renault 12 sw, murat 131 ve tofaş şahin. ilkini çalıştırıp az götürüp durdurdum, ikincisiyle boş arazide tur attım, üçüncüsüyle de trafiğe çıktım.
ventolin14 profili
-
yazarların araba kullanmayı öğrendiği ilk araba
-
ilber ortaylı'dan celal şengör'e tarihi ayar
ilber ortaylı'nın osmanlı imparatorluğu'nun çocuğuyum derken (aynı günümüz osmanlıcıları gibi) sıradan halkı değil, eğitim imkanları son derece iyi olan sarayı temel aldığını düşünmekteyim. osmanlı sayesinde var olmak başka, osmanlı'da halkın cahil bırakıldığını kabul etmek başka şeyler.
-
ilkokul birinci sınıftan akılda kalanlar
üzerinden 41 sene geçmiş* ama 1. sınıfın ilk gününden çok net birkaç anım var. küçük kızımın ilkokul 1'e taze başlaması vesilesiyle depreşti de bunlar, kafa hâlâ sağlamken yazayım dedim.
- okulun kapısından içeri adımımı attığımda gördüğüm ilk şey: bahçede el ele tutuşarak çember halinde hızla dönen ve "piiiii... nooook... yooooo!" demelerinin tamamlanmasıyla ellerini bıraktıkları gibi neşeli çığlıklarla sağa sola savrulan çocuklar.
- okul servisi olarak at arabalarının kullanılması. at arabası dediysem çok güzel boyanmış, süslü püslü şeyler. bunları yakından görünce hem atlara, hem arabalara, hem de içlerinin cıvıl cıvıl çocuklarla dolu olmasına hayran kalmıştım. ancak evimiz okula çok yakın olduğundan atlı servislere binemeyeceğimi öğrenmemle hayal kırıklığına uğramıştım.
- hakan adlı bir arkadaşımızın ilk dersin ilk saniyelerinde kendini yerlere atarak anneeeeğ diye ağlaması, muhtemelen kapının dibinde bekleyen annesinin "hakanııımmm, oğluuumm, geldiiimm" diye paldır küldür içeri dalması. hakan'ın kendisini ve annesini sakinleştirmeye çalışan sınıf öğretmenimizin yüzünü tekmelemesi.
- sağ eli gelişememiş bir sınıf arkadaşımız. minicik, boncuk gibi parmakları vardı. bazı çocuklar "senin elin neden böyle, parmakların uzayacak mı?" diye sordukça bu minik parmaklı arkadaşımız da "parmaklarım hiç uzamayacak, hep böyle kalacak" diye cevaplıyordu. ama bunları söylerken neşesi yerindeydi, yüzü gülüyordu. başta elinin durumundan dolayı üzülmüş, bu meseleyi dert etmediğini görünce de rahatlamıştım.
- hayatta en yakın arkadaşlarımdan biri olacak adamla tanışma anımız. teneffüste uzaycılık oynuyordum. evet efendim, uzayla ilgili her türlü oyunun adı uzaycılıktı. elimi uzay gemisi yapmış vıjjjuvv diye uçururken kapkara saçlı çekik gözlü bir çocuk geldi, gemimin atılgan mı yoksa kartal mı olduğunu sordu. bilmeyebilecekler için bunlar, star trek'in enterprise'ı ve space 1999'un eagle 1'i oluyor. cevap tabii ki kartal'dı çünkü yeni diziydi ve daha havalıydı (o kara saçlı çocuğu boğaz'dan geçen gemileri gözlemleyip fotoğraflarını çeken yörük ışık olarak tanıyanlarınız olabilir)
- son olarak da, ilk büyük aşkım arzu'yu görüp vurulduğum an. o akşam evde annemle babama "arzu diye bir kız var, kaşı şöyle güzel gözü böyle güzel" diye de anlatmıştım (teneffüslerde sınıf kapısını sonuna kadar açıp duvarlarla arasında oluşan üçgene saklanır, orada öpüşürdük. rahmetli öğretmenimiz bunu ya hiç fark etmemişti ya da o cüce halimizle hoş görüyordu, gerçeği asla bilemeyeceğim)
zaman çok feci geçiyor arkadaşlar. -
bir erkek popomu ellerse ben onun penisini ellerim
haberi türkçeye kim çevirmişse hatalı çevirmiş:
"moi, si on me met la main aux fesses, je mets la main aux couilles."
couille penis değil testis demek. türkçesi, "birisi benim popomu avuçlarsa ben de onun taşaklarını avuçlarım" diyor.
(bkz: naber yarraam/@ventolin) -
netflix türkiye
içeriğinin abd'ye göre zayıf olduğu doğru. ama içerik hiç yokmuş gibi de abartmamak lazım. nisan ayından beri üyeyim, her gün seyredecek güzel bir şey buluyorum.
not: bahsedilen sansürle henüz karşılaşmadım (yakınlarda gypsy'yi bitirdim ve sansürsüzdü). ama netflix sansürlenirse gerçekten çok kötü olur.
üye olduğumdan beri kendi hesabımdan seyrettiklerimin listesi (tümü değil, sadece bir kısmı) aşağıda. bunların içinde sevdiklerim de sevmediklerim de var, bir fikir edinmek isteyenlere yardımcı olabilir diye yazdım. türkiye sürümünün ne kadar yetersizlikleri olsa da bu fiyata bu kadarına bile ulaşmak çok iyi diye düşünüyorum:
marvel'ın bütün netflix dizileri (bunlardan beğenmediğim bir şey yok gibi zaten, en kötüsü bile ortalamanın çok üzerinde)
house of cards (malumunuz)
for the love of spock (herkese tavsiye edebileceğim bir leonard nimoy / spock belgeseli)
raiders! the story of the greatest fan film ever made (yeni başladım, raiders of the lost ark'ı kendi imkanlarıyla sahne sahne baştan çeken arkadaşları anlatıyor)
living on one dollar (guatemala'da aşırı yoksulluk içinde yaşayanların halinden anlamak isteyen bir grup üniversitelinin çektiği orijinal bir belgesel, oraya gidip onlar gibi yaşamaya çalışıyorlar)
dear white people (hala seyretmeyen varsa mutlaka seyretsin)
odd thomas (anton yelchin için tekrar seyrettim)
gypsy (naomi watts'ın psiko-erotik dizisi, ben severek seyrettim ama tavsiye edemem, sıkılıp bana küfür edersiniz. ikinci sezonu iptal edilmiş)
aziz ansari live at madison square garden (aziz ansari'yi aşırı seviyorum, başka diyecek bir şeyim yok)
star trek voyager (tng kadar sevmedim, karakterler çok uyuz geldi ama yoklukta idare ediyor, ayrıca star trek'in bütün tv külliyatı ve sinema filmlerinin önemli bir kısmı netflix'te var)
the it crowd (el altında bulunması süper)
the mist (filmi çok daha güzeldi ama bu da iyi kötü sürükleyici)
killjoys (yoklukta idare eder bilim kurgulardan)
glow (çok iyi bir komedi ve drama dizisi, orijinal bir konu, alison brie ve betty gilpin şa-ha-ne oynuyorlar)
trevor noah afraid of the dark (hani jon stewart'ın ardından daily show'u devralan arkadaş, stand up'ı da gayet iyi)
shadowhunters the mortal instruments (çok geyik geldi devam edemedim, belki iyice gençken denk gelseydim sevebilirdim)
glitch (paranormal / fantastik avustralya dizisi. farklı dönemlerde ölmüş bazı insanların aynı anda dirilmesiyle başlıyor, normalde bu tarz diziler pek bir yere gidemiyor ama ilk sezonu gayet güzeldi)
grimm (daha önce seyretmemiştim, burada karşılaşınca 2 ay gibi bir sürede tamamını seyrettim. bütün ekipte gerçekten iyi oynayan bir claire coffee var ama dizi yine de kendini seyrettiriyor)
sarah silverman a speck of dust (son zamanlarda göbeğimi hoplatarak kahkaha attıran tek şey bu oldu)
3% (brezilya yapımı distopik bilim kurgu dizisi. the hunger games ve benzerleri tarzında gençlerin birbirine kırdırıldığı bir hikayesi var, yer yer iyi yer yer vasat)
white rabbit project (mythbusters'tan son sezon öncesinde kopan üçlünün yeni yapımı, yer yer gayet ilginç ve eğlenceli olabiliyor)
bill nye saves the world (ailece oturup seyredilebilecek bir bilim şovu. çocuklara yönelik gibi dursa da herkesi memnun ediyor)
the african doctor (afrika'daki şehir hayatını terk edip fransa'nın kıytırık bir köyünde doktorluk yapmaya gelen bir adamın ve ailesinin gerçek hikayesi, güzel film)
the expanse (iyi bir bilimkurgu dizisi gibi görünüyor, meraklısı ve seveni çok ama ben bayağı geç başladım, sağlıklı bir yorumda bulunamıyorum)
top gear (clarkson, may ve hammond'lı eski bölümler)
master of none (aziz ansari'nin komedi dizisi. iyi bir komedi olarak başladı, ardından sıkı bir dramaya dönüştü ama şikayet etmedim. iki halini de sevdim. ikinci sezonun melankolisine çok güzel şarkılar eşlik ediyor)
orphan black (bilmeyen yok sanıyorum)
van helsing (yapımcılar başta "ne yaparsak bu dizi güzel olur" diye bir liste yapmışlar ve o listedeki şeylerin yapılmasını yasaklamışlar, tahminim o)
travelers (zaman yolculuklu gibimsi bilimkurgu dizisi. seveni çok, beni pek açmadı)
designated survivor (24'ün daha az aksiyonlu ve daha bol siyasetli olanı ama çılgın komplo oranı aynı. sürükleyici bir dizi)
mythbusters (eski bölümler)
cosmos a spacetime odyssey (daha önce seyretmiştim ama tekrar seyredilme potansiyeli çok yüksek, bulunmasından memnunum)
californication (bunu da öyle bir unutmuşum ki tekrar izlemeye başladım)
sense8 (ya sevilecek ya nefret edilecek yapımlardan, ben çok seviyorum. aşırı yüksek giderleri nedeniyle 3. sezonu iptal edilmişti, sadece 2 saatlik bir finalle bitecek)
dirk gently's holistic detective agency (bence netflix'e sadece bunun için üye olunabilir)
the oa (olumlu ya da olumsuz bir yorumum yok, neden deli gibi sevildiğini çözemedim)
look who's back (adolf hitler dirilir ve olaylar gelişir. almanların nasıl da komedi yapamadıkları üzerine ibretlik bir film, kötü değil ama komik de değil)
frontier (sömürge dönemi kanadasında geçen jason momoa dizisi, güzel)
doctor who (matt smithli sezondan itibaren koymuşlar. sevenleri özledikçe açıp açıp seyredebilirler, kızım başından kalkamıyor)
not: eşimin ve büyük kızımın hesaplarında yukarıda saydıklarımdan çok daha farklı şeyler de var. -
android'den ios'a geçeceklere tavsiyeler
isteyen istediği platformu kullansın, istediğini hor görsün hiç sorun değil ama rica ediyorum bilmeden yazmayın. iphone'a* itunes üzerinden satın alınmamış şarkı ya da film konulamadığı, bunun için jailbreak yapılması gerektiği kesinlikle doğru değil.
istediğiniz mp3'ü itunes library'ye herhangi bir engelleme olmadan eklersiniz, ardından ya bu şarkının bulunduğu playlist'i ya da tek olarak şarkıyı iphone'a geçirirsiniz.
eğer ios cihazınızda (iphone veya başkası) vlc ya da avplayer gibi bir medya oynatıcı varsa* yine itunes üzerinden bu uygulamanın içine istediğiniz film ve altyazısını atar, sorunsuz seyredersiniz.
ios cihaz kullanırken korsan içerikle ilgili tek sıkıntıyı şurada yaşarsınız: apple, isteyenlere korsan müzik arşivini belli bir ücret karşılığında yasallaştırma seçeneği sunuyor. ancak bunun için arşivinizdeki korsan şarkı yüzdesi için şu anda hatırlamadığım bir limit koymuşlar. hepsi o.
birkaç senedir korsan içerik kullanmıyor ve içeriği ya itunes ya da netflix ve benzerleri üzerinden satın alıyorum ama 10 yıldır malum ortamlardan indirip de iphone'dan, ipad'den ya da apple tv'den dinleyemediğim / seyredemediğim hiçbir dosya olmadı.
iphone'da bunlar yapılamaz diyenler android kullanıp da bilmeden sallıyorlarsa fena, yok iphone kullandıkları halde bilmiyorlarsa daha da fena. -
insan vücudunun hiç de mükemmel olmaması
insan vücudunun mükemmel olduğuna inananlara sorun, çocuklarının ateşi 40'ı geçtiğinde ateş düşürücü kullanmak, çıplak tenine ıslak bezler sarmak, ılık duş aldırmak gibi yöntemlere mi başvuruyorlar yoksa "bu mükemmel vücudun kendi çıkardığı ateşten ölmesi mümkün değil" mi diyorlar?
hastalıklara karşı savaşmakta yararlı olan ateş düzeyiyle ölümcül olan ateş düzeyi birbirine o kadar yakın ki, ateş yararlıdır deyip kendi haline bırakmak da olmuyor, yüksek ateş öldürecek korkusuyla ateşi baştan engellemek de. ateşi yüksek bir hassasiyetle takip edip ona göre davranmak gerekiyor. e hani vücut mükemmeldi? tarihte yüksek ateşle normal ateşin farkı anlaşılıncaya kadar kaç kişi kalıcı beyin hasarına uğramış veya ölmüştür? milyonlar desem az olacak sanki. -
ülke polisinin kendi köprüsünü ücretle kullanması
(bkz: ben karşının polisiyim)
-
hadise'nin dekolteli fotoğrafı
kara kaşlarla sarı saçların kontrastından gözlerim kamaştı, memelere kadar inemedim.
-
çocuklarla girilen komik diyaloglar
oyuncak tavşanının boncuk gözlerini ısırıp kopartmış, yutup yutmadığını anlamaya çalışıyorum:
- ılgın nerede bu tavşancığın gözleri?
- ben onları ısırıp koparttım!
- ama yutmadın, di mi?
- (eyvah yakalandık bakışı) yere attım.
- eğer yuttuysan altını değiştirirken kakanda görürüm biliyorsun değil mi?
bu yeni bilgiyle ufku iki katına çıkan kızım birkaç dakika sonra yanıma geliyor ve:
- baba ben artık kakamı tuvalette kendi başıma yapmak istiyorum. sen gelme. ben yaparım. -
15 mart 2016 boğaziçi köprüsü polis kontrolü
yalnız o arabanın bir terör eylemiyle alakası yoksa ve sürücüsü bir mallık yapıp polise haber vermeden bozuldu diye bırakıp gittiyse cumhuriyet tarihinin en çok küfür yiyen insanı olacak. pardon, ikincisi.
-
intihar edecek adama atlayacaksan atla diyen kadın
"neden x* değil de boğaz köprüsü?" çok haklı bir soru. bunu zamanında merak edip araştırmıştım, tatmin edici bir cevap da bulmuştum.
edwin shneidman diye bir intiharbilimci* ve ölümbilimci* var (ilginç bir karakter, googlelayın derim). insanların gözü önünde intihar etmeyi seçip de sağ kurtulanlarla yaptığı görüşmelerden çıkardığı sonuç, bu insanların intihar eylemini gerçekleştirdikleri ve kesin bir ölüme gittiklerini bildikleri anda dahi ölümle yaşam arasında tamamen kararsız kaldıkları, ölmeyi ne kadar çok istiyorlarsa kurtarılmayı da o kadar çok istedikleri.
o ve bazı diğer uzmanlar özetle şunu diyorlar: köprü gibi bir yerde intihar etmeyi seçenler, kendilerini o ana dek görmeyen toplumu ölümleriyle şoka uğratarak cezalandırmak istiyorlar ama bir yandan da kurtarılma umudu taşıyorlar. sadece toplumu cezalandırmak için değil, toplum tarafından kurtarılmak için de görülmek istiyorlar. intihar edenlerin hepsi böyle mi düşünmüştür ya da hissetmiştir bilemem ama en azından sağ kurtulanlar böyle anlatmışlar. -
honda civic
arabanın başındayken bir komşumuz yanaştı, yeni civic almış. "bu araba econ'a basınca neden bu kadar yavaş gidiyor?" diye sordu. arabayı alırken "econ modunu açınca daha az yakar" demişler, o da hep econ'da kullanmış ama yavaşlığına bir türlü anlam verememiş.
ulan az yakmak için nereden kısacaktı ki araba, müzikten mi? -
200 yıl önce isviçrelilerin yaptığı oyuncak
kesinlikle çocuk oyuncağı olmadığını söyleyebilirim. bunlar 18. yy'dan beri çok yetenekli ustalar tarafından cebe sığsın diye enfiye kutusu boyutlarını aşmayacak şekilde yapılan, o zamanlar için de bayağı pahalı bir zevk olan minyatür kuş otomatları.
sesin çıkması da müzik kutularındaki gibi silindirlerle değil hava üfleyen bir sistem sayesinde farklı notalar çıkarabilen minyatür nefesli çalgı tarzı karmaşık bir yapıyla gerçekleşir. dikkat edilirse kuşun ötüşünde silindirli müzik kutularının karakteristiği olan metalik tınılar yok, ıslık benzeri bir ses çıkarıyor.
daha fazla bilgi edinmek isteyenler bird automatons veya singing bird boxes anahtar kelimeleriyle arama yapabilirler.
not: kuş ötüşünü buradaki örnekten çok daha iyi taklit eden bir başka otomatın videosu aşağıdan seyredilebilir. çıplak halde olduğundan bahsettiğim havalı sistemin nasıl çalıştığı hakkında bir fikir verecektir.
http://www.thisiscolossal.com/…-the-song-of-a-bird/