doctordeist25
profili

  • yalnız yaşayanların günlük yemek sorunu

    64 yaşımdayım, 3 yıldır yalnız yaşıyorum...

    çalışma hayatında telefon rehberimde yüzlerce arkadaşın adın varken 64 yaşındaki yalnız adamın kadim dostlarından birkaç kişi hariç etrafı tamamen boşalır. bu hayatın gerçeğidir. evli evine köylü köyüne gitmiştir.
    parkta güvercin beslerken çevrede oturan emekli insanlarla, anılarımızı birbirimize anlatır dururuz. çenemiz kolay kolay yorulmaz. çünkü yalnızız, insana ihtiyacımız var sonuçta...

    ben yaştaki yalnız insanın oturup evinde bir tencere kuru fasulye pişirecek hali yok. fast food alışkanlığım yok. kırk yılın başı bir hamburger yerim. zaten bu sefil emekli maaşı ile dışarıda yemek yiyebilme lüksümüz kalmadı.

    kolay ve çabuk hazırlanan gıdaları tercih ederim. böylesi enerjisi düşmüş benim gibi yalnız yaşayan insanlar için daha uygun olduğunu düşünüyorum.

    alış veriş listem; içinde 6 tane küçük mangal sucuk, beyaz peynir, 200 g kadar eski kaşar, 15 tane large boy yumurta, zeytin, bal, süzme ağırlığı 50x4 olan ton balığı, 1 litre yarım yağlı süt, 1 litre meyve suyu, 1 litre kola (nadir içerim, bulusun), 1 paket spagetti makarna, hazır köfte ve bunların eşdeğeri bazı yiyecek içecek...

    tere eksik etmem. meyveyi tane olarak alırım. domatesi salatalığı da öyle... çünkü bunlar çabuk bozulabilen gıdalar.

    akşamları 1 kadeh şarap içmeyi severim. 1 kadeh limitimdir. şarabı ton balığı ve spagetti yerken eksik etmem. menüde bunlar yoksa eski kaşarı küçük dilimlerim ve şarapla içerim.

    kahvaltı: 1 yumurta, 1 salatalık, 1 domates, 1 salatalık, 4 zeytin, kibrit kutusu büyüklüğünde beyaz peynir, bal... yumurtayı bazen rafadan bazen de yağda pişiririm. bitti... sabah kahvaltım bu...

    öğle yemeği: sabah kahvaltıyı 10.30 gibi yaptığımdan öğle yemeğini pas geçerim. bu arada simit ve çay ile midemin açlık şikayetini sustururum.

    akşam yemeği: genellikle rutinim şunlarıdır. yarım ekmek arası 50 g ton balığı, içine tere... yanında 1 kadeh şarap...
    ya da yarım ekmek arası birkaç köfte... içine kıl biber koyarım. biberi köfteyle pişiririm. güzel oluyor. yanında 1 kadeh şarap...
    ya da üşenmeyip spagetti yaparım, 1 kadeh şarapla güzel olur.

    kışın portakal, yazın karpuz, kavun mutlaka alırım. 1 bardak portakal suyu iyidir. c vitamini şart. hoşuma giden ucuza çeşitli meyvelerden tane hesabı alırım. meyve suyunu yazın balkonda serinlerken 1 bardak içerim.

    sabah ve akşam mutlaka birer bardak poşet çay yaparım.

    gece yatmadan önce 1 bardak süt iyi olur.

    nerede ne ucuz bilirim. başka işim yok çünkü... fiyatları mutlaka takip ederim. son kullanma tarihlerine bakarım. ucuz gıda buldum mu hemen üzerine atlarım ama kaliteli olmak şartıyla... maalesef şarapta böyle bir seçim yapamam, en ucuzu...

    sigara kullandığımdan yemek sonrası içmek keyiflidir. 46 senedir sigara içerim. eskimeyen kadim dostum benim... yalnız hayatımın yol arkadaşı benim için... birlikte mezara girip ayrılacağız. seni seviyorum dostum, hep sevdim... (böyle söylediğim için üzgünüm ama benim hayatım bu... gençlere tavsiyem asla sigara içmeyin, denemeyin, tadını bile bilmeyin. bi adama beddua edecekseniz sigara iç deyin, sürünür durur benim gibi...)

    elbette ufak tefek lüksler oluyor arada bi, benim gibi yaşlı bir emekli için... ama sefil maaş ile gıda seçimi yapma lüksümüz de yok...

    abur cuburdan pek haz etmem. kraker tercih ederim.

    yaniii... düşünüyorum, aklıma gelenler bunlar... çabuk hazırlanan ve sofrası toparlanan işler bunlar. kitaplarla iyi arkadaşızdır, yalnızlığımı unuturum. araştırma yapmayı çok severim, çünkü işim buydu. kanıtların peşine mutlaka düşerim. hata yapabilirim ama yapmamaya da özen gösteririm. öne sürdüğüm savda cehaletim olmuşsa utanırım. gün boyu düşünür dururum bunu, bu sebeple dikkat ederim. yalan söylemem, çünkü doğruyu söyleyen daha önce ne söylediğini kolaylıkla ifade eder. yalancı "acaba bu adama hangi yalanı kıvırmıştım, neydi?", diye düşünür durur. yapmayın... insanları kandıran kendini de kandırmış olur, böyle biri olmayın... şu söyleyeceğimi asla unutmayın!.. dürüstlük pahalı bir mülktür, ucuz insanlarda bulunmaz...

    hülasa; aklıma gelenler bunlar. herkesin seçimi ve yaşam tarzı, hayata bakışı, bilgi düzeyi farklıdır. önemli olan iyi insan olabilmek, faydalı işler yapmak, canlılara merhamet etmektir. gerisi çok da önemli değil.

    yazım uzadıkça uzamış... okuma zahmetine girenlere teşekkür ederim, sıktıysam özür de dilerim. yaşlılık işte, bazen böyle çenem düşüyor yalnızlıktan...

    edit: imla ve ufak tefek ilaveler...

  • türkiye'ye çağ atlatacak yasa teklifleri

    çağ atlamanın önündeki en büyük engel din'dir... din ile mental olarak köleleştirilmiş bir toplum asla ve kat'a çağ atlayamaz... toplumun cahil olmasının ana sebebi din'dir. bu meyanda;
    1- diyanet işleri başkanlığının derhal kapatılması...
    2- tarikat, cemaat ve dini vakıfların derhal kapatılması...
    3- devlet bütçesinden din'e, diyanete, dinci örgütlere asla tek kuruş ödenmemesi...
    4- britanya'nın yaptığı gibi ibadethanelerin devlet eliyle satılması...
    5 - din üzerinden siyaset yapılmasının kanun ile yasaklanması...

    yazarların yazdığı diğer detaylar sonra gelir. din insan ırkının kanayan açık yarasıdır. laiklik ancak kanayan yaraya pansuman olur, yarayı iyileştirmeyi başaramaz...
    din; insanoğlunun icat ettiği, en tehlikeli, en ölümcül, organize, yasal suç örgütüdür. bütün kötülüklerin anasıdır. din; yaratıcıya iftiradır, hakarettir, saygısızlıktır. tüm dinler insan fikriyatı ürünüdür ve asla bilimsel bir zemin bulamaz kendisine... dinler akıl dışı, çağ dışı, gerçek dışı hikayelerdir.

  • kiracıların ev sahiplerinin evine çökme furyası

    kiracıyım... geçen yılın ocak ayında 5500 liraya mal sahibi ile kontrat yaptık. aradan bir yıl geçti... geçenlerde mal sahibinin vekili beni aradı, 15 bin lira kira istedi...
    5500 lira kira ödediğimde emekli aylığım 10.200 lira idi. yani emekli aylığımın yarıdan fazlasını kira olarak ödüyordum.
    şimdiki maaşım 13 bin küsür lira... hadi ocak'ta 3 bin lira artırsalar olacak 16 bin lira...
    13 bin lira emekli aylığı alan bir adamdan mal sahibi 15 bin lira kira istiyor.
    emekli aylığımın dışında tek kuruş gelirim yok. tek başıma hayatta kalmaya çalışıyorum, yarı aç yarı tok...
    bu devlete yaklaşık 30 yıl hizmet verdim. doktoram var. karşılığında bana reva görülen 13 bin küsur lira...
    evet ben evden çıksam 15 bin olmasa bile 10-12 bin liraya kiraya verir mal sahibi... mal sahibinin 16 tane dairesi var. o et derdinde ben can derdinde...
    peki bu işin suçlusu kim?.. ben miyim, mal sahibi mi?... ben size söyleyeyim kimin suçlu olduğunu, namuslu, dürüst her vatandaşın düşündüğü gibi...
    emeklinin maaşına insanca yaşayabilmesi için zam yapmayan akp iktidarı ve elbette buna çanak tutan meclisteki tüm siyasi partiler.
    ev sahibi ile kiracıyı gırtlak gırtlağa getiren bu zalim iktidar...
    bana noterden ihtar çektiler. şahsi sebeplerim nedeniyle bu semtten ayrılamam. direnebildiğim kadar direneceğim...
    tanrı, ev sahibi ile kiracıyı karşı karşıya getirenleri ve onlara destek olanları bildiği gibi yapsın... başka bir şey söylemiyorum.
    adam gibi maaş verseler ben de 12 bin lira kira verirdim. herkes memnun işine gücüne bakardı.
    haa gücü olduğu halde 2 bin, 3 bin liraya oturan kiracılar yok mu? var elbette...
    ben her şeyden önce huzur içinde evde oturmak isterim.
    ama sefil bir maaş ile yapabileceğim bir şey yok. 8 bin lira teklif ettim. haa bu arada oturduğum ev 1+1... küçük bir daire, tek başıma yaşıyorum.
    % 25 kira artışını sınırlayan iktidar... mal sahipleri gitsinler iktidara çemkirsinler, kiracıya değil...
    herkesin hayatı inanılmaz zorlaştı maalesef...

  • cahil toplumları uyutmanın en etkili yolu

    tartışmasız din'dir...
    herhangi bir din ile mental olarak köleleştirilmiş dindar gerçeği istemiyor çünkü onunla ilgilenmiyor.
    genellikle sapiens türlerinin büyük bir yüzdesi, vasat bir köleliği, en görkemli ve parlak bir özgürlüğe tercih eder. bu nedenle, özgürlük duygusuna dayanamayan insan, hayatta köleleşecek bir şeyler arar. kişi, bir kayanın kendilerini denizin uçurumuna sürükleyeceğini bildiği halde yine de ‘kendini taşa zincirlemeye’ devam edebilir.
    insanlar gerçeği istemiyor çünkü onunla ilgilenmiyorlar. insanlar, yarın dünyanın sonu gelse de ya da doğa tarafından yaratılan bir canavar tarafından yutulacaklarını bilseler bile yine de huzur içinde uyumayı tercih ederler.
    bu davranış bireye; onun sırf herkesin yaptığı ve kabul ettiği şeyi yaptığı için her şeyin yolunda olduğu yönünde yanlış bir duygu verir.
    dindarlar, sürü psikolojisine sahiptir. sürünün yaptığı şeyleri yaparlar ve böylece kendilerini iyi hissederler. elbette dinin temeli yalan olduğundan inandıkları her şey de yalan olacaktır.
    sürü psikolojisine sahip, din ile mental olarak köleleştirilmiş dindar, dini silah olarak kullanan, dini yaşam tarzlarına onay veren kişilerin peşinden sürüklenecekleri kaçınılmaz sondur. ve elbette sonu kendileri için iyi olmayacaktır ama kimin umurunda? yeter ki kendi cehaletlerini onaylasınlar, kendilerini iyi hissettirsinler. böyle siyasetçilerin peşinden gideceklerdir. yemeleri, örtünmelerin de bile dinin ne söylediğine bakarlar. yediklerinde domuz eti var mı, helal mi gibi realiteden uzak kriterler ararlar. giyimlerinde kadınların saçlarının görünmemesine, hatta yobazlık zirve yaptığında yüzlerinin bile görünmemesine özen gösterirler. hülasa yaşamlarının her alanına din müdahale eder. artık din ile köleleştirildikleri için aklı tamamen yağmalanmış durumdadır. ve böylece kendilerini yönetenler tarafından köleleştirilirler.
    nasıl olur da akp'nin bu kadar devleti kötü yönettiği halde iktidarda tutunabiliyor olmasının yanıtı buradadır. din ile köleleştirilmiş cehaletin tuttuğu yolu değiştiremezsiniz. bu cehaletin en büyük özelliği de başlarına gelen felaketlerde hep suçluyu başka yerde aramalarıdır. halbuki en büyük suçlu tartışmasız kendileridir.
    elinde lamba insan arayan romen diyojen din ile köleleştirilmiş cehaletin içine dalsa eli boş çıkardı. zaten "müslüman, müslümana bunu yapar mı? derler. "insan, insana bunu yapar mı?" demezler. din ile köleleştirilmiş cehalette müslüman olabilmek, insan olabilmekten daha önemlidir.
    bizim ülkede geçmiş ola... bu ülkenin kurtulmasının imkanı yoktur. bir ülke bu kadar cehaleti kaldıramaz. toplum mutsuz ve huzursuz. fakir ve perişan. orta direk yok edilmiş. deli dana gibi... tüm bunlar dinin getirisi... ve maalesef bizde merhamete layık insan sayısı da % 15'i geçmez ve üzüldüğüm de bu suçsuz insanlardır.
    unutmayın!.. din yaratıcıya iftiradır, hakarettir. insan beyni kutsal denen kitapların tanrı sözleri olamayacağını anlayacak kapasitedir. yeter ki din ile köleleştirilmemiş olsun...

  • yaraları saracak insan aramak

    yaşlı, yalnız, yorgun ve bedenen ve ruhen hasta biriyim.
    asla iyileşmeyecek çok derin yaralarım var. tanrının her günü sızlıyor. ben mezara girene kadar da sızlamaya devam edecek, tedavisi yok.
    yaralarımı saracak insan arıyorum, 2 senedir. tıpkı elinde fener ile sokakta adam arayan diyojen gibi...
    iyileşmeyecek ruhsal yaralarımı azıcık pansuman etsin yeter. tek istediğim bu... maddi bir beklentim yok. insan zorda kalınca su ve ekmekle hayata tutunabilir.
    aslında insanların yaralarını sarmak sanıldığı kadar zor değil. bunun sırrını size söyleyeyim. yaralı insana kendisini iyi hissetmesini sağlayacak söz ve küçük maddi şeyler... yani işin sırrı yaralı insana kendisini iyi hissetmesini sağlamak.
    bunun için yaralı insana az da olsa zaman ayırın. bu bir telefon etmek olabilir. evine küçük bir şeyler götürüp gönlünü almak olabilir. ve inanın bu insan kendini iyi hissedecektir. batıp gitmişken birden ruhunda geçici de olsa bir ferahlama olur.
    aranmayan ebeveynler çocuklarından gelen bir telefonla nasıl mutlu olacaklarını ben bilirim. dibe batmışken birden suyun yüzüne çıkıp sevinçle kulaç atmaya başladıklarını...
    insanların gönlünü almak sanıldığı kadar zor değildir. yeter ki zaman ayırın. ve yardımınıza muhtaç insanlara kendilerini iyi hissettirin.
    bir saat önce youtube'da bir video izledim. yeşilçam'ın yardımcı oyuncuları... milli piyango bileti satan mürüvvet sim'i, gece bekçiliği yapan arap celal'i, at seyisliği yapan nizam ergüden'i, vb... çoğu yalnızlıktan, kimsesizlikten, yardım eli uzatılmamasından, vs. şikayetçi... çoğu perişan ölmüş bu sinema emekçileri...
    dünya böyle bir yer işte... ünleri, şöhretlerinin kendilerine bir faydası olmamış. hele sami hazinses'in hayatı tam bir trajedi... küskün ve ruhen yaralı ölmüş ezici çoğunluğu... böyle olmamalıydı.
    diyeceksiniz ki "yaralarını saran insan bulabildin mi?" cevabım hayır. 40 yıllık arkadaşlarım bile bana yabancı... düşmüş ve yalnız birinden insanlar vebadan kaçar gibi kaçıyor, bunu bilesiniz. kendimi iyi hissettiren tek bir insan kaldı hayatımda... onun da pansumanı şartlı şurtlu... ve ilaveten iki kedi... hepsi bu...
    eğer insana bel bağlarsanız şunu bilin ki insanlar hep değişir. yardımından emin olduğunuz kimselerin nasıl değiştiğini görür şaşırırsınız.
    ruhsal yaralarımı saracak insan aramaktan vaz geçeli çok oldu. en büyük korkum yatağa düşüp kendi pisliğimde kalakalmak. işte bu çok ağırıma gider. ve tanrıya kimseye muhtaç olmamak için dua eder dururum hep...
    hülasa; insanlara kendisini iyi hissettirin. yapacağınız en güzel şey bu...

  • insan neden puta tapar sorunsalı

    oliver wendell holmes der ki: insanlar putperesttir. bakıp öpebileceği ya da önlerinde diz çökebileceği bir şeylerin olmasını isterler. her zaman böyle yapmışlardır ve yapacaklardır. eğer bu putu tahtadan yapmazsanız, sözcüklerden inşa edebilirsiniz.

    dini inançlar hakikat düşmanları olarak yalanlardan daha tehlikelidir. - nietzche

    voltaire der ki: aptallar ve ahlaksızlar olduğu sürece din de olacaktır.

    ludwig fiuerbach der ki: ahlakın temeli ne zaman dine dayandırılsa, insanlar dini otoriteye bağımlı hale getirilirse, en ahlaksızca, en adaletsiz, en kepaze şeyleri mazur gösterip topluma yaygınlaştırmanın yol açılmış demektir.

    din köleler içindir. onlara yaşamın veremediği teselliyi verir. - elbert hubbard

    lucretius der ki: bütün dinler cahile ulvi, siyasetçiye kullanışlı, düşünüre gülünç gelir.

    thomas paine der ki: insanların yarattığı din tanrısına inanmam. din; yaratıcıya iftiradır, saygısızlıktır.

    ister orta doğu kökenli tek tanrılı dinler olsun, ister çok tanrılı uzak doğu felsefi dinleri olsun gerçekte her dindar putperesttir. tek tanrılı dinler putunu sözcüklerle, çok tanrılı dinler de objelerle inşa eder. dinlerin; realitesi, bilimsel kanıtı, etik ahlaki yönü yoktur. daniel dennett'in bir sözü var: insanlara, hayatlarını ahmaklığa adadıklarını söylemenin kibar bir yolu yoktur.

  • hindistan denince akla gelenler

    liseden bir arkadaşım vardı. kendisine hindistan derdik... :) babası hindistan elçiliği yapmış...
    yıllar, yıllar sonra simitçide oturup konuşuyoruz. ona dedim ki: "dünyanın en zengin insanlarından bazıları hintli... ama yüzmilyonlarca sefil, fakir, aç, perişan insan var. nasıl böyle olabiliyor?.. insanlar isyan etmiyor mu?.."
    bana söylediği şuydu: " din ile köleleştirilmiş yüzmilyonlarca cahil insan var orada... şükretmeye alıştırılmışlar. din, fakirlerin zenginleri öldürmemesi için vardır..."

  • kitap okurken hayatı kaçırmak

    kaçırılacak bir hayatım kalmadı... yaş 62...

    rahmetli babamın bir sözü vardı: "at kıçında sineğin yaşadığı gibi yaşıyoruz!.." sinek malum yerden her türlü besinini, ihtiyacını karşılar ve oradan gitmez... atın arada bir kuyruğunu sallayıp kıçındaki sinekleri kovalaması da pek bir işe yaramaz. sinek havalanır, bir müddet sonra iştahla aynı bölgeye konar. bu hiç şaşmaz... :)

    akp ceplerimizi tamtakır etti... tütün parası bulup, tütün sarıp içmek öncelikli derdim oldu. paket sigara almak biz emekliler için tarihin geçmiş sayfalarına gömüleli çok oldu.

    hayatı yaşamak sadece belediye parklarını dolaşmakla, dere tepe dümdüz gitmekle, avm'lerde vitrinlere iştahla bakıp sadece yalanmakla olmuyor.

    yaşamak demek konfor demektir. para sıkıntısı çekmemek demektir. akşam işten geldiğinde kıçını kaliteli koltuğa gömüp, ayağını konforlu pufu uzatıp eline bir viski kadehi alıp yudumlamak demektir. çeşitli zengin bir sofra ile kaliteli beslenmek demektir. çocuklarının, eşinin isteklerini maddi anlamda yerine getirebilmek demektir. hafta sonları lüks bir yerde ailece oturup yemek yiyebilmek, sinemaya, tiyatroya, kısa seyahatlere gidebilmek demektir. günde 8-10 saat eşek gibi çalışıp kazancıyla ancak çorba ve makarna yiyip haline şükreden din ile köleleştirilmiş cehalet demek değildir. yazın en az iki hafta lüks bir otelde tatil yapamıyorsan, yurt dışına çıkıp dünyayı dolaşamıyorsan zaten rahmetli babamın dediği gibi at kıçında sinek gibi yaşıyorsun demektir...

    kitap okuyanlar hayatı kaçırıyorlarmış... mış... pöh...

    62 yaşımdayım sürekli kitap okuyorum. kitap okumaktan daha iyi yapacağım bir iş yok. her kitap bitirdiğimde dünyayı, hayatı, insanları, doğayı daha iyi anlıyorum. bakış açım zenginleşiyor. farkına varamadıklarımın farkına varıyorum. bu mu hayatı kaçırmak dersiniz? yılda 50 kitap okuduğunu söyleyen, dünyanın en zengin adamlarından birisi olan bill gates hayatı kaçırıyor mu dersiniz? tam tersine her insan gibi kitap okumaya ihtiyacı var, kişiliğini zenginleştirmek, hayata bakış açısını daha isabetli hale getirmek için kitap okumaya ihtiyacı var kuşkusuz...

    hayat; ister kaliteli ister berbat yaşayın eninde sonunda bitecek. geçmişte yaşanmış anılar beynin bir yerinde depolanır. ihtiyarlayınca anılar sadece hayallerde yaşar. tıpkı sanal bir sayı gibi olur. gerçekliği zamanın geçmiş boyutunda kalmıştır. anı deposu erzak deposuna benzemez. çıkarıp istediğiniz zaman atıştıramazsınız. geçmiş, geçmiştir... siz öldüğünüzde yaşanmış onca şey sizinle beraber mezarlıkta çürüyüp gider. maalesef hayatımızın özetidir bu... onca krallar, sultanlar, padişahların şaşalı hayatına dair geriye bir şey kalmaz.

    hayatı dolu dolu kaliteli yaşamak gerek. kitap da hayatınıza zenginlik katar. hem kitap okuyun hem hayatınızı imkanlarınız varsa yaşayın.

    ünlü bir söz var. kim söyledi şu an aklıma gelmedi: "insanların % 90'ı gerçekte yaşamazlar, sadece vardırlar..." bukowski'nin dediği gibi: "sabahın altı buçuğunda bir çalar saatin sesine uyanıp yataktan fırla, giyin, zorla bir şeyler atıştır, sıç, işe, diş fırçala, saç tara, başka birine büyük paralar kazandırmak için ve sana tanınan fırsat için müteşekkir olmak için berbat trafiğin içine dal. nasıl razı olunur böyle bir yaşama?.."

  • terhis belgesiyle nizamiyeden çıkılan an

    askeriyede demokrasi yoktur. emir demiri keser.
    16 ay askerlik yaptım. 4 ayı yedek subay okulu, 12 ayı kıta hizmeti... 31 temmuz 1986'da terhis oldum.
    askerde neler gördüm, neler yaşadım neler... burada anlatsam saatlerce yazmam lazım... zor bir askerliğim oldu. şimdiki para ile milyonlarca liralık kuruşlu belgelere imza attım. sorumluluğum çoktu.
    öyle anlar yaşadım ki sanki hep muvazzaf subaymışım gibi hissettim.
    terhis olduğum günü hiç unutmam... halen eğitim elbisesiyle dolaşıyorum. terhis olabilmek için bütün birimler ile ilişiği kestiğinize dair bir belge imzalatmanız gerekiyor. tek tek birimleri dolaşıyorum. hepsini sorunsuz atlattım, sadece husumetli olduğum bir üsteğmenin birimi ile bayağı cebelleştim. tutturdu çuval hesabın eksik diye... ben de hepsi depoda dedim. çavuşu çağırdı; "çuvalları tek tek say asteğmenle sonra bana rapor ver!" diye emretti... depoda binlerce un çuvalı... saymak günlerce sürer. maksat gıcıklık olsun... ses etmedim, komutana gittim, durumu anlattım. üsteğmene telefon etti, beni dışarı çıkarttı. içerden gelen yüksek sesleri pek anlamadım ama tartıştığı açıktı. sonra beni odasına çağırdı ve git üsteğmene imzalayacak dedi... gittim üsteğmenin odasına, bir selam çaktım. bu sinirle kağıdı imzaladı ve oradan çıktım. bir daha da mendebur suratını görmedim. daha sonra karargaha gidip üzerime zimmetli palaskadan beylik tabancamı çıkarıp teslim ettim. komutana terhis belgesini imzalattım. terhis belgesine kayıt ve numara almak için görevli astsubaya gittim. subay kimliğimi istedi ve verdim. terhis belgemi aldım ve karargahtaki odama gittim. sivilleri giydim.
    5 klasör dolusu evrakı çantama koydum. bana dediler ki: "bu belgeleri 5 sene saklaman lazım, denetlemelerde bir sorun olursa hakkında dava açılabilir..." depoda bu evrakları 5 sene sakladım. sonra sobada yaktım hepsini... buharlaşıp gitti hepsi sadece anılarımda yer etti... sonra otobüs terminaline gittim ve otobüs hareket edince içimi garip bir duygu kapladı... tuhaf bir histi... üzerimden bir yük kalkmış gibi hissettim. aynı zamanda asker arkadaşlarımı bırakıp nasıl orayı terk edebildim diye de aklıma geldi, birden orayı özledim. velhasıl tuhaf bir duyguydu... artık kimse bana komutanım demeyecekti... çaycımı, berberimi, onbaşıyı, çavuşu, birkaç teğmeni, çömezimi, birkaç astsubayı özleyeceğimi biliyordum. yıllarca mektuplaştık, bayram kartı gönderdik, bazen bir yerlerde buluşup konuştuk. zamanla hepsi hayatımdan bir bir çıktı, gitti... hayat bu hiç bir şey sonsuza kadar sürmez...
    ertesi gün evimde her zaman olduğu gibi saat 7'de kurulmuş saat gibi kalktım. bu durum bir ay sürdü. sonra terhis olduğuma inanmaya başladım...

  • dindar nesil projesinin geri tepmesinin nedenleri

    insanlar; özgürlüğe ve zenginliğe koşarlar...
    akp'nin, din temelli iktidarın dindar nesil projesi ile son 20 yılda insanlar sistematik biçimde hızla fakirleşmiş, baskıcı vesayet rejimi ile özgürlüğü kısıtlanmıştır. ülkeye korku iklimi hakim olmuştur.
    dindar nesil projesinin geri tepmesinin ana sebebi budur.

    21. yy'da din ile mental olarak köleleştirilmiş insanlar halen kutsal denen kitapların tanrı sözleri olduğunu sanıyor. bununla ilgili bilimsel tek bir kanıt yoktur. bizim insanımız kuran'ı ısrarla türkçe okumaz. sebebi, okuma ilerleyince hemen aklından "bunları tanrı mı söylemiş?.. olamaz..." demeye başlar. dinden çıkmamak için türkçe okumayı bırakır. sebebi gayet basittir. insan beyni kutsal denen kitapların tanrı sözleri olamayacağını anlayacak kapasitedir.
    aslında orta doğu kökenli tek tanrılı dinlere baktığımızda, insanlar kutsal denen kitaplara inanmaz. sadece yaratıcı bir tanrının olduğuna inanırlar. aslında çağdaş düşünce dünyasından birazcık tatmış her hristiyan, müslüman ya da musevi özünde deistir. sadece tanrıya inanırlar. gerisini pek kurcalamazlar. toplum içindeyken de dinin mensubu olduğu izlenimini yaratırlar, toplumdan dışlanmamak için...

    din ile mental olarak köleleştirilmiş cahil insanlar değişimden korkarlar. dini yaşam tarzına uyum gösterme çabası içindedir. karısını, kızına mayo giydirip alıp tatilde denizde yüzmeyi, birasını şezlongun altında yudumlamayı, keyif almayı, çağdaş insanlarla hayata dair konular üzerinde konuşmayı akıllarına bile getirmezler. hülasa, değişime, 21. yy'a uyum gösteremezler. dini yaşam tarzlarını destekleyen dinci siyasetçiler tarafından din ile kolaylıkla avlanıp, sistematik biçimde sömürülürler. hem kendilerine hem ailelerine hem de ülkeye zarar verirler.

    din gerçekte, yaratıcıya iftiradır, saygısızlıktır, hakarettir. yaratıcının dini olmaz. yaratıcının dininin olduğuna dair tek bir bilimsel kanıt yoktur. yaratıcı evreni bilim üzerine inşa etmiştir, din üzerine değil... yaratıcı kendini ancak bilim ile deşifre ettirir. yaratıcının sözlerini duymak istiyorsanız din kitapları değil fizik, kimya, biyoloji, astronomi, vb. kitaplar okuyunuz. yaratıcıyı burada bulacaksınız, din kitaplarında değil. din kitapları insan fikriyatı ürünleridir. yaratıcı adına binlerce din oluşturulmuş ve günümüzde halen oluşturulmaya devam etmektedir. hülasa; insan olmamış bir türdür.
    dinler tarihine bakın... insanoğlu o kadar çok saçmalamış ki... eski antik mısırın kadim tanrıları, antik yunanlıların tanrıları, mayaların, inkaların tanrıları, uzak doğu felsefi dinlerin dinleştirilmiş tanrıları, orta doğu kökenli sözde tek tanrılı dinler, vb... hepsi de yaratıcıya kumaş biçip giydirme peşinde... sloganları: "tanrı bizim adamımız!"... ve tabii dini kullanıp yönetenler saltanat sürerken din ile köleleştirilen insanlar hem canlarını hem de mallarını kaybetmişler. insanlık tarihi bunun yüzlerce örnekleriyle doludur.

    21. yy bilim ve bilgi çağında halen din ile devlet yönetmek kökeni eski çağlara dayanan iflas etmiş bir yönetim biçimdir. ve mutlak kaybetmeye mahkumdur. din ile kimse abad olmaz.

    biz son 20 yılda ne kadar çok acı çektik. bunun sebebi elbette din ile devlet yönetme sevdalısı iktidardır. ekonomi dahil her alanda çökmüş bir devlet. vesayet rejimi ile yandaş medya, yandaş yargı, yandaş memurlar, vb. sistem oluşturulmuş. devlet, devlet gibi değil organize bir mafya gibi yönetiliyor. bu ülkede derinlerden gelen büyük bir çığlık var. insanlar acı çekiyor. on milyonlarca kirasını, bankaya olan borcunu ödeyemeyen, aç sefil insanlar var. deprem de bu ağır açık yaraya deyim yerinde ise tuz bastı...

    bu milletin aklını başına toplaması lazım. kendine acımıyorsa çocuklarına, ailesine acıması lazım. unutmayın cehaletten daha büyük suç ve günah yoktur.

  • öğretmenlerin sıra dayağı attığı karanlık dönem

    öğretmenden dayak yedik diyenler... siz bir de 60'lı yıllardaki dayağı tatmış olsaydınız ne düşünürdünüz acaba?.. hemen söyleyeyim, sizi biraz pataklamış olabilirler ancak...
    1966'da ilkokul 1. sınıftaydım. siyah bir önlük, naylon bir yaka, gri pantolon, bez mendil, sıfır ya da bir numara alabros saç tıraşı bir öğrencinin demirbaş aksesuarlarıydı. pranga kaçağı gibi dolaşıyorduk ortalıkta... okulun duvarları bile hastane sarısıydı. nereye baksan siyah-beyaz bir görüntü... estetik yok, renk yok, ruh yok...
    sıralarda üçer kişi oturuyorduk. şişman olan öğrencinin yanına iki tane zayıf öğrenci koyarlardı ki sıraya sığabilsinler. yanlış hatırlamıyorsam 80 kişiden fazlaydı bizim sınıf. dışarıdan sınıfa girdiğinizde berbat bir koku genizleri yakardı. bir müddet sonra bu kokuya alışır, doğalmış gibi gelir ve artık hissetmez olurdunuz.
    sınıfın ortasında hababam sınıfı filminden fırlamış gibi tıpatıp aynısı kömürlü bir soba vardı.
    siz istediğiniz kadar iyi, çalışkan, saygılı, efendi, kibar bir öğrenci olun sıra dayağı denen bir olay vardı. bir sınıfta fazla gürültü mü yapıldı?.. istisnasız tüm öğrenciler sıra dayağına çekilirdi. sıra dayağında kullanılan malzemeler; cetvel, pergel, sopa, plastik cop, vb. sıra dayağına çekilecek sınıftaki öğrenciler (kız ve erkek ayırt edilmeksizin) sağ ve sol avucunu dayağı atacak öğretmene ya da idareciye (müdür ya da yardımcısı) açar, avucuna inecek darbeyi korku içinde beklerdi. 5 sene içinde kaç kere sıra dayağı uygulamasından dayak yediğimi tanrı bilir. bir ya da birkaç öğrenci acil cezalandırma vakalarında öğretmen ya da idareci tarafından kulak memesi çekilmek ya da suratına inecek tokat şeklinde olurdu. korkudan altına işeyen ya da sıçan çocuklar gördüm.
    düşünün 6-7 yaşında küçük bir çocuksun, eşek kadar 30-40 yaşındaki yetişkin birisi tarafından (ki bu öğretmen) fiziksel şiddet görüyorsunuz. tanrı aşkına!.. küçük bir çocuk ne gibi bir suç işlemiş olur? düşünüyorum, ya yanındaki arkadaşınla biraz yüksek sesle konuşmuşsunuzdur, ya sıradan kalkıp şöyle ortalıkta dolaşmış olursunuz, yere çöp atmış olursunuz, vb. şeyler.
    60'lı yıllar tuhaf yıllardı. okulda öğretmenden dayak yediğimizi evdekilere söyleyemezdik. çünkü toplum o yıllar oldukça muhafazakar. "ne halt yedin de öğretmenin seni dövdü?" derler bir de evdeki ebeveynlerinden dayak yerdiniz. ancak kulak zarı patlatılması, kafada yüzde ağır travma izleri olduğunda dayak yediğiniz açığa çıkardı. kulak zarı patlatılan bir çocuğun annesi okulu ayağa kaldırmıştı hiç unutmam...
    o yıllar dayak sadece okullarda değil askeriyede de çok yaygındı. askerde adamı hastanelik edene kadar kafa kol kırmaca döverlerdi. askere gidip de dayak yemeyen erata rastlayamazdınız.
    dayak ile bir insanı adam edemezsiniz. ancak korkutup sindirebilirsiniz. zaten amaç çocukları korkutup sindirmek ve kayıtsız şartsız itaat etmesini sağlamaktı. ama dayak atmaktan çirkin bir zevk alan öğretmenler, idareciler vardı.
    günümüzde bu yöntem geri kalmış ülkelerde uygulanmıyor mu? millet korkutulup sindirilir ve ülkede ne kadar çok haksızlık yapılsa bile kayıtsız şartsız itaat etmeye zorlanır. polis ya da asker dayağı, olmadı hapis edilme korkusu...
    hülasa; dayak ilkel ve insanlık dışı, medeni olmayan bir uygulamadır, suçtur...

  • en iyi sigara anketi

    46 senedir sigara içiyorum... adını unuttuğum birçok marka sigara içtim.
    ekonomi tamamen boka sarmadan önce camel white içiyordum. gayet memnundum. ekonomi tamamen boku yediğinde sefil emekli maaşı ile ancak tütün sarıp içebiliyorum.
    camel white... sen en yakın dostumdun. her türlü halimi sen iyi bilirsin. ölüme ikimiz beraber yelken açmıştık. son içtiğim sigaranın markası sen olacaktın. ama dostum birlikteliğimizi bozdular. senin yerini berbat tütünler aldı, sebep olanlar utansın... diyeceğim de utandıklarını hiç görmedim, bu da ayrı konu...
    ankete camel white diyerek katıldım...

  • psikiyatrik hastalıkların esas sebebi

    psikiyatrik hastalıkların ana sebeplerinin başında din gelir. 62 yaşımdayım, dindar olup da normal bir insan olanı hiç mi hiç görmedim.
    psikanaliz biliminin kurucusu sigmund freud, din yaygın bir ruhsal hastalıktır demiştir.
    din, insanın ayarını bozar. gerçek ile hayali birbirine karıştırıp harmanlar, insanları din ile köleleştirir.
    bu gezegende en tehlikeli insan tipi dini kullanarak siyaset yapanlardır, cahilleri din ile avlarlar. kendileri saltanat sürerken toplumu felakete sürüklerler. din ile köleleştirilen cahiller önlerine atılan kemiğin iriliği ile ilgilenirler. efendilerine biat ederler.
    sabah işinize giderken ülkeyi felakete sürükleyen siyasetçilerin posterlerini billboardlarda görmek bile sizi ruhsal açıdan yaralar. tıpkı sevmediğiniz bir otun burnunuzun dibinde bitmesi gibi bir etki yaratır sizde... ana haberleri izleyemezsiniz, ekranda karşıma çıkacak, sinirlerim bozulacak diye... böyle bir ülkede ruh sağlığınızı nasıl koruyacaksınız?
    herhangi bir ülkede din üzerinden siyaset yapanlar iktidar sahibi iseler, o ülkede yaşayan insanların cahil oldukları, insani gelişmişlik indekslerinin düşük olduğunu, gelişmemiş bir ülke olduklarından kesinlikle emin olabilirsiniz. ülkenin petrol gibi doğal zenginlikleri bile böyle toplumların cehaletini gizleyemez. nerede din ile yönetilen bir ülke varsa orada cahil bir millet olduğu kesindir.
    unutmayın yaratıcının dini olmaz. din insan uydurmasıdır, bilimsel kanıtı yoktur. din yaratıcıya iftiradır.
    hülasa; nerede din üzerinden iktidar sahibi olanların hüküm sürdüğü bir ülke varsa orada yaşayan insanların psikiyatrik hastalarla dolu olduğundan emin olabilirsiniz. din baskıyı bir ülkede ne kadar artırırsa psikiyatrik hastaların kanser gibi tüm ülkeye yayıldığından emin olabilirsiniz.
    dinin en kötü yanı, dindarların psikolojik olarak hasta ruhlu insanlar olduğunu kabul etmemeleri, kendilerine yakıştırmamalarıdır.

  • kişisel gelişim kitaplarının tek cümlelik özeti

    hazır reçete bekleyenler hayal kırıklığına uğrar.

    yirmili yaşlarda, özellikle yedek subayken çok sayıda kişisel gelişim kitabı okudum. önceleri okuduklarım bana çok gerçekçi görünüyordu, hoşuma da gidiyordu. okuduklarımı hayata dair hazır reçeteler gibi algıladım. gençlik, deneyimsizlik, hayatı yeterince tanımama, yeterli donanıma sahip olmama, vb. ne derseniz deyin.

    kişisel gelişiminizde seviye atlayabilmenin yegane yolu, hayata dair klasik edebiyat kitaplarını okumanız sizin için önemli bir aşamadır. burada çok farklı karakterleri görüp, anlayabilirsiniz. insanları ve kendinizi tanımada farkındalık yaratır sizde... klasik edebiyat hazinesinden yararlanmanızı tavsiye ederim.

    tv'de bilim kanallarında anlatılan teknik terimleri bilmiyorsanız, bunları izlemek sizi sıkar, çünkü hakkıyla anlayamazsınız. bilim ile haşır neşir olmanız kişisel gelişiminiz açısından önemlidir.

    kişisel gelişim, özgür ruhların hakkıyla başarabileceği bir olgudur. din, siyaset, futbol, körü körüne ideoloji vb. gibi tutkuları, saplantıları olanların sağlıklı bir kişisel gelişimleri olmaz. çünkü mental olarak köleleştirilmiş insanların kişisel gelişimlerinden bahsetmek abestir.

    parkta yanımda oturan bir adamla sohbete başladığımda konuşmasından kişisel gelişiminin hangi düzeyde olduğunu anlayabilirim. bu benim 62 yılımı aldı. kişisel gelişimim tamamlandı mı? elbette hayır. ama sürekli öğreniyorum ve ölünceye kadar öğrenmeye devam edeceğim.

    şunu da altını çizerek ilave etmeliyim. kişisel gelişimi çok üst seviyede olan bireyin para, pul, dünya malı, siyasi güç, zenginlik vb. gibi metalara sahip olacağı düşüncesi aklınıza gelmesin. kişisel gelişimi çok üst düzeyde olup sıradan hayat süren insanlar da vardır. paraya, pula, siyasi güce, zenginliğe gerçekten önem vermeyen yüksek ruhlu insanlardır bunlar. satın alınamazlar. ama her şeyin para ve güç ile ölçüldüğü günümüz dünyasında kişisel gelişimi çok üst düzeyde olan insanlar maalesef yeterince saygı ve sevgi görmüyorlar. sebebi pırlantanın değerini ancak sarraflar anlar, sıradan insanlar değil...

  • çocukken alınmadığına en çok üzülünmüş şey

    çocukluğumu yaşayamadım. evde terzilik yapan anneme yardım etmekle geçti. yaşıtlarım sokakta oynarken ben evde çalışmak zorundayım. daha 9 yaşımdaydım. ne zaman sokakta ailesiyle beraber kağıt toplayan 8-10 yaşlarında suriyeli çocuklar görsem aklıma çocukluğum gelir. bu yaştaki çocukları baskı ve korku ile köleleştirmek kolaydır. çocuğun içten içe neler yaşadığını, içinde ne fırtınalar koptuğunu, kulakları sağır eden bir sessizliği insanlar fark etmezler. hayat fakir aile çocukları için yenilgi ile başlar.

    çocukken en çok ailesi ile birlikte deniz kenarına tatile giden arkadaşlarıma imrenirdim. ben denizi 17 yaşında gördüm, 1977 yılında... ilk olarak marmara denizini gördüm. yüzmeyi de burada öğrendim.
    1966-1976 yılları benim için tam bir kabustu... sorumsuz işsiz cahil bir baba, çocuklarını ezerek evini geçindirmeye çalışan sevgisiz büyümüş cahil bir annenin çocuğuydum. hayata tutunmak için anneme destek olmak zorundayım. ama hiç bir zaman taktir edilmedim.

    çocuklar çevrelerindeki arkadaşlarından gördüklerini ya da tv reklamlarında gördüklerini isterler. isteyip de elde edememek çocuk ruhunu yaralar. benim o kadar çok yaram var ki... örneğin muz (anamur) lüks bir meyve idi. senede 1-2 kez yiyebilirdim hepsi o kadar. keza tavuk satın almak durumunuzun iyi olduğuna işaretti. tavuk pahalıydı. keza çikolata da öyle... benim çocukluğumda buzdolabı lüks sayılırdı. buzdolabı olan aileler komşularına hava atmak için buzdolabını evin salonuna koyarlardı. siyah-beyaz televizyonlar ilk çıktığında inanılmaz pahalıydı. çok az ailede bulunur, komşular trt'nin haftada bir gün yaptığı yayınlarda televizyonu olan eve akın ederlerdi.
    beni en çok üzen ve utandıran şey, mahalledeki arkadaşlar güzel pantolonlar ile dolaşırken ben diz kapağı yamalı pantolonla dolaşmak zorunda kalırdım. kızlar yanıma geldiğinde pantolonumun diz kapağındaki yamayı elimle kapatmaya çalışırdım.
    normal bir annem, babam olmasını çok isterdim ama hayata 3-0 yenik başladım. babam vefat edeli neredeyse 13 sene oldu. annem halen gençliğindeki gibi agresif ve bencil... huylu huyundan vazgeçmiyor maalesef... insanlar 40'lı yaşlarda kendilerini düzeltemiyorsa bu yaştan sonra düzeltmesi neredeyse imkansız oluyor. hele bir de cahilse... ben ne annemin ne de babamın bir tek roman ya da öykü okuduğunu hiç görmedim.

    hayat işte... kimi çocuklar pamuklar içinde zengin varlıklı güçlü ailede doğar kimileri de sefalet ve yokluk içinde...

    siz siz olun, insan gibi bakamayacağınız çocukları dünyaya getirmeyin. çocukken mental olarak yaralı büyüyen çocuklara hayat ölünceye kadar ağır gelir, bunu unutmayın. dünyaya getirdiğiniz çocuklar arkanızdan küfretmesin...

  • parol

    parol, yüksek lisans tezini yaparken üzerinde çok çalıştığım ilaç...
    parol ismi aslında ticari bir isimdir. etken maddesi asetaminofen veya yaygın olarak bilinen ismiyle parasetamol 'dür. asetaminofen'in onlarca bilimsel adı vardır fakat burada detay vermek gereksiz.
    şüphesiz asetaminofen bir çok ticari ilaç isminin etken maddesidir ve çok yaygın olarak kullanılır.
    hülasa; parol'u parol yapan parol ismi değil etken maddesi asetaminofen'dir.
    yüksek lisans tezi laboratuvar çalışmalarında hastalandığımda % 100 saflığı yakın asetaminofen'i hassas terazide 500 mg olarak tartar onu toz halinde içerdim. :) hey gidi günler, aradan 33 yıl geçmiş... asetaminofen ile çalışmanın faydaları diyelim. :)
    asetaminofen'in ateş düşürücü ve ağrı kesici özelliği vardır. kuvvetli bir ağrı kesici değildir. parol içtim ağrıma pek faydası olmadı diyenler bunu bilsinler.
    ama asetaminofen mucizevi bir ilaçtır. vücutta bilimin pek açıklayamadığı etki mekanizmaları vardır. yüksek lisans tezimde enzimatik reaksiyonlarını kabaca vermeye çalıştım ama bu sadece tartışmaya, asetaminofen'i daha iyi anlamaya çalışmak için bir öneri niteliğinde idi. gerçekte okuyucu şunu bilsin ki ilaçların vücutta ne gibi reaksiyonlara sebep olduğunu bilimin tam olarak açıklayabildiğini düşünmesinler. madem ki işe yarıyor, karıştırma yoğurt yiyeni mantığı vardır bir yerde... denendi, test edildi, işe yarıyor, oldu da bitti... arada bir kaç kişinin ilaç yüzünden ölmesi genelin iyiliği için göz ardı edilebilir şeklinde düşünülür. unutmayın aspirin bile aspirine karşı alerjik olan bir bünye için ölümcül olabilir.
    insan vücudunda bir ilacın ne gibi etkiler yaptığını bilimsel olarak ortaya koymak için milyarlarca doları bu iş için harcamanız gerekir. evet ilaç firmaları ortaya büyük paralar koyarlar ama tüm gerekli bilim için kesenin ağzını tam olarak açmazlar. bir yerde açamazlar. hala çok kulllanılan bazı ilaçların anne sütüne geçip geçmediği bile (basit bir çalışma sonuçta) araştırılmamış, ilaç firmaları tarafından. her araştırma para, maliyet demektir.
    konu nereden nereye geldi. :)
    parol daha doğrusu asetaminofen iyi bir ilaçtır. şunu ilave edeyim, karaciğerinden sorunlu olan insanların kullanmasını pek tavsiye etmem. bir de böbreklerinden... karaciğerde yıkıcı hasarlara sebep olabilir. karaciğeriniz sağlam olmalı. uzun süre parol kullanmaktan kaçınınız ki karaciğeriniz bi kendine gelsin...
    parol ile duygusal bir yakınlığım olduğu için bir şeyler yazayım, okurlar biraz da olsa bilgi sahibi olsun istedim.

  • geceye z kuşağının bilmediği bir bilgi bırak

    61 yaşındayım. eskileri benden dinleyin... :)
    35'lik ya da 70'lik yeni rakı bakkal efendinin hemen arkasındaki rafta dizili olurdu. isteyene gazete kağıdına sararak verirdi. 7,5 liraya rahmetli babama 70'lik büyük rakı satın aldığımı hatırlarım. ucuzdu.
    kaliteli şaraplar, tekel birası çok ucuzdu. herkesin almaya gücü yeterdi.
    devlet, alkollü içki ve sigara üzerinden şimdiki akp iktidarı gibi vatandaşı soymak gibi bir düşüncesi olmazdı.
    filtreli ve filtresiz sigara fiyatları oldukça makul seviyedeydi. sigara almak tiryakilere ekonomik bir yıkım getirmezdi.
    ilkokulda kızlar ya da erkekler siyah önlük giyer, beyaz yaka takardı. herkes kapkara bir görüntü sergilerdi. akıllara zarar bir durumdu.
    evler sobalı olduğundan yazın, kışın yakacağınız kömürü ve odunu temin ederdiniz. herkes belediyeye başvurup kok ya da linyit kömürü parasını peşin yatırıp, geleceği günü beklerdik. kömür yakıldığından kışın dışarıda nefes almak sorun yaratırdı.
    para kıymetliydi. rakamlar küçük ama liranın yaptığı iş büyüktü. ilkokuldayken kantinden 25 kuruşa gazoz ve kek alır yerdim. ilkokullarda beslenme saatinde, amerikan yardımı süt tozundan yapılma güğümle sıcak süt ve sandviç verirlerdi. kimse sütü içmek istemez, zorla içirirlerdi.
    fırından bakır on kuruşa ekmek aldığımı gayet iyi hatırlarım. ekmek de şimdiki ekmekler gibi kofti, içi boş sandviç büyüklüğünde ekmekler değil. bayağı büyük baba bir ekmekti. hatta halk arasında "adama bak bir oturuşta bir ekmek yiyor!.." diye bir deyiş vardı. bir ekmeği bir öğünde yiyip tüketebilmek çok sıra dışı bir olaydı...
    bakkallar veresiye mal verirlerdi. her bakkalın veresiye defteri olurdu. ay başında tahsil ederdi.
    et balık kurumu devletindi... mahalle aralarına et balık kurumunun arabası gelirdi. herkes etini, kıymasını buradan paket halinde alırdı. oldukça ucuzdu. etler hem kaliteli hem de lezzetliydi. devlet üretme çiftliğinden peynirimizi, aoç'den balımızı, şeker fabrikasından çuvalla şekerimizi, un fabrikasından çuvalla unumuzu alırdık. hem ucuz hem de tüm bu kuruluşlar devletindi.
    kızılay, diyanet işleri saygın kurumlardı. kızılay'ın bir ihtiyacı olduğunda tüm millet seferber olurdu, hem de canı gönülden. akp iktidarı ile bu kurumların saygınlığı yok edildi. yozlaştırıldı. yandaş kurumlar haline getirildi. bu ülkeye ne büyük bir kötülük...
    mahalle aralarına dondurmacı, horoz şekerci, macun şekerci, kırık leblebici gelirdi.
    televizyon ve bilgisayar olmadığından çocukların eğlencesi misket, saklambaç, dalya, körebe, lik (gazoz kapağı) gibi oyunlardı. komşulara gidip gelme çok yaygındı. tombala oynamak bayağı yaygındı.
    açık hava sinemaları çok yaygındı. ben çocukken kapalı sinema neredeyse yok denecek kadar azdı. sinemaya giriş 25 kuruştu. millet yolda ayçekirdeğini alıp sinemaya öyle girerdi. sinemada gazoz, meşrubat satılırdı. tahta sandalyelere oturup filmi öyle izlerdik.
    hülasa yazmakla, saymakla bitmez... insanlar daha mutlu, daha neşeli, daha candandı. komşuluk bağları çok güçlüydü.

  • geri dönülmek istenen sene

    61 yaşında, yaşlı biriyim...
    sağlığım pek yerinde olmasa da, 1 sene bile olsa geriye dönmek istemem...
    sebebini söyleyeyim...
    hayatım boyunca; taşıdığım, oradan oraya sürüklediğim bedenimin ihtiyaçlarını gidermeye harcadım. bu ihtiyaçlar; yeme, içme, barınma, sağlık, vs. bilindik bedensel ihtiyaçlar. bunları yerine getirmeden hayatta kalamazsınız... bunları yerine getirmek için de maaşlı kölelik yaptım. her tanrının günü aynı rutin. emek harcamazsanız kimse size bedavadan bir şey vermez, çünkü... hülasa; zamanı satın alamadım. zamanı ancak zenginler satın alabilir. zamanını ancak zenginler keyfine göre harcar, maaşlı kölelerin böyle bir lüksü asla olmaz...
    kendime az zaman ayırabildim. kendim derken, beni ben yapan bilincim... ancak emekli olunca öğrenmek istediğim konuları araştırabildim, kitap okumaya zaman ayırabildim, hayatın keşmekeşliği içinde düşünmeye, araştırmaya, sorgulamaya zaman ayıramadığım konuları öğrenmeye başladım.
    bilincim artık beslenmeye başladı, farkındalığım arttı...
    yıllarca bakıp büyüttüğüm bedenimi bu dünyada bırakıp gideceğim. 50 sene önceye dönsem, aynı şeyleri yaşayacak olduktan sonra ne farkeder ki?..
    haa, çağdaş yaşam tarzının olduğu, zengin bir ülkede zamanda geriye gidip, hayatını kaldığı yerden yaşamak ister misin?.. diye bu soru güncellenirse o zaman düşünürüm...
    ama şunu da iyi biliyorum, yakın geçmişte bir 30-40 yıl geriye gitmek bana çok da fazla bir şey kazandırmaz...
    çünkü hayat dediğin, bir gıdım mutluluk, çokça sorundan ibarettir. finalde beslediğin bedenini terk edip gidersin...
    siz gerçekte bedenden ayrı, sizi siz yapan bilinçten ibaretsiniz... ölümden sonra yaşama inanıyorsanız, bu bilincinizdeki bilgi birikimleridir dünyadan götürecekleriniz... bir de yaptığınız iyilikler ya da kötülükler...
    hitler; 56 yaşında öldü... 56 yıllık bir yaşamın sonunda sonsuza kadar kötü bir adam olarak etiketlendi... 1 milyon yıl sonra yine kötü bir adam olacak... 10 milyon yıl sonra da...
    insan hayatı kısadır... 2 günlük hayat için alçak ve namussuzlara kulluk etmeyin... yoksa ölümünüzden sonra kötü adam olarak evrendeki insanlık tarihine geçersiniz... bunu düzeltmenizin de bir imkanı yoktur.
    iyi insan olun, faydalı güzel işler yapın, canlılara merhamet edin ve kendinizi yaratıcının ellerine bırakın... unutmayın, yaratıcının dini olmaz...
    sizin tek kazancınız; yaşama, varoluşa, yaratılışa ve evrene tanıklık etmeniz...

  • hindistan'da salgının dehşet verici görüntüleri

    üzücü, dehşet verici, ibret alınması gereken görüntüler...
    hindistan... nüfusu yaklaşık 1,4 milyar... günlük vaka sayısı 200 bin civarında, binlerce kişi yetersiz sağlık hizmeti yüzünden ölüyor. hastanelerdeki görüntüler çok şeyi anlatıyor, görebilenlere...
    inandıkları binlerce din tanrısının bir faydasının olmadığı kesin... bu tanrılara dua etmenin hiç bir faydası yok, ama öylesine din ile köleleştirilmişler ki anlamaları imkansız... sonunda durumları ağırlaşınca soluğu bilimde, hastanelerde arıyorlar ama çoğu için artık çok geç...
    ölümden sonraki yaşam için hayat tarzını benimsemiş cahil, din ile uyutulmuş toplumların kaçınılmaz kaderi... yaşarken bir değerleri yoktu, ölürken de bedenleri dini ritüelleri eşliğinde odun ateşinde kül olup gidiyor. hiç yaşamamış gibi...
    cehaletten, dinden daha büyük düşman yoktur... insanın aklını alır, köleleştirir... köle olarak yakılır ya da gömülür...

  • alkol felakettir

    dinci sloganıdır. "alkol felakettir!" sloganını kendimi bildim bileli dinci çevrelerince duyarım.

    peki niye böyle bir sloganda ısrar ederler? sebebi basit. islam dini alkollü içkileri haram kılmıştır. din; insanları din içerisinde tutmak ister. alkollü içki içen birisi dinden uzaklaşacağından bu tip insanları din içinde tutmak zorlaşır, bazen mümkün olmaz. din içinde tutulamayan bir kişi de din ile köleleştirilemez. işte tüm sıkıntıları bu... asıl felaketi size söyleyeyim. dini baz alarak "alkol felakettir" diyenler bu ülkeye en büyük felaket getirenler olduğundan hiç kuşkunuz olmasın. damgalı, pullu mullu, mühürlü belgelerle hem de...

    yapılan yüzlerce bilimsel araştırma var. günde bir iki kadeh içilen alkollü içki kalp-damar hastalıklarını önlemekte yararlıdır. iyi kolesterol olarak bilinen hdl kolesterolü, diyabet riskini gösteren hemoglobin a1c ve kanın pıhtılaşmasını sağlayan fibrinojen üzerinde alkolün yararlı etkilerinden kaynaklandığı sonucuna varıldı.
    eczanelerde satılan sıvı ilaçların 700'ünden fazlasında alkol vardır. alkol bir çok sektörde kullanılmaktadır. bunlara detaylı girmeyeceğim.

    eşekler gibi içersen elbette alkol adamın hamına kor. adam gibi içersen faydalıdır. oturur kilolarca kırmızı et yersen adamı gut hastalığına götürür. her şeyin azı karar, çoğu zarar...

    hep söylerim; ingilizlerin amerikalıların viskisi, fransızların şarabı konyağı, rusların votkası, almanların birası vs. meşhurdur. bu adamların pek ayık dolaştıkları da söylenemez ama dünyayı da bu adamlar yönetiyor. hani alkol felaketti?!..

    din ile uyutulup ayran içenlerin hali ortada... detaylı anlatmaya ne hacet!..