maarri56
profili

  • 3 ocak 2024 yargıtay'ın aym'yi ilga etmesi

    hukuk devleti, haysiyet rejimidir. haysiyetli insanlar, haysiyetli kurumlar gerektirir. her bireyin, toplumda yaptığı iş vesilesiyle dahil olduğu meslek grubunun saygınlığını, statüsünü dert edinmesini; kendi meslek grubunun çıkarlarını önemsemesini ve önceliklendirmesini gerektirir. kendi meslek grubuna veya kurumuna haksızca bir hakaret geldiği zaman, kimden gelirse gelsin karşı durmasını gerektirir. icabında, ibni haldun'dan ilhamla denilebilir ki, bir meslek asabiyyesi geliştirmeyi gerektirir.

    bu meslek dayanışması, meslektaşını haksızlık yapmasına rağmen ne pahasına olursa olsun korumayı değil, bir bütün olarak mesleğinin aşağılanmasına yol açan hiçbir tavra müsamaha göstermemesini gerektirir. bu toplumda taksicilerdeki dayanışma kimsede yok belki, ama onların dayanışması da şer ortaklığı resmen. yani bizdeki dayanışma, mesleğin aşağılanmasını dert edinmekten ziyade, sadece rekabetten muaf tutulmuş kazanca odaklı bir dayanışma oluyor en fazla. beyaz yaka mesleklerde o bile yok doğru düzgün, görece pek çok meslek grubuna göre daha iyi denebilecek avukatların hali bile ortada.

    yargıtay'ın bu kararı, sadece aym'yi değil, bir bütün olarak anayasayı ve tbmm başta olmak üzere bütün kurumları ilga etmek, aşağılamak, hiçe saymak demek. bu bir "hukuksuzluk" değil, burada "hukuka aykırı" bir karar yok, daha öte bir şey var. yani şimdiye kadar yıllardır bahsettiğimiz hukuksuzlukların yeni bir örneği değil bu, artık başka bir aşamaya geçtik. hukukçu olmayan kaç tane insan durumdaki saçmalığı ve özgünlüğü ne derece idrak edebiliyor bilmiyorum, hukukçular açısından bile adını koymak kolay değil, çünkü geçtim bu ülkeyi, dünya hukuk tarihinde bir örneği olduğunu pek sanmıyorum, bir ülkede temyiz mahkemesinin anayasa mahkemesi kararına "uyulmamasına" dair bir yüksek mahkeme kararı ilk kez veriliyor olmalı, bu açıdan dünyada bir ilk gerçekleşti muhtemelen. yani böyle bir karar türünü literatüre geçirmek de bir başarı addedilebilir belki.

    bakın gerçekten abartmıyorum, durumun vahametini düşündürmek için olduğundan azıcık bile olsa büyük göstermeye çalışmıyorum.

    hukuk, nihai tahlilde, oynadığımız bir oyun. bir sürü hayvanı olarak, bir arada yaşayabilmek için ürettiğimiz, ve işe yaraması için hep beraber inanmamız gereken bir mit. teknik olarak, futboldan çok bir farkı yok. futbolcular faul yapabilirler veya oyun kurallarına aykırı olarak topa elle dokunabilirler, hakem bunu engellemek için var. hakem de yanlış bir karar verebilir, ve fakat bu durumda bile kararları bağlayıcıdır, yan hakem kalkıp da "hakemin kararına uyulmamasına" dair bir karar veremez. yan hakemin arkasına siyasi bir irade alıp böyle bir karar vermesi, oyun kurallarına aykırılık değil, oyunu tümden iptal etmek demek, oyunun temelini dinamitlemek demek; kendi iktidarının da anayasal meşruiyetini tamamen ortadan kaldırmak pahasına oyunu artık hiç, zerre kadar umursamadığını dosta düşmana, kendi kitlesine, muhalif kitleye, bütün dünyaya ilan etmek demek. yani hiçbir zaman bu oyuna inanmamış olsa bile, artık oyunun en azından bazı temel kısımlarını yalandan bile olsa umursuyormuş gibi görünme zahmetine dahi artık tenezzül etmiyor olmak demek.

    aym kararlarının bağlayıcılığı, anayasa 153/6 uyarınca tartışılabilir bir şey değil. yani yargıtay da dahil olmak üzere herhangi bir mahkeme veya devletin herhangi bir kurumu, aym'nin yanlış, hukuka aykırı, saçma sapan bir karar verdiğini düşünse bile, yapabileceği hiçbir şey yok, herkes aym kararına uymak zorunda. öncelikle bunu netleştirmek lazım. buna aykırı bir şey söyleyen hiç kimse hukukçu olamaz, bakın çok açık ve net söylüyorum, size ömürlük garanti veriyorum, aym kararına uyulmayabileceğini iddia eden, yargıtay'ın haklı ve doğru bir karar verdiğini iddia edebilen hiç kimse hukuken ciddiye alınamaz. yargıtay'ın kendisinin dahi sürüyle kararı vardır, aym kararlarının bağlayıcılığını vurgulayan. girin yargıtay karar arama sitesine aratın.

    eğer aym kararı beğenilmiyorsa, ortada ciddi bir sorun olduğu düşünülüyorsa, hukuk oyununun sürdürülmesi için yapılması gereken tbmm'nin anayasayı veya ilgili kanunları değiştirmesidir. bu durumda bile, mesela can atalay aleyhine bir mevzuat değişikliği yapılması durumunda, geriye yürüyemez ve aym kararını ortadan kaldıramaz, sadece ileriye yönelik etki yaratabilir.

    bu konuyu netleştirdiysek, gelelim aym kararının hukuki tartışmasına. yani bu karar yanlış da olsa uyulmak zorunda dedik, yargıtay bu kararın yanlış olduğunu ileri sürerek uyulmamasına dair bir karar veremez dedik, bu açıdan yargıtay kararının ciddiye alınabilir hiçbir tarafı yok, ama yine de bu garabetin nasıl ortaya çıkabildiğini merak eden, soran arkadaşlar var, aym kararı hukuken yanlış mıdır, buna dair de bir şeyler söyleyelim.

    yargıtay'ın bu kararı sadece aym'ye değil, yasama organına da bir küfür niteliğinde. niçin böyle olduğunu tane tane anlatmaya çalışayım.

    1. can atalay hakkında, gezi davasında tck 312'den 18 yıl hüküm verildi. bu zaten apaçık hukuksuz bir karardı, ama bu kısmı geçelim, mevzu açısından bir önemi yok. karar yargıtay'ın önündeyken, can atalay vekil seçildi, bunun üzerine yasama dokunulmazlığını düzenleyen anayasa 83. madde kapsamında durma kararı ve tahliye talep edildi, bu talep reddedilince de aym'ye bireysel başvuruda bulunuldu. (ilgili anayasa ve kanun maddelerini kopyalayıp yapıştırmak zor geliyor şu an kusura bakmayın lütfen, bir yan sayfaya anayasayı ve tck'yı açıp oradan bakıp dönerek ilerleyebilirsiniz)

    2. başvuru aym önündeyken yargıtay cezayı onadı ve kesinleştirdi, bir ay sonra da aym hak ihlali kararı verdi. 6216 sayılı kanunun 50/2 maddesi kapsamında, ilk derece mahkemesine yeniden yargılama yapıp durma kararı vermesi ve tahliye etmesi için dosyayı gönderdi. istanbul 13. ağır ceza mahkemesi, aym kararını açıkça hiçe sayarak yani anayasayı ihlal ederek topu yargıtay'a attı, yargıtay da malum kararları verdi iki defa üstüste.

    3. peki neye dayanarak verdi? mevzunun özü şu: anayasanın 83/2. maddesi, yasama dokunulmazlığının iki istisnasını sayıyor, bak bunu kopyalayayım: "ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve seçimden önce soruşturmasına başlanılmış olmak kaydıyla anayasanın 14 üncü maddesindeki durumlar bu hükmün dışındadır."

    4. peki 14. madde ne diyor? hadi onu da kopyalayayım:

    "anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.

    anayasa hükümlerinden hiçbiri, devlete veya kişilere, anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz.

    bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir."

    5. son fıkrada ne diyor? bu hükümlere aykırılığın müeyyideleri, kanunla düzenlenir. bu aynı zamanda, anayasa'nın 13. maddesinde de vurgulanan bir ilke:

    "temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. bu sınırlamalar, anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz."

    6. şu an belki bütün hukuk fakültelerinin anayasa ve idare hukuku derslerinde kitapları okutulan kemal gözler hocanın da sık sık vurguladığı gibi, hukukun en temel ilkelerinden biri: hürriyetin kaide, sınırlamaların istisna olmasıdır. kaideler geniş, istisnalar dar yorumlanır. yani aksi kanunla öngörülmedikçe bütün davranışlar serbesttir. davranışları sınırlayan kanun maddeleri de, mümkün olduğu kadar dar yorumlanır, yani kapsamı daraltılır. yine bu sebepten, ceza hukukunda kıyas yasağı vardır; yani açıkça yasaklanmayan bir fiil, yasaklanan bir başka fiile benzetilerek yasaklanamaz. mesela "sokakta emeklemenin cezası üç aydan bir yıla kadar hapistir" diye bir tck maddesi olsa, bu maddeye dayanılarak sokakta amuda kalkarak yürümeye ceza verilemez, "ha emekleme ha amuda kalkma" diye kıyas yapılamaz. hürriyetleri sınırlandıran kanunlar, bu yüzden alabildiğine dikkatli bir şekilde, tamamen öngörülebilir hazırlanmalıdır.

    7. işte bu yüzden aym, daha önce ömer faruk gergerlioğlu ve leyla güven kararlarında, anayasa 83. maddenin gönderme yaptığı 14. maddenin kapsamına giren suçların açıkça belirlenmesi için bir kanun yapılması gerektiğini, bu konuda bir kanun boşluğu olduğunu tespit etti. dedi ki, anayasanın bu maddesinin öngörülebilir olması için bir kanuna ihtiyaç var, zaten maddenin kendisi de bunu belirtiyor, kanunla düzenleyin beni diyor.

    8. yargıtay'ın kendisi de daha önceki kararlarında bu aym kararı doğrultusunda karar vermişken, can atalay dosyasında birden fikir değiştirdi, anayasanın 14. maddesi açısından kanun boşluğunun yargı kararlarıyla doldurulabileceğini iddia etti.

    9. bu bir kere 14. maddenin kendisini ihlal, çünkü tekrar ve tekrar söylemek gerekirse, maddenin kendisi kanunla düzenlemeyi emrediyor. "tbmm bu konuda bir kanun yapmadı, bu durumda teröristler bu maddeden yararlanabilir, öyleyse ben bu boşluğu inisiyatif alarak doldurabilirim." diyemezsin, yok böyle bir hakkın ve yetkin. çünkü anayasa 6. madde diyor ki:

    "egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir.
    türk milleti, egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.
    egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz."

    yani anayasanın sana vermediği bir yetkiyi, sen inisiyatif alarak kendine hak göremezsin. eğer senin bu hakkın varsa, ben de dahil herkes, her kurum, kafasına göre boşluk gördüğünü iddia edip hukukun etrafından dolanabilir, yeni delikler açabilir, kendisine hukuki bir temeli olmayan hak ve yetkiler bahşedip herhangi bir durumda inisiyatif almaya kalkabilir. yani oyunu bitirmiş olursun, kamu düzenini, bizzat devletin kendisinin varlık zeminini tamamen ortadan kaldırmış olursun. mızıkçılık yapmayı, bütün oyun arkadaşlarına hakaret etmeyi norm haline getirmiş olursun.

    10. yargıtay kararı bak bir başka anayasa maddesini daha ihlal ediyor: bir de 13. madde vardı, temel hak ve hürriyetleri ancak kanunla sınırlayabilirsin diyen. yani suçta ve cezada kanunilik ilkesi olmadan bir hukuk düzeni kuramazsın, bırak hukuk devleti olmayı, kanun devleti bile olamazsın. nitekim değiliz.

    11. yargıtay bu ilkeyi ihlal ederek sadece aym'ye değil, meclise de hakaret ediyor dedim, nasıl ediyor? aym kararına uyulmamasına dair verdiği ve üstüne aym üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunabildiği kararında, meclise de talimat veriyor, "sen benim kesinleşme kararıma rağmen hala gereğini yapıp can atalay'ın vekilliğini düşürmedin, şimdi hemen yolluyorum tekrar ivedilikle yerine getir." diyor.

    12. hukuk haysiyet rejimidir dedik, işte burada devreye girmesi lazım: tbmm başkanı'nın çıkıp kürsüye vurması lazım, iktidar ortağı partilerin vekilleri de dahil olmak üzere bütün milletvekillerinin ayaklanması lazım, yargıtay'a "sen kimsin yahu?" demesi lazım açıkça, "sen kim oluyorsun da kendi başına anayasa mahkemesini ilga edip, bana da tebliğ ediyorsun? bırak ben kendi kararımı vereyim değil mi? anayasayı ihlal etmeye karar vereceksem bile, buna senin zorunla değil, bırak kendi irademle karar vereyim." demesi lazım bir nevi. sen aym kararlarının bağlayıcı olmadığına hükmettin ok, ama şimdi benim önümde hem senin kararın var hem aym kararı var, ben hangisine uyacağıma bırak da kendim karar vereyim demesi lazım en azından.

    13. elbette tbmm'nin de yapması gereken, hiç tartışmasız bir şekilde, anayasanın 153/6. maddesinin kendisini de bağladığını gözeterek, aym kararına uymaktır. ve derhal anayasa 14. maddenin içeriğini öngörülebilir kılmak için kanun yapmaktır. eğer aym kararının yanlış olduğunu düşünüyorsa bile yapması gereken budur, bu yanlışlığı düzeltmenin başka hukuki bir yolu yoktur.

    14. tbmm dışında derhal bir şeyler yapmakla yükümlü olan iki kurum daha var: hsk ve yargıtay başkanlar kurulu. istanbul 13. ağır ceza ve yargıtay 3. daire üyeleri hakkında şimdiye kadar çoktan soruşturmaları başlatıp bitirmiş olmalılardı.

    14. ama hiçbir kurum artık görevini yapamıyor, yapmıyor. hiçbir kurum, hiçbir meslek asabiyyesi göstermiyor.

    bugünlere bir anda gelmedik elbette, aym'nin bizzat kendisinin de verdiği sürüyle yanlış karar ile geldik. her şeye rağmen, türkiye'nin geçtim hukuk devleti olmayı, kanun devleti olmakla arasındaki bağı yalan yanlış dahi olsa tutmaya çalışan tek kurum aym idi. o da uzun zamandır can çekişiyordu, bir şey değişmezse yakın zamanda tamamen hakkın rahmetine kavuşacak. stallone abimizin bir dağcılık filmi vardı, filmin başında bir arkadaşını uçuruma düşmekten kurtarmak için tek başına çırpınıyor ve sonunda kaybediyordu, aym tam şu an o halde bir nevi.

    yani aslında aym meclis'i savunuyor, meclisin hakkını, statüsünü savunuyor, bir bütün olarak devleti savunuyor, hukuk oyununu ayakta tutmaya çalışıyor; yargıtay ise meclisi aşağılıyor, meclis nezdinde tüm devleti, tüm vatandaşları, hepimizi, anayasaya uymakla yükümlü olduğu iddia edilen biz fanileri aşağılıyor. yasamanın yani güya millet iradesini temsil eden kurumun üstünde hadsizce bir tahakküm kurarak, aym'yi itham ettiği jüristokrasinin, yargısal aktivizmin tillahını yapıyor.

    peki bundan sonra ne olur? hiçbir şey öngörmek mümkün değil tam olarak, ama aym vefat ettikten sonra, etkili iç hukuk yolu olmaktan çıkacak, bütün dosyalar aihm önünde yığılmaya katlanarak devam edecek, aihm kararlarını sallamayarak nereye kadar avrupa konseyi üyesi kalabileceğiz, zaman gösterecek.

    bu mevzu vatandaşı ilgilendirmeyen, aym ve yargıtay arasında bir kavga değil. aym ve yargıtay iki farklı ve dikkate alınmaya değer bakış açısını, iki farklı ideolojiyi temsil etmiyor. biri mantık ilkeleri üzerine kurulu pozitif hukuku, insanlığın binlerce yıllık deneyimlerinin ve birikimiyle aydınlanma sürecinden bu yana adım adım inşa edilen ve ikinci dünya savaşından sonra hızla gelişen bir hukuk medeniyetinin temel ilkelerini, türkiye'nin uluslararası toplumun saygın bir üyesi olması ve güvenliği için bir parçası olduğu uluslararası kurumları ve sözleşmeleri savunuyor. diğeri ise mantığı reddediyor, mantık üzerine kurulu ilkeleri reddediyor, bizi insan aklının ürettiği en son teknoloji ürünler yerine, çağdışı bir dünyaya götürmeye çalışıyor. hepimize zorla merdaneli çamaşır makinesi kullandırmaktan çok daha korkunç bir şey yapıyor. pozitif hukukun halihazırda normlar hiyerarşisinin tepesine koyduğu anayasayı hiçe sayıp, kararını kafasındaki bir ideal hukuka dayandırıyor bir nevi yargıtay. o ideal hukuk da, insan aklının, insan mantığının ışığında tarih boyu deneyimlerimize bakarak inşa ettiğimiz evrensel ilkeleri tümden çöpe atan bir hukuk.

    bu iş batıcılık doğuculuk işi değil, avrupacılık avrasyacılık mevzusu değil, dünyanın neresine giderseniz gidin, bir toplum olarak huzur ve refah içinde yaşayabilmek, uyuşmazlıklarınızı çözebilmek için bir hukuk oyunu kurmak ve oynamak zorundasınız, önünüzde de yalnızca iki ihtimal var: bu oyunu mantık üzerine kurmak veya mantıksızlık üzerine kurmak. dünyanın neresine giderseniz gidin, her neye inanırsanız inanın, hangi dili konuşursanız konuşun, eğer insanı sonsuza kadar birbiriyle anlamsızca savaşmaya mahkum sıradan bir maymun türü olmaktan çıkarıp başka bir anlam yüklemek isterseniz, bizi sonsuza kadar grup lideri alfa erkeğin ve etrafındaki güçlülerin tahakkümü altında maddi manevi sefalet içinde yaşamaya mahkum maymunlardan daha fazlası olarak tahayyül etmek isterseniz, dönüp dolaşıp suç ve cezanın kanuniliği ilkesine ulaşmak zorundasınız, suç ve cezanın şahsiliği ilkesine ulaşmak zorundasınız, suçsuzluk karinesini kabul etmek zorundasınız.

    ya insanın evrensel hukuki ilkeler geliştirebilme potansiyeline saygı duyup bunu gerçekleştirmesini ideal edineceksiniz, ya da bu potansiyele ihanet edip, hepimizi sonsuza kadar grup çıkarlarını uzlaşmakta değil savaşmakta bulan mantıksızlığa mahkum edeceksiniz.

    yani artık gerçekten bir insanlık milliyetçiliği geliştirmemiz gerekiyor, bunu da yalnızca bir uzaylı istilasına veya yapay zekanın bize savaş açmasına borçlu kalarak geliştirebileceğiz gibi görünüyor. sadece türkiye değil, batı başta olmak üzere tüm dünya geriye gidiyor, 20. yüzyılın başlarındaki gibi bir atmosfere döndük, aklı başında herkes önümüzde bir heyula gibi dikilen felaketlere karşı endişeli olmalı.

    friends'in bir bölümünde, joey "bamboozle" adında bir tv oyununun sunuculuğunu yapma teklifi alıyordu, bunun üzerine chandler ve ross'u alıp prova yapıyordu. dizinin en muhteşem bölümlerinden biriydi bence, dur onu da linkleyeyim.

    rahmetli matthew perry, muhteşem oyunculuğuyla bir noktada dayanamayıp bağırıyordu: "this game makes no sense!"

    artık hepimizin böyle bağırması lazım, ama görünen o ki hiçbirimizin bağıracak mecali ve cesareti kalmadı. bu ülkedeki hiçbir kurumdan ve hiçbir muhalefet kesiminden artık kısa vadede bir umudum yok. açıkçası, artık tek ümidim, erdoğan'ın yanında belki hala hukuk oyununu göstermelik bile olsa sürdürmenin önemini idrak eden üç beş kişinin kalması, bir şekilde erdoğan'a seslerini duyurması. bu iş akp mhp kavgasına indirgenerek okunabilecek bir mevzu değil, ama şu an tünelin sonunda görünme ihtimali olan tek ışık bu kavga olabilir. evet ciddiyim, bu ihtimali diğer tüm ihtimallerden olası görüyorum, o ihtimalin varlığı üzerine, bu kavganın bizi bir tık daha hayırlı bir yere taşıyabilme ihtimali üzerine konuşmaya değer mi ona da emin değilim. türkiye'nin bu durumdan çıkması cidden zor görünüyor.

    aman kimseye ümitsizlik pompalamayalım gibi bir hassasiyet gözetecek kadar dahi umudum yok artık, özür diliyorum. bundan sonra hukuk ve siyaset üzerine yazmak ve hatta düşünmek bile istemiyorum, ne kadar dayanabilirim göreceğim. tabii ki dayanamayacağım. bu ülke öylesine kaderimiz oldu ki, bu siyasi ahvalle öyle bir zehirlendik ki, kendimizi hala ülke üzerine düşünmekten, kafa yormaktan alıkoyamıyoruz.

    belki de her şeyi bir kenara bırakıp haysiyet üzerine düşünmeliyiz. insan, toplum içindeki saygınlığını önemseyen bir varlık, milliyetçilik de millet olarak dünyadaki saygınlığı önemsiyor güya; peki herkesin milliyetçi olduğunu iddia ettiği bir ülkede, herkesin milliyetçilikte yarıştığı, herkesin bayrağı bir ucundan tutup çekiştirmeye çalıştığı bu ülkede kendimizi bu kadar rezil bir hale nasıl düşürebiliyoruz, bu rezilliğin nasıl farkına varamıyoruz, sadece para kazanmaya odaklanarak bu halden çıkamayacağımızı niye idrak edemiyoruz, bunun üzerine düşünmemiz lazım. bu idrake tek başına varılmıyor, yalnız başına haysiyet peşine düşmek gitgide daha irrasyonel hale geliyor. haysiyet mi, rasyonalite mi dersen, etiğin en zor problemi bu belki de.

  • gizem bağdaçiçek

    şimdi karşımızda bir görüntü var, iki polis bir kadını başına bastırarak götürüyor, elleri arkadan kelepçeli. burada kim olduğunun ve ne ile suçlandığının bir önemi yok, ben de ismini ilk defa duydum. her şeyden önce bu muameleyi hak edip etmediğini sorgulamak zorundayız.

    kimsenin kimseyi aşağılama hakkı olmadığı gibi, polisin de hiç kimseyi aşağılama hakkı yoktur. kelepçe uygulaması, her türlü yakalamada otomatik olarak başvurulabilecek bir şey değildir, ortada meşru bir gerekçe olması gerekir.

    cmk 93 diyor ki: "yakalanan veya tutuklanarak bir yerden diğer bir yere nakledilen
    kişilere, kaçacaklarına ya da kendisi veya başkalarının hayat ve beden bütünlükleri
    bakımından tehlike arz ettiğine ilişkin belirtilerin varlığı hâllerinde kelepçe takılabilir."

    yani neymiş meşru gerekçe? kişinin kaçacağına veya kendine ya da bir başkasına zarar verme ihtimaline ilişkin belirtilerin varlığı olmalı. bu belirtiler de gayet objektif, somut belirtiler olmalı; aksi takdirde polisin kafasına göre "ben kaçacağını hissettim" diye keyfi davranabilmesinin önü açılabilir. eğer ortada hiçbir belirti yoksa, bu yapılanın tek amacı, kişiyi aşağılamak ve teşhir etmektir. mevzunun müstehcenlik, teşhir vs. gibi saçma sapan ithamlar üzerinden yürümesi de, bu aşağılamanın meşruiyetine dair farklı kapılar açmayı kolaylaştırıyor gibi maalesef. oldu olacak milleti toplayıp utanç yürüyüşü yaptırın, herkes yüzüne tükürsün.

    ahlaksızlık budur işte, başka bir şey değil. asıl müstehcenlik, asıl teşhircilik bu görüntüdür. toplum ne zamanki kadınların kıyafetine taktığı kafayı, polisten insan gibi muamele görmeye takar, her kime yapılırsa yapılsın bu muameleyi kabul edilemez bulur, o zaman ahlaktan ve hukuktan bahsetmeye başlarız.

  • yargıtay'ın anayasa mahkemesine dava açması

    bu kepazeliği teknik olarak tartışmaya çalışmanın lüzumu yok, kendisine hukukçu diyen hiç kimse de tartışmamalı. anayasanın 153. maddesi açıktır, yoruma müsait bir durumu da yoktur: "anayasa mahkemesi kararları resmî gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar." yargıtay da bunlardan biridir, bu açıdan diğer mahkemelerden veya idari makamlardan hiçbir farkı yoktur.

    yani bir başka deyişle, aym'nin kararını veya statüsünü sorgulamak, yargıtay'ın haddine değildir. ve bu hadsizlik, bütün topluma karşı yapılmış bir hakarettir.

    aihm kararlarının tanınmamasıyla başlayan bütün bu sürecin arkasındaki ilk isimlerden biri olan cumhurbaşkanı hukuk başdanışmanı mehmet uçum'un "milli yargı-gayrimilli yargı" şeklindeki ayrımı da, ileride bir gün mevcut rejimin karakterini analiz ederken alman nazizmi ve italyan faşizmi ile mukayeseli çalışma yapmak isteyenlere ışık tutacak nitelikte.

    hitler de halk mahkemesi kurmuştu. mahkeme başyargıcı roland freisler göreve geldiği zaman hitler’e mektup yazmış: "führer’im; halk mahkemeleri bir karar verirken, siz olsaydınız nasıl karar vereceğinize inanıyorsa, o yönde bir karar verecektir."

    hukukun yerlisi millisi olmaz. başına "milli" getirilen bir hukuk, olsa olsa bütün bir toplumu insan aklının evrensel ilkeler oluşturabilme kapasitesinden mahrum bırakmaya, mantık ve muhakeme ilkelerinden koparmaya hizmet eder. bu kopuşun sonu da hiçbir zaman hayırlı bir yere varmaz.

    kısacası hepimizin, bütün bir toplumun aklına, mantığına, muhakeme yetisine küfretmeye devam ediyorlar. ve bu hakaretleri sineye çeken bir toplum zillet içinde yaşamaya mahkumdur.

  • 19 ekim 2023 düzce'de işlenen ihanet cinayeti

    medeniyet belki en temelde, toplumdaki şiddetin kontrol altına alınma çabasıdır. o yüzden bu tip olaylar ve verilen tepkiler, toplumun medeniyet seviyesini ölçmek için ciddi bir veri ihtiva ediyor. sorsan herkesin devletçilikte, milliyetçilikte birbiriyle yarıştığı bir ülkede, devleti devlet yapan en temel niteliklerden biri olan şiddet kullanma tekelinin bu derece içselleştirilememiş olması garip duruyor bir yandan, ama o da garip değil aslında. devletçilik/milliyetçilik, aynı din gibi, yaşanmadığı/içselleştirilmediği ölçüde çeneye vuran bir şey. yani devlet bu ülkede sadece tapınılan, kutsallaştırılan, ama üzerine hiç düşünülmeyen, içselleştirilmeyen, ve aslında istenmeyen bir şey.

    2 dakikalık bir video var ortada, arada kesilmiş, yani olayın daha uzun sürdüğü kesin. olduğu yerde öylece duran, karşı durma veya kaçma çabası içinde bile olmayan maktule karşı, dakikalar boyunca elinde bıçakla etrafında dolanıp, gidip gelip bıçaklayarak, arada çeşitli nesneler fırlatarak, sonra gidip arabanın diğer tarafından telefonunu alıp gelerek kameraya çekip, sonra yere düşmüş ve kendisine yalvararak imdat çığlıkları atan maktulü defalarca bıçaklamaya devam eden bir fail var, engel olmaya çalışan elini kolunu da kesiyor, onlarca bıçak darbesi vuruyor ve boğazını da kesmiş.

    medeni bir toplumda ideal olarak beklenebilecek olan, ortalama bir vatandaşın bu videoyu izlemeye tahammül bile edememesidir. ama bilakis, toplumun görece okur yazar ve nispeten daha eğitimli olduğu varsayılabilecek kesiminden olduğu söylenebilecek sözlük kitlesi bile, çoğunlukla olaydan haz almış gibi, "işte adamı böyle sikerler, ayağınızı denk alın" demeye getiren pek çok entry mevcut. pek çoğunun entrylerini karıştırsan gayet devletçi, milliyetçi tipler olduğuna eminim. ellerinde olsa, dakikalar süren böyle bir cinayeti işleyebilen bir failin hiç ceza almayıp elini kolunu sallayarak toplum içine karışmasını destekliyorlar. tıpkı fail gibi, şiddetle kurdukları ilişki o kadar hastalıklı, o kadar patolojik ki, neresinden tutsan elinde kalıyor.

    mevzuda hukuken tartışılabilecek çok şey var, ateşli silahla anlık gerçekleşen bir fiil değil, dakikalarca süren bir bıçaklama söz konusu, dolayısıyla "göz kararmış, soğukkanlılığını kaybetmiş" diye geçiştirilebilecek bir durum yok. kasten öldürmenin nitelikli hali olan "canavarca hisle veya eziyet çektirerek" kapsamına girip girmediği muhtemelen ağır ceza mahkemesinden yargıtay'a kadar epey tartışılacak, o durumda da haksız tahrik indiriminin uygulanıp uygulanmayacağı ayrı bir tartışma olarak gündeme gelecek, yargıtay'ın ağırlıklı içtihadı canavarca his veya eziyet çektirerek öldürme durumunda haksız tahrik indiriminin uygulanmaması yönünde. öldürme fiilinin amaca yönelik olmayan hareketlerle de desteklenen ve dakikalar süren bir eziyet çektirerek ve maktulün çaresizce yalvarmasını izleyerek gerçekleştirilmesi, failin olay sırasındaki psikolojisinin ve saikinin ayrıntılı değerlendirilmesini gerektiriyor.

    bu olaya verilen tepkilerden yola çıkarak toplumun psikolojisinin değerlendirilmesi ise kolay kolay bitebilecek bir şey değil; hem kadın erkek ilişkilerine, hem evliliğe, hem kadınla erkeğin aldatması arasında gözetilen muazzam farka, hem ataerkil erkeklik kültürü ile şiddet arasında kurulan hastalıklı ilişkiye, hem de hala varlığını olanca ağırlığıyla sürdürebilen ilkel namus ve gurur anlayışına kadar bir yığın mevzu var ele alınması gereken. neticede aldatılan bir kadının böyle hunharca bir cinayet işlemesini tahayyül bile edemiyoruz kolay kolay, ve fakat fail erkek olunca anlaşılabilir oluyor niyeyse.

    ama ben değerlendirmeyi kısa keseceğim. aldatma fiiliyle cinayeti, hele de böyle hunharca işlenen bir cinayeti birbiriyle orantılı fiiller olarak görebilen bir toplumdan bir bok olmaz. böyle bir toplumdan çıkabilecek olan devlet ve hukuk da anca şu yaşadığımız kadar olur, fazla bile.

  • sevgilisiyle birlikte yaşamış biriyle evlenmek

    biriyle hiç birlikte yaşamadan evlenmek gibi anlamsız bir risk almıyorsanız eğer, mantıken siz olmalısınız bu sevgili. bu durumda, sizinle nikahsız beraber yaşamayı kabul eden bir orospuyla evlenerek süzme bir gavat olduğunuzu tescillemiş olursunuz. yani daha önce bunu başkasıyla yapmasına gerek yok, sizinle yapabilmiş olması, teorik olarak orospu olduğunu gösteriyor. başkasıyla bir şey yapmamış olmak yeterli bir veri değildir, siz dahil herhangi bir erkekle bir şeyler yapmayı düşünmesi, yapmaya açık olması bile zaten başlı başına orospuluk göstergesidir. hadi kimseyle sevişmedi diyelim, hiç mi mastürbasyon yapmadı? rüyasında bile kimse ellemedi mi bunu? kesin ellemiştir. böyle bir insanla evlenmeyi düşünemezsiniz. biz alfa erkekler kendi aramızda hep fısır fısır güleriz böyle gavatlara.

    bunun daha da ötesinde, biriyle evlenmeyi kabul edebilen biriyle evlenmek de inanılmaz bir şey. sizin evlilik teklifinizi kabul ederek zaten ne menem bir orospu olduğunu göstermiş oluyor karşınızdaki, demek ki teorik olarak bunu da yapabilecek biriymiş. e bunun üstüne artık gerçekten midesiz bir alagavat olmanız lazım evlenmek için.

    kısacası sizi insan yerine koyan biriyle evlendiğiniz sürece alfa erkek olamazsınız. siz dahil hiç kimseyle birlikte olmayı hayal bile etmemiş, hayatı boyunca rüyasında bile kendini elletmemiş, siz dahil kimsenin teklifini asla kabul etmeyecek, bilinçaltı üstü sağı solu tertemiz bir kadın bulmalısınız. bu ideal kadın sizinle birlikte olmayı da kabul etmeyeceğine göre, kafasına bir taşla vurup kaçırarak onu mağaranıza bağlamaktan başka bir çıkar yolu yok bu işin. ama önce gerçekten hayalinde bile kimseyle birlikte olmadığına emin olmalısınız. müstakbel eş adayınızı mecidiyeköy kuantum bilinçaltı ekspertiz ofisimize getirerek, alanında uzman bilirkişilerimizce el değmeden yapılacak detaylı analiz raporunu incelemeden karar vermeyin. siz değerli müşterilerimize özel kampanyamızdan yararlanmak için son 3 gün. koduğumun gavatları sizi.

  • hamas'ın israilli kadının cesedini soyması

    tecavüz suçunun bugün bizim anladığımız hale gelmesi epey yakın tarihli. kadının insan olarak kabul edilmesi, ve hatta ailesinden bağımsız tek başına da anlam ifade edebilen ve hak sahibi olabilen bir birey olarak kabul edilmesi süreciyle paralel bir evrim geçiriyor tecavüz kavramının hukuki karşılığı.

    yakın tarihlere kadar tecavüz suçu, kadının cinsel dokunulmazlığına karşı işlenen bir suç olarak algılanmıyor. roma hukukunda da böyle, islam hukukunda da. yani bugün tck'da yer alan suç tasnifleri açısından, "cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar" başlığında değil, "şerefe karşı suçlar" başlığı altında ele alınıyor bir nevi. söz konusu "şeref" ise kadından ziyade; evliyse kocasının, değilse babasının/ailesinin şerefi. yani tecavüz, kadın evliyse kocasının, değilse babasının/ailesinin şerefine karşı işlenen bir suç olarak algılanıyor. ödenecek olan tazminat da kadına değil, kocasına veya babasına ödeniyor.

    tecavüze uğrayan bakireyse, suç aynı zamanda malvarlığına karşı işlenen bir suça dönüşüyor; çünkü kadın değer kaybediyor ve ikinci el mal haline geliyor. kimsenin evlenmeyi kabul etmeyeceği bir duruma düştüğü için de, tecavüzcüsüyle evlendirme seçeneği ortaya çıkıyor tarihsel olarak, ve neredeyse evrensel bir pratik bu. yani tecavüzcü, defolu hale getirdiği kadınla evlenerek bir nebze olsun ailesinin şerefine verdiği zararı tazmin etmiş oluyor. aksi takdirde, "suçun şahsiliği" diye bir algı da henüz yerleşmediği için, mevzu aileler arası kan davasına dönüşme potansiyeli taşıyor. yani ailelerin uzlaşması ve barışın sağlanması, kadının tecavüzcüsüyle evlendirilerek hayat boyu tecavüze maruz kalması sayesinde sağlanıyor. nitekim bu aynı zamanda, isteyip de alamadığı kızı kaçırıp tecavüz ederek bir oldu bitti ile kendisiyle evlenmeye mahkum bırakmak gibi bir yöntemin geliştirilmesine yol açıyor.

    tecavüzün insanlık tarihi boyunca savaş kavramının içerdiği ilk fiillerden olması da bu anlamıyla paralel. yani tecavüz, düşman topluluğun şerefine saldırı için temel bir savaş stratejisi. elbette, kadın da ele geçirilen bir ganimet ve değerli bir mal, bu yüzden yakın tarihlere kadar, insanlık tarihi boyunca yaşanan hemen her işgale paralel seyreden bir fiil tecavüz. birçok işgalin temel motivasyonlarından biri hatta. mesela ışid'in ezidi nüfusun çoğunlukta olduğu şengal kentine saldırısının temel motivasyonunun bu olduğu görüşü var, çünkü coğrafi açıdan stratejik önem taşıyan bir hedef değil aslında. ama islam hukuku açısından cariye yapılabilecek binlerce kadın söz konusu idi.

    bu görüntüdeki kadının cesedini "allahuekber" nidalarıyla aşağılayarak teşhir eden ve üstüne tüküren vahşiler de, düşman addettikleri topluluğun, ki bu sadece israil değil tüm bir seküler batı medeniyeti gibi görünüyor, şerefine saldırdığını düşünüyor gibiler. aynı zamanda, kadını erkekten bağımsız ve erkekle eşit bir hak sahibi özne olarak kabul eden modern medeniyete duyulan hınç ve intikam arzusu söz konusu. bir önceki entrymde bahsettiğim, kast sisteminde aşağıda olması gereken bir varlığı haksızca yukarı çıkaran bir modern algının kendisi hedef. (bkz: tutuklu gazetecilerin saçlarının kazınması/@maarri) yani mevzu, karşı tarafın sivillerini de meşru hedef görmenin ötesinde, bilhassa özgür ve seküler kadına duyulan nefretin bir tezahürü.

    wittgenstein, "eğer bir aslan konuşabilseydi, onu anlayamazdık" diyor. çünkü dünya algımız o kadar farklı ki, ortak bir zeminde buluşmamıza imkan yok. bu vahşilerle de aynı dili konuşmuyoruz aslında; onlar bizi, biz de onları tam olarak anlayamıyoruz. yüzyıllar önce yok olması gereken bir dil ile konuşuyorlar. işledikleri fiilin bizde yarattığı etkiyi, bizim canımızı tam olarak nasıl acıttıklarını anlamaktan bile uzaklar; bize farklı türden bir zarar verdiklerini, şerefimizin aşağılandığını hissettiğimizi filan zannediyorlar muhtemelen.

    15 saniyelik bir görüntü ile, güya adına mücadele verdikleri insanlar başta olmak üzere, bütün bir coğrafyada yaşayan milyonlarca insanın hayatını kabus gibi günlere taşımayı başardılar. yedikleri haltı tanımlamak için bizim dilimiz de yetmiyor artık, çünkü ne kadar uğraşırsan uğraş kelimeler bazı anlamlara gelmiyor hakikaten.

  • türkiye'nin ahlaken çöküyor olmasının nedeni

    çöktüğüne emin değilim, ortada ahlak abidesi bir toplum vardı da yavaş yavaş çöküyormuş gibi bir durum olduğunu sanmıyorum. bu gibi başlıkların açılması, bilakis ahlaki bir tekamüle işaret ediyor olabilir; çünkü artık bir farkındalık oluşmaya başlamış demek.

    yani üzülmeyin, çöktüğümüz filan yok, biz her zaman yerlerdeydik, bu gerçeği fark etmediğimiz ve yüzleşme cesaretini gösteremediğimiz için ayağa kalkamadık bir türlü. yeni yeni idrak ediyoruz, onun kırgınlığı bu şimdi. geççek. hayırlısı. düzelicez inşalla. şu olaylar bi bitsin.

    (bkz: ahlak/@maarri)

  • seni seviyorum diyen baba

    bunu duymasak da, sevildiğini hissetmek bile lüks aslında sanırım, babamın onu hissettiğini bile pek sanmıyorum dedemden. topraklarımız çöldür, ağlamak bizi kaktüs kılar.

    bir erkek için sevgi göstermek, zayıflığını göstermek demektir bir nevi, feminen bir tavır olarak yerleşmiştir algıya, "sevgi pıtırcığı" diye aşağılama sözcüğü vardır mesela. hele başkalarının yanında çocuklarına sevgisini gösterebilen, hele hele başkalarının yanında eşine sevgisini gösterebilen, iltifat edebilen, ismiyle değil de hayatım, aşkım vs. diye hitap edebilen erkek, olsa olsa modernite ile zehirlenip yumuşamış, feminenleşmiş, kılıbıklaşmış, hanımköylü olmuş light erkektir. yerli ve milli taş fırın erkekleri öyle şeyler yapmaz. milli manevi değerlerimiz, mukaddeslerimiz, medeniyetimiz diye sarıldığımız tarihte, gelenekte böyle bir şey pek yoktur maalesef, bunlar daha çok gavurun modern adetleridir.

    küçükken yaşlı bir akrabası tarafından tacize uğramış bir kadın arkadaşım, bana hikayesini anlattığı zaman "bir sevgi gösterisi sanıyordum o zamanlar" demişti, "babamdan hiç görmediğim için..."

  • gülşen'in tutuklanmasının doğru bir karar olması

    bu ülkede ilkokuldan itibaren hukuk dersi konulmalı müfredata, hatta anaokulundan itibaren şu belletilmeli en azından: tutuklama ve ceza ayrı şeylerdir, tutuklama bir ceza değildir.

    yani gerçekten nasıl ki birinci sınıfta yüzlerce kez yazdırıyorlardı harfleri, aynen öyle yüzlerce kez yazdırmak lazım sizlere de, kafanız basana kadar: tutuklama ceza değildir.

    ceza kanununda bir fiile karşılık öngörülen ceza, yargılama sonucunda varılan kesin hükmün ardından verilir. ceza tutuklama ile başlamaz, eğer tutuklu yargılama söz konusu olmuşsa, tutuklu yatılan süreler cezadan mahsup edilir.

    tutuklama bir tedbirdir, ceza değildir. bak sizin yerinize ben yazacam defalarca. yani şu an gülşen cezalandırılmış değil, daha yargılaması bile başlamış değil. tck 216 üzerinden hakkında verilen bir mahkeme kararı yok, dolayısıyla bunun doğru olup olmadığını tartışmamıza da imkan yok, belki beraat edecek. şu an tartışabileceğimiz şey, tutuklama kararının doğru olup olmadığı. onun doğru olduğunu ispatlamak için de tck 216'yı gösteremezsin, gösterirsen aptalca bir şey yapmış olursun, çünkü ceza kanunundaki diğer maddeler gibi, tck 216 da "şu fiili işleyen şu kadar hapis cezası ile cezalandırılır" diyor, tutuklanır demiyor, tutuklu yargılanır demiyor, tutukluluğa ilişkin en ufak bir norm içermiyor.

    tutuklama bir koruma tedbiridir ve ceza kanununda değil, ceza muhakemesi kanununda ele alınır. tutuklama bir ceza değildir, şüphelinin veya sanığın kaçması ya da delillerin karatılması ihtimallerinin varlığı durumunda başvurulan geçici bir tedbirdir. bu tedbir de ancak belli şartların varlığı halinde, ölçülü ve orantılı olarak uygulanmak zorundadır.

    cmk madde 100 – (1) kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut delillerin ve bir
    tutuklama nedeninin bulunması halinde, şüpheli veya sanık hakkında tutuklama kararı verilebilir. işin önemi, verilmesi beklenen ceza veya güvenlik tedbiri ile ölçülü olmaması halinde, tutuklama kararı verilemez.

    yani bir kere önce ortada kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut deliller olacak, bu da yetmiyor, bir tutuklama nedeni olacak. tutuklama nedeninin varlığı halinde dahi, "tutuklama kararı verilebilir" diyor bak, "verilir" demiyor, yani hakimin takdirine bırakıyor hala. peki nedir tutuklama nedenleri?

    cmk m. 100 (2) aşağıdaki hallerde bir tutuklama nedeni var sayılabilir:
    a) şüpheli veya sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olgular varsa.
    b) şüpheli veya sanığın davranışları;
    1. delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme,
    2. tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunma,
    hususlarında kuvvetli şüphe oluşturuyorsa.

    aynı maddenin üçüncü fıkrasında da, bir takım suçlar sayılıyor ve eğer bu suçların işlendiği hususunda somut delillere dayanan kuvvetli şüphe sebepleri varsa, tutuklama nedeni var sayılabilir diyor. bu suçlara katalog suçlar deniyor ve tck 216 bunlardan biri değil.

    peki gülşen'in durumunda hangi tutuklama nedeni var? kaçma veya saklanma şüphesi mi var? hayır. ülkece tanınan, yıllardır her gün toplumun gözü önünde bir şarkıcı, yine en fazla yurtdışı çıkış yasağı getirirsin olur biter. delil yok etme şüphesi mi var? hayır, zaten söylediği şey video ile kayıt altına alınmış, gizlemesi veya değiştirmesi mümkün değil. demek ki ney? ortada bir tutuklama nedeni yok.

    yok, bak bu kadar, ortada uzun uzun tartışılabilecek bir şeyi bırak, hiçbir şey yok. yani zerre kadar haysiyeti olan bir hukukçu için, bu bir tartışma konusu bile değil, olamaz. ceza muhakemesi sınavında bu soruya "tutuklama nedeni var" diye cevap veren öğrenci o dersten kalmalıdır.

    tck 216'ya gelelim. acaba gülşen bu madde üzerinden yargılanabilir mi? bakalım kanun ne diyor.

    (1) halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

    (2) halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak alenen aşağılayan kişi, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

    (3) halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

    şimdi gülşen'i bu madde uyarınca yargılayabilmek için, her şeyden önce şunun cevabını vermek gerekiyor: imam hatipliler halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimi midir?

    hayır, bunlardan hiçbiri değildir. imam hatip mezunları ne bir sosyal sınıf, ne bir ırk, ne bir din, ne bir mezhep ne de bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimdir.

    "ama onlar da bir kesimdir sonuçta" diyemezsiniz, ceza hukukunda kıyas yasağı vardır. yani kanun koyucunun açık bir şekilde suç olarak düzenlemediği bir davranışı, mevcut suçlara benzeterek suç addedemezsiniz. bu, ceza hukukunun en temel, çekirdek ilkelerinden biri olan "suçta ve cezada kanunilik" ilkesinden doğar. kanunsuz suç ve ceza olmaz. örneğin kanunda "sokak köpeklerini öldüren kişiye 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası verilir" diye bir madde varsa mesela, bir sokak kedisini öldüren kişiye bu maddeye dayanarak ceza veremezsiniz, çünkü kanun sokak hayvanı demiyor, açıkça köpek diyor. "kedi de bir hayvan, o da bir can" diyerek kıyas yapamazsınız.

    özgürlük en temel normdur, özgürlüğü daraltan normlarda genişletici yorum yapılamaz, hükümler esnetilemez, kıyasla genişletilemez. ceza muhakemesinde kıyasa yer vardır mesela ama orda da özgürlüğü daraltıcı kıyas yapamazsınız, mesela koruma tedbirlerinde, tutuklamada kıyas yapamazsınız.

    kısacası bir ceza normunu, birebir yazıldığı haliyle ele almak zorundasınız, kanunun açıkça, apaçıkça söylemediği bir şeyi kanuna söyletemezsiniz. hürriyet kaide, yasaklar istisnadır, istisnalar dar yorumlanır, kıyasla genişletilemez. kanun sosyal sınıf, ırk, din ya da mezhep diyorsa, yani neyden bahsettiğini sınırlı sayıda açıkça belirtmişse, siz bunun içine başka bir şeyi katamazsınız, mesela fenerbahçe taraftarlarına hakaret edilmesini bu kanun kapsamına sokamazsınız, "onlar da halkın bir kesimi" diyemezsiniz.

    daha da uzun uzun yazılabilir, ama gerek yok. yani zorlayıp hukukun anasını ağlatarak ittire kaktıra 216 kapsamına soksan bile suçun yatarı yok, en fazla hagb alacak. ne tutuklaması, neyin tutuklaması? safi ahlaksızlık, safi zulüm, başka hiçbir şey değil.

    son kez: tutuklama bir ceza değildir, bir tedbirdir, gülşen'in durumunda bu tedbire başvurulmasını meşru kılacak en ufak bir şey yoktur, dolayısıyla bu apaçık bir hukuksuzluktur, tutuklama tedbirinin bir ceza olarak kullanılmasıdır, iktidarın esir aldığı yargıyı bir sopa gibi toplumun üzerine sallayarak, en temel hak ve özgürlüklere rahatlıkla, arsızca ve hayasızca tecavüz edebildiğini gösterme şovudur. hukuk denen şeyin insan denen varlık için önemini zerre kadar kavrayan herkes, bu hukuksuzluğa maruz kalan birey hakkında ve söylediği şeyler hakkında ne hissettiğinden bağımsız olarak, öncelikle yargı mekanizmasının böyle bir oyuncağa çevrilmiş olmasını ve tutuklama gibi bir tedbirin ceza olarak infaz edilmesini, böylelikle hepimizin her an en temel hak ve özgürlüklerine tecavüz edilebilmesinin yolunun açık olmasını dert edinmelidir.

  • ilhan irem

    küçüğüm epey, mandallarla filan oynarken bir gün radyodan bir şarkı doluyor evin içine. bir şarkı dinleyip duygulanmak denen şeyi ilk defa mi yaşıyorum nedir bilmiyorum, ama çok garip hissettiğimi hatırlıyorum, böyle bir şeylere üzülüyorum ama neye belli değil, neye duygulandığımı anlamıyorum, hatta duygulanmak denen şeyin kendisini bile anlamaya uzağım daha, çok da duygulanacak bir yaşta değilim henüz sanki, hani sadece canımız yandığı veya bir isteğimiz yerine getirilmedigi veya biri bize kızdığı zaman ağladığımız yaşlar. ortada böyle bir sebep yokken durduk yere ağlayasım var işte ilk defa, ama annem görürse niye olduğunu açıklayamayacam diye utanıyorum sanki biraz, tutmaya çalışıyorum kendimi. "hüzün" diye bir kavram henüz tam olarak yok sözlüğümde, yaşadığım şeyin adını da koyamıyorum bu yüzden. böyle saçma sapan vakitsiz bir burukluk, elimde mandallarla kalakalmışlık. arka planda devam ediyor şarkı, konuşamıyorum, konuşamıyorum, konuşamıyorum diyor adam...

  • antep'te tekmelenen 70 yaşındaki suriyeli kadın

    zaten insanın içini öfkeyle dolduran bir görüntü, ama bir de üstüne hala gelip "işte bu yüzden gönderilmeleri lazım, toplumun tahammülü kalmadı, daha kötü şeyler olacak" filan yazabilenler var.

    maalesef ağız bozmamak mümkün değil. ben bu yaşlı ve engelli suriyeli teyze ile yaşamayı sizin gibi şerefsizlerle yaşamaya tercih ediyorum mesela. bana göre de keşke siz gitseniz. ülke sınırlarını yol geçen hanına çevirip milyonlarca insanı kontrolsüzce içeri alan iktidarı değil, sınırdan elini kolunu sallayarak geçebildiği için doğal olarak çıkıp gelen insanlara kusuyorsunuz öfkenizi. sikiniz ancak garibana kalkıyor pislik herifler. avrupa sınırlarını kaldırsa yalın ayak topuklarınızı götünüze vura vura koşacaksınız hepiniz, bir de utanmadan niye geliyor bu insanlar diye sorguluyorsunuz. senin tapındığın devlet ülkeyi dingonun ahırına çevirmiş, niye gelmesinler oğlum? daha on sene önce sınırdan kaçak geçen kendi vatandaşlarını f16 ile bombaladı bu ülke. şimdi gücü mü yetmiyor? sanırsın nevşin mengü kaldırmış sınırları, ruşen çakır taşıyıp getiriyor bu insanları, tayyip erdoğan da engelleyemiyor. siz nasıl mahluklarsınız anlayamıyorum ki ben?

    evet hiçbir ülke bu kadar göçü kaldırmaz, evet milyonlarca insan bir ülkeye böyle girdikten sonra yaşanabilecek sorunların doğru düzgün yönetilmesi mümkün değildir, entegrasyon filan da hikayedir, bu kadar insanı neye entegre edeceksin? senin kültürün ne ki, eğitim seviyen, insan kaliten ne bok ki başkasını entegre edesin zaten. ama bunun hesabını soracağınız, hedef belleyeceğiniz kişiler gelen sığınmacılar, göçmenler olamaz lan, bunun nesini anlamıyorsunuz? dünyanın en doğal şeyini yapıyor bu insanlar: sınırlardan rahat rahat geçip gelebildiklerini görüyorlar ve herkesin yapacağı gibi, bir gıdım daha iyi bir yaşam hayaliyle çıkıp geliyorlar, bu kadar basit.

    ırkçı muhayyile şöyle çalışıyor aşağı yukarı: yapabildiğimiz kadar kötü davranalım, onlar için bu ülkeyi yaşanmaz hale getirelim, dükkanlarını evlerini hedef gösterelim, imkan bulduğumuz an linç edelim, rahat bırakmayalım ki gitsinler. yani bu kafa yapısının, ahlaki sorgulamasına girmiyorum bak, pragmatik açıdan istediğiniz sonucu vermesine imkan yok yahu. zaten cehennem gibi hayatların içinden çıkıp gelmiş insanları böyle ülkeden soğutup kaçırtamazsınız arkadaşım, olsa olsa siz gitgide insanlıktan çıkarsınız, ülkeyi sadece mülteciler için değil herkes için daha da yaşanmaz hale getirirsiniz.

    bir de utanmadan foncu moncu diye çığırıyorlar sonra. bak mesela ben sittin sene sizin foncu olduğunuzu, bir takım yerlerden destek aldığınızı filan düşünmem, belli bir maaş veya menfaat karşılığı trollük yaptığınıza, bir yerlerden nemalandığınıza da ihtimal vermem. bence siz düz gerizekalısınız. kimse sizin gibi ahmaklara üç kuruş parasını verip çöpe atmaz. bir şeylerin maşalığını yapıp fon almak için bile asgari bir donanım lazım.

  • deistler anne ve babalarıyla evlenebilirler

    doğrudur. deistler eve geldigi zaman kapıda şapka filan görseler de sallamazlar hatta. 19. asırdan ünlü deist hayrullah cevdet efendi "taaşşuk-u fitnat ve evlat" isimli eserinde "olmaya devlet cihanda maaile cima gibin" diyerek bu mevzuya parmak basmıştır.

    (bkz: mum söndü/@maarri)

  • öğretmeni kovan kaymakam hakkındaki resmi açıklama

    "...kemalpaşa kaymakamımız ve kemalpaşa ilçe milli eğitim müdürümüzün ziyaretleri esnasında..."
    " ...sınıfa sonradan giren ve daha sonra sınıf öğretmeni olduğu anlaşılan kişinin elini uzatarak tokalaşma isteğini, pandemi kuralları gereği eli göğsünde selamlaşarak karşılamış, öğretmen olduğu sonradan anlaşılan kişinin ısrarı neticesinde..."

    öğretmen olduğu hala tam anlaşılamamış gibi duruyor açıklamadan, daha doğrusu anlaşılmış da inanılamamış gibi pek, ikna olunamamış gibi. devlet böyüklerine karşı hadsizlik yapma cüretini gösterenlerin resmi açıklamalarda küçültülerek takdiminin usul ve esasları hakkında yönetmelik uyarınca düzenlenmiş bir açıklama. "kaymakamımız" şeklindeki sahiplenmeye de yer verilerek, öğretmen olduğunun anlaşılması noktasında ciddi sıkıntı çıkaran şahsın devletimize ne kadar uzak olduğu usulüne uygun bir şekilde vurgulanmış. bir tarafta "kaymakamımız" diğer tarafta ise "öğretmen olduğu sonradan anlaşılan ısrarcı şahıs", seçim sizin yani özetle.

    tokalaşmakta biraz daha ısrarcı olsaymış "öğretmen olduğunu iddia eden şahıs" ve hatta "sözde öğretmen" de olabilirmiş, yine verilmiş sadakası varmış.

  • sıfırdan başlamak üzere yerleşmek istenen şehir

    "...yeni ülkeler bulamayacaksın, başka denizler bulamayacaksın
    bu şehir arkandan gelecektir
    sen yine aynı sokaklarda dolaşacaksın
    aynı mahallede yaşlanacaksın
    aynı evlerde kır düşecek saçlarına
    dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda
    başka bir şey umma
    bineceğin bir gemi, çıkacağın bir yol yok
    ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
    öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de."

    (bkz: konstantinos kavafis)

  • the red pill

    merhaba, ben maarri. bir yapıbozum şirketinde söylem analisti olarak görev yapıyorum. bir proje çerçevesinde, gece siz uyurken yapınızı söktük, aldığımız nümuneleri laboratuvarımızda incelettik, şok edici sonuçlarla karşılaştık. temelleriniz epey çürük, deniz kumundan argümanlar inşa etmişsiniz, resmen malzemeden çalmışsınız. ama üşendiğimiz için sonuçları sizinle paylaşmıyoruz, zaten bir kısım arkadaş yeteri kadar şey etmiş.

    yalnız bir bulgumuzdan bahsetmek isterim, o da the secretvari bir hesap hatası. the secret, insanlığın yüzde birlik diliminin toplam gelirin yüzde doksan küsuruna sahip olduğu öncülünden yola çıkarak, bu yüzde birlik kesime girenlerin istemeyi bilenler olduğu, geri kalanın ise bu sırdan habersiz olduğunu, bu yüzden sefil sefil yaşadığını iddia ediyor ve bize sırrın ne olduğunu açıklıyordu. böylelikle, teorik olarak, hepimizin sırrı kavrayıp istemeyi öğrenmesi durumunda o yüzde birlik kesime girebileceğimizi, bir şekilde matematiği alt üst ederek sıkış tepiş yüzde birin içinde istif olabileceğimizi kabul eden bir zemine yaslanıyordu.

    siz değerli kardeşlerimiz ise, anladığımız kadarıyla ufak bir grup alfa erkeğin var olduğunu ve herkesi yaladığını iddia ediyorsunuz, ve gariban beta mahdumlarımıza kendilerini geliştirerek, kadınları layık oldukları gibi aşağı görerek alfa erkekler grubuna dahil olmaya çalışmaları gerektiğini öğütlüyorsunuz. bu bir kere stratejik olarak yanlış, tünelin ucu aynı boktan yere çıkıyor, hepimiz o ufak alfa kesimin içine sığışamayız, birbirimize ne kadar sokulsak da çemberin çapı belli, birileri dış halkada kalmaya ve götü donmaya mahkum. herkesin alfa olduğu yerde alfalık anlamını yitirmeye başlayacak, belki betalık makbul hale bile gelebilir o durumda, misal pokerde de oturduğunuz masada çoğunluk loose oynuyorsa tight oynamak, çoğunluk tight oynuyorsa loose oynamak stratejik olarak daha doğru. tüm erkeklerin adonis yapıp, masaya ferrari anahtarı bırakıp, hegel mi döver schopenhauer mı döver diye kavga ettiği bir dünyada hayatta kalmanın dinamikleri çok farklı bir hal alacak, bence böyle bir dünyayı istiyor olamazsınız, mantıken bütün kırmızı tinerciler olarak fight club'ın ilk iki kuralını sıkı bir şekilde uygulamanız gerekiyor, yani kutsal tiner öğretinizi kimseyle paylaşmamanız gerekiyor, kendiniz her gün yarım saat crunch yapıp benchte 150 kilo basarken, diğer beta zavallıların mevzuya uyanmayıp göbekli kalmaları için çalışmalısınız. ama ahmak gibi tüm sefil betaları aydınlatmaya, uyandırmaya çalışıyorsunuz. mal mısınız arkadaşım siz? bırakın ne halleri varsa görsünler, mastürbasyona devam etsinler?

    en garibi de, bu vicdanınız. yani aynı the secret gibi, mevcut sistemi bütün saçmalığıyla, bütün vahşiliğiyle kabul edip, sistemde temelden bir yanlışlığın var olduğunu düşünmek ve dönüştürmeye yönelik bir tavır almak yerine, bunu hayal etmeyi bile anlamsızlaştıran bir cepheden mevzi açıp, sistem içinde hayatta kalabilmek için oyunu kuralına göre oynamak gerektiğinde mutabık kalıyorsunuz, işin sırrının bu olduğuna karar veriyorsunuz, aydınlanıp fenafillaha eriyorsunuz, modern dünyayı gitgide cinsiyet eşitliğine evrilten kadın mücadelesi gibi saçmalıkların saf erkekleri kandırarak vicdan yaptırdığı ve kadınlara acımalarını sağladığı, böylelikle bu sırrı kavramaktan mahrum bıraktığı ve betalığa mahkum ettiği hakikatine erişiyorsunuz, ama sonra bütün bu sistemin saçmalığının müsebbibi olan vicdana siz de teslim olup, beta erkeklere acıyarak onları da aydınlatmaya hayatınızı vakfediyorsunuz. yahu zaten her türlü yanlışlığın temeli, insanların eşit olduğu, olması gerektiği görüşünü tüm dünyaya dayatmaya çalışan bu saçma vicdan değil miydi? tam efendi ahlakını kavramışken, dönüp tekrar köle ahlakıyla davranmanın alemi ne? yemin ediyorum niçe gelse sizleri kırbaçla kovalar. sen kendin bilmezsen bu niçe okumaktır? hadi the secret saçmalığının yazarı milyon dolar kazandı, siz sözlükte beleşe yazarak neyin peşindesiniz güzel kardeşlerim?

    bilmiyor musunuz ki, sırrı açık ettiği için öldürüldü hallac? kadınlara acımamak lazımsa, erkeklere hiç acımamak lazım değil mi? başımıza ne gelmişse bu körolası vicdandan gelmedi mi zaten? tez zamanda bu başlığı komple silin, yarın öğle namazından sonra depoda buluşalım, bu iş böyle olmaz, yeni bir şeyler yapmak lazım.

  • postmodernizm

    şimdi hazır bu kadar saçmalanmış, malum ağanın eli tutulmaz, aslında başka bir yeri de tutulmaz, o yüzden bu cümlenin sonunu da doğru düzgün getirmeyerek hem sizin hevesinizi kursağınızda bırakma, hem de maluma ayak uydurma yolunda bir kapı kapatayım. tek parti döneminin ünlü valisi nevzat tandoğan'ın dediği gibi, ulan öküz alt-right, postmodernizm senin neyine? bu ülkede postmodernizm eleştirilecekse onu da biz eleştiririz elhamdüllillah.

    ha dersen ki savunan da saçmalıyor, işte orada zaten madalyonun iki yüzü var, ama madalyon sahte olduğu için ikisinin de bir anlamı yok. bu mesela konsepte çok uydu. bugün biraz system justification theory okudum, asabım bozuldu. bir de idari tarih okuyordum, çok efkarlandım. misal eski türk siyaset felsefesindeki kut kavramına gittim. yalnız bu arada derrida'nın anasına küfretmişsiniz, o olmamış, sizin ananıza bacınıza yapılsa hoşunuza gider mi?

    ne diyordum, kut diyordum. orta asya türklerinde de, hemen her yerde olduğu gibi, hükümranlığın kaynağı da, meşruiyeti de tanrıda bulunuyordu. kut, devletin tepesindeki hakana tanrı tarafından bahşedilen bir şeydi, bahşedilmiş olduğunun delili, hakanın hakan olmasıydı. kendisine tanrı tarafından kut bahşedilmişti ki hakan olmuştu, yoksa zaten olamazdı. ha diyelim ki iktidarı kaybetti, bu durumda cici kut uçmuş olurdu, mesela hakanın kardeşi onu öldürüp yerine geçtiyse, kut bu sefer ona bahşedilmiş demekti. her durumda, iktidarın sahibine çalışan bir meşruiyet membaı, öyle ki, bir aile eline geçirip uzun süre tutmayı başarırsa, tek tek kişilerden ziyade hanedanın ortak mülkü olarak kutsanıyor devlet, yeteri kadar efsaneleşirse başlı başına bir meşruiyet kaynağı haline geliyor hanedan, misal osmanoğulları da soylarını oğuz han'a dayandırmaya çalışıyorlar ısrarla, yine aynı şekilde timur'dan giraylara kadar pek çokları da şeceresini cengiz han'a dayandırmaya çalışıyor.

    başına devlet kutu konan hakan, bunu hak edecek bir şeyler yapmış olmalıdır tabi, yani kutun tesadüfi bir şey olduğu düşünülmez elbette, ancak bir şeyler yapmış olduğunun sağlaması da yine kut üzerinden yapılır, yani yapmış olmasaydı kut ona verilmezdi, verilmiş ki yapmış, yapmış ki verilmiş. bu sürekli kendine referans veren kısırdöngü üzerinden iktidara sonsuz bir meşruiyet zemini açılması, bunun mitleşerek asırlar boyu nesillerin zihnine hükmedebilmesi, hanedanın ortak malı olduğu için erkekler arasında paylaşılan ülke toprakları, derken dağılan ülkeler, sonra selçuklulardaki bitmez tükenmez kardeş kavgaları, derken osmanoğulları, sonra fetret devrinden ve bütün geçmişten ders çıkaran fatih'in kardeş katlini meşrulaştırması ve tahta çıkar çıkmaz altı aylık mı sekiz aylık mı olduğu üzerinde tartışma bulunan kardeşi ahmet'i boğdurması... tamam tamam sustum.

    hakana iktidarın tanrı tarafından bahşedildiğini nereden biliyoruz? çünkü öyle görünüyor. yani çünkü neden sen ben değil de o? tanrı bahşetmese nasıl olacak bu işler benim ağam babam? bahşedilmiş ki adam hakan olmuş, yoksa nasıl olacak? bu "öyle görünüyor" meselesi de çok ilginç aslında, dedim diye aklıma geldi bak, wittgenstein bir gün derste öğrencilerine sormuş, insanlar kopernik'e kadar neden güneşin dünya etrafında döndüğünü düşündüler? cevap gelmiş, çünkü öyle gibi görünüyor. bunun üzerine wittgenstein o öldürücü soruyu sormuş: peki dünya güneşin etrafında dönüyor "gibi" görünseydi nasıl görünürdü?

    elbette, cevap açık, exactly the same. hakan tanrı'nın lütfuyla değil de, kendi iradesiyle iktidarı elde etmiş olsaydı nasıl görünürdü? peki öyleyse niçin carl schmitt siyasal ilahiyat kitabında, modern devlet teorisinin bütün kavramlarının, dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramları olduğunu söylüyor da; ilahiyatın tüm kavramları, uhrevileştirilmiş siyaset kavramlarıdır demiyor? bak bunu tartışmak güzel olurdu.

    her halükarda, iktidar hanedanın malıdır, bu öylesine benimsenmiştir ki, yıldırım timur'a esir düştükten sonra mesela, 10 sene kaos var, kardeşler birbirini yiyor, ama kimse kalkıp da osmanoğulları dışında taht için bir alternatif düşünemiyor. devlet bir ona, bir buna gülümsüyor, arsızca göz kırpıyor, cilveli cilveli bakarak, gerdan kırarak baştan çıkarıyor. kemal gözler, arapça "devle"den gelen devlet kelimesi ile latince "status" kökünden gelen state arasındaki farklara dair etimolojik bir tartışma yürütmüştü bir makalesinde; devle, tedavül ile aynı kökten, elden ele geçen şey anlamında, kuş misali bir ona bir buna konan, ele avuca sığmayan bir şey gibi. status ise bilakis, hal, durum anlamında, bir sabitliğe referans veriyor; sağlamca duran, hareketsiz duran bir şey. buralara gitmeyecektim aslında bak, ben system justification theory'den sonra da başka alakasız bir şeylerden bahsedecektim, çok metinlerarası olduysa affımı niyaz ederim. ama bu vesileyle, alakasız da olsa kafamda bir şeyler çakıştı, bir şeyler netlik kazandı, neden bahsettiğimi bir kez daha yazarak anladım, allah sizden razı olsun, başınıza kut sıçsın.

    iktidar, onu meşrulaştırmak için tanrıları bile istihdam ettirenlerin hikayesidir hep; böylelikle hakikati, o basit gündelik insan ilişkilerindeki en somut, en maddi pratikleri bile bir sis perdesinin hafifçe aralık kanallarından sızan güneş ışığına nazire yaparcasına, aşkın aşkın tüllerle sarıp sarmalar. sonra biri çıkar da hükümranlığınıza tükürmeye kalkarsa, oturup daha rasyonel bir ahlak üzerine düşünmek yerine, uçup giden kuşunuzun ardından gözü yaşlı bakakalırsınız. kuş ötüyor mu kuş? where are my dragons! ben ki, zillullahı fil arzeyn, akdeniz ve rumeli'nin, yedi krallığın hükümdarı, ejderhaların biricik annesi, sen ki kuzey vilayetinin kralı küçük jon. duydum ki benden yardım istemişsin. hele bir cigara ver.

    ben bir şeylere cevap verecektim sanki üşendim. uykum da geldi. ama çok orijinal saçmalayanlar var, onu da es geçmemek lazım. herif kadınları, eşcinselleri vs. rahat rahat aşağılama özgürlüğünün postmodernizm tarafından elinden alındığını düşünüyor, başımıza ne geldiyse bunlardan geldi diyor. yahu sen düz sığırsın, emin ol senin başına ne gelirse sığırlığından gelir, başka bir şeyden gelmez. ha yine de uçuruma mı bakacaksın, kırbacını unutma. ayrıcalığa yeteri kadar alıştıysanız, eşitlik zulüm gibi gelir. bir de, "ehli olmayana güzelliği göstermek zulümdür" diye bir laf vardı, o yüzden birileri güneşi tutarken çıplak gözle bakmayın. deleuze'ün dediği gibi, modernden post, sığırdan tost olmaz.

  • gelmiş geçmiş en iyi gitar solosu

    bu tartışmalı bir konu değil. ayetler var ayetler.

    sultans of swing - alchemy live

    ikinci sırada genesis - firth of fifth var, özellikle bazı live versiyonları. mesela live in knebworth

    isviçreli bilim insanlarıyla yaptığımız çalışma sonunda, üçüncü sıra için sweet child o' mine ile comfortably numb kapışır kararına vardık. dördüncü sıra için de stationary traveller, high hopes ve afraid to shoot strangers arasında büyük kavga çıktı, hele ki beşinci sıra için adayların önü alınacak gibi değildi, baktık iş kötü bir yere gidiyor, hep beraber sessizce brothers in arms dinleyerek ve bir sonraki anlamsız kavgada buluşup kaldığımız yerden devam etmek üzere sözleşerek dağıldık.

  • nuriye ve semih'in açlığına ses ver

    masumiyet karinesini reddedenler gördüm bu başlık altında, "masumiyet karinesi beni ilgilendirmiyor" diyen gördüm. bir başkası daha da ileri gitmiş, şunları yazmış: "oturma eylemi yapınca, kendini aç bırakınca suçsuz olduğun ispatlanmış oluyorsa tamam. hatta eğer öyleyse kapatalım mahkemeleri, hukuk fakültelerini falan da ne gerek var ki? suçlanan başlasın açlık orucuna ispatlasın masumiyetini."

    şimdi sinir sistemimi sakince çıkarıp masaya koydum.

    masumiyet karinesi nedir? masumiyet karinesi çok hoş bir şeydir. peki nedir? aksi ispatlanana kadar herkesin masum kabul edilmesidir. bir insan masumiyet karinesini niye sever? başka çaresi yoktur da ondan. yani bir insan, herhangi bir suçla itham edildiğinde, otomatikmen suçlu olarak kabul edilmesinin kendisi açısından pek hayırlı bir durum olmadığını idrak edebilecek asgari zeka ve mantığa sahipse eğer, masumiyet karinesini sahiplenmek zorundadır. eğer suçlu olarak kabul edilmeniz için, suçlu olduğunuzun iddia edilmesinin yeterli olduğunu, bu iddianın ispat edilmesinin gerekmediğini kabul etmek istemiyorsanız, bu durum kulağınıza biraz saçma geliyorsa, masumiyet karinesi sizi ilgilendiriyor demektir.

    yani suçlanan kişi, masumiyetini ispat etmek zorunda değildir; müddei iddiasını ispatla mükelleftir. "masumiyet karinesi beni ilgilendirmiyor" demek, "bir insanı suçlu addetmem için devletin o insanı suçluyor olması yeterlidir" demektir. bir başka deyişle, devletin bir insanı suçluyor olmasını, o insanı suçlu saymak için yeterli bulmaktır. daha da bir başka deyişle, bir insanın suçluluğuna karar vermek için, suçlanıyor olmasını yeterli bulmaktır. yeteri kadar anlaşılmadığından çok korkuyorum şu an, otuz defa daha tekrar edesim var. yani mesela masumiyet karinesine inanmıyorsanız, polis uyuşturucu baskını için yanlışlıkla sizin evinize girer ve sizi gözaltına alırsa, savunma yapmanız abes olur.

    bak bundan ta 1800 yıl önce, romalı hukukçu paulus ne demiş: "ei incumbit probatio qui dicit, non qui negat." yani, "ispat yükü müddeidedir, reddedende değil." aha dayıya sor:
    http://web.archive.org/…ti/cours/ak/corpus/d-22.htm

    masumiyet karinesinin üzerine inşa edilmeyen bir hukuk sistemi düşünülemez. islam hukuku da dahil.

    mecelle 8. madde: "berâet-i zimmet asıldır."

    nedir mecelle? hanefi fıkhı üzerine bina edilmiş osmanlı medeni kanunudur.

    "...imamın yanlışlıkla affetmesi, yanlışlıkla ceza vermesinden daha hayırlıdır." tirmizi, hudud 2

    yani islam hukukunda da, şüphe sanık lehine yorumlanır. doğru düzgün hiçbir delil olmadan kafanıza göre toptan insanları işten çıkarıp, hapse atıp, masum olmalarını ispatlamalarını beklemek, islam hukuku açısından da savunulamaz.

    "masumiyet karinesi beni ilgilendirmiyor" diyen arkadaş, muhtemelen islamcı bir arkadaş, laik hukukun kendisini ilgilendirmediğini anlatmaya çalışıyor muhtemelen, sorsan darü'l-harp filan diye de saçmalayacak belki. islam hukukundan da en ufak haberi yok elbette.

    masumiyet karinesi bir dinde yoktur: o din, devlet dinidir. türkiye'nin resmi dini de, ve hatta dünyadaki en yaygın, en muktedir din de, devlet dinidir. devlete tapanlar için, savcının hakkında iddianame hazırladığı ve bir suç isnat ettiği kişi, hatta bırak lan ne savcısı, polisin gözaltına aldığı kişi, hatta dur polise de gerek yok, bir khk ile ilan edilen listede terörist olduğu belirtilen kişi suçludur, aksini iddia eden de teröristtir.

    tanrısı devlet olan bu sefiller için, devletin zulmetme ihtimali yoktur, hiçbir şekilde tasavvur edilemez. bunun düşünülmesi bile suçtur, vatan hainliğidir. devlet dini gereği, insan vatandaşı olduğu devletin asla zulmetmeyeceğine iman etmekle mükelleftir. hakikat, devletten ibarettir, ahlakın zemini devlettir, iyinin ve kötünün, doğrunun ve yanlışın belirleyicisi devlettir. devlet dini mensubu için devletten anlaşılması gereken de, geniş anlamda devlet (yasama-yürütme-yargı) değil, idaredir çoğu zaman. hele hukuk hiç değildir, salt somut güce, otoriteye tapar. anayasa filan da traş mevzulardır onun için, dolayısıyla anayasaya göre kanun hükmünde olan uluslararası sözleşmeler de. hele gücün tek bir kişide toplanarak somutlaşması, işi çok daha kolaylaştırdığı ve tapınma eyleminin çok daha net bir çerçeveye oturmasını sağladığı için çok güzeldir. o kişi ne diyorsa hakikat odur.

    dolayısıyla nuriye gülmen ve semih özakça'nın adli sicil kaydının da bir önemi yoktur, süleyman soylu ne diyorsa, hakikat ondan ibarettir.

    arendt, insan hakları hukukunu, "haklara sahip olma hakkı" çerçevesinde ele alırken, "insan hakları" diye bahsedilenlerin özünde "vatandaşlık hakkı" olduğunu vurgular. bu durum mülteciler ve vatansızlar üzerinde somutlaşır. ulus devletler tarafından bölüşülmüş bir dünyada, herhangi bir devletin vatandaşı olmayan veya devletinin hukuki korumasından yararlanamayan mülteciler ve vatansızlar, temel haklara dair her türlü güvenceden de mahrum kalmaktadır.

    yani bu dünyada, "insan" olabilmek için, "vatandaş" olmak gerekmektedir. dolayısıyla, insan hakları evrensel beyannamesinin birinci maddesinde yer alan "bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar." ifadesi, pratikte asla vücut bulamamıştır. ülkenizdeki iç savaştan dolayı başka ülkelere kaçmış ve mülteci konumuna düşmüşseniz eğer, ne özgür, ne onurlu, ne de eşit olabilirsiniz.

    arendt'i bir kenara bırakıp, devlet dininin vazettiği ahlaka gelebiliriz. devlet sizin hak sahibi olabilmenizin önkoşulu olduğu gibi, ahlak sahibi olabilmenizin de önkoşulunu oluşturur. evet, insan olabilmek için, vatandaş olmanız gerektiği gibi; "iyi bir insan" olabilmeniz için de, "iyi bir vatandaş" olmanız gerekir. iyi vatandaş olmanın koşulu da, devletinin her zaman iyi, doğru ve haklı olduğuna şeksiz şüphesiz iman etmek, hiçbir şekilde sorgulamamaktır. devlet birilerine terörist diyorsa teröristtir, devletin yalan söyleyebileceği, birilerine zulmedebileceği tahayyül dahi edilemez, çok nadiren ufak tefek hatalar olabilse de, bunlar eninde sonunda düzeltilir, adalet kesinlikle yerini bulur.

    geçelim, masumiyet karinesi niçin önemlidir, ve devlet dinine iman etmek niçin sizi ahlaksız bir insan yapar, geçtiğimiz günlerde yaşanan bir örnek üzerinden inceleyelim.

    iki hafta önce, van'ın gevaş ilçesinde emniyete roketle saldırdığı iddia edilen 3 köylü mantar toplarken yakalandı ve işkenceye maruz kaldı. van valiliği suçlarını itiraf ettiklerini iddia etti. ardından fatih tezcan adında bir canlı şöyle bir tweet attı mesela: https://twitter.com/…zcan/status/873277074722697217

    bu köylüler suçsuz oldukları anlaşılınca serbest bırakıldı: http://gazeteport.com/…eti-skandala-donustu-103062/

    fatih tezcan adlı varlık da şöyle bir tweet atmakla yetindi: https://twitter.com/…zcan/status/875094778714746881

    devlet dini nedir, nasıl bir şeydir, insanı niçin insanlıktan çıkarır, daha net görebilmek için, akp milletvekili ve insan hakları inceleme komisyonu başkanı mustafa yeneroğlu'nun attığı şu tweet'in altına yazılan yüzlerce yorumu üşenmeden okuyun: https://twitter.com/…oglu/status/873848828901949441

    olayın soruşturulacağını belirtmesinden sonra küfür kıyamet şeklinde gelen terör destekçiliği ithamları üzerine aynı milletvekili şu acıklı açıklamayı yapmak zorunda kaldı: https://twitter.com/…oglu/status/874291423314673664

    "terörün kökünü kazıma ve vatandaşlarımızın güvenliğini sağlama hakkımız sorgulanamaz, zayıflatılamaz, bu hakkın altı oyulamaz" şeklindeki edebi cümlelerden sonra, "bugün avrupa ülkelerinin herhangi bir yerinde, türkiye’deki terör saldırılarının değil onda biri, binde biri gerçekleşseydi, ne denli sert ve insan haklarını kısıtlayıcı önlemler alınacağını, ingiltere örneğinde ve 70’li yılların almanya’sında görüyoruz. avrupa ülkelerinin en küçük terör potansiyeline karşı bile insan haklarını nasıl askıya aldığını, polisin orantısız gücünü nasıl artırdığını ise fransa örneğinde son bir buçuk senedir gözlemliyoruz. bu ülkelerde terörle mücadeleyi destekleyip, söz konusu türkiye’nin haklı mücadelesi olduğunda ise terörü bitirecek adımları eleştiren aktörleri de çok yakından tanıyoruz." şeklinde uzun ve alakasız bir girizgahtan sonra ancak konuyu işkencenin yanlışlığına getirebilen bu açıklama, türkiye'nin nasıl bir dönemden geçtiğinin acıklı bir ifadesi.

    bir milletvekili, işkencenin soruşturulacağını bildirdiği için yediği hakaretlerin ve ithamların üstüne, kendisini adeta temize çıkarmak için bu kadar acıklı bir metin kaleme alıyor, ne alakaysa, uzun uzun teröre karşı sert mücadelenin öneminden bahsetmeden, türkiye'nin bu konuda haksız eleştirilere maruz kaldığına ve milli şeytan batının ikiyüzlülüğüne vurgu yapmadan konuya giremiyor, "işkence insanlık suçudur" diyip bırakamıyor. ama bu açıklama da kendisini twitter'daki saldırılardan koruyamıyor, açıklamanın yer aldığı tweet'in altında da "teröristlere gül mü verilsin? az bile yapmışlar. siz kimden yanasınız? bir daha size oy yok. polisimizin askerimizin elini zayıflatıyorsunuz. şehitlerimiz için ses çıkarmayıp teröristler için insan hakkından bahsediyorsunuz" minvalinde yüzlerce yorum yazılıyor.

    15 temmuz'dan bu yana, işkence öylesine normalleşti ve alenileşti ki, insanları hukuka, akla, vicdana davet eden her türlü söyleme küfürlerle böğürerek saldıran koca bir kitle yaratıldı, şimdi kendi yarattıkları bu canavardan kendileri de ürküyorlar.

    15 temmuz'un ardından generallerin maruz kaldıkları işkencenin görüntülerinin devletin resmi ajansı tarafından çekilip yayınlanmasıyla başlayan süreçte, işkenceyi bu kadar alenileştirdikten sonra, bu kadar pervasızca sergiledikten sonra, bir de bu kitle "idam" vaatleriyle ve hamaset edebiyatlarıyla daha da coşturuldu. sonra da batı ülkelerine darbecileri iade etmedikleri için kızıyorlar şaşkın bir şekilde.

    kişilerin, ölüm cezası veya işkenceye maruz kalma tehlikesinin söz konusu olduğu ülkelere geri gönderilmemesi yasağı, uluslararası hukukun temel ilkelerinden biridir, cenevre sözleşmeleri başta olmak üzere, ilgili pek çok uluslararası sözleşme vardır, türkiye de bu sözleşmelere taraftır, tck'da da bu hüküm yer alır.

    türk ceza kanunu 18/3: "kişinin, talep eden devlete geri verilmesi halinde ırkı, dini, vatandaşlığı, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi görüşleri nedeniyle (ek ibare: 6545 - 18.6.2014 / m.57) “soruşturulacağına ya da” kovuşturulacağına veya cezalandırılacağına ya da işkence ve kötü muameleye maruz kalacağına dair kuvvetli şüphe sebepleri varsa, talep kabul edilmez."

    türkiye gibi, her gün idam çığlıkları atılan ve bu çığlıkların devletin en tepesinde karşılık bulduğu, işkenceye karşı durmanın terör destekçiliği olarak addedildiği, barbaros şansal'ın apronda havalimanı çalışanları tarafından dövüldüğü ve dövenlerin elini kolunu sallayarak işine gücüne devam ettiği bir ülkeye, hiçbir ülke herhangi bir kimseyi iade edemez, ederse uluslararası hukuka göre suç işlemiş olur.

    işkencenin bu kadar normalleştirildiği bir toplum, ahlaki açıdan tefessüh etmiştir, sefil bir barbarlığa teslim olmuştur. ve bu vahşiliğin sonu yoktur, yani suçluların arenada dövüştürüldüğü ve sonunda vahşi hayvanlara yedirildiği bir toplumda yaşıyor olsak, "yahu böyle yapmasak da sadece kafasını kesip öldürsek olmaz mı" diyen kişi lanetlenirdi, suçluların yanında olmakla, "duyar kasmak"la itham edilirdi.

    bu entry bu gidişle bitmeyecek, ama toparlamaya çalışayım.

    türkiye'de bugün aklı başında olan herkes, asgari bir müşterekte, asgari bir hukuk talebinde buluşmalı, kime yapıldığına bakmaksızın her türlü hukuksuzluğa ortak bir şekilde ses çıkarmalıdır. ohal'in derhal bitirilmesi ve tüm hukuksuz ihraçların geri alınması, herkes için adil yargılanma hakkı talep edilmeli, işkence hep bir ağızdan lanetlenmelidir. örgütlenmiş bir barbarlığa karşı, bir insanlık çağrısı örgütlenmelidir.

    bu çağrı, kürt sorununun barışa yönelik bir siyasi çözümünü de içermelidir, pkk ve devlete şiddeti bırakma çağrısını da içermelidir, her iki tarafa da işledikleri cinayetlere son verme ve ateşkes çağrısını da içermelidir. bugün yaşadığımız her türlü sorun, mutlaka kürt sorununa da temas etmektedir, "terör" kavramı üzerinden her türlü hukuksuzluğun ve işkencenin meşrulaştırılmasının temelinde kürt sorunu yatmaktadır. bu savaş sürdüğü sürece her iki taraf da çirkinleşmeye, toplum da insanlıktan çıkmaya devam edecektir. ohal bitse de, bu savaş sürdüğü sürece bu ülkede asgari bir demokrasi ve hukukun teneffüs edilebilmesine imkan yoktur, askeri veya sivil bir bürokratik vesayetin ortadan kalkmasına da imkan yoktur, darbe ihtimalinin ortadan kalkmasına da imkan yoktur. darbeden dolayı en çok tutuklanan subaylara bakın, doğu ve güneydoğuda görev yapanların çoğunlukta olduğunu göreceksiniz. savaşın komuta tepesinde yer alan adem huduti de buna dahil. çözüm sürecinin bitmesiyle tekrar başlayan savaşta yaşanan sivil cinayetlerine alkış tutanlar, aynı cinayetleri işleyenlerin 15 temmuz gecesi ankara'da istanbul'da insanları nasıl öldürebildiklerini gördükleri halde bu savaşı asla sorgulamıyor, bm ve insan hakları kuruluşlarının raporlarıyla da tescillenen hukuksuzluklara arka çıkmaya devam ediyor. cizre'de insan öldürdüğün zaman kahraman mehmetçik olurken, ankara'da öldürdüğün zaman vatan haini terörist oluyorsun. aynı şekilde, gezinin ilk günlerinde eylemcilere vahşice saldıran, çadırları yakan polislerin destan yazdığına inananlar, şu an dönemin valisi ve emniyet müdürü dahil pek çok destan kahramanının tutuklu olmasından da hiç ders almıyor, devlete aynen tapmaya devam ediyor. yarın bir gün bugünkü hukuksuzlukları yapanlar da yargılandığı zaman, onlar yine devletin asla zulmetmeyeceğine iman etmeye devam edecek.

    devlet dediğin senin benim gibi insanlardan oluşan bir örgüttür, kutsal bir tarafı yoktur, yanılmaz ve zulmetmez bir tanrı değildir. ve hatta devlet, her türlü iktidar gibi, sorgulanmadığı ve denetlenmediği sürece kaçınılmaz olarak bir zulüm ve tahakküm aygıtına dönüşmeye meyyaldir. hele ki şu ekonomik ve toplumsal formasyonda, devlet her türlü eşitsizliğin ve adaletsizliğin bekçisidir, kendisine sürekli teyakkuzla ve şüpheyle yaklaşılması gereken, sürekli adalete davet edilmesi gereken bir şeydir.

    fethullah gülen cemaati, tabanındaki mensuplarının çoğunluğunun devlet dinine iman eden bir çizgiye sahip olması ve devletin zulmüne karşı ses çıkarma geleneğinin olmaması nedeniyle, bugün yaşadıkları şey karşısında tamamen dağınık ve sessiz bir halde, muhalefetin büyük çoğunluğu gibi, sessizce bir mucizenin gerçekleşmesini ve bir sabah kalktıklarında her şeyin düzelmesini bekliyor gibi. ama bir adalet ve insanlık çağrısı, onlara yapılan zulümlere de ses çıkarmayı gerektirir. bir insan sırf devletin faaliyet yürütmesine izin verdiği bir bankaya para yatırdı diye, devletin faaliyet yürütmesine izin verdiği bir sendikaya üye oldu diye, bir cemaatin sohbetlerine katıldı diye darbeci veya terörist addedilemez; darbe girişiminde bir şekilde yer almadığı veya cemaatin yıllar boyu işlediği suçlarda bilfiil sorumluluğu bulunmadığı sürece, sırf bir cemaate sempati duyduğu için terörist ilan edilemez.

    vicdan, kendinden olmayanlara gösterildiği zaman vicdandır. kendinden olana, kendisine yakın olana, sevdiklerine herkes merhamet eder, en azılı piskopat mafya babası da kendi ailesine şefkatle yaklaşabilir. mesele, kendinden olmayana, sevmediklerine, farklı ve hatta zıt bir dünya görüşünü ve yaşam tarzını paylaşanlara yapılan zulmü hoşgörmemektir; vicdanınızın sıkleti, sizden olmayanlara yapılan adaletsizliğe ses çıkarıp çıkarmadığınız zaman ortaya çıkar. akp'li olabilirsiniz, erdoğan'ı seviyor olabilirsiniz, kendinizi sonsuz haklı ve ahlaklı taraf addediyor olabilirsiniz, ama bilin ki bu ülkede zulüm haddini çoktan aştı, bunu görmemek için kendinizi gitgide daha fazla zorlamanız gerekiyor. bütün bu yapılanları hoşgörmeye devam ettikçe ahlaken çürümeye de devam ediyorsunuz, her geçen gün sırtınızdaki yük daha da artıyor, beliniz daha da bükülüyor, farkında olsanız da olmasanız da.

  • nuriye ve semih'in açlığına ses ver

    adalet kelimesi kendisi için en ufak bir anlam ifade eden herkesin kulak vermesi gereken çağrı.

    o adalet duygusudur ki, seni bir parça et ve kemik yığınından daha büyük, daha değerli bir şey kılar.

    o adalet duygusudur ki, kıytırık bir futbol maçında hakemin verdiği haksız bir penaltıya bile milyonlarca insan isyan eder, ekran başından küfreder, tribündeyse eğer bazen sahaya iner. sözlükte ilgili maç başlığında, hakem başlığında sayfalarca, günlerce yazar ha yazar.

    hani diyor ya şair, "ola ki şeytana satacak kadar bile bende ondan yok..."

    bu ülkede yüz bini aşkın insan hiçbir yargılama yapılmadan, hiçbir muhakeme süreci yürütülmeden, neyle suçlandığını bilmeden, hiçbir delil gösterilmeden, savunması alınmadan, kısacası en temel insan hakları olan savunma hakkı ve adil yargılanma hakkı tamamen çiğnenerek işten atıldı ve terörist olarak damgalandı. yetmedi, ohal süresiyle sınırlı olması gereken khk ile ömür boyu kamu hizmetinden yasaklandı. yetmedi, özel sektörde de iş bulamaması için her türlü önlem alındı. yetmedi, yurt dışına da çıkamaması için pasaportları iptal edildi. yetmedi, geçici işsizlik maaşını da almalarına engel olundu.

    devlet açık bir şekilde, bu insanlara "ölün, intihar edin" diyor. ve bu insanların pek çoğunun çocukları var, aileleriyle birlikte yüzbinlerce insan söz konusu. onlar da cezalandırılıyor.

    hukukun en temel, binlerce yıllık ilkeleri üstüne basa basa çiğneniyor. suç ve cezanın şahsiliği çiğneniyor, ailesinden biri işten çıkarılan memurlar zincirleme şekilde ihraç ediliyor. yani mesela amcaoğlun fetöden tutuklandı diye işten atılabiliyorsun. mesela kadın işten atıldıysa, kocası da en geç bir sonraki khk ile atılıyor. e tabi iyice aç kalmaları için ikisini birden atmak lazım, yoksa geçinmeye ve yaşamaya devam edebilirler.

    kesk'in ulaştığı veriye göre, khk ile ihraç edilenler arasından mart sonuna kadar 27 kişi intihar etti. http://www.kesk.org.tr/…ultayimizi-gerceklestirdik/ buna ek olarak, benim bildiğim 27 nisan'da da bir polis intihar etti. http://www.birgun.net/…zip-intihar-etti-157215.html

    her neye inanıyorsanız inanın, kendinizi ne olarak tanımlıyorsanız tanımlayın, eğer şu dünyada durduğunuz yer açısından "adalet" kavramı sizin için bir anlam ifade ediyorsa, bu yapılan zulmü hoş görmemekle mükellefsiniz.

    savunma hakkı, hukukun ta kendisidir. hukuk dediğimiz şey, şüphelendiği kişiyi doğrudan cezalandırmak yerine, önce bir dinlemeye karar veren insanla başlamıştır. savunma hakkı yoksa, ortada keyfi bir şekilde uygulanan şiddetten ve zulümden başka bir şey yoktur.

    aihs'in adil yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddesinde belirtildiği gibi, "bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılır." ve "bir suç ile itham edilen herkes aşağıdaki asgari haklara sahiptir: a) kendisine karşı yöneltilen suçlamanın niteliği ve sebebinden en kısa sürede, anladığı bir dilde ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek; b) savunmasını hazırlamak için gerekli zaman ve kolaylıklara sahip olmak..."

    anayasanın 15. maddesine göre, ohal, sıkıyönetim ve seferberlik durumlarında bile asla dokunulamayan temel haklar vardır, bunlara "çekirdek haklar" denir: "birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz."

    yani hakkında hiçbir mahkeme kararı olmaksızın, insanları terörist olarak damgalayamazsınız ve bu damgayla işten atamazsınız. bu ilkeler durduk yere uydurulmadı, insanlığın binlerce yıllık deneyimlerinin, mücadelelerinin, birikimlerinin ürünü. bu ilkelere uymazsanız masumları cezalandırırsınız ve hukukun bir başka temel ilkesi der ki; bir masumu cezalandırmak, bir suçlunun cezasız kalmasından daha kötüdür. bu yüzden yüzde yüz emin olmadan cezalandıramazsınız, bu yüzden şüpheden sanık yararlanır. bu yüzden ceza muhakemesinin amacı maddi gerçeğe ulaşmaktır.

    bu apaçık hukuksuz ihraçlar eninde sonunda yargılanacak, iç hukukta çözülmezse aihm'de ağır tazminatlara mahkum edilecek, aihm'in yargı yetkisinden kaçmak için avrupa'dan kopulursa eğer, bunun ülkeye maliyeti zaten mahkum olunan tazminatları kat be kat aşacak. her halükarda, bu sürekli zulüm ve cinayet üreten ohal düzeni ilelebet sürmeyecek. ama şimdiden yol açtığı geri döndürülemez haksızlıkların haddi hesabı yok.

    gelinen noktada, ihraç edilenler için "gerçekten fetöcü müymüş, değil miymiş" diye tartışmak abestir, bu hukuksuzluğa ufacık bile olsa bir meşruiyet kapısı açmaktır. bu usulsüzlükle fethullah gülen'in kendisini de işten atsanız hukuksuz bir işlem yapmış olursunuz. nitekim, ilerde verilecek aihm kararlarıyla, en tescilli cemaatçiler bile tazminata hak kazanacak çünkü işten çıkarılmalarının hukuksuz olduğu tescillenecek.

    insanların darbeyle ve herhangi bir örgütle ne gibi bir bağlantısı olduğuna dair ortaya hiçbir delil konulmadan ve adil bir yargılama süreci yürütülmeden yapılan her iş hukuksuzdur ve tarihe not düşülmektedir. bu ülkede şu an kimsenin hayatı, işi, temel hakları en ufak bir güvence altında değildir. böyle bir zulme ortak olmak istemeyen, böyle bir muz cumhuriyetinde, böyle ilkel ve vahşi bir kabile düzeninde yaşamayı istemeyen herkes, nuriye gülmen ve semih özakça'nın sesine kulak vermelidir.

    "terörist" diye diye sizi her türlü hukuksuzluğa, ahlaksızlığa, vicdansızlığa göz yummaya çağırıyorlar. başınıza bir iş gelmesin diye sesinizi çıkarmadan hayatınıza devam etmeyi dayatıyorlar. geçtim ideal hukuku, yürürlükteki hukuku bile savunmak, anayasanın uygulanmasını istemek, terörist olmanıza yetiyor. yani baya baya, yürürlükteki anayasayı, ceza kanununu filan savunarak terörizme destek vermiş, terörün yanında durmuş olabiliyorsunuz.

    kimse için değil, herkes kendisi için, kendi akıl sağlığını, kendi mantığını, kendi vicdanını, kendi haysiyetini muhafaza etmek için bu zulme elinden geldiğince ses çıkarmalıdır.

  • 12 yaşındaki kız çocuğunu taciz eden suriyeli

    tecavüzün ırkçı propaganda malzemesi olarak kullanışlılığı epey ilgi çekici bir konu hakkaten. ırkçılarımız genellikle tecavüze karşı çok hassas oluyorlar. burada asıl can yakıcı olan, nefret nesnesi aşağılık varlıkların üstün ırk mensubu kadınlara tecavüz etmesi, ırkçımızın gururuna dokunuyor. kadın bedenine saldırının, "namus"a halel gelme bağlamında okunmasıyla bir araya gelince, ortaya güzel bir propaganda mezesi çıkıyor. epey korunaklı bir mevzi; buradaki ırkçı iğrençliğe karşı durduğun zaman, tecavüze arka çıkmış oluyorsun, "senin anana bacına da suriyeliler tecavüz eder umarım" şeklinde kontrataklarla muhatap oluyorsun. "biz şimdi bir şey desek ırkçı ilan ediliriz" diyerek önceden önlemini de alıyor arkadaşlar, çok zekice.

    1930'lar almanya'sında, nazi gazetelerinin en sevdiği konulardan biridir, yahudilerin alman kız çocuklarına tecavüzü. der stürmer gibi gazeteler, hemen her gün yahudilerin işledikleri tecavüzleri, vahşet haberlerini ballandıra ballandıra anlatır, vicdanları depreştirir. bunun üzerinden yahudilerin şeytanlaştırılmasına karşı duran "ılık götlü hümanist solcular"a nefret kusulur, "yahudi sevicilik"leri vurgulanır.

    yine 1930'da, indiana'da iki siyahi gencin linç edildiği ünlü fotoğrafta halkı "galeyana" getiren şey, iki gencin beyaz bir kıza tecavüz ettiği iddiasıdır. tecavüz karşıtı ırkçı hassasiyet bu vahşete sessiz kalamamış, iki genci döve döve linç etmiş ardından da asarak "namusunu" korumuştur.

    kısacası ırkçılarımız her çağda, her yerde, hümanizmden nefret eder, ama tecavüze karşı çok hassastır, cinsel şiddete hiç dayanamazlar. "ılık göt" gibi dibine kadar cinsiyetçi ve iğrenç kavramlarla, muarızlarını eşcinsellik-pasiflik üzerinden aşağılayan (pasifliği aşağılık haline getiren şey de kadınlıktır elbette, kadın olmak sikilmek demek olduğu ve sikilmek de aşağılık bir şey olduğu için, kendini bir kadın gibi "siktiren" erkek de aşağılık olmuş olur, ılık götlü olur) bu kafalar, tecavüze karşı hassasiyetlerinden dolayı ellerine imkan geçtiği an toplaşıp linç etmekten soykırıma kadar uzanan çeşitli insani tepkiler gösterirler. çünkü çok vicdanlı insanlardır ırkçılar, vicdanları göz yaşartır hep.