dersaadet vapurlari kadrolu isportacisi32
profili

  • türkiye'deki kokuşma ve çürümenin asıl nedeni

    sanırım her şey, yaya geçidinin üzerine 5 dakikalığına park eden veya trafik ışığı yeşilden sarıya döndüğünde gaza basan sürücülerin geçmişini sikmediğimiz gün başladı. bunların üç beş tanesini ortamıza alıp dinlene dinlene dövmediğimiz için giderek çoğaldılar ve başka alanlara da yayıldı bu arsızlık.

    dükkanın önündeki kaldırımı ve yolu duba koyarak işgal eden, "oraya araba çekme mal gelecek" diye böğüren küçük esnafı da unutmayalım. o dubaları götlerine sokmadığımız için şimdi işgal ettikleri kaldırımı dükkana katmaya çalışıyorlar.

  • ay dünya'ya değerse ne olur

    ayın dünyaya değmesi, roche limiti adı verilen ve bir gök cisminin, yörüngesinde döndüğü başka bir gök cismine parçalanmadan yaklaşabileceği en yakın mesafeyi ifade eden çekim kanunu nedeniyle mümkün değildir.

    roche limitine göre, ay'ın dünya'ya tek parça olarak yaklaşabileceği en yakın mesafe ~18.000 kilometredir. bu mesafeye yaklaşırken, ay - dünya sisteminin toplam açısal momentumunun korunabilmesi için daha hızlı dönmeye başlayacak ve bu da onun giderek daha eliptik bir şekle bürünmesine, hatta tepsiye benzemesine neden olacaktır. 18.000 kilometre geçildiğinde ise, ay artık kendi kütlesini koruyamayacak hale gelip parçalanacak ve dünyanın etrafında bir halka oluşturacaktır.

    peki, ay dünyaya yaklaşıyor mu?

    hayır, yaklaşmayı bırakın, her yıl yaklaşık 3 - 4 santim uzaklaşıyor. bunun nedeni kabaca, iki gök cisminin** kütle çekim merkezinin dünyanın merkezinden yaklaşık 4000 km uzakta olmasıdır. iki gök cismi, bu ortak merkezin etrafında dönerken, birbirlerine kuvvet uygular. ayın çekim kuvveti okyanuslar üzerinde etkili olurken, bu bir sürtünme kuvveti doğurur ve dünyayı yavaşlatır.

    böyle ikili bir sistemde, bir cisim yavaşladığında, toplam açısal momentumun korunabilmesi amacıyla, diğer cismin biraz uzaklaşması gerekir. her yıl, dünyanın yavaşladığı oranda ay da bizden uzaklaşır.

    başka bir deyişle, 2022 yapımı moonfall isimli film, tamamen saçmalıktan ibarettir.

  • ssg'nin berrak tüzünataç ile ilgili attığı tweet

    türk entelektüelinin en önemli sorunlarından biri, bütünü daha iyi anlayabilmek için parçalara ayırırken konunun özünden uzaklaşıp detaylarda boğulması. ssg de böyle davranmış, konuyu sadece berrak tüzünataç'ın davranışına indirgemiş.

    iddialı tespitler yapmaktan korkarım, ama buna türk entelektüelinin otisabileşme süreci diyebiliriz sanırım.

  • erkeklerin iç çamaşırı cahilliğindeki istikrarı

    ev kadınları temizlikçi gelmeden önce, mahçup düşmemek için evi temizler, demokratikleşme reformlarını kendimiz için değil ab istediği için yaparız ve vücut hijyenine ancak karşı cinsten biriyle yakınlaşacağımız zaman dikkat eder, kalan zamanlarda ormanı bekçi değil sevgi korur esprileri yaparız utanmadan. toplum olarak kendimiz için değil başkaları için yaşarız. istisnasız her konuda "ne derler?" diye düşünür ve ona göre hareket ederiz.

    çamaşır konusunda neden titiz olsun ki erkekler? kadınlara göre daha pratik düşündüğümüzü söyler ve bununla övünürüz, pisliğe zekayla bahane bulmaya çalışırız.

    enemy of the state filminde, will smith eşine iç çamaşırı hediye ediyordu ve sonra kanun kaçağı durumuna düşüyordu. gizlice ve habersiz olarak eve döndüğünde, eşi ona dünyalar kadar kızgın olmasına rağmen o iç çamaşırını giymişti. onunla karşılaşacağından haberi yoktu, ama yine de giymişti çünkü kimse görmese bile bundan zevk alıyordu. özsaygı böyle bir şey, yıllarca kimseyle sevişemeyecek olsa da her gün iç çamaşırını değiştirmek ya da hoşuna giden şeyler giymek. yalnız olduğu halde evde jartiyer çorabını giyip gezinen bir kadına veya favori boxerını giyen adama nemfoman demeden önce, kendine saygısı olduğunu düşünürüm hep. zaten neden öyle diyeyim ki, deli miyim ben?

  • sonsuza kadar bakma isteği uyandıran gif'ler

  • tek başına tatile çıkan kadın

    karşı masada tek başına oturan kadını anlatmalıyım.

    kısa saçlıydı, sanki hiç vesikalık fotoğraf çektirmeyecekmiş gibi oyunbaz yüz hatlarına sahipti. kocaman güneş gözlükleri takmıştı. sol omzunu açıkta bırakan yeşil bir bluz giyiyordu. umursamaz bir hali vardı ve bu çok hoşuma gitti. ben hep tabağımdakini görmek isterim, dünden kalan bir yemeğin izlerini ararım zehirlenme korkusuyla. kadın umursamıyordu, çatalla bir patates dilimi götürüyordu dudaklarına. farklı karakterde insanlar olduğumuzu farketmem için yeterli bir detaydı bu ve hayran olmaktan alamadım kendimi.

    dışarıya bakıyordu, hiç gelmeyecek birini beklemiyordu. hayatımda hiçbir zaman gelmeyecek birini bekleyecek kadar romantik biri olamadığımdan, aramızda bir benzerlik bulmak hoşuma gitmedi, ama o kalktı ve gidiyordu.

    giderken arkasından baktım. oturduğu yerde rahatsız olmasın diye esirgediğim bakışlarımı, ayak bileklerinden, kalçalarından ve omzundan esirgemedim. ayak bilekleri bir mankeninki kadar ince değildi ama yine de topuklu ayakkabı çok yakışırdı. küçük yeşil taşları -muhtemelen plastikli bu küçük taşlar- olan bir halhalı vardı. bunu farkettiğimde, doksanıncı dakikada gol yiyen bir takımın teknik direktörü gibi "ah" dedim ve arkama yaslandım. sonra, omuzları çilli miydi acaba diye düşünmekten, kalçalarına dikkat edemedim.

    kısa saçlı kadınları da sevdiğimi onunla anladım. tanımadığım ve tatilin sonuna kadar bir daha görme ihtimalim olmayan bir kadına aşık olmuş gibi hissettim kendimi. yaz aşkı dedikleri böyle miydi acaba? ya da, kucağıma çıkıp patileriyle kendine yer hazırlayan bir kediyi sever gibi, dizlerimin üzerine başını koyduğunda, ensesinde parmaklarım dolaşırken, norveç orman kedilerinin bile daha güzel olamayacağını düşleyebilir miydim bir kış gecesi?

    güzellik, yalnızlıkla artıyor.

  • yaz akşamı

    yaz gecelerini pavese'den shakespeare'e kadar herkes yazmışken, sen hangi cüretle bunu deniyorsun diye sordum kendime. aksiyon filmlerinde -ki bu filmlerde sadece o sahne için güzel bakışlı adamlar oynar- durumun bütün ümitsizliğine rağmen muzipçe gülümseyen kahramanlar gibi gülümsedim ve yazmaya karar verdim:

    denize yaklaştıkça duyduğumuz yosun kokusu değildir sadece; lokantalarda akşam için hazırlanmaya başlayan o ağır yağlı mezeleri de tattırır rüzgar. birden 30 yıl yaşlanasım gelir ve her şeyden uzaklaşıp bir sahil kasabasına gitmem gerektiğini hissederim o hain rüzgarın, çengelköy'den getirip mecidiyeköy'ün ara sokaklarında kulaklarıma üflediği rayiha yüzünden.

    yoldan geçen arabaların tehlikeli olduğunu bildiğim için, beni hep böyle havalardan koruyacak bir annem olsun istemiştim. böyle havalar insanı fena eder ve her seferinde kumral bir kadına fırlatıp atar rüzgarıyla. tıpkı o akşamki gibi.

    iki sıra önümde, çaprazımdaki koltuğa gelip oturdu. otobüse binen insanların gözlerinin içine bakıp rahatsız etmek istemediğim için, yüzünü göremedim. sadece kabarık saçlarını ve bordo ojeli, güzel parmaklarını gördüm. balık etliydi.

    balık etli olduğundan bahsettikten hemen sonra, okuyucunun beni çok iyi anlayacağını bildiğim birkaç cümle yazacağım. bordo iç çamaşırları bir kadına çok yakışmaktadır çünkü her başarılı yazar, eserlerinde mutlaka eser miktarda cinselliğe yer vermelidir. başarılı yazar olmanın iyi yazar olmak anlamına gelmediğini iyi bilen okuyucu, duyarlılığımdan ötürü beni bağrına basmakta tereddüt etmeyecektir.

    bu ufak ama gerekli anlatıdan sonra, yüzünü hayal etmeye başladım. "ah seni bilmiyor, kimseler bilmiyor, ben de bilmiyorum ve kimi sevsem sensin" diye içimden geçirirken, yanımda oturan yolcu dirseğiyle dürttü, kafamı çevirdiğimde attila ilhan olduğunu gördüm ve "şiirlerimi karıştırma çocuk" diye söylendi güleryüzle. özür diledim ve "ben kime mecburum?" diye sordum, cevap vermeden yolu seyretmeye devam etti.

    bütün bunlar olurken, 30a otobüsündeydim ve cebimde kağıt kalem yoktu, söyleyeceklerimin çoğunu unuttum; ne öyküler yazdım italo calvino idiler.

    düğmeye basıp inerken karar verdim, bir aşk romanı yazacağım.

  • banyoda seks

    elmayra, diye anacağım biraz 8 sene önce bu güzel hatıraları yaşadığım eski sevgilimin ismini -daha sonra aynı isimde bir sevgilim olursa diye- söylemek istemediğimden ve biraz da varolmadığından dolayı.

    herkes banyoda sevişmek ister; muhafazakarlar bile. 80 yaşına gelip de, banyoda sevişmeyi isteyen ama banyo aynasından korkan insanlar var bu dünyada. onların korkusunun tek olmadığının, banyoda sevişirken başka şeylerden de korkulması gerektiğinin hikayesini anlatacağım şimdi.

    25 yaşında iki insandık ve o yaşlardaki her sevgilinin yapması gerektiği gibi, fırsat bulduğumuz her yerde sevişiyorduk. fırsat bulduğumuz derken, sinemalar veya toplu taşıma araçları değil elbette, dört duvar arasında rahatsız edilmeyeceğimiz herhangi bir özel alan (hayır, asansörler de değil). bir gün, neden bruce willis ve jane march'ın yaptığı gibi küvette sevişmeyelim dedik ve bunu uygulamaya karar verdik. o esnada tatilde olmamız, otel odasında suyu istediğimiz gibi harcayabileceğimiz anlamına geliyordu ve yüzgeçlerimiz çıkana kadar sevişecektik. küvete girdiğimizde, şark kurnazı otel işletmecilerinin küvetin doldurulmasını engellemek için tıkacı kaldırdıklarını farkettik. o en hayati anda, gözlerim tıkaç görevi görecek bir nesne aradı ve tekerlek şeklindeki sabun paketi gözüme çarptı. küvetin tabanına oturup kıçımla oturan boğa pozisyonunda durmak veya topuğumla kapatarak bir yandan sevişip diğer yandan yağmur adam dansı yapmak zorunda kalmayacaktım. bütün bu yaratıcılığıma rağmen, su sıçramasın diye perdeyi küvetin içine alınca bütün büyü bozuldu yine de. perdenin küvetin içindeki hali, durduk yere aklıma christopher lambert'ı getirdi ve gülmeye başladım. elmayra bana neden güldüğümü sorduğunda, açıklamaya çalıştıysam da, inanmadı. sevişemedik. bu entry'yi kurguladığım saatlerde, ona hayali bir telefon açıp "ayrılmamızın üzerinden geçen onca yılda, bana bir an olsun inanmadın mı?" diye sordum ve suratıma kapadı.

    o günün üzerinden 3 ay geçti ve biz yine tatile gittik, çünkü sevişme ihtiyacımız had safhadaydı. yarıda bıraktığımız fantezimizi tamamlamak istedik, bu sefer duşakabin vardı odada. bir duşakabinde ne olabilirdi ki insanı güldürebilecek? suyun sıcaklığı harikaydı ve klima ile odayı hamam gibi yapmıştık, çıktıktan sonra da üşümeyecektik. aradaki sıkıcı ayrıntıları atlayıp, o hazin ana gelirsek, sırtını öpüyordum elmayra'nın. ağzıma kükürtlü sabun tadı geldi. "neden?" diye sordum kendi kendime. çikolatalı sabunlar varken, neden kükürtlü sabun kullanıyorduk sevişirken? yoksa hiçbir zaman gerçekleştiremeyecek miydik bu fanteziyi? sıradan çiftler gibi ütü masasının üzerinde veya en kötüsü yatakta mı sevişecektik hep? bu karamsar düşüncelerle boğuşurken, gözlerim birden duşakabinin kenarına takıldı. comic sans ms fontuyla koca koca "orhan plastik" yazılıydı. mercan'daki toptancıların, 10 tanesini 15 liraya sattıkları mavi ibriklerin üreticisi firmaya yaptırmışlardı duşakabinleri! bu kadar ucuzculuk fazlaydı. ellerim teninde gezinirken ve tam kulağına onu ne kadar sevdiğimi söyleyecekken, "pezevenkler" diye fısıldadım nasıl olduğunu hala bilmediğim bir şekilde. sevişirken çiftlerin birbirine söylediği argo sözcükleri konu alan o karikatüre, çizilmesinden yıllar önce bu şekilde ilham vermiştim ama aynı zamanda bir daha yatak veya koltuk haricinde herhangi bir yerde sevişmemeyi de garantilemiştim.

    her aşk gibi o aşk da bitti, ben hep christopher lambert'ı suçladım ve o da giderek daha kötü b filmlerinde oynamaya devam etti. çeşitli yerel gazetelerin okuyucu şiirleri köşelerine akrostişi "kükürtlü sabun" olan şiirler gönderdim ve hiçbiri yayınlanmadı. antalya'da birkaç otele banyoda seksin nasıl önleneceğine dair seminerler verme teklifim de geri çevrildi.

    bruce willis, sana da lanet olsun.

  • birlikte mutlu olunacak insanlar

    ben kimseyle mutlu olamadım, diye başlayacaktım söze. yalan söyleyecektim olanca dürüstlüğümle ve suçu üstlenince bütün sorunların çözüleceğine inanan ergen ruhlu aşıkların kaygısızlığıyla.

    cebimdeki not defterine, "beni kimse mutlu edemedi" veya "kimseyi mutlu edemedim" de yazmıştım. mutluluk hayata karşı imzalanan bir ateşkes anlaşması değil, kişinin kendisiyle yaptığı bir barış anlaşmasıdır, dedim sonra. bunu dalgınlıkla akaryakıt pompacısına söylemem kendini bulma yolculuğunda homofobik olduğunu anlamasına yardımcı olduysa da, yüz ifadesi beni uzun süredir gülmediğim kadar içten güldürmeyi başardı.

    dünyanın en zarif ortaklığı, yastadır. birlikte yas tutabilen insanlara, mutluluğun yokluğundan mutlu olmayı becerebildikleri için özeniyorum. hiçbir zaman böyle bir yeteneğim olmadı. karşımdaki insan acı çekerken, sessizliğimle saygı göstermeye çalıştım hep. zorla güldürmeye, neşelendirmeye de çalışmadım, aynısı bana yapıldığında sinirlendiğim için.

    dünyanın en zor ortaklığı ise, gülebilmekte sanırım. birlikte gülebildiğim insanlarla mutlu oluyorum. "mutlu musun?" sorusunu hiçbir zaman sormadığım için, duygularını sadece yüzlerinden okuyabiliyorum. madem mutluydunuz, neden şimdi bu satırları geçmiş zaman kipinde yazıyorsun diye sorarsanız, bir sigara yakar ve uzaklara bakar, bu soruyu duymazdan gelerek rol keserim: her şeyin gelip geçici olduğunu söyleyip, her insanın bıraktığı izlerden bahsederim sırf kafa karıştırmak için edmond locard'ı anarak.

  • sevmek

    sevmeyi bilmiyoruz. duyguyu mantığın ürünü sanıp, yükümlülük olarak yorumluyoruz. evrendeki yerimizi saplantı ve nefret arasındaki hayata elverişli bölgede aramıyoruz.

    sevmek kısa vadede çok kazandıran bir yatırım değil. ged, arren'e "sevdiğini seveceksin. üstüne aldığını tamamlayacaksın. sana güvenilir." derken birini ve geri kalan her şeyi sevmenin bir hayat boyu tamamlanabilecek kadar uzun bir yolculuk olduğunu anlatıyordu.

    sevdiğimiz bizi hemen sevsin istiyoruz. tanıma ve seçme şansı tanımıyoruz. piramitlerin kaç yılda inşa edildiğini bilmeden, bulutlara dokunmak istiyoruz. oysa maliyeti olmayan fayda yoktur. insanın insanla bağının maliyeti de, zamanla değil zihinle ölçülür.

    bir renk verecek olsaydım gri olurdu sevmenin rengi.

  • müstehzi gülümseme

    yüzümde hep böyle bir gülümseme var benim. hayatı başka türlü yaşamayı beceremiyorum, en zor zamanlarda bile mizahi bir çıkış bulamazsam boğulacağımı sanıyorum.

    bedeninde tek başına yaşamaya mahkum insan, ağustos gecesi dahi bıkmadan sarılacak bir sevgilisi olsa dahi. kendimden ikinci bir ben damıtarak azaltıyorum bu varoluşsal sıkıntıyı. zaman zaman, üçüncü bir kişiye ihtiyaç duyuyorum; insan gülen bir yüzle karşılaşmak için daima ayna taşıyamaz yanında, hele de erkekse çok garipsenir bu toplumda.

    yüzüne bakacağım ve yüzüme bakacak bir insan bulmanın en büyük zorluğu, bir süre birbirimize baktıktan sonra, boşluğa baktığımızı farketmemiz. çoğu zaman, aynı şeylere gülüyor olmak, onları gülmeye değer bulmaktan çok, gülmeye hasret kalmış olmasından kaynaklanıyor insanların. ortak bir mizah anlayışı geliştirmek emek sarfetmeyi gerektireceğinden, gülebileceğimiz her şeye gülmeyi tercih ediyoruz ve sonunda, lahmacun yemeye gittiğimde başıma gelen o korkunç mutsuzluk anı çalıyor kapıyı: "sadece limon ve domates olsun" diye söylememe rağmen, iki dakika sonra yine marullu tabağın küt diye gelmesi.

    hayır bunu hiç kabullenmedim. geri gönderdim o tabağı. hayat, her saniyesiyle müthiş bir yolculuk ve "ya şimdi ne olacak? hep böyle mi sürecek?" çaresizliğine verilebilecek en iyi cevap, bu gülümseme. müstehzi bir gülümsemeyle süpürülüyor cam kırıkları ve kuruluyor şehirler yeniden, tıpkı dresden'i yeniden kurar gibi savaş sonrası. yüzümde hep böyle bir gülümseme var benim.

  • kaçış edebiyatı

    bu aralar canım sıkkın. en çok da, "neden?" sorusuna sıkılıyor. dün gece kaçış edebiyatına dalmak istedim bu yüzden.

    beceremedim ama. kaçamadım. ellerim hep geride kaldı; kurguladığım hikaye zihnimde olup bittikten çok sonra, ancak bir tarihçi gibi kayda geçirebiliyordum. yapamayacağımı anladım ve kariyerimi yarıda bırakmaya karar verdim, ama tek neden elbette bu değildi.

    ismi çok garip geliyor. inşaat inşa edicisi veya tost pişirici makinesi gibi. edebiyat, kaçmak için değilse ne için var? romain gary de uzaklaşma ihtiyacımı karşılıyor, jrr tolkien de. burada ve şimdi varolmak istemediğim için kitap okuyorum. başka dünyaların, başka insanların varolma ihtimaline esir oluyorum kitap okurken. ne mutlu bir esaret o!

    hayır ben bu işi yapamayacağım. "belki" cevabını sevmediği için dünyanın en güzel kadınlarını elinden kaçıran benim gibi insanların, daha net bir iş tanımına ihtiyacı olur hep. esnaf olmaya karar verdim; brülör satacağım. üçe alıp beşe satacağım.

  • sosyal medya tacizcisi

    kadının evlendikten sonra çalışmasının, modern yaşamın bir gereği olduğunu söyleyen x, ne kadar açık fikirli olduğunu düşünüp gururlanıyor. içten içe, bu düşüncesini anlatarak, kadınlarla çok daha iyi iletişim kurabileceğine inanıyor. yalnızlığın en etkin tedavisi, kendini anlatmak değil midir zaten?

    "kesinlikle" diye düşüncesini okudum x'in ve esmer, genç bir kadınla paylaştığı masaya oturdum izin istemeden. "peki ya evlendiğin kadının kendi soyadını kullanmaya devam etmesine ne diyorsun?" diye sordum. bir an yanındaki kadına -ismini bilmiyorum, ama y demeyeceğim, çünkü yakışmıyorlar birbirlerine. neden yakışmadıklarını birazdan anlayacaksınız- baktı, sonra bana döndü gözlerini kısarak. ağzından bir "gı" çıktı, devamını getiremedi. alnında küçük bir ter damlacığı oluştu. "tabii ki benim soyadımı alacak" deyiverdi sonunda.

    x'i daha fazla konuşturup uzatmak istemedim. söyleyeceklerinin özeti buydu. kadının çalışması, maddi anlamda x'i rahatlatırken, soyadı konusu, kadının üzerindeki iktidarına yönelen bir tehdit. açık fikirliliği, varoluşundan geldiğine inandığı üstünlüğün sınandığı an, puf diye dağılıyor.

    sosyal medyada her gün rastladığımız taciz olaylarının sorumluları en az x kadar açık fikirli insanlar. kadın, kafasında ona çizdiği daire içinde kaldığı ve arzularını doyurabildiği sürece el üstünde tutulacak nadide bir varlıkken, en ufak bir "hayır" cevabı veya toplumsal alandaki varlığını hatırlatması, o daireyi parçalıyor.

    erkek olduğu için her istediğini elde edebileceğini ona fısıldayan annesinin günahlarını, onu istemeyen kadınlara ödetmeye çalışıyor. kötü yetiştirilen bir insan, başkalarının hayatını mahvettiğinde, ona ana kuzusu postu giydirerek temize çıkarmaya çalışmak, tacize yapılan en korkunç övgü.

  • irtibatı koparmayalım

    (biraz sonra hayatıma devam edeceğim ve seninle konuşmak zorunda kaldığım şu birkaç dakikaya acıyacağım. ne güzel soğutmuştuk arayı ve şimdi nereden çıktın karşıma, günüm kötü geçecek. insan neden görüşmek istemediği insanlarla inadına karşılaşır işte; ya binlerce kişinin yürüdüğü caddede aynı hizadan ve üstelik bütün patavatsızlığıyla tam karşıdan geliyor olur, ya da yanlışlıkla onu ararsın rehberde elin kayıp. akşam arkadaşlarla buluştuğumda, sanki çok önemli bir şey anlatıyormuş gibi, bir istatistiğe göre insanlar en çok görüşmek istemedikleri insanlarla görüşmek istediğini söylermiş diye anlatsam mı acaba? 1, istatistik için yeterli bir sayı olmayabilir ama başka insanların da aynı duygudan, çaresizlikten muzdarip olduğuna eminim. istatistiği, insanların sokakta karşılaşma ihtimalinin daha düşük olduğu iskandinav ülkelerinin birinde yapmış olabilirler üstelik. her şeye rağmen, onlar medeni insanlardır ve kendileri gibi medeni başka bir -tercihen kızıl saçlı- bir iskandinav ile karşılaşmak istememek için haklı sebepleri vardır. haklı sebepler, mücbir sebeplerle ne kadar da benzeşiyor fonetik olarak. iyi bir şair olsaydım, buradan bir şiir bile yazabilirdim. istatistiğimi netleştirebilmek için, metafizik eleklerden geçirmeli ve küsuratlı sayılar eklemeliyim. ekşi sözlük'teki gibi. ne çok düşündüm böyle? altı üstü birkaç milisaniye sonra, sözünü bitirecek ve "bir ara görüşelim" veya "irtibatı koparmayalım" yalanını söyleyeceğiz birbirimize. ikimiz de inanmış gibi yapacağız ama asla inanmayacağız. adil bir anlaşma. aslında o kadar da kötü biri olmayabilir çünkü bu yalana benimle birlikte inanmış gibi yapacak nezakete sahip. metafizik eleklerden bahsetmişken, şimdi burada, bu nazik ama suratsız ibnenin karşısında dikileceğime, ege sahilinde, uçuracak kadar ağır bir rüzgarın altında, çay ve sigara ile ruhumu iyi ediyor olmalıydım. olmuyor ama, koca adam olmama rağmen, bir ara bu konu üzerine detaylı düşünüp, ağlamaya çalışacağım. banyodayken yapacağım, tıpkı leon'un yaptığı gibi, bir elimi de duvara dayayıp, aşağıya, suyun giderine bakarak. ama canımı çok sıkmamak için, şu çikol-)

    -- ne zaman istersen, haftasonları boşum, yalnız bu birkaç hafta istanbul'da değilim, ondan sonra konuşuruz yine.

  • hiçbir neden yokken hissedilen can sıkıntısı

    dün akşam canım sıkkındı nedensiz yere. dolaşmaya çıktım. caddedeki tekçiden bir sigara aldım, yaktım. öksürttü onca zaman sonra. "belki de hiç bırakamadım şunu" diye düşündüm. bir anda hayatıma hakim olan neden - sonuç ilişkisi kurma merkezini kapattım beynimdeki ve eve dönüp arabanın anahtarını almaya, sonra da depoyu doldurup çanakkale'ye gitmeye karar verdim.

    her şeyi yakacaktım. her şeyi. oradan 1+0 bir daire alıp param bitene kadar bohem bir hayat sürecek, sonra da en kötü ihtimalle bir dükkan açacaktım steve jobs'ın hayat hikayesini okuyup cesaretimi topladıktan sonra. kitap da yazabilirdim belki, kimbilir? michael douglas'ın falling down'ını düşündüm, gözlüklerim de vardı ama gülümseyemedim.

    evin önüne geldiğimde, sağ ön lastiğimin hafif inik olduğunu gördüm. çanakkale'ye kadar götürse bile, iskeledeki trafik polisi kesin çekerdi kenara. yeni hayatıma trafik cezasıyla başlayamazdım, hiçbir masalda ceza makbuzuyla banka kuyruğuna girilmez bir sabah vakti.

    aniden sakinleştim. sağduyu hakim oldu yeniden. tırıs tırıs içeri girdim, üzerimi değiştirdim, elimi yüzümü yıkadım ve çay demledim. akıllı bir insan olduğum için kendime teşekkür ettim, sigarayı bırakmakla iyi ettiğimi düşündüm. daha iyiydim limonlu çayımı içerken.

  • cahil insanların en çok düşman olduğu şeyler

    cehaletin alamet-i farikası, cahilin yüzündeki arsız tebessüm. bunu farkettiğimden beri, şaşmaz bir kesinlikle tanıdım cahili büyük kalabalıkların arasında bile.

    uzak durmaya çalışsam da, bazen aynı masayı paylaşmak zorunda kaldığım da oldu; çok iyi bildiğini sandığı konuda getirilen eleştiriye, o arsız tebessümle papağan gibi ezberlediği cevapları vererek zafer kazanmış havasına girdiğini gördüm.

    bu bir savunma refleksi. düşman olduğu, daha iyi semtlerde yaşayan, daha eğitimli ve daha fazla para kazanan kişiler. teşhisi doğru yapıyoruz, ama nedenlerini ıskalıyoruz. bu insan profilinden nefret ediyor olması, en temelinde, onlar gibi olmayı düşleyip de olamaması. hiçbir zaman özendiği bu insanlar gibi olamayacağını bilmesi.

    sahip olamadığı arabayı çizen barbarın davranışı ile kendisini beğenmeyen kadının yüzüne kezzap atmak veya öldürmek benzer. hiç kuramayacağı cümleleri kurana duyduğu öfke de, aynı ateşten besleniyor. o yüzden, cahilin en büyük düşmanı cehaleti ve yoksulluğu değil, ulaşamadıkları.

  • eski sevgiliyle yeniden başlamak

    ayrılan insanların yitirdiği en önemli değer, saygı oluyor. artık saygı duymadığım, önemsemediğim bir insanla yeniden yakınlaşmayı anlamsız buluyorum.

    eğer eski sevgilisiyle yeniden başlayacaksa insan, birbirlerine hala saygı duyup duymadıklarını iyi tartmalı. bunu açıkça konuşmalı. birbirlerini artık ne kadar önemsediklerini sorabilmeli.

    saygının olmadığı ilişkilerde laçkalık başlıyor. 7 kere ayrılıp 8 kere barışan insanlara dışarıdan baktığımda saygı duymuyorum, çünkü birey olarak kendilerine saygıları yok.

  • naif

    böyle insanlar için üretilmemiş yaşadığımız çağ. ilkokulda panodaki çağ isimleri, yakın çağ'a gelip devam ediyordu ama bu yakınlık, insani anlamda bir yakınlık olamıyor.

    şövalyelere her zamankinden çok ihtiyacımız var naif insanları korumak için. yakıp yağmalayan, soylu ünvanların ardında alçaklık yapan değil, agilulfo gibi doğruluktan şaşmayan şövalyeler olmalı. sıradan bir apartman dairesinde yaşadığı halde, ruhu ortaçağ'da bir şatoda kısılı kalmış ince ruhlu insanları atıyla taşımalı şehrin akan caddelerine, hayatı önlerine sermeli.

    pencereden gelip geçeni seyrederken, ayağı kayıp düşen insana, kim olduğundan bağımsız olarak üzülen, içi ezilen insanlara özeniyor ve seviyorum onları. keşke biraz naif olabilseydim.

  • fedakarlık

    fedakarlık kumarda para kaybetmek gibi. insan bir kez, fedakarlık yapmaya başladığında, durumun düzeleceğine dair duyduğu saf inançla, giderek daha fazla fedakarlık yapmaya başlıyor karşısındakine.

    sevgilisi işinden memnun olmayan bir adamı düşünelim. kadın işyerinde mutsuz oluyor ve akşamları evde daha tahammülsüz oluyor. büyük ihtimalle farkında da değil, adama eziyet olsun diye yapmıyor; seviyor adamı. adam da kadını seviyor ve durumu bildiği için, karşılık vermiyor, anlayış gösteriyor.

    zaman geçtikçe ve kadının iş sorunu çözülmeyip yarattığı mutsuzluk arttıkça, adam daha fazla anlayış göstermeye başlıyor; kadın giderek tahammülsüzleşiyor çünkü. adamı hala seviyor, üstelik şimdi ona anlayış gösterdiği için daha fazla seviyor belki ama, sürekli ona patladığı, öfkesini onda yatıştırdığı için de, giderek saygısını kaybediyor. adam ise, günün birinde bu sorunun çözüleceğine olan inancı ile, giderek daha fazla fedakarlıkta bulunuyor. "olsun" diyor, "bu günler de geçecek ve her şey eskisi gibi olacak. biraz daha. sadece biraz daha."

    iki insanın paylaştığı hayatı, otomobile benzetiyorum. bazen yokuş yukarı, bazen de aşağı gidebilir bu otomobil. yokuş aşağı gittiği zamanlarda, taraflardan birinin anlayışlı olurken sorunun çözümü yönünde diğeriyle yapıcı bir diyalog kurmaya çalışmasıyla kurtulabilir o ilişki. sadece artan bir şekilde fedakarlık yapmak, palyatif tedaviden öteye gitmiyor; sorun var olmaya devam ediyor anlık gerilim ortadan kalksa da.

    konuşmak işe yarar. sorun çözülemeyecekse dahi, insanların birbirlerine saygısını kaybetmeden kendi yollarına gitmelerini sağlar.

    not: kadını hırçın karakter seçerek, kadınların geçimsiz olduğu gibi bir imada bulunmadım. aynı durumda erkek de olabilirdi. hata yapan tarafla empati kurabilmek için, fedakarlık yapan tarafı erkek olarak seçtim.

  • barışma teklif ettiği eşine kurşun yağdırmak

    haberdeki "görkemli" ifadesine bakınca, adamın evliliğini kurtarmak için elinden geleni yaptığı, ama kadının bunun değerini anlamadığı sonucu çıkarılabilir. mahkemede bunun üzerinden savunma bile yapabilir.

    şiddetin dili, tam olarak bu.