama müdür bizi bir türlü sevmiyor.
bir mahkeme salonundayım. babasını hatırlatan bir şey istemiyor hayatında, ismini değiştiriyoruz. kırmızı bi pantolon giymişim, hakim, çok kıkırdayınca azarlıyor bizi, "sus hanım sus." sonra, şahitlik ediyoruz. ısmi değişiyor. lisede imdat diye bir arkadaşım, bıçaklanıp, ölmüştü, yardım beklerken. imdat! isim kadermiş, belki değiştirmeye çalıştığı şey, kaderi. baba aile tablosunda çokça kara kullanmış çünkü, eve geldiği ender zamanlarda. hiç bahsetmezdi. ismini değiştirirken de, kendince, o günlere bir perde daha çekti sanki.
bir caminin avlusundayım. cenaze. eskimiş bir camide, eskimiş bir hayat. ölüm hayatın eskimesidir, bunu bazıları bilemeyebilir. babasını kaybetti. bir iş kazası, vincin altında kalıyor ve on gün komadan sonra vefat ediyor babası. ısmini ve fotoğrafını ilk kez cenazede görüyorum. sağlığında tanımadığım bir adamın cenazesinde ağlıyorum. sessizce, başucunda babasının, içine içine ağlıyor. deli gibi yağmur yağıyor. bazı hüzünlü hikayelerde neden inadına yağmur vardır hiç anlayamam. yıllardır görmediği akrabaları. buz gibi ortalık, kimse kimseyle konuşmuyor. o okulda üşüdüğünden daha çok üşüyor eminim. sonra dava açılıyor. sanırım, sigorta, babasının iş kazasına karşılık aileye bir miktar ödeme yapıyor. ve bu para parça parça, kardeşlerin düğünlerinde kullanılmak üzere, -hiçbir siyasi amaç ya da çıkar gözetmeksizin- malum bankaya yatırılıyor.
bir düğün salonundayım. ismi gibi artık soyismi de değişiyor. düğünler eskimiş gençlik midir, pek ben de emin değilim. gelinliğine, yağmur yağıyor yine.
tanışmamızın tam dokuzuncu yılı bugün. biz atanalı, dokuz yıl olmuş. evinin yanında, küçük bir okulda, daha rahat koşullarda çalışmaya başlamışken, sırf bir bankayı kullandığı için, ihraç ediliyor. işine başladığı isim ve soyisinden bambaşka bir kimlikle, mesleğine veda etmek zorunda kalıyor. ilkokul sırasında siyah önlükle hiç okul şarkısı söylememişçesine mutsuz müdürümüzü, 23 nisanlarda vals öğretip, her gün bir molotofun atıldığı okula, korkmadan, şenliklere götürdüğü öğrencilerini, penceresinden yalnız yol görünen kahve içtiğimiz dertleştiğimiz küçücük ana sınıfı mutfağını, içine ilk aşk acılarımız sinmiş okulun kalabalık, hiç bitmeyecek gibi duran koridorlarını, sırf bazı hüzünlerimizden bir türlü bitmeyen mevsimleri, hepsini unutuyor hiç yaşamamış gibi öyle mi? insan ne kadarını unutabilir geçmişinin? adalet, o bahçedeki ağaç mı baltası olan kesiyor önünü yeşermesinin? hayat, kaç yaşınıza gelirseniz gelin, bu kadaf tuhaf mı?
su döngüsü var ya hani, bence, hayatı boyunca, boyuna, aynı yağmur yağıyor kimilerinin.. -
ünlü biriyle ilişki yaşamış sözlük yazarları
her sey ebru gundes'in lisesine gitmemizle basladi. en fazla ebru gundes cikti iste, hicap duyuyorum, isim vermiycem. o da zaten mezun olamamis ortak kimyacimizin soyledigine gore ben en azindan okullarimi bitirdim. ama simdi yalida kim oturuyor? neyse en azindan benim cocugum bi seylerden etkilenmiyor!
kiz kardesle gezmelerdeyiz, sene 2010 filan herhalde. bu kiz kardes yalniz tam bir manyak paratoneri, o gece kesfettim. kahvecinin birinde oturduk, bir oglan geldi yanimiza, ortalama bir guzellik yarismasindaki kizlarin yarisindan guzel, oyle bir cocuk. guzel insanlardan zarar gelmez algisi var sanirim, kiz ya da erkek. sosyallesme cabasina karsilik verdik, yaninda arkadasi da var o da geldi oturdu hikayeye. hadi dedik, genc insanlariz, soyle canli muzik filan yapalim. hani biz yapmayacagiz da yapanlarinkinden calacagiz. daha dogrusu onlar calacak, biz dinleyecegiz. aman bee, ne pis geyigim varmis.
neyse onlar arabalarinda, biz takside gittik, yakinlarda bir yere. tanimadigimiz insanlarla tanisiyoruz ama neyseki hala arabalarina binmeyecek kadar suurumuz yerinde. vardik mekana, oturduk. bizim guzel oglan, demet akalin'in danscilarindan biriymis, oynadigi klibi filan gosterdi. obur eleman da bi yerden tanidik geliyor ama cikaramiyorum. dedim, sen hic yabanci gelmiyorsun. dedi ki, ogun samast'a benzettin di mi? evet, deyince de, kuzeniyim, dedi gururla. aman tanrim dedim! oburu de kiz kardesimle ciktigi begenti yolundan cok uzaklara sapmis, unutamadigi sevgilisinden bahsediyor bu arada. neyse en azindan cok salca olmazlar diye icten ice seviniyorum ama ben buna. samast da, adini hatirlamiyorum, oyle bir yuvarliyor ki kadehleri, kendinden gecti. en son niye bilmiyorum, kadehin birini alip kafasinda kirdigini hatirliyorum ve mekandaki herkesin bize acir gozlerle bakarak kacistigini. bu esnada bizim asik, nasil agliyor, nasil agliyor. ıctikce aklina sevgilisi gelmis. masa resmen bir kaos. o bir anlik boslukta, nasil olduysa kardesimle kalktik hemen kapidaki taksilerden birine atlayip, toz olduk. kabanlarimizi filan da orada biraktik, bize bi sey olmasin. omrumde gecirdigim en sacma geceydi, insanin demek ki basireti baglaniyor. ertesi gun gazeteden dansci oglanin ihtihara tesebbus ettigini ogrendik, biz mekandan kacinca dayananamis yoklugumuza. ahaha, yok ya askindan, bizi muhtemelen hatirlamadilar, aman iyi ki de hatirlamadilar.
kiz kardesimin son sevgilisi de unlu bi ailedendi. hobi olarak birkac dizide oynamisti. bunlar ayrilinca tuba ozayla birlikteydi bir muddet. biraz uzaklasalim demisler, artik nasil biktiysa kiz dominik'e kadar uzaklasti biliyorsunuz. en son, ya bana don, ya da hande yener'le birlikte olurum diye tehdit etti, bunlarin tripleri de bir alem. ama kiz kardesim o ara devran iskender ve songul karli ile yemekteymis, o hikayeye hic girmiyorum, donmemis mesaja. songul karli sutyensiz miydi dedim, cevap veremedi.
bir de buyuksehir belediye baskanligina adayken mustafa sarigul secim calismasini bizim buralardan mi yurutuyordu, neydi, hep buralardaydi. her sabah onu gormek bir rutin olmustu adeta. yuz goz olmustuk, anlatmamin manasi yok. ama kiz kardesim kendisini tanimamis, evet magaradan cikti, kendisini yanina cagirinca, adeta firca atmis, adama, sen gel demisti de adam gayet nazik davranarak gelmisti. overlokcu gibi resmen. ıste halka inen siyaset budur. belki de fazla indi de kaybetti, bilemedim simdi. ama seviyorum seni sarigul. oyum sarigule veriyorum
bir keresinde de seray sever'le yemek yedik istinye park'ta. kucuk bir ayrinti, ayri masalardaydik. o aralar kumral ve uzun sacliydi ve gercekten cok guzel gorunuyordu ki normalde begenmem.
ortakoy'de akmayan trafikte kerem cem ve eski esine yol vermistim. onlar da sonra birbirlerine yol verdiler malum, bosandilar. ama nazik bir cifttiler dogrusu, iyi gidiyorlardi. demek ki biraz da ayri ayri gidelim dediler. umarim yine iyi giderler, zaten na kadar yasiyoruz ki, mutlu olmak lazim.
teoman'da bir aralar her taksim'e cikisinda benle karsilasirdi. o zaman evli degildi, ikimizin de bohem bir hayati vardi demek ki. o kadar cok ayni yerlere gidiyorduk ki, acaba beraber mi takilsak diye dusundum. valla. sorun, soylesin. ama kesin hatirlamaz, cunku hep sarhostu.
olsun, hayat belki de hatirlamadigimiz anlardan ibaretti. -
kişinin yaşlandığını anladığı an
bizim bir aile gelenegimiz var. esasen bakarsaniz geleneklere sahip olmak bile yaslanmakla ilgili galiba, su an fark ettim ama bunu gormezden geliyorum. alti kardesiz ve yas gunlerimizde babam bizi arayip hep ayni dogum gunu sarkisini soyler. bu ilk gunesli bahar gununde tum otoparklarin dolu olmasi gibi, zaten calismadiginiz zamanlarda hafta sonlarinin -hak edilmemislik hissinden kaynaklaniyor olmali- sikici ve anlamsiz olmasi gibi, orhan ve ferdi den yalniz birini sevmek gibi olagandir.
dogumgunumdu iki gun evvel.. -bugun dogum gunu olanlari kutlarim.- malum, sarki gelecek, bekliyorum. baktim babam, watsaptan yazmis! aramiyor, sarkiyi soylemiyor, sozlerini yazmis. sozleri de yazayim tam olsun gibi, ama eksik oluyor oyle. duyamiyorsun sesini. arayip bi kizayim dedim,biliyorum bu yaslilik degil, dupeduz aymazlikla ilgili. sonra baktim telefona. mesaja. tarihe. yillara. kendime. her sey degisecek, her yas gunumde o baba orada olmayacak. o sarkiyi soyleyemeyecek hicbirimize belki de. hayatla kontratim yok, herhangi bir konuda anlasmamiz olmadi kaldi ki herhangi bircok konuda anlasamadigimiz oldu cok. dedim ki, allah gostermesin, ama olur ya, olmazsa bir daha, anladiniz onu siz dile dokesim gelmiyor, bu bildiginiz gibi zamansizlikla ilgili, mesaji acip okurum. soz ucar, yazi kalir malum. boylece her dogum gunum, hep sarkimizla kutlanmis olur. bu da biraz buyumekle ilgili. buna da icten ice sevindim.
ınsan, sevinmeyi kafasina koymayadursun illa bir yolunu buluyor, bu biraz yasamakla ilgili..
nihayetinde acik konusalim romalilar, sevdiklerinizin az zamani kalmis olma ihtimali, akliniza daha sik geliyor ve kendinizce daha az yara almak icin cozumler uretmeye cabaliyorsaniz bencil oldugunuz kadar yaslisinizdir da artik.
cunku yaslilik, yasadikca yara almamaya calismaktir. -
depresyon kırıcı olarak baba
.. ilk aşk acısı.
yedi sene evvel, adamın biri dedi ki ''ben gayet iyiyim, arkadaşlarla zeytinburnu sahilde mangal yapıyoruz, o kadar iyiyim yani. bir daha da beni arama.'' bir daha arama diyeli 16 kez falan aramış olabilirdim. ama bu kez düşündüm kendi kendime, dedim ki, sonuçta arama beni dedi, görme beni demedi. aramam ama aşkın bana verdiği yetkiye dayanarak, gidip görebilirim. zaten zeytinburnu dediğin nedir ki? o zaman araba da yok, henüz şoförlük de. ama baba var. babalar gibi var hem de. zaten yerinde bir babaysa birçok şey var gibidir. hala yerindeyse, çocukluk var gibidir mesela.
neyse, baba dedim, şöyle bir dolaşsak ya, zeytinburnu sahil, falan. çok sıradanım sanki, her gün gittiğimiz yol. adam da demedi ki, niye zeytinburnu? birazını anladığına, üstünü hissettiğine eminim. atladık gittik, deli gibi dolaşıyoruz. bütün mangalcıların yüzüne, park etmiş arabalarına bakıyorum. bir yüz aradığım. temmuzda, yedi sene sonra, karaköy'de eşiyle birlikte karşılaşabileceğim bir yüz. hayat, hiç pas geçmiyorsun, sokuyorsun gözüme. bir depresyon dövücüsü babam da bütün gün ah etmeden bütün sahili dolaştı benimle, mangal insanını aramak için.
biz o gün bulamadık. hayatımda hiçbir şeyi aradığım vakit bulamadım zaten, buna geceleri güneş de dahildir. sahil kenarındaki mangalcıları, kolundaki yanığı, sebepsiz aramalarımı, ilk aşk acısının bir tutamını ve bazı şarkıları o gün dönerken içimden denize attım. yüzmediler. okulumun karşısındaki başak tarlasına gökdelen yaptılar. ben yıkıldım. imarsız, iskansız ve olanaksızdım. geçenlerde, metin akpınar'ın, zeki alasya'nın cenazesinde yakasına taktığı en yakın arkadaşının fotoğrafıyla verdiği bir pozdan sonra da, hayatı biraz daha kanıksadım.
babamın iyiliklerini de asla unutmadım.