hunter stockton thompson12
profili

  • 2016 düğün maliyetleri

    başka bir şehirde üniversiteye giden ve evde kalanlar, okul bittiğinde, o eşyalardan nasıl 'kurtulduklarını' hatırlayacaktır. eminim, herkesin babasının, döşemesi perişan halde olmasına rağmen, ve evde çok daha yeni ve güzel alternatifler varken, asla değiştirmediği bir koltuğu vardır. anneler gününde, en yeni ve pahalısını da alsanız; annenize, kendi düdüklü tenceresinden başkasında yemek yaptıramazsınız.

    hayatının geri kalanını, istedikleri otellerin, muhteşem dekore edilmiş odalarında geçirebilecek kadar çok parası olan binlerce insan var. temizlik, yemek derdi olmadan; her gün yeni çarşaflarla, havlularla. buna rağmen en iyi otel odası, bir aya kalmaz batmaya başlar. çünkü size ait değildir. sahip olunmayan konfor, aidiyetin önüne geçemez. asıl konfor, aidiyetin kendisi.

    gülerek ben yemek yapmayı bilmem ki diyen kız ve gülerek ben tornavida bile tutamam diyen erkek evliliğinin maliyeti bunlar. hayatı boyunca yalnız yaşamamış, çalışarak-kazanarak bir eşyaya sahip olmamış insanların çıkmazı. küçümseyerek yazmıyorum bunları, yaşadığımız toplumun hastalıklı yapısı bu, kabul ediyorum. ana kucağından damat tıraşına, baba ocağından gelin başına gitmeye karar verdiklerinde, görecekler ki, limon sıkacakları bile yok. ve hepsini alacaklar, hepsini.

    evlendikten sonra, gülerek ben yemek yapmayı bilmem ki diyen kız, şikayet edecek:
    - bütün akşam playstation oynuyor.
    evet, çünkü babasının evinden getirdiği ve kendi seçerek aldığı tek eşya o.

    evlenmeden önce bir süre kendi evlerinde yaşamış insanların beraberlikleri, bu anlamda daha sorunsuz oluyor. çünkü bu insanlar, evlenmeden önce istedikleri ve kendi seçtikleri eşyaların çoğuna zaten sahip oluyor. düğün alışverişi denen soygunda satılmaya çalışan, ve ömür boyu üç kez kullanılmayacak saçmalıkları almadan yapabiliyorlar bunları. tüm bu stresten sonra gidilen ve burundan fitil fitil gelen balayına da gerek kalmıyor. çünkü kendi evlerinde yaşayan, ailelerine bağımlı olmayan sevgililer, evlenmeden önce, o balayına defalarca gitmiş oluyorlar. asıl balayı, o birliktelik zaten.

    ikinci evliliklerini yapan ve daha mutlu olanlar için söylenen çok güzel bir söz var:
    "birincisi allah'tan, ikincisi aşktan"

    çünkü, birincisi aidiyeti olmayan bir konfor.
    ikincisi, aidiyetin konforu.

  • erkeklerden erkeklere tavsiyeler

    ekonomi
    • para harcamayı öğrenmek, para kazanmayı öğrenmekten çok daha zor. borcunuz olmasın; borç, yiğidin kamçısı falan değil. kredi kartı borcunuz, kart limitiniz kadar değil, aylık ortalama kazancınız limitinde olsun.
    • zenginler gibi yaşayın, sonradan görmeler gibi değil. zenginlerin bireysel harcamaları, gelirlerine/servetlerine oranla çok düşüktür. sonradan görmelerin bireysel harcamaları, (borç/kredi sayesinde) gelirlerinin kat kat fazlasıdır.
    • rahmi koç ford focus'a, mark zuckerberg honda fit'e biniyor. hayalini kurduğunuz süper araba, sizi sandığınız kadar mutlu etmeyebilir. araba kiralamak ayıp değil, gidin kiralayın, iki üç gün gezin; en azından gözünüz doysun. yollarda gördüğünüz o muhteşem arabaların pek çoğunun ruhsatında, bir şirketin ve bir bankanın adı yazıyor. direksiyondaki adamın değil.
    • dünya ekonomisinin nereye gittiğinden haberiniz olsun. bunun en iyi göstergesi, daima! emtia fiyatlarıdır. bunu takip edeceğiniz sitelerdeki grafiklere, ayda bir kez bile baksanız yeterli olacaktır.

    siyaset
    • belediye başkanı/milletvekili olmak gibi bir ihtirasınız yoksa, yani, siyaseti profesyonel olarak yapmayacaksanız, iş ve sosyal hayatınıza sokmayın. konu açıldığında "şu güzelim memlekete yazık oluyor" der geçersiniz.
    • kendi ideolojinizin medyasını takip etmeyin. porno izlemekten hiçbir farkı yok. her zaman karşı görüşün yazarlarını okuyun. bu, başlarda sinir bozucu olabilir. uzun vadede hayrını göreceksiniz.
    • türkiye siyaseti ile ilgili, darbe girişimi, terör saldırısı gibi çok büyük bir olay olduğunda; o anda, yabancı haber kanallarınının yayınını takip edin. canlı yayına bağlanan uzmanların kim olduğuna bakın; ne dediklerini dinleyin. türkiye'de kan gövdeyi götürüyorken, ingiliz kraliyet ailesi'nin avustralya gezisi canlı yayınlanıyorsa, oturun düşünün.

    ilişkiler
    • kaç yaşında olursanız olun, kendinizden on yaş küçük ve on yaş büyük arkadaşlarınız olsun. bu insanlar, geçmişi ve geleceği yaşayabileceğiniz canlı zaman makinaları olacaktır.
    • sadece kendi sosyal ve kültürel çevrenizden insanlarla beraber olmayın. hatta, türkiye cumhuriyeti vatandaşı olmayan arkadaşlar da edinin. uzaktan nasıl göründüğünüzü öğrenmiş olursunuz.
    • ne yapıp edip, bir kadınla arkadaş olmayı ve arkadaş kalmayı başarmalısınız.

  • mutsuzluğun asıl sebebi

    şehirde yaşayan türk halkı özelinde, maddi anlamda her şeye sahip olma imkanı varken veya pek çoğuna çoktan sahip olmuşken, sahip olunca tatmin olamamaktır.

    çoğu insan, istediği kıyafete -artık- çok uygun fiyat ve ödeme koşulları sayesinde sahip olabiliyorken, yine de mutsuz. çünkü çoğunun fiziği, konfeksiyon standartlarının dışında. beli olsa, paçası olmaz. boyu olsa, beli tutmaz. bunu, yaradılış bahanesi arkasına saklanarak atlatmak mümkün değil. hayatında sporun, doğru ve düzgün beslenmenin yer almadığı bir insanın, öyle veya böyle varacağı yer bundan farklı olamaz. beden eğitimi derslerinde, ne olduğu meçhul bir hedefe ulaşmak için 'test çözdürülen' bir neslin, optik kağıda taşırmadan karalanmış kaderi bu.

    hepimizin elinde, gün geçtikçe daha iyi kalitede fotoğraf çekebilen ve çekilen fotoğrafı sanat eseri kalitesine dönüştürebilen cihazlar var. hangi şehirde olursanız olun, önünde fotoğraf çektirebileceğiniz kadar 'göze hoş görünen', on adet cumhuriyet yapısı (bina, meydan vs.) var mı? hadi biraz daha insaflı olalım, 'türk' mimarların ve ustaların elinden çıkan, kaç osmanlı yapısı var çevrenizde? cumhuriyet dönemi ressamlarından üç tanesini, google'dan kopya çekmeden, ezbere sayabilir misiniz? adını bildiğiniz türk heykeltıraş var mı? yaşadığınız şehrin tek meydanındaki tek heykeli iyi-kötü kim yontmuş?

    sıkıldınız değil mi?
    o zaman, en sevdiğiniz tabuya, yani sekse gelelim mi?

    yakışıklı ve (hadi bu da benden olsun) zengin erkeğe veya güzel kadına ulaşınca bile mutsuzuz. ön sevişmeden anladığı, 'sevgiliyi şöyle bir güzel yalamak' olan müthiş bir toplumuz ve bu alanda da mutsuzluktan ölüyoruz.

    eskiden doğulular, birbirlerine dokunmadan, birbirlerini görmeden aylarca mektuplaşır; birbirlerine şiir yazardı. avrupalılar ve akrabaları kuzey amerikalılar biraz daha fazlasını yapar, dansa giderdi. müzik, dans, şiir: yani, ritmik sanatlar. sonrasında sevgiliye serenat yapılan tiyatro, uğruna destan yazılan edebiyat. hepsi, tarihin en büyük ön sevişmesi. ve hiçbirinin, bizim hayatımızda yeri yok.

    her şeye sahip olsak da, hiçbirini kendimize ve karşımızdakilere yakıştıramıyoruz.
    her şeyimiz var ve hiçbiri güzel gelmiyor; hiçbirimiz güzel değiliz.
    kırk yıllık türk kahvesinin yanına lokum koyduklarında, kırk kere fotoğrafını çekiyoruz.
    bunun dışında mutlu olamıyoruz, çünkü hayatımızda estetik yok.

  • inşallah kelimesini kullanan ateist

    benim.

    bir cenazeye gittiğimde, "allah rahmet eylesin" de derim. çünkü bu sözler, karşı tarafa iyi niyet, destek göstermek için söylenenler. acısını bağrına basan ve inandığına sığınan birini, ay'ın ikiye bölünmediğine ikna etmeye çalışmaktır asıl ahmakça olan.

    "hayırlı işler" de diyorum, "mazal tov" da. "mazal tov" dediklerim, bizim "hadi" dediğimiz şeye "yallah" diyor. israil'in yahudi başbakanı "ya allah" diyorsa; japonya'nın ateist başbakanı, kur'an okunurken ellerini açıyorsa, burada iki rekat düşünmemiz gerekiyor.

    bu sözler kimisi için bir dua olabilir. ama çoğunluk için bir kültürün parçası. amacınız insanlarla anlaşmaksa, bunların hepsini, karşınızdakini ve kendinizi yargılamadan, içtenlikle söylersiniz.

    bir ateistin "inşallah" kelimesini kullanması, emin olun güzel bir şey. dünyanın yarısı, "allahuakbar" diye bağıran birini duyunca, kaçacak delik arıyor. kafaya takacağınız bir şey varsa, o da bu olmalı.

  • 2016 turizm krizi

    mont blanc dağının altında, dağın adını taşıyan; bir ucu fransa'da, bir ucu italya'da olan bir karayolu tüneli var. 24 mart 1999'da, un ve margarin taşıyan bir kamyon, tam da bu tünelin ortasındayken yanmaya başladı. yangın 50 saatten fazla sürdü ve ne yazık ki 38 kişi hayatını kaybetti.

    "itfaiye yok muydu?" diye soracaksınız değil mi...

    tünele giren itfaiye araçları, yoğun dumandan dolayı yangının olduğu yere ulaşamadı. işin kötüsü, o kadar yolu geri geri çıkma imkanı da yoktu. yaşanan bu facia, otomotiv tarihinin en enteresan itfaiye araçlarından birinin yapımına ilham verdi. adını, bir yüzü sağa, bir yüzü sola bakan, iki yüzlü roma tanrısı janus'tan aldı.

    ortadoğu gibi bir yangının içine dalarken, işler kötü gittiğinde nasıl geri adım atacağınızı ve sağ salim çıkacağınızı hesaplayamıyorsanız; facia kaçınılmazdır. yaşanan hatalardan ders almazsanız, ne itfaiye kurtarabilir sizi, ne de hortumu.

  • türkiye'den siktir olup gitmek

    iki gün önce, yakın tarihin en önemli askerî olaylarından birinin, normandiya çıkarması'nın 72. yıldönümüydü. 72 yıl önce abd ordusu, ikinci dünya savaşı'nın kaderini değiştirmek için, fransa'nın kuzeyindeki omaha beach'e çıkarma yaptı. er ryan'ı kurtarmak adlı filmin o etkileyici açılış sahnesini hatırlayın. o sahnede abd ordusu'nu ateş altına alan alman ordusu'nu da. çözüm süreci bitip, tarihe hendek operasyonları olarak geçecek şehir savaşları başlayalı tam bir yıl oldu. türkiye sınırları içerisinde, şehir merkezlerinde bir yıldır çatışan terör örgütü personel ve ateş gücü, -tankları saymazsanız- en az o alman ordusu kadar.

    ortaokuldaki matematik derslerinde dalga geçmediyseniz, sadece son bir yıldır süren bu çatışma için, terör örgütünün aldığı lojistik desteği az çok hesaplayabilirsiniz. iç denizlerde seyreden orta ölçekli bir konteyner gemisininin iskenderun'a yanaştığını düşünün. o yükün vagonlarla il ve ilçelere dağıtıldığını. işte en az o kadar silah, mühimmat ve patlayıcı giriyor türkiye'ye. erzak, ilaç vs., onları saymıyorum. sınırın dışındaki unsurların lojistik imkanlarını da. sadece yurt dışından gelen ve her nasıl olduysa gözden kaçan desteğe bakın, yeter.

    çok değil 10 yıl önce, gaziantep'ten halep'e tren seferleri vardı. şimdi halep diye bir yer yok. türkiye'ye hiçbir kayıt kürek olmadan giren suriyelileri, queen elizabeth 2 ölçeğindeki transatlantiklerle taşımış olsaydık, türkiye limanlarında yanaştıracak rıhtım bulamazdık. sadece istanbul'a gelenleri taşıyacak transatlantik sayısı, çanakkale savaşı'nda, boğazı geçmeye çalışan gemilerin en az 50 katı olacaktı.

    şimdi soruyorum; 2016 yılı haziran ayı itibarı ile -suriye dışında- dünya üzerinde bu durumda olan ve kendini 'dünya lideri' sanan başka bir ülke var mı?

    avrupa'nın huzurdan ve refahtan yıkılmak üzere bir kasabasında bir lokanta açmış; hiç tanımadığı türk misafiri geldi diye masayı donatan; önce güle oynaya sohbet ederken, bir süre sonra "memleket" diye diye ağlayan tokatlı aşçının hâline mi acıyayım... iniş takımları yeşilköy'de patinaj yapınca, her şeye rağmen, her seferinde içimden "eve geldim" diyen kendime mi?

  • obama'nın 18tl'lik yemek yemesi

    obama yedi-içti, dün akşam abd'nin vietnam'a uyguladığı silah ambargosunu, 'iki ülke arasındaki derin savunma işbirliğini' gerekçe göstererek kaldırdı. basın toplantısında, "bu bölgede güçlenen çin'e karşı yapılmış bir hamle mi" diye soran gazeteciye de "sen kimsin ya" dedi.

    çünkü çin'in büyümesi ve tüm ticaretini, hiçbir karşılığı olmayan abd doları ile yapması, abd'nin en tatlı geliriydi. ancak çin, racona ters işler yapmaya başladı.

    vietnam, bir süredir çin mallarına ambargo ve/veya ithalat kısıtlaması uygulayan ülkeler için, çin'in bulduğu güzel bir çözümdü. mallar, vietnam üzerinden ihraç ediliyordu, kâğıt üzerinde her şey yasaldı.

    ancak mafya böyledir.
    mafya'nın parası çalınmaz.

    cumhuriyet, "obama'nın vietnam'da ne işi var" diye sormak ve yanıtını vermek yerine, "dünya bu görüntüleri konuşuyor" demekle yetinmiş. türkiye'nin 'iyi' gazetesi bu; kötüleri siz düşünün.

  • insanların restoranlarda bildiğin çiğ et yemesi

    trajedi.

    türk insanı için standart öğle ve akşam yemeği: çorba, sulu yemek, makarna veya pilavdır. ekonomik anlamda gelişmiş ülkeler, yemeğe salatayla başlar. bizim çorbayla başlamamızın arkasında yatan neden, aç kalma hatta doyamama korkumuz. çünkü çorba, ekmekle yenebildiği için doyurucu. aynı fonksiyon, 'sulu' yemeğin suyunda da var. c planı ise makarna veya pilav. üstüne içmeden duramadığımız çayı bu kadar sevmemizin en önemli nedenlerinden biri, şeker. hatta abartıp, çayı kıtlama içmemiz; kan şekerini sürekli zirvede dolaştırmamız.

    çok değil, yüz sene önce karasabanla toprak sürdüğünü, aynı topraktan yapılan evde oturduğunu unutan bir halkın trajedisi bu. işkembe, kelle, paça gibi çorbalar, sizce füzyon mutfağı eseri mi, yoksa etin ancak bu kısımlarına para vermeden ulaşabilen insanların çaresizliği mi? lezzetiyle ilgili yorum yapmıyorum. kaynağını sorguluyorum sadece.

    köy kahvaltısı diye utanmadan salam yiyenler, gerçekten köylü olan yaşlılara, "köyde kahvaltı var mı", "varsa nasıl" diye sorsunlar. tarhana'nın adı nereden geliyor, öğrensinler.

    yediğiniz kebaplar et falan değil. kendinizi kandırmayın. zenginlerin yemediği et parçalarının kıyılmış ve yağla harmanlanmış hâli. bu kadar baharat, o et kokmasın diye bulunmuş zamanında. dünya et yerken, ucuzlasın diye içine sakatat karıştırılan kıymaya et diyen bir milletin mensuplarısınız. övündüğünüz ecdad, sarayda altın tepsiyle yerken; hayattaki tek amacı, çağırıldığında savaşa gidecek, onun dışında toprak sürecek bir tebâ, ne yiyebilirdi. avrupa birliği kokoreç'i yasaklayacak diye ortalığı ayağa kaldırırken, "bunu yemek kimin, nasıl aklına gelmiş" diye hiç düşündünüz mü?

    bugün size çiğ gelen şey, aslında etin ta kendisi.
    ilk defa gördüğünüz için, şaşkınlığınız ondan.

  • türk kızlarının kibar erkeklerden hoşlanmaması

    babaları, ağabeyleri kibar olmadığı için. gördüğü, tanıdığı erkek profili bu çünkü. 20 yaşına gelene kadar "lütfen" kelimesini, "teşekkür ederim" cümlesini duymamış kızcağızların, bunları duyunca yadırgamaları ve "bu ne biçim erkek" demeleri çok doğal. 20 yaşından sonra da, kız arkadaşlarının sevgililerinin tabir caizse 'ağzılarına nasıl sıçtığı' hikayelerini dinleyerek kadınlığa ilk adımı attıklarında, "demek erkek böyle bir şey" düşüncesi sağlamlaşıyor. kibar erkek, frankfurt hayvanat bahçesinde yeni doğan panda gibi bir şey bu kızlar için.

    menemen yaparım yanına da çay demleriz diyen kadından hoşlanan türk erkeğinde de durum farksız. bu erkeklerin aradığı da sevgili falan değil. düpedüz; anasının, teyzesinin, yengesinin genci-güzeli.

    hepinizin cv'sinde, "ingilizce: çok iyi" yazıyor, o yüzden tercüme etmeme gerek yok:

    being male is a matter of birth.
    being a man is a matter of age.
    but being a gentleman is a matter of choice.

  • evde tost yapıp işyerine getiren varoş kız

    personeline bir öğün düzgün yemek vermediğine göre, bu hikayede, asıl varoş olan işyeri.

  • üniversite mezunlarının işsiz kalma sebebi

    olan azınlığı tenzih ederek, üniversite mezunu olmaktan başka hiçbir özelliklerinin olmaması.

    işin, verilen ve uzmanlık gerektiren bir görevi yerine getirmek kısmını, kimyon-köfte baharı satan kompleksli tipler dışında bekleyen yok zaten.

    22 yaşına kadar, aile ve arkadaş dışında kimseyle telefon görüşmesi yapmamış; bir kuruma hitaben iki satır elektronik posta yazmamış olanlar var. kime nasıl hitap edeceğini, bir şeyi nasıl isteyip, bir isteği nasıl reddedeceğini bilmeyenler var.

    türkiye'deki lisans düzeyindeki üniversite müfredatı, tamamen akademik kadro yetiştirmek üzere tasarlanmış. bu rahle-i tedristen geçip, özel sektör denen vahşi hayvan sirkinde meslek sahibi olmayı beklemek büyük saflık.

  • düzgün erkeklerin hepsinin kapılmış olması

    "kapanın bir bildiği vardır" düşüncesi.

    kadınların beraber oldukları insanı, arkadaşlarına abartarak anlatmasından da kaynaklanır. kadını dinle, sevgilisini nobel fizik ödüllü 100 metre dünya rekortmeni sanırsın. halbuki adamın donunu, çorabını hâlâ anası alıyordur.