benjamin breeg30
profili

  • bilkent üniversitesindeki enteresan hoca isimleri

    uzun zamandır dikkatimi çeken ve de sanırım sadece bilkent üniversitesine özel olan bir tuhaf durumdur. bilkent üniversitesinde hoca olmak için belki de bi kriterdir. normal bi isim ve soyisimle öyle burda hoca olamazsınız diye bir koşul vardır belki de. yani hoca denirken akla ne gelir; işte mahmut yıldız efendime söyliyim mustafa kaya hadi biraz daha nadir olsun ayşenur özdemir ne bilim en fazla asuman tekin olur hoca dediğin ama bilkent üniversitesi öyle mi;

    jülide akşiyote
    iletişim ve tasarımı bölümü

    isim zaten nadir de ama bu soyisimle yanyana gelince dünyada tek herhalde. hatta önümüzdeki 5000 yıl boyunca da böyle bir gelmez bence daha.

    bilin neyaptı
    iktisat bölümü

    insanda durup dururken şüphe uyandıran bir isim. okurken de düşündüren bi isim. düşünürken de düşündüren öyle görünmese de çok akademik bir isim.

    ayışığı başak sevdik çallı
    bilgisayar mühendisliği bölümü

    sanki şifreli bir mesaj var ya da bizden birşey bulmamız bekleniyor da bunlar ipucu kelimeler. hmmm. bi şiir kitabı adı da olabilir bilemedim.

    zühre sü gül
    mimarlık bölümü

    hani zühre gül olsa bi nevi anlaşılır hatta zühre su gül olsa bile ama o su neden sü oluyor abi nasıl bi ünlü yumuşaması çeşidi bu.

    satılmış topçu
    bilişim sistemleri ve teknolojileri bölümü

    mesela neymar gibi zira kendisi satıldı 220 milyon euro'ya ve de topçu. ama messi öyle değil çünkü bonservisi elinde gitti. o yüzden o serbest bırakılmış topçu.

    ayşe henry
    mimarlık bölümü

    on numara çok kral efsane bir isim soyisim. annesi de fatma djorkaeff.

    andre santos nouri
    iç mimarlık ve çevre tasarımı bölümü

    portekiz milli takımının sol beki gibi başlayıp kızılcahamam müftüsü gibi biten bi isim. cok acayip.

    esma burçin dengiz olin
    iç mimarlık ve çevre tasarımı bölümü

    ya allah aşkına esma burçin neyine yetmemiş. hani esma burçin olsan ne güzel kulağa da hoş geliyor ama sonra dengiz olin ne abi. mogolistan hanı mısım sen yoksa pagan tanrısı mı.

    örsan örge
    doktora: kansas üniversitesi

    ör parantezine alınabilirmiş aslında. sange ile devam edilebilirmiş.

    tijen sonkan türkkan
    iç mimarlık ve çevre tasarımı bölümü

    slogan gibi isim. dişe dişe kana kana intikam diye de devam edebilirmiş.

    atıl kurttekin
    grafik tasarımı bölümü

    bu hocamızın asıl soyisminin kurt oldugunu düşünüyorum. anne ve babası ona kötü bi şaka yaparak ismini atıl koyduklarını buna intikam olarak da hocamızın soyismini değiştirdiğini düşünüyorum.

    dominique kassab tezgör
    güzel sanatlar bölümü

    italya alplerinde başlayıp adana toroslarında biten bir fay hattı gibi adeta öyle bi isim.

    serge randriambololona
    matematik bölümü

    sonlara doğru klavyeye random basılmış belli.

    glenn terry kukkola
    mimarlık bölümü
    yaşlı amcaların coca cola'ya seslenme şekli gibi bir soyisim bu da.

    tudor onea
    uluslararası ilişkiler bölümü

    soyisimi zaten tepkiyi bizden önce koymuş.

    costantino costantini
    kültürler, medeniyetler ve düşünceler programı

    istanbul istanbul olalı şarkısının yunancası bu da.

    sinan pekinton
    lisans: hacettepe üniversitesi ankara devlet konservatuvarı

    eyalet ismi gibi washington mesela ama onun ali express’ten sipariş ettiğinizi düşünün.

    daha bunun gibi onlarca aşırı marjinal hoca isimleri;

    nazende özkaramete coşkun
    fulten larlar
    ilgi gerçek
    celile ıtır göğüş
    okyay say
    arzu sibel ikinci
    lori russell dağ

    ve sayamadıklarım..

    eğer siz de çok sık rastlanmayan bir isme sahipseniz mesela adana merkez patlıyor herkes gibi bilkent’e hocalığa başvurun kesin alırlar. rektör bile yaparlar.

  • nato'nun sembol yüzü seçilen norveçli subay

    "norveç'te benim babam da subay olur. ortadoğuda iki günde pokemona çevirirler bu şeker oğlanı." diye yazmis biri 660 fav almis. yazan tabi ortadogulu olunca.

    oglum adamlar bin yillardan beri gelen viking ekolunun devami dunya tarihine mogollarla beraber adini barbarlikta bir numaraya kazimis milletin evlatlari modern zamanda ise barbarlik formalarini emekliye asmis yerine silah top tufek satarak daha akilli ve sinsi islere yelken acmis. simdi bu adamlardan satin aldigi silahla iki havaya sikip allahuakbar diye bagiran vitaminsiz dasak oglani ortadogulu mu bu adamlari pokemona cevirecek. gorduk iste iki ucak ile hepsi komur oldu. bi milyon sonra da petrol olarak geri donerler dunyaya.

  • hayatında hiç suşi yememiş insan

    2018 dünyasında özentilik falan değildir mk herkes herşeye artık daha rahat erişebiliyor isteyen yer isteyen yemez .

    benim diyeceğim ise, ilk kez mezun olduğum sene çalıştığım şirketin iş gezisinde fransa'da japon bi restoranda denedim yedi yıl kadar önce. çok hoşuma gitmişti sonra o zamanki patron ve diğer müşterilerle ne zaman yemek olayı olsa suşi restoranı seçiyorum. yemek yeri ayarlama olaylarını bana paslamislardı ben de kırk yıllık ninja gibi paso suşi restoranları seçiyordum. neyse bigün patron bi de saşimi denesene dedi. ben de denerim tabi dedim. içimden de saşimi ne la mk dedim. sonra geldi bi tabakta. suşi gibi iste çiğ somon tuna falan doldurmuşlar tabağı suşiden tek farkı pilav yok bunda. neyse ben bunu yedim ve hiç hoşuma gitmedi. sonra yine suşi istedim. yani suşi ile saşimi aynı şey ama içinde pilav olmadığı için saşimiyi sevemedim suşiyi sevdim demek içinde pilav olmasa suşiyi de sevmezdim. yani meğerse ben aslında pilav seviyormuşum mk haberim yokmuş. bunu öğrenince bi aydınlanma geldi tabi. istanbuldaki günlerimde yediğim tavuklu pilavlar aklıma geldi para olmadığı zaman sadece pilav alıp üzerine hunarca ketçap sıktığım günler geldi. demek ki tüm olay pilavda imiş. burdaki suşiciler kandırmayın kendinizi siz de mk alayınız tavuk pilavcı biliyoruz.

  • muhteşem zannedilen hayal kırıklığı yerler

    benim icin bunlarin en basinda truva geliyor. en buyuk sebebi de troy filmi. lan bu orco filmi izlediktan sonra truvaya bi gazla gelmisim o zaman lisedeyim otobuste uyuyamiyorum heycandan dusunuyorum o kocaman surlari duvarlari, efso gemileri falan, ege sahil seridini efendime soyliyim muthis gun batimlarini, gun dogumlarini, tapinak kalintilarini apollo heykelini falan arada belki bikac tane tanri da gorurum diye dusunuyordum. geldim baktim bi de ne goreyim. bikac kalinti ve de canakkale belediyesinin yaptigi tahtadan atli karinca. ben de ecebaata gidip ekmek arasi kofte yemistim amk. ondort yil once. icimde hala buyuk bi ukte.

  • 11 haziran 2018 ssg'nin tweet'i

    bu aralar gezi fotografciligi yapiyorum. yabanci dilde bi icerik paylasiyorum genelde takipciler yabanci. gecenlerde ilk kez ucyuz bin kisilik bi turk gezi facebook grubuna cektigim new york fotograflarini paylasayim dedim. guzel tepkiler geldi basta nasil cekim yaptigimi, hangi makinleri kullandigim, edit programlari gibisinden sorular. sonra bi ara bi notification geldi herifin biri benim hakkimda "bu herif sahtekar bu fotograflari o cekmemis, fotograflar mike diye bi adamin (mike'in instagramini vermis). bunu atin gruptan hirsiz" diye yazmis. sonra hemen bu herife destek maiyetinde bikac kisi daha "yaa yakalandin hirsiz bu gruptan bisi kacmaz" gibisiden mesajlar girmeye basladi. ben de hemen mike'a baktim. mike da bi instagram fenomeni benim fotografimi beni tagleyerek paylasmis ama bana tas atan herif bunu gormeden millete hirsiz diye yardirdi ve millet de dunden razi gibi lince basladi. bikac dakkada on kisi falan yazdi. yaptigim sey hemen mike'in paylasimini screenshot yapip tum mesajlara cevap yazdim adam zaten beni taglemis diye. paylasimi yapan herif gordu sonunda, paylasimini sildi ozur diledi falan. linc buyumeden sansa engelledim. o an telefonun basinda olmasam mesela bugun kendi cektigim fotograflari paylastigim icin hirsiz damgasi yicektim neyse.

    ssg'nin tweetini okudum agir bi ironi var elbette anlamayana bi daha soyliyim. "cay icip kek yiyebilecegin internete girip kitap okuyabilecegin yer sakin kutuphane olmasin demis. zaten var yani demis. milleti kekleme" demis. bizim okumayan ya da okudugunu anlamayan 160 iq seviyeli yeni eksi sozluk yazarlari ise bsg deyip lince baslamis. yuz entry girilmis. bundan sonra da girilecek kesin. yani bu ulkede hersey gelir gider merak etmeyin tayyip de gider kalici degil daha beteri gelir belki ilerde ama o da gider fakat avrupalilarin uc besyuz yil once terkettigi su sikik buram buram ortadogu kokan linc kulturu nasil gider onu bilmiyorum.

  • 13 ekim 2017 tk35 thy istanbul montreal seferi

    fenalık geçiren kıza geçmiş olsun ama içindeki diğer 253 yolcuya daha bi geçmiş olsun. hani uçak 7 saat istanbul üzerinde tur atacağına kuzey kutbuna ne biliyim en azından bir svalbard’a falan gidip gelseydi keşke yani empati yapıyorum 7 saat boyunca devasa bi tenekenin içinde sürekli bağcılar, gaziosmanpaşa esenler manzarasına tepeden maruz kalıyorsun..ne zor bi imtihan. uçaktaki yolcuların hepsi ekmeğe falan bastı herhalde kuran yırttılar başka açıklaması yok. geçmiş olsun yine.

  • 9 aylık adet kanıyla çizilen resim

    resimde kocaman bir baş var bir de kanla cizilmis. yani başkanlik sistemine isaret ediyor. tesekkurler buyuk resim kursu.

  • türkiye'nin isminin referandumla halka sorulması

    sorulsun ama sonra ataturkiye falan diye bisey cikarsa yan cizip refarandum amacindan cikti diye aglamayin amina kodugumun gerizekali comarlari.

  • ekşi itiraf

    dört yıl boyunca çalıştığım ilk şirketim yanlış muhasebeden dolayı bana kol gibi vergi borcu çıkardı. onlardan ayrıldım yeni bi şirkete girdim. üç ay sonra ise bu şirket batacaklarını belirtip beni işten çıkarmaları gerektiğini söyledi. daha sonra yasa gereği en az üç ay daha çıkaramayacaklarını anlayınca anlaşmaya vardık daha doğrusu vardığımızı sandım. "işte ben başka iş arayacağım bu sürede çalışmayacağım" kabul ettim ahmaklar gibi. hızlıca bi iş bulduktan sonra adamlara döndüm "çıkışımı verin" diye sonra öğrendik ki bu olay da yasadışıymış. işvereni arıyorum açmıyor telefonunu orospu çocuğu. yeni bulduğum bu üçüncü şirket ise şirket bile değilmiş amk bugün onu öğrendim. tüm bunların arasında evimden çıkmak zorunda kaldım arkadaşın yanında şimdi 1 metrekarelik bir kilerde yaşıyorum. benjamin 27 yaşında şirketleri, corporate yaşamı herşey gibi hafife aldı. ziyan oldu. benjamin gerizekalı bir mal onun gibi olmayın.

  • hatırladıkça iç burkan gerizekalılık anıları

    üniversite ikinci sınıfının ilk dönemi bir ara tüm derslere gitmeyi bırakmış on metrekarelik yurt odamda hayatımı bazal metabolizmik bir şekilde idame etmeye çalışıyordum. odam dediğim de üç kişiyle daha paylaşıyoruz. her sabah arkadaşlar derslerine hazırlanıp giderken ben ise kantinden çayımı pohaçamı alıp bilgisayarımın başına geçer ve kulağımda en favori müzik grubum iron maiden parçaları eşliğinde bilumum bilgisayar oyunlarına dalar öylece vaktimi tüketirdim.

    bir gün bu amansız ritüeli kırıp değişik birşey yapayım dedim ve odamın penceresini açtım. odamın manzarası genişçe, kampüsü görüyordu. derslerine gidip gelen öğrenciler, ring otobüsü bekleyenler arada çimlerde uzanıp ders çalışanlar, öpüşenler, top oynayanlar kimi zaman ip atlayanlar. fakat manzarımın en hareketli kısmı yaban güvercinleri idi. işte pencereyi açmamla uçuşmaya başladılar, bunun üzerine ben de onlara pohaçamın kırıntılarını attım ve penceremin kenarında küçük bir izdiham yaratıp kırıntıları iki dakikada silip süpürdüler.

    güvercinlerle bu etkileşimim beni fazlasıyla heyecanlandırmış ve ilişkimin boyutunu artırmak için aklıma harika bir plan gelmişti. bir üstün zekalı varlık yani 'insan' olduğumu hatırlayıp “ben eğer pencereyi her açtığımda bu bebelere yem atıp iron maiden dinletirsem bunlar bi süre sonra maidencı olur ve her maiden parçası açtığımda yanıma gelirler, ben de mutlu olurum” diye bir hipotez ürettim. yani lisede öğrendiğimiz pavlov'un şartlı refleks olayı gerçek hayatta işime yarayacaktı. aslında o aralar uzun zamandır bilime küstüm ben. en son ortaokulda pamuk üzerinde fasülye yetiştirdikten sonra kendimi adete bir gregor mendel sanıp “fasülye yetiştirebiliyorsam ben soğan da yetiştiririm biber de patlıcan da” diye eve 5 kilo pamuk ve tohumlarla gelip evimizin misafir odasını deney odasına çevirmiştim. hem zaten gerçekleştireceğim bu bilimsel atılımla fakir olan aileme de bir katkı sağlar, kimselerin uğramadığı misafir odamız da bir işe yarardı diye düşünmüştüm. ama işte olmadı amına koyim. olmadı. iki günde oda önce fare ölüsü koktu sonra çeşitli kimyasal tepkimeler oluştu. oda şartları gitmiş yerine sanki dünyanın ilk oluşum şartları gelmişti anasını satayım. odanın ekolojik dengesi bozulmuş, muson yağmurları yağıyordu. geride ise gözü yaşlı bi ana ve elinde kemerini sırtımda patlatan bir baba. aldığım pamukları götüme soktular. ben de yapacağım bilimi sikeyim lanet gelsin fiziğe de, biyolojiye de deyip örnek çözümlü soru banklarına geri döndüm. belki de bizim oda koşulları pek uygun değildi sözlük, bilemiyorum.

    fakat yıllar sonra bilime olan inancım geri gelmişti. her sabah penceremi bir iron maiden müziği eşliğinde açıp ve bu yaban güvercinlerini beslemeye başladım. günlerce bu eylemi gerçekleştirdikten sonra yine bir gün pencereyi açtım bir iron maiden parçasıyla beraber -elimde bu sefer yem olmadığı için özel bir parça olmalıydı bu, blood brothers yani kan kardeşler- ve güvercinlerin yanaştığını gördüm. o an kadar sevindim ki kendimi kaybettim. onlarla beraber bağırmaya başladım “what are we?” diyordum yemleri havaya saçıp “we are blood brothers” diyordum onlar da onaylar biçimde kafalarını sallıyordu emine erdoğan misali, yemleri gagalarına geçirerek.

    mutluydum artık hayatım o kadar renklenmişti ki bu olayı kampüste tanıdığım herkese anlatıyordum. videolarını çekiyordum. artık heavy metalci güvercin arkadaşlarım vardı. boru mu lan bu. çoğu zaman okulda cuma akşamları millet arkadaş gruplarıyla içmeye eğlenmeye çıkardı ben ise elimde biram ve sigaram penceremin kenarında maiden dinleyen güvercinlerim ve gökyüzüne bakıp geleceğe dair daldığım hayallerim. gel gelelim ki, iki biradan sonrası ise hep gözlerim buğulanırdı.

    bir gün yine pencereyi açtım. pencereyi açmamla beraber güvercinler bana doğru uçmaya başladı. ilkin sevinsem de daha sonra bu durumda bir terslik gördüm. zira bilgisayarımda 'the smiths' çalıyordu. gelmemeleri lazımdı kuşların. benim kuşlar maidencı idi. şaşırdım, endişelendim ve pencereyi kapadım. oturdum bu sefer 'pink floyd' açtım kuşlar yine geldi. “lan niye geliyosunuz amk! benden habersiz ne ara başka gruplar keşfettiniz lan” dedim. gelmemeleri lazımdı. daha çok endişelendim. titreyen ellerimle gidip bu sefer kıraç açtım ve ona bile geldiler amk. “siktirin gidin lan” dedim ve oturdum bilgisayarıma pavlov'u araştırdım tekrardan bi yerde yanlışlık olmalıydı. yaban güvercinlerini araştırdım belki de sağırlardı. yok değilmiş. neden böyle oldu peki bilmiyorum. son bi kez pencereyi açtım bu sefer ses yok müzik yok yine geldiler. o vakit anladım ki bu yaban güvercinleri müziğin sesinden çakmıyorlarmış. pencerenin görüntüsüne şartlanmışlar kabilelerini siktiklerim. dünyam yıkıldı yemin ederim. aldanmıştım işte yine. lan hani kan kardeştik! hani kankaydık lan? acısı bir bıçak darbesi gibi saplandı kalbime. ilkin onlara yem vermek istemedim fakat yalan da olsa geçmiş günlerin hatrına son poğaçamı da verdim onlara ve bir daha açmamak üzere kapadım pencerimi. zaten dönem sonu gelmişti, ankara'nın ise göt donduran soğuğu başlamıştı. dönem bittikten sonra da yurttan siktir olup evime annemin babamın yanına gidiş yolu yine doğru ama hayvan gibi işlem hatası yapmış sıçıp batırmış bir misafir olarak geri dönmüştüm.

    pavlov ile gerçekleri araştırken o zaman pek ehemmiyet vermediğim korkunç bir bilgiye denk gelmiştim. bu sakalına tükürdüğüm pavlov'u köpeğine şartlı refleksi dayadıktan sonra her zil çalışında salyası akan köpek yemekten kesilmiş cılız, güçsüz, sefil bir ite dönüşmüştü. bu köpek de “lan bu dürzü deney yapacak diye aç bir it gibi geberip gideceğiz yaa şuna bak” deyip sürekli salya bırakmaya başlamış. fakat bi yerden sonra mevzu o kadar karışmış ki, artık köpeğin her salyası aktığında pavlov elinde bir zil, kendini zil çalarken buluyormuş. yani köpeğe yaptığı onca eziyet dönüp dolaşmış kendisini bulmuş. köpeğin pavlov'u deneyi adlı bu kaynağa bi daha rastlamasam da o günden beri ne zaman yolda yem yiyen yaban güvercinleri görsem duruyorum ve telefonumu açıyorum kulaklığımı takıp bir iron maiden parçası dinliyorum istemsizce. geçmişime dalıyorum. tam gezilmeyen kampüs çimleri, girilmeyen dersler, yarım yamalak bilgiler, tutulmayan notlar ve eller.. kendimi görüyorum yağlı saçıyla pencere kenarında elinde birayla, tokalaşıyorum. elini sıkıyorum tipini siktiğimin daha çok sıkıyorum “ahğğ” diyor malın evladı. acıyor. bırakıyorum. gözleri buğulanıyor.

  • yurtdışında yaşanan dumur olaylar

    bir arkadaş ile yolumuz uruguay'in başkenti montevideo'ya düşmüş, küçük bir turistik çarşıda akşam yemeği için bir lokanta arıyoruz. o sırada esmer, uzun saçlı, sıfır kol tişört giymiş, dövmeli falan dombili bir amigo “buraya gelin, burda yiyin” falan diye bize seslendi. biz de gittik ayaküstü konuştuk biraz. türkiye'den geldiğimizi öğrenince herifin otuziki dişi birden gülmeye başladı, sonra bir şeyleri hatırlamaya çalışır gibi başını eğdi daha sonra birden kafasını kaldırıp direk türkçe şu cümleyi kurdu.

    -“naber lan bok kafa?”

    oha dedim. akabinde “amina koyim abi” dedi. yuh dedim. biraz durduktan sonra “dalyarak” dedi. sonra hatırlamadığım bi kaç tane daha küfürlü cümle daha kurdu. yani bizim kekolar avrupa'da falan millete küfür öğretiyor tamam, küfürlerimiz bizden önce çoktan avrupa birliğine girmiş vaziyette, hatta bugün "siktir" kelimesi "yoghurt"'tan sonra literatüre geçecek ikinci kelime noktasında büyük yol katetmiş durumda ama uruguay lan burası. hani çok uzak bi yer. olmaması lazım artık burda da diye düşünüyor insan.

    neyse biz arkadaşla napalım diye kendi aramızda konuşurken arka planda bizim amigo şarkıcı doğuş gibi patır kütür küfürlerine devam ediyordu. en son döndüm ve elimi herifin omzuna koydum “olmaz” dedim “bak bu yaptığının cezai müeyyidesi var” dedim. yok lan öyle demedim. “abi allah aşkına sen millete küfür ederek nasıl türk müşteri çekeceksin ki? yani senin tam olarak amacın ne?” diye sordum. o da “burda çalışan bir türk öğretmişti bana ve sizin türkler çok seviyor küfredince ve gelip burda yiyorlar sorun yok” diye gülerek cevap verdi. vay arkadaş! dünyanın bir ucunda türk müşterisini türkçe küfürle ayartan yerler de varmış ya la burda olsa direk rezalet başlığıyla iki günde kepenkleri indirttirlerdi de neyse biz de girelim dedik ve orda yemeğimizi yedik.

  • yapılmış en aptalca dalgınlık

    bir dönem sabahları iş ile ilgili bir eğitim programı için almanya sınırında bir köye tren ile gidiyordum. her sabah trende bilgisayarımı açıp internette gezinirken bir yandan da üniversite yıllarımdan beri varolan bir müzik listemi dinliyordum. yalnız listem biraz tuhaf gelebilir size. dünyadaki eski ve yeni ülkelerin askeri marşlarından oluşuyor bu liste. bunun sebebine inersek eğer dalgınlık anısı içinde dalgınlık anısı anlatmış olacağım. anlatıyorum.

    ***

    ankara'da aselsan'da staj yaptığım dönemde bir gün evde uğraştığım 'şampiyonlar ligi kura çekimi' simülasyonunu sabah ofisteyken de açıp kodlamaya başladım. gaza gelip öğlene kadar basit bi programcık yazdım ve çalışıyordu. o sırada tepemde biten yöneticime “hacı bak, sana şampiyonlar ligi kurası çekeyim?” dedim. üniversite ile iş hayatı arasındaki o keskin çizginin üstünde bu angarya işi göstererek adeta haka dansı yapmış olmam bir yana, dalgınlıkla proje yöneticime "hacı" demiştim. adam bana önce ters ters baktı sonra “benjamin, oğlum sen gerizekalı mısın?” dedi. sonra da hiç unutmadığım o sözleri söyledi. “oğlum burası askeri bir kurum ve bilim ve teknoloji askeriyede başlar askeriyede biter, her zaman da böyle olmuştur. ona göre disiplinini takıl”. gerçi daha sonra bana bunu diyen adam ekibini toplayıp bilgisayarımın başında uefa'daki kel adam infantino gibi çılgınca kuralar çektiydi ama neyse. işte ben de o günden sonra konsept dahilinde olsun diye askeri marş içeren bir liste yapıp ofiste çalışırken ya da yolda bu listeyi dinliyordum sürekli. o stajdan sonra da ara ara nostalji olsun diye dinlerim.

    ***

    trende kısık sesle parçaları dinlerken bir yandan da sosyal mecralarda insanlar az daha sevinsin diye paylaşımlarını beğeniyordum. kuzey kore askeri marşlarından kuva-yi milliye'ye, latin devrim marşlarından ayrılıkçı kongo partizanları türkülerine kadar geniş bir yelpazesi olan listemde en sevdiğim alman marşlardan biri denk geldi. açıkçası bu, nazi döneminden kalma bir marş ama melodisi çok güzel. ben de sesi yükselteyim dedim fakat yanımda zaten sabahtan tıp tip bakan herif koluma dokundu. kulaklığımı çıkarttım, ses daha da yükseldi. işte o an farkettim kulaklığımın ucu hala telefonumda ben ise adamlara dj'lik yapıyormuşum sabahtan beri laptopumdan. adamlara önce yugoslavya milli marşını daha sonra da izmir marşını dinletmişim fakat şu an almanların dolu olduğu bu tren vagonunda bir nazi marşı çalıyordu, hemen "güm" diye kapadım bilgisayarın kapağını.

    insanlar ise bana bakmaya devam ediyor. benim de yüzüm kızarmış artık. hani almanya'nın içinde olmuş olsak belki suç bile sayılabilir bu. toplama kamplarında nazi selamı veren, roma antik şehrine adını kazıyan barzolar gibi bir skandal yaratmama ramak kalmıştı. neyse ben yutkunduktan sonra adamlara “i'm watching history channel and this is normal” diye bir açıklama getirdim. tip olarak kara saç, kara göz klasik bir türk erkeği olduğumdan tam bir anlam veremediler, aslında hani yine tipten dolayı “allahu aqbar” desem vagon direk raydan çıkacaktı belki oracıkta. avrupa da çok acayip olmuş artık anasını satım orda da herkes gergin, herkes ekşi sözlük yazarları gibi 3.dünya savaşından bahsediyor. neyse ben kulaklığı geri takıp insan gibi müzikler dinledim utana utana.

    ulan sonra eve geldim acaba şarkı sözleri nedir, ne demiş bu naziler. zira almanca seviyem benim de "koko ist ein papagei"'den öteye gitmedi. ben bekliyorum böyle "ado ado ado adome alman, serok u führer! sayın adolf hitler, brez adolf hitler" tadında bir parça. alakası yok. hatta içinden bir dörtlüğü çevirdim, şöyle.

    ve hans ve gratel
    pazarları dans etmek ne güzel
    çünkü dans eğlencedir
    aşkın olduğu kalp hep gülümser

    bu ne lan? yıllardır holiwudun şeytan diye gösterdiği nazilerin marşlarına baksana amk. "o zaman dans, renk!" diye kayışı koparmış adamlar da. içim parçalandı yemin ederim. nerdeyse kafayı kazıtıyordum.

  • viyana

    1913 yılında hitler, stalin, troçki, tito ve freud viyana'da yaşıyormuş. hatta evleri yürüme mesafesi kadar yakınmış birbirlerine. kim bilir belki sokaklarda denk gelmişlerdir ya da aynı tramvay durağında beklemişlerdir yahut aynı çorbacıda çorba içmişlerdir. hitler elinde yemek tepsisi ağır adımlarla yer ararken masanın birinde oturan keçi sakallı gözlüklü troçki'ye “boş mu bu sandalye?” diye sormuştur. “nein” cevabını almıştır. birazdan pos bıyığı ile stalin gelir ve oturur o masaya. “kim lan bu tırrek?” diye sorar troçki'ye. “kendi halinde biri işte, yarrak gibi resimleri var ehuehe” der troçki. bunu üzerine stalin “tamam ulan kuru! cıvıtma..yemeğini ye! ye ki güçlü olasın vurasın yumruğunu düzenin bekçilerine..” demiştir. benzeri birçok değişik senaryonun yaşanması da ihtimaldir.

    şimdi sigmund reyisi bi tarafa bırakırsak, geçen yüzyılın özellikle başına damgasını vurmuş iki ideolojinin babalarının aynı şehirde yaşaması enteresan bir olay bence. sağ tarafta hitler'in başkanlık yaptığı faşizm, sol tarafta ise stalin, troçki ve tito'nun halay çektiği komünizm. bu noktada gözler tabi halay başını da aramıyor değil. lenin. o da aslında komşu ülke isviçre'de yaşıyormuş ve o sıralar avrupa'da interrail misali şehir şehir gezip enternasyonal konferanslarında halklara feyiz veriyormuş. neyse biz viyana'daki komünistlere dönelim. bakınca tito'nun diğerlerinden ayrıldığını görebiliyoruz o dönem daha ılımlı sosyal demokrat biriymiş tito. stalin ve troçki ise hardcore komünist. fakat daha sonra stalin ve troçki de ayrılıyor çok önemli konularda fikir ayrılıkları yaşayıp birbirlerine zıtlaşıyorlar. hatta daha sonra troçki de ikiye ayrılıyor. hayvan evladı stalin'in tuttuğu bir kiralık katil meksika'da troçki'nin kafasına balta indirmek suretiyle onu öldürüyor. ölüm ve ayrılık sol kesimin ezelden beri varolan karabahtı, kör talihi.

    bu arada kafa, balta deyince aklıma geldi. bence hbo için muhteşem bir dönem dizisi çıkar 1913 viyana'sından. eğer bigün konu sıkıntısı çekiyorlarsa direk al sana kral gibi konu. kral demişken de aklıma geldi avusturya macaristan imparatoru da o sıralar viyana'da yaşıyormuş ki bu çok mantıklı. ayrıca meşhur veliahtı franz ferdinand da orda. hbo üstadları araya bir de kızıl saçlı hatun sokarsa, bu karakterler etrafında çılgın bir dizi çıkar bence hafif sepia görüntüde bir çekimle. mesela bizim faşist ve komünistler bu kıza yazıyor ama kız bunlara pas vermiyor gidip sigmund freud'a aşık oluyor. sigmund freud ise kıza kötü davranıyor bunun üzerine bunalıma giren kız gidip cinsiyet değiştiyor ve franz ferdinand'ı öldürüyor daha sonra birinci dünya savaşı başlıyor. tabi tam bağlayamadım ben sonunu biraz saçma oldu benim hikaye ama naçizene belirteyim dedim. zira hbo'ya akıl verecek değiliz, onlar en iyisini hepimizden daha iyi bilir.

    velhasıl-ı, kelam viyana'da farklı zamanlarda daha birçok önemli şahsiyet yaşamıştır, ya da yolları viyana'dan geçmiştir ancak 1913 yılında daha sonra dünyanın kaderini değiştiren bu kadar kişinin aynı anda orda olması fazlasıyla hınzır bir tesadüf bence. hatta dünyanın da senaryosu belki bir hbo yapımı. aniden bitmese bari.

    http://i.hizliresim.com/am4gr4.jpg

  • bir erkeğe kızıp başka biriyle beraber olan kadın

    bunun zaman çizelgesini an ve an yaşamak da varmış bu dünyada, büyük travmaymış düşman başına.

    üniversiteyi ilk bitirdiğim zamanlar couchsurfing denen gezi sitesini yeni keşfetmiştim ve bir görmemişin evladı gibi gezerken yolum yahudi toplama kamplarını ziyaret sebebiyle polonya'nın krakow şehrine düşmüştü bir günlüğüne. şanslıydım ki bu şehirde beni aynı evde yaşayan iki polonyalı kız misafir edecekti. elimde telefonum, sırtımda çantam ve kırklı yıllardan kalma kırık dökük bir binanın önünde daha önce site vasıtasıyla günlerce yazıştığım kızla buluştum. ev bir oda ve bir salon, salonda ise birisinde uyuyacağım iki eski çekyat var. diğer kız arka odada kendi dersleriyle meşgul olurken salonda biz sohbete başladık. bikaç saat konuşup beraber yemek yaptıktan sonra akşam da bunların arkadaşlarının bir doğum günü partisine gideceğimizi öğrendim. daha sonra bunların arkadaş grubu da eve geldi ve hep beraber gideceğimiz mekana taksi tuttuk.

    fakat mekana girer girmez on on beş kişilik apaçi güruhun arasında bizim gruptaki bütün insanları kaybettim. ben de gidip bari kenarda bişeyler içeyim dedim ve sırada başka bir kızla tanıştım. o zamanlar fazlasıyla heyecanlı olduğum için yeni tanıştığım biri karşısında kültür ve turizm bakanlığının tanıtım reklamlarına dönüşüyordum ben. işte kah semazen oluyorum böyle döne döne, kah ayasofya oluyorum ve dört minare. sonra kapadokya'da peri bacaları oluyorum, ardından hızlıca hareket eden bulutlar eşliğinde nemrut dağı. ben kendimi kaptırmışım ülkeyi anlatıyorum kıza, kız ise pür dikkat dinliyor beni ya da dinlemiş gibi yapıyor bilmiyorum.

    o sırada, beni misafir eden kız bikaç kez yanıma gelip dürtüyor. ben ise kendimden geçmişim diğer kızla harıl harıl konuşmaya devam ediyorum. epey vakit geçtikten sonra beni misafir eden kız “ben eve gidiyorum, senin keyfin de sanırım istediğin zaman gelebilirsin hadi bye” deyip çekip gitti. kızın bu kadar sinirleceğini tahmin edemedim ama gidip bari yanımdakine içecek bişeyler alayım dedim. aldım, geri döndüm fakat yanımdaki kızın da kaybolduğunu gördüm. o kalabalık, gürültü arasında “lan en güzelini kaçırdın, daha pamukkale travertenleri olacaktım sana allah'ın cezası” diye söylene söylene kızı aramadım mamafih bulamadım ve işte bir kez daha kalakalmıştım tek başıma bu çarpık kendileşmenin yaşandığı ortamlarda suskun ve hüzünlü galata kulesi gibi.

    elimdekilerini içtikten sonra göt donduran krakow soğuğunda kırk beş dakika boyunca evin yolunu aradım ve nihayet kapısına vardım binanın. zili çaldım, açmadı. bi on dakika kadar daha zili çaldım yine açmadı. uyuduğum takdirde donarak öleceğimi biliyordum ve sızmamak için ayakta türlü hareketler yapmaya başladım derken kapı açıldı. hızlıca bir şekilde tahta merdivenlerin gıcırtılı sesleri eşliğinde kapıya vardım. ayakkabılarımı çıkardım zar zor ve odaya girdiğimde gördüğüm manzara karşısında bu sefer gerçekten donakalmıştım zira szymkowiak tipli herifin biri kızın memelerini sıvazlıyordu.

    “ulan kesin sızıp oldum ben, cehennemin girişindeyim” diye düşünürken herif bana “hi!” dedi. “hayvan!” dedim ve doğruca çekyata girip yorganı üzerime attım. sonra yorgan altından tek gözümle bir bakış atayım dedim ne yapıyorlar diye herif arkada penetrasyon fazında iken kızla göz göze geldim. hemen yorganı çektim geri ve ters döndüm bu sefer. aniden muazzam bir iç sıkıntı başgösterdi. yatakta biraz dolandıktan sonra içimden “sorry” deyip ayaklandım. siz hiç yanıbaşınızda sevişen bir çiftin taşeronluğunu yaptınız mı orgazm sigaralarını içerekten? ben yaptım. daha doğrusu yapmaya yeltendim. balkonda eksi zibilyon derecede nefes aldığım sigarayı çekince dudaklarımın yarısının sigaraya yapıştıgını farkettim. sigaram bile bana atar yapmıştı o gece. içemedim.

    ağızda kan, gözlerde donmuş yaş geri döndüm odaya, işlerini bitirmiş sarılır biçimde uyuyorlardı. o an elimde kesici bir alet olmadığı için şükrettim ve yorganın altına girdim. yine geldi işte iç sıkıntım. varlığımı sorguladım tüm gece boyunca. "var mıydım la ben?" sorguladıkça daha çok acı çekiyordum, yatakta kıvranıyordum. saniyeler geçmiyordu, dakikalar yüzyıllara dönüşüyor ve en son nihayet gün ağarıyordu. sessizce sırt çantamı aldım, cüzdanımı, kimliğimi kontrol ettim ve o kapıdan dışarı usulca dışarı çıkıverdim. insanların piçlik gayesiyle geldiği bu şehri, o gece hiçlik mertebesine ulaşarak terkettim.

  • yabancı dilde küfretmenin tat vermemesi

    yabancı dilde duygularını ifade etmekte kullandığın her cümlede eksiklik ya da bir samimiyetsizlik vardır aslında. ister bu nefret, öfke olsun ister sevgi ya da heyecan olsun. mesela ilk dönemler yabancı bir ortamda heyecanlanırkan en fazla "ooooouuuuuuvvvvvvvvvv" gibi ömer üründülvari bir tepki verebiliyordum. sonra kendimi biraz geliştirip "oh my god!" dedim ama aklıma dualar okuyup üzerime üfleyen rahmetli anneannem geldi, "jesus christ!" diyorum bu sefer zihnimde çubuklu ibrikle abdest alan rahmetli dedem beliriyor, olmuyor heyecanım kaçıyor her seferinde. nefret ve öfkede de tıkanıyorum. sevgi sözcükleri zaten her dilde yalan anasını satayım. fakat küfür başka, küfürde hiç rönesansa gitmedim, reform yapmadım ben de. olduğu gibi kaldı hep.

    küfür ederken araya bol bol "hassiktir" karıştırıp, türkçede öğrendiğim küfürleri aynen türkçe olarak söylüyordum. çünkü küfürlerin direk karşılığını kimi zaman bulamıyordum, bulduğumda ise çoğu zaman ise aynı tadı vermiyorlardı. örneğin favori küfürlerimden "sikerim belanı"'nın tam karşılığı yok. "fuck your trouble" diye çeviriyorsun derdini sikeyim anlamına da geliyor. mevzu çok karışıyor. fakat birgün karar verdim ve artık tıpkı bir anglosakson gibi sinirlenip onlar gibi küfretmeyi kanaat getirdim kendime çünkü içinde bulunduğum uygar medeniyet şartları bunu gerektiriyordu.

    o gün de kolombiyalı arkadaşın biriyle buluşacağız, herif gelmedi. aradım açmıyor. whatsapp'tan mesaj atıyorum. tek tık. içimden küfürleri basıyorum yavaş yavaş. vakit de geçiyor. bi yarım saat kadar bekledikten sonra en son dayanamadım ve sms'le şu mesajı attım.

    "where are you horse dick?" (horse dick kısmı büyük harflerle)

    bu kadar basitmiş aslında işte. türkçedeki etkisi olmasa da biraz yatışmıştım. neyse arkadaş geldi biraz konuştuk "olm aradım, mesaj attım falan sana" dedim. yok dedi atmadın. "how come lan mina koduğum" dedim ve telefonumu açtım. açmamla birlikte sarsıldım. ters birine mesaj atmışım. herif yerine o kafayla tamamen alakasız, kendi halinde pek de muhabbetimin olmadığı bir kıza gitmiş mesaj.

    o an pişmanlık, utanma duygusu karışık bi halde ne yapabilirim diye çöktüm bi yere. sonra "kutsal bok" deyip kendime sövmeye başladım. ne gereği vardı yani anasını satayım bir ingiliz gibi küfretmemin diye düşündüm. hani eski alışkanlığımla "where are you at yarragi?" diye bir mesaj atmış olsam belki kız "at" öneki ile beraber "yarragi" bi cafe sanıp "no, i am at ski bar" falan gibisinden bişey yazacaktı. ben de "ooo, i love at ski" deyip mutlu bir kelebek gibi yanına koşsaydım yanımdaki hanzo yerine belki o gece kızla takılacaktım. takılamadım.

    tadı yok evet abi yabancı dilde küfrün ve de tek bir tavsiyem varsa hiç kasmanıza da gerek yok, direk türkçe olduğu gibi salıverin gitsin. ben kıza "to whom it may concern.." gibisinden resmi bi mesaj attım. özür diledim. sonra vicdanım rahatlamadı, gidip numarasını blokladım. hani kebaptan, iskenderden vazgeçtim, taharet musluğu, berberden caydım gurbet ellerde ancak küfürden vazgeçemem. kimsenin de kolay kolay vazgeçebileceğini sanmıyorum. yani öyle kolay olsaydı eğer bugün gelsenkirchen'den santiago bernabeu'ya, westfalen'den emirates'e kadar onbinlerce yabancı taraftarın çılgın tezahüratlarını "hasssssiktir lan!!" nidalarıyla bölen yurdum asıllı futbolcular da olmazdı sanırım.

  • bilgisayar oyunlarında oyun amacının dışına çıkmak

    football manager'de sezonun ilk yarısı takımımdan kovulunca bir daha başka takıma gitmedim. gururuma yediremedim yani, alt sıralardan gelen tüm teklifleri redettim. bildiğin oyunda rıdvan dilmen gibi takıldım iki yıl. "space" tuşuna basa basa zamanı geçiyordum. güzel bulduğum bazı maç sonraları ise yorum yapıyordum. çok eğlenmiştim açıkçası. kültablasına da güntekin diyordum.

    simcity'de kurduğum tüm şehirlerin altında yatan temel motivasyonum "ulan ne güzel yakarım şimdi şimdi bu şehri" düşüncesi idi. muhteşem şehirler yaptıktan sonra tornado gönderiyor, volkan patlatıyor, 8.4 şiddetinde zelzeleler yaratıp göktaşları yağdırıyordum. bi müddet sonra oyunun verdiği hisle allah'a sirk koştuğumu fark ettim. ben de o vakit oyunu bıraktım. şüphesiz ki ben en doğrusunu yaptım.

    süper mario'da amacı dışına çıkmayı bırak tamamen amaçsızlık üzerine oyunuyordum bazen. mario tam kalenin önünde bayrak direğini indermek için zıplarken bazen direği aşıyordum. sonra ise sonsuz bir yol ve sonsuzluğa koşan bir mario. kimbilir belki de her seferinde yanlış kaleye denk gelmekten bıkmış olan mario'nun hayata karşı naif bir isyanı idi bu...............mantar kafalar yok, boru yok, boşluk yok, çekiç atan o.ç kaplumbağalar yok, kale yok ve prenses..zaten hiç olmadı. adamsın mario.

    benim içim en efsanesi ise bir oyunda medieval total war 2'de kutsal roma germen imparatorluğu ile hızımı alamayıp 1962 yılına kadar gelmiştim. bütün dünyayı fethetmiştim yine de bir tek ortadoğu'da suriye ve ırak'ta isyanlar çıkıyordu. "naptı lan bu devlet size!" deyip tuton şövalyelerimle beraber mancınık yolluyordum ben de. aslında o zamana gelmemin bir amacı da acaba oyunu yapanlar piçlik olsun diye nükleer bomba falan çıkarıyor mudur diye idi. çıkmıyor beyler. çok düzgün kral bir oyun total war, amacının dışına çıkarak oynadığım son oyun.

  • zaro ağa

    dünyanın en çok yaşayan insanlarından biriymiş tam 160 yıl. yalnız bu arkadaşın yaşam aralığı daha ilginç abi. 1774 yılında bitlis'de doğmuş. yani daha fransız ihtilali olmamış, çağlardan yeni çağ. abd bile kurulmamış lan. zaro 2 yaşında bir bebe iken abd bağımsızlığını ilan ediyor, 15 yaşında bir ergenken ise ihtilal oluyor. tabi zaro ağa bitlis'te yaşıyor. ihtilal olmuş ve bunu idrak etmesi ne kadar başarılı olmuş bilinemez. zaman akıyor ve 1812 yılında küçük bi dünya savaşı benzeri tadsızlık çıkıyor napolyon savaşları adında, zaro ise 38 yaşında o zaman mısır cephesinde savaşıyor fransız ordularına karşı.

    zaman ilerlemeye devam ediyor dünyada sanayi, endüstri devrimleri gerçekleşiyor. makineler yükseliyor. darwin, marx, dostoyevski, abraham lincoln gibi farklı alanlarda birçok şey başarmış saygıdeğer insanlar geçiyor. zaro ise memlekette, derken "kırım savaşı" osmanlı'nın tarihinin en büyük savaşlarından biri patlıyor zaro ağa ise henüz gencecik 82 yaşında. savaşı osmanlı kazanıyor ülkede ise bir sevinç var ancak 1876 yılında 93 harbi patlıyor ruslarla yine zaro ağa ise üç basamaklı yaşa ulaşmış 102. arada ıslahat, tanzimat fermanları falan olmuş. padişahlar kaftan yerine artık tosunpaşa gibi giyiniyor zaro ise olgunluk çağlarında. 5 yıl sonra atatürk doğacak daha sonra ölmeden zaro atatürk'ün huzuruna çıkacak ve ona "sultanım" diyecek. atatürk ise gülümseyecek "saltanatı kaldırdım dede reis-i cumhurum ben" diyecek. bu kayıtlara böyle geçmiştir.

    fizikte, kimyada, astronomide inanılmaz gelişmeler oluyorken balkan savaşları başlayacak. sonrasında ise ilk dünya savaşı. ordular artık geçen yüzyıldaki gibi sıra sıra dizilip "biz sıktık hadi şimdi sıra sizde" tarzı dünyanın en tuhaf savaş biçimini terketmiş ve siperlerde savaşacak. savaş sürerken ise bi devrim daha olacak, kızıl devrim. sene 1917 zaro 143 yaşında yorgun demokrat. kurtuluş savaşından sonra 600 yıllık imparatorluk çökmüştür. zaro ise bunun çeyreğine bizzat kendisi şahit olmuştur. 1.abdülhamit'ten vahdettin'e 10 tane padişah devirmiştir. işte böyle bi insanın videosu bile var new york'a misafir olarak çağrılmış. 1790 yılında bitlis'te keçi otlatan bir insan 1930 yılında new york bir ballroom dansçısıyla beraber.https://www.youtube.com/watch?v=sjhh1lpvjh0 dünya üzerinde böyle bir hayat hikayesi yok abi. film çeksen star wars gibi 6 part'tan oluşur. film demişken yönetmen olsam bu adamın filmini çekerdim.

    zaro ağa begins
    zaro ağa the french revolution
    zaro ağa the industrial revolution
    zaro ağa new wave of science
    zaro ağa bizimle eğleniy
    zara ağa her ölüm erken ölümdür

    ben böyle geveze oluyorum böyle acayip konularda kusura bakmayın neyse kim bilir daha ne acayip insanlar vardır dünyada. lan adam mozart'tan 15 - 20 yaş küçük mozart 1791 yılında ölüyor mesela bu adam da 1795 yılında bir kuyuya falan düşüp ölebilirdi, ama ölmedi 1934 yılına kadar yaşadı. adam harbiden büyük insanmış zaro ağa daha da yaşasaydı kendisi bugün 241 yaşında olacaktı, saygıyla anıyoruz.

  • kendi saçını kesmek

    bazen içime şeytan kaçtığını düşünüyorum. yaptığım bazı eylemlerden biraz vakit geçtikten sonra "oha bunu ben yapmış olamam" tepkisi veriyorum. kesin o sırada aynadan hızlıca bi gölge geçiyordur ama ben farketmiyorum. yani şimdi onca yıllık yaşam tecrübesinden sonra uzamış saçlarımı bana göre medeniyetin ulaştığı en yüksek seviye berbere neden teslim etmedim, ne oldu da o makineyi alıp kafama vurdum anlamış değilim. yahu depresyonda değilim hadi diyelim belki depresyondayım da haberim yok, e kız değilim peki ne sikime ayna karşısında hunharca kestim saçlarımı, kafamı sikiyim. hani bunu ergenken yapmış olsam eyvalla ama yarın iş var, işe gideceğim, giderken insanların arasına karışacağım mesela metro durağında bekleyeceğim.

    şöyle ki cuma günü değişiklik olsun diye önce alman traşı misali yanlara vurdum makineyi güzel göründü bana. sonra yanlardan kulak arkası hizasında aşağıya indirdim o da fena görünmedi gözüme. sonra gaza geldim, parmaklarımı ve tarak yardımıyla üstlerden makas ile kestim hala insana benzeyiordum. en son ense kısmına geldi işte orda ne olduysa elim ters döndü ve kafamın arkadasında yarım saniyeden az bir sürede devasa ters bir nike işareti oluştu anına koyim. korku filmi başlamıştı benim için.

    ne yapacağım diye kara kara düşünürken geri adım atmamaya karar verdim mecbur o izi silmek için arkayı biraz daha kestim, kesiyorum arkayı ancak hala iz var. iz kaybolmaya başlayana kadar kestim. daha sonra yanları da aynı seviyiye getirdim ve aynaya baktım saçımın son halini görmek için. gözlerim doldu yemin ederim. kim jong un'un saç traşının birebir kopyası. yarım saat içinde normal biriyken şimdi yan ve arkası kıpkısa üst ve önleri ise uzun saçlı kim jong un'a dönüştüm.ilk icraat olarak sokağa çıkma yasağı getirdim ben de kendime. üç gündür evdeyim işte aynaya falan bakıyorum mütemadiyen. geçmiş günahlarımı sorguluyorum aynada yüzüme kiliseden aşırdığım hac işaretini gösteriyorum bişi olmuyor, bildiğim duaları okuyorum "tövbe" diyorum yine bir ses yok. insanlar depresyona girince saçlarını kesermiş, ben ise saçımı kestim diye depresyona girdim, ne çeşit bir lanet var üstümde idrak etmiş değilim. neyse siz de denemeyin evde beyler, valla bırakın istediği kadar gönlünce dayasın berber. hakkıdır.

  • instagram'da fotoğraflara zoom yapmak

    böyle bir özelliğin olmadığını en acı şekilde tecrübe etmek de bize nasip oldu ya şükürler olsun. instagramı aktif kullandığım dönemde eski kız arkadaşımın profilini gizliden inceliyorum. kız gidip yeni sevgilisinin fotoğrafını koymuş. ben de bakayım madem tipini siktiğımin herifine nasılmış diye büyütmeye çalıştım ekranı baktım o sırada kocaman bir kalp çıkartıp like'i bastı üzerine. o neydi giz dedim ve geri almaya çalıştım seri şekilde fotoğrafa basarak bu sefer gözümün önünde üst üste onlarca kalp bastı ekrana. hassiktir amk dedim şimdi meyilli falan sanmasın bari diye gidip ikisinin beraber olduğu bir fotoğrafa kendim bir like bastım bu sefer. sonra da bi mesaj verdiğimi düşünmesin diye gidip bi tane de ağaçlı şekilli fotoğrafı beğendim. en son ne yapıyor bu koduğumun demesin diye gidip bütün fotoğralarına like bastım teker teker. kesin bi cevap atar diye bekledim biraz baktım, bloklamış. ben de kapadıydım hesabımı sonra. instagram şeytan icadı. hiç bulaşmamak gerek.

  • rus uçağı olayından sıyrılmanın tek yolu

    sümeyye erdoğan'ı, dimitri medvedev ile evlendirmektir. tarihte birçok masum insanın kanının dökülmesini savaş sırasında meydana çıkan seçilmiş şövalyelerin teke tek kavga etmeleri engellemişken kriz döneminde ise genelde ülkeler arasında yapılan ecnebilerin de royal intermarriage dediği bu tür evlilikler önlemiştir. özellikle polonya, litvanya, letonya gibi devletler bugün ayakta ise bunu zamanında civardaki krallıklara, kontluklara ya da derebeyliklere gelin olarak giden cefakar prenseslerine borçludur. işte bizim de hazır elimizde böyle bir fırsat varken sümeyye'yi verelim ve bu iş huzur içinde çözülsün. özellikle adamların parlementosunda içine egemen bağış kaçmış vekilin tekinin "uçağımız düştü o zaman biz de ayasofya'yı istiyoruz" önerisinden sonra bu evlilik çözümünün aklıma daha çok yattığını söyleyebilirim. ha sümeyye olmadı diyelim bilal oldu gelin o da olumlu. devletin bekası sonuçta önemli burda, hani sen ben yok türkiye vardı hesabı. kremlin sarayından aksaray'a 40 gün 40 gece düğün dernek ile bu iş tatlıya bağlanır belki eskisinden bile daha iyi olur. hem bu şekilde hükümet özür de dilemek zorunda kalmaz yerine mutluluklar diler ve hatta kim bilir bakarsın saraydaki şaşaya dayanamayıp iç güveyisi bile olmayı kabul eder müstakbel küçük enişte dimitri medvedev bu evlilikle.