nikini vermek istemeyen bir izleyici38
profili

  • müstakil ev hayattır

    tv izlemiyorum. ses olsun diye açınca da fonda mutlaka tlc kanalı açık oluyor. izleyenler bilirler, %90'ı emlak programı. hatta tlc tv'deki moral bozan emlak programları başlığını da ben açmıştım.

    şu hayatta ne istediysem hemen hemen oldu, daha da bir şeyde gözüm yok. amma velakin buradaki evlere bitip çok özeniyorum ya! bildiğim bir fetişim de yok ama eğer var ise bu kesinlikle ev olmalı. ev sevdam geçmiyor.

    koca koca bahçeler, açık konsept salonlar, birbirinden güzel dekorasyonlar, kocaman mutfak adaları, o geniş verandalar. vallahi baktıkça içim eriyor özeniyorum. yani insan nasıl mutlu olmasın ki o programlarda gösterilen evlerde?

    ev arayan ailelerin söylediği iki cümleden biri "çocuklarımızın rahatça koşup oynayacağı bahçesi olan bir ev arıyoruz" oluyor. düşünceye bakar mısınız ya. bu çocuk nasıl mutlu büyümesin ki şimdi?

    adam mesela hobilerini gerçekleştirebilmek için kocaman bir garaj istiyor. geçiyor orada marangozluk yapıyor, arabasıyla ilgileniyor. eşi evine ofis kurmuş evden çalışıyor falan. bu aile nasıl mutlu olmasın söyleyin hadi!

    buradaki evleri görünce deli gibi sarı siteye sarıp evlere bakıyorum. tabii ki istanbul denilince müstakil bir evden anlaşılan, küçük armutlu'nun, reşitpaşanın gecekonduları oluyor ki onlarda bile fiyatlar arsa nedeniyle uçuk. şehrin içinde istediğim kalitede olanları da milyon dolardan başlayıp astronomik rakamlı aidatların döndüğü modern köylerden ibaret. yani alıp yaşayabileceğim müstakil bir ev istanbul'a en az 2 saat uzaklıkta.

    aklımda şu aralar olan fikir, "madem bu istediğimi şu an yapamıyorum, bari istanbul'a 2 saatlik mesafede bulunan ve haftasonları gidip yaşayabileceğim bir ev bulayım da en azından iki günümü istediğim bir ortamda geçireyim" fikri. bu da olsun hayattan başka hiçbir şey istemediğime dair imza atıyorum buraya.

    er ya da geç sana sahip olacağım lan müstakil ev!

  • istanbul'da çukursuz engelsiz 100 mt yol bulamamak

    çözümsüz bir istanbul gerçeği. üstelik sayıları giderek artıyor.

    sokak aralarından çevreyollarına hatta otobanlara kadar her yer yamalı bohça. yollar ya yeni kazılmış ama içi doldurulmamış ya da hiç doldurmaya hiç tenezzül edilmemiş. arabayla giderken aniden bir çukura giriyorsun. bazen gelişigüzel sıklıklarla koyulmuş tümseklerin üzerinde hoplayarak gidiyorsun. rögar kapakları desen bir mühendislik faicası. sanki sanayi esnafı kazansın da ekonomi çarkı hep dönsün diye özellike yapılmış gibiler.

    hasdal-okmeydanı gidiş yolunda sağdan kağıthane tünele bağlanan eğimli bir rampa var. imkan olsa da durup fotosunu çekebilsem. o yolun ortasındaki yarıklar aylardır orada ve kimse ilgilenmiyor mesela. yokuşta vitesi boşa alarak hızla inen araçlar için ciddi bir tehlike. çukuru son anda fark eden hemen sağa kırıyor ki emniyet emniyet şeridinde de hep araç oluyor.

    çok şey demek istiyorum da nere doğru ki yollar düz olsun?

  • türk lirasıyla burnunu silen gurbetçi

    türbanlı olmasının konuyla ilgisi şöyle olan gurbetçidir:

    o örtüyü giydikten sonra artık islam'a uygun yaşamak gerekir; islam ve onun peygamberi kibri, hor görmeyi, mal mülkle övünmeyi ve hele hele bir başka müslümana karşı böyle tutumlarda bulunmayı şiddetle yasaklar falan ya hani? ondan.

    türbansız veya dinsiz biri de bunu yapabilir ama hiç değilse bir inanç iddiası yoktur. oysa türbanlı olan, o türbanla ona göre doğru bir yolu seçtiğini beyan etmiş, o beyana göre yaşaması gereken kişi olmuştur artık.

    yaptığı davranış da bir seçim sonucu olmuştur. vücudundaki bir organ gibi doğuştan gelmemiş ya da istemsizce yaptığı bir hatadan kaynaklanmamıştır. inançları gereği yapmamayı seçmiş olması şart koşulan bu davranışı hür iradesiyle yapmayı seçmiş ve bunu aleni hale getirmiştir.

    durum itibariyla da inanç ve davranışlar arasında tutarsızlık olduğu zaman "türbanlı" "tespihli" "takkeli" “cübbeli” gibi tamlamalar koyuluyor. çünkü sıradan bir insan, inançları gereği örtünen ya da dini ritüellerini uygulayan kişilerin bu görüntülerini referans alarak, onların teoride böyle bir şey yapmamasını bekliyor.

    ki beklememesi de en doğal hakkıdır.

  • ekşi itiraf

    maskeyle yolda yürürken maskenin arkasından kendi kendime konuşuyorum, gördüğüm yanlış şeyleri eleştirip insanlara söyleniyorum, arada kendime de kızıyorum. ayrıca sürekli şarkı söylüyorum.

    kimseler görmüyor, duymuyor. pandemiden sonra bu konforu çok özleyeceğim.

  • ekrem imamoğlu

    öncelikle kapı gibi yazmışım alnım ak, başım dik (bkz: #91847032).

    hiçbir siyaset adamına bel bağlamam. oraya gelen hiçkimsenin, hayatından önemli bir zaman dilimini, enerjisini benim sonsuz mutluluğum için harcayacağına inanmam. böyle diyene şüpheyle bakarım. cennetin anahtarını satan papayı da 90'larda ev anahtarı vaat eden siyasetçileri de unutmadım ben.

    yazdığım gibi ekrem imamoğlu'na bir hayranlık geliştirmeden oy verdim ve izledim. şu âna kadar oy vermiş biri olarak edindiğim izlenimler, hoş değil.

    siyaset, bir algı yönetimidir. "mış gibi" yapmaktır. çocukla çocuk, yaşlıyla yaşlı, köylüyle köylü, işçiyle işçi olabilmektir. imamoğlu'nun insana batan bir "rahat adam" algısı var. peki neden bu oluşuyor? nedeni çok basit, 20 yıl sonra ilk kez birisine karşı bir umut filizlendi, beklentiler yükseldi, muhafazakar dayatmalardan tekrar eski zamanlara dönüleceğine doğru özlem dolu bir inanış oluştu ve kendisine tünelin sonundaki ışık muamelesi yapıldı da ondan. onunla ilgili bir beklenti yaratıldı ve bu beklentinin tatmini, altının dolması "beklemeye değmesi" hayal edildi.

    oysa bir baktık ki ekrem imamoğlu'nun başından bugüne olan bu çizgisi, bu beklentilerle pek de paralel gitmiyor.

    hemen söyleyeyim, ekrem imamoğlu tabii ki istediği gibi tatil yapabilir, sonuna kadar da hakkıdır ve tatil yapan tek siyasetçi değildir ama; bakın büyük bir ama: eğer siyaset yapıyorsa ve etrafında akıl aldığı birileri varsa bu işin böyle yürümeyeceğinin de farkında olmalıdır. imamoğlu eğer büyük oynamayı düşünüyorsa hedefi, halihazırda ona oy veren chp seçmeni değil, yıllardır kemiklemiş bir inançla erdoğan'a oy veren akp tabanına ulaşmak, onlarla iletişim kurabilmek olmalıdır. işte bu iletişim de o tabana yakın durmakla ve onları anlamakla olur. en başından beri monşer/elit/halden anlamaz olarak 'bağzı' beyinlerde imgelenen chp'nin bu kötü imajını perçinleyerek değil, bugüne kadar yapılanın aksine o insanların insaniyetine, inancına, samimiyetine dokunarak olur.

    siz eğer ki kapı komşusunun evinden taze çıkan cenaze sonrasındaki birkaç haftalık sürede "aman eğleniyormuş gibi algılanır" düşüncesiyle müzik dinlemekten kaçınan bir toplumun yaşadığı bir ülkede depremden kayağa geçiyorsanız, çok kolaylıkla ardınızdan "zaten böyle olacağı belliydi" denilir; samimiyetsiz, monşer, açın halinden anlamayan olarak yaftalanırsınız. hiçkimse "aa içi dışı bir adamın bak saklamıyor. ölenle ölecek değil ya? hayat devam ediyor. adam tatilini önceden ayarlamış zaten" demez. kendi yoksulluğunun, derdinin ne kadar "paylaşılıyor göründüğüne" bakar.

    tekrar ediyorum, siyaset bir algı yönetimidir. iyi niyete değil, algıya bakar.

    "onların imamoğlu için ne düşündüğü önemli değil, ben seviyorum. destekliyorum" diye düşündüğünüzde tabii ki bir şey olmaz. istanbul belediye başkanı olarak görevini tamamlar ve şansı varsa yine seçilir ama büyük oynamayı planlıyorsa alacağı oylar, tıpkı eurovision şarkı yarışmasında birbirine o veren baltık ülkelerinin oyları gibi bir işe yaramaz ve oyunu alması gerektiği diğer seçmen gruplarından destek alamayarak gönlünden geçirdiği cumhurbaşkanlık hayaline; yani hayalimize kavuşamadan gider.

    akp karşısında güçlü bir kale olacağı düşünülen ekrem imamoğlu'nu ne yanlış yaparsa yapsın mazur görme fanatizmiyle diğer parti fanatizmleri arasında teorik olarak hiçbir fark yoktur. ekrem imamoğlu'nu seviyor olabilirsiniz ama "aman kale içten zayıflayacak" diyerek yaptığı her şeyi doğru bulmak tutarlı bir davranış değildir. kendinizi kandırırsınız. yeri geldiğinde herkes eleştirilmelidir.

    hep özendiğimiz avrupa'nın bir adım önde oluşunun bir diğer nedeni işte tam da kişiye değil koltuğa önem vermekte yatar. kişiler gelip geçer ama koltuklar kalıcıdır. keşke bir gün olabilsek...

  • 40 yaşında hiç evlenmemiş erkek

    eş ve çocuk tarafından yüzde yüz sevilme/bakılma garantisi almışlarca eleştirilen, itibarsızlaştırılmaya çalışılan erkektir.

    evet bir ay sonra bizzat kendim olacağım o (39,9).

    -ömrümde escort'la işim olmadı ki büyük konuşmayayım olmaz da. birinin bedenini parayla kiralamayı
    aklım hiç almadı, almıyor.
    -evet eş ve çocuklarının arasında cüzdanla vicdan arasında kalmış ve kendini unutmuş erkekleri
    gördükçe çok üzülüyorum.
    -tek sosyalleşmelerinin, haftasonu çocuk arabalarıyla sahillerde parklarda, avm gezmek olan tiplere
    üzülüyorum.
    -evli ama aklı, gözü dışarıda olan, eşine "evdeki" diye bakan erkekleri gördükçe üzülüyorum.
    -aile olmuş olmak için olan, aralarında sohbetin, iletişimin bittiği çiftleri gördükçe üzülüyorum.
    -hayır cimri de değilim keşke olabilseydim. para biriktirmeyi çok geç keşfettim.
    -evlenip çocuk yapsam çoğu evliden daha güzel çocuk yetiştirir, "yokluk nedir" öğretirim. şımarık çocuk
    yetiştirip iki gün sonra "doktor bey çocuğum çok hiperaktif, zeki ama çalışmıyor" demezdim.

    daha çok şey sıralayabilirim de cumartesi gecemi buna ayıramayacağım. zannettiğiniz gibi derbeder bir hayatımız yok.

    hadi bye!

    bonus: evet hiç beyaz kılım yok.

  • fotoğraf çekmekten anı yaşayamamak

    iki tane 20 yıllık dostum var. şöyle eski albümlerden bugünlere bakıyorum da doğru dürüst bir tane fotoğraf çektirmemişiz. oysa ikisi de hayatımda en çok gülüp eğlendiğim, vakit geçirmekten keyif aldığım ve yeri ayrı olan insanlar.

    arasıra fotoğraf albümlerime* bakıyorum, 2010 (ki sosyal medyanın yaratıklanmaya başladığı tarih)'dan bugüne bir sürü insanlarla fotoğraflarım olmuş. çoğunun adını dâhi hatırlamıyorum ama bir şekilde eğlenirken, tatilde, orada burada fotolara dahil edilip mutluluk pozu vermişiz. şu an hepsi su gibi geçmiş gitmiş.

    buradan şunu anlıyorum ki dostlarımla olan anılarım çok fotoğraflarım az, fotoğraflarımın çok olduğu kişilerle de her ne kadar var görünse de bir anım yok.

    sabah beşiktaş kahvaltıcılar sokağında bu bahsettiğim dostumla kahvaltıya gittim. orada kahvaltı etmeyi sevdiğim bir mekan var, arada evde kahvaltıya üşenirsem gidiyorum. gördüğüm şey, insanların kahvaltı ederken sürekli garsonlara fotoğraf çektirmeleriydi. bir masa bitiyor diğeri başlıyor, öteki bitiyor diğeri başlıyor. biz de dostumla yemeyi sevdiğimiz şeylerin tadını çıkartıp mutlu olmakla meşguldük. fotoğraf çekmek aklımıza bile gelmedi.

    kendimi gerçekten de şanslı sayıyorum "iyi ki böyle kişiler kaldı etrafımda" diye. zira gidilen eğlence mekanında dans ederken, yemek yerken her an her şekilde fotoların çekilmesinden iyiden iyiye tiksinir oldum artık. hatta düşündüm de, asosyal bir hayat seçip insanlardan köşe bucak kaçışım tam da bu emrivâki fotoğraf çekmenin yaygınlaştığı zamanlara rastlıyor.

    ânı yaşamaktansa, "mış" gibi yapmanın "desinler" dememin derdinde insanlar ve bu çok korkutucu...

    tanım: fotoğraf çekerken âna odaklanmayıp o anki güzellikleri gerçek gözlerle değil; objektiften izlemektir.

  • zenginlerin mutsuz olduğuna inanarak yaşamak

    global fakir avuntusu.

    çocukluktan beri duydum bu yalanı. inandım da uzunca bir zaman. zenginlerin hayatta her istediklerini elde etmelerinden dolayı ulaşamayacakları bir şeylerinin kalmadığı ve aslında hep mutsuz oldukları öğretilirdi bizlere.

    oysa biz fakirler öyle miydik? zenginler gibi varlığa en baştan sahip değildik. ulaşmamız gerekirdi. hedef bizim işimizdi. çalışmalı, onları elde etmek için mücadele vermeliydik. onları elde etmek için verilen emek değerliydi. o bizi dinç ve mutlu tutardı çünkü kendimiz yapmıştık.

    peki ya zavallı zengin? mutsuzluktan ölüyor, tatminsizliğini bastırmak için kendini uyuşturucuya, threesome'lara, buzlu badem sokturmalara, farklı arayışlara veriyordu. zavallıydı onlar. tamam çocuklarını özel üniversitelerde okutmuş hatta şirketlerinin başına geçirmiş olabilirlerdi ama biz onların ne kadar mutsuz olduklarını biliyor muyduk bakalım? bizim kadar eder miydi o çocuk? biz daha mutluyduk bi' kere.

    dahası aslında zenginler bizlere özeniyordu!

    günler ayları, aylar yılları kovaladı ve gördük ki bize anlatılanlarla gerçek arasında ciddi tutarsızlıklar var.

    en baba swinger partileri, en iğrenç aileiçi ilişkiler, tacizciler&tecavüzcüler, yükseleni aşağıya çeken bol kuyu kazmalı en rezil akraba ilişkileri, en aşağılık katiller*, en baba aldatmalar, genelde hep fakirlerden çıktı.

    bir yanda mutluluklarımızla övünürken öte yandan 19 yaşındaki oğluna son model spor araba alan ünlü eski fakir şarkıcı eda koyan'ın oğlunun mutsuz olmasını, "bu yaşta çocuğa bunu alırsan hedefi kalmaz, mutsuz olur" sözümüzün doğru çıkmasını bekledik hep; elimizde simit peynir kemirip instagram'a koyarken.

    tüm bu zaman akıp giderken ne zengin bir fakire özenip fakir yaşamayı seçti, ne fakir zengin olma sevdasından vazgeçti. fakir, tv'lerde en ucuz durumlara düşüp ağlarken zengin mercedes'in içinde birkaç damla yaş döktü sadece.

    işin aslı herkes sığınabileceği güvenli bir yalan arıyordu hayatında. bu kadar gerçekle baş etmek başka türlü nasıl mümkün olabilirdi ki?

  • altı yağmur suyu dolu sinsi kaldırım taşı

    hemen her kaldırımda bulunan, her 5 yılda bir değişe değişe sayısız iktidar görmüş, ansızın bastırınca tüm paçayı ve ayakkabıları rezil eden, insanı bir anda hayattan soğutan iğrenç ve sinsi taştır o.

    hiçkimse bir şey yapamaz ona. arkadan bakar pis pis. tek yapabileceğin şey küfür edip yere baka baka yürümek ve bir sonrakine yakalanmamaktır.

  • sabah sabah ter kokabilen insan

    hadi gün içindekini bir şekilde anlayabiliyorum, ağır işlerde çalışmıştır, çok koşturmuştur bir şekilde vücudu fazla ifrazat üretmiştir filan da sabah sabah bir insan nasıl leş gibi kokar anlamıyorum. ulan evinden çıkıyorsun pis kokarca, gitmiyor mu elin suya sabuna be pislik torbası? yokluğunun hiçbir önemi olmayacak sefil yaratık!

    sabah adam yolda önümden gidiyor ve pis dna'larından yayılan iğrenç koku molekülleri efil efil çarpıyor yüzüme. sen evde o kadar duş al, istemeye istemeye (sağlıksız geldiği için) roll-on'lar sür, deodorantlar parfümler sıkıp sokağa çık ama başkaları "ulan leş gibi kokuyor olabilir miyim acaba?" diye düşünmeden senin bulunduğun yere gelerek ortamın içine sıçsın.

    geçen haftalarda memleket ziyaretine giderken 1,5 saatlik yolu dinibütün çarşaflı bir teyzenin leş gibi kokusuyla çekerek gitmek zorunda kaldım. baktım olmadı çantadan temiz kıyafet çıkarıp göstere göstere ağzıma kapayarak nefes aldım teyzenin anlamasını bekleyerek. mesajı aldığını hiç sanmam, ona göre oldukça normal bir durumdu çünkü (burada dini tarafını özellikle vurguladım çünkü temizlik imandan geliyorsa ve islâm temizliği şart koşuyorsa bu teyzenin hali neydi?).

    yıkanmayan insanlar, tükenin! leşsiniz leş!

    duyar editi: teyze bir adet torun ve kız/gelin ile birlikte gayet aklı başında idi.

    bonus editi: geçenlerde yaşadığım içime su serpen olay için (bkz: #69824811)

  • internette hastalık arama sendromu

    önceki gün yaptırdığım kan testindeki kreatin kinaz'ın 730 çıkmasıyla yaptığım ve beni kalp krizi geçirdiğim sonucuna ulaştırmış sendrom.

    doktora bugün sorunca da "spor mu yapmıştın testlerden önce?" dediğinde öğrendim ki kasların yıkımından kaynaklanan normal bir durummuş.

    haftasonu uzun süredir yapmadığım ağırlık kadırma çalışmasını yapmıştım ve her yerim et kesiği olmuştu. ondanmış meğer.

    kanser öldürmez, internet öldürür.

  • kafelerin güzel yerlerinin sigaracılara ayrılması

    insan hakları suçudur.

    kahvaltı etmek için kafeden içeri girdim. camekanlı alanda oturup kahvaltı edecektim ki fosur fosur sigara içildiğini gördüm. "burada sigara mı içiriyorsunuz?" dedim. hazırlıksız yakalandı ve "sizi arkadaki bölüme alalım" dedi. bir gittim mutfağın hemen yanı ve leş gibi yağ kokuyor.

    "pardon ben sigara kullanmadığım için mi buraya koyuluyorum?" dedim. anlattı da anlattı saçma sapan savunmalarını.

    "peki, önce yemeğimi bir güzel yiyeceğim sonra da şikayet edeceğim" dedim. tam da öyle yapıyorum şu anda. bitirir bitirmez şikayet hattını arayacağım.

    sigara içilmesine asla karşı değilim. mesela dev bacaları olan kocaman fanuslar caddelere konulabilir ve sigara içenler kendilerini istedikleri kadar zehirleyip kokutabilirler. onlar sigara içiyor ve çoğunluk diye ben ikinci sınıf vatandaş muamelesi görecek değilim. dünyaya sigarasız gelen benim. eğer sigara da bir organ olarak gelse idi anlaşılır bir durumdu.

    devlet denetimlerini artırsın ve bu işletmeleri ağır cezalara tabi tutsun umurumda değil. ya da mutfakta içirsinler.

    edit: memleket "hep beni mi görüyorsun x de, y de yapıyor" diyen kafalardan dolayı bok içinde. sigara içilen taksiye binmem. şoför içerse uyarır söndürmez ise iner şikayet ederim. yapmadığım şey değil.

    edit: aleni şekilde insan sağlığına zararlı olan, hele de filtresiz olması nedeniyle içmeyene zararı çok daha fazla olan bir şeyi kendi keyfiniz için saçma sapan argümanlarla savunup x'in y'nin daha zararlı oluşunu referans gösteriyorsunuz. senin iğrenç sigara dumanın olmasa, hayattaki zararlı şeylerden bir tanesi eksik olurdu hiç olmazsa. kendin de biliyorsun başkasına zarar verdiğini ama bununla yüzleşmek işine gelmiyor. sonra da adaletsizlikten yakınıyorsun. ikiyüzlüsün.

    edit: sigarasını çekerken hayata isyan eden instagram fotoları için yaşayan solcu yancısı yandan yemiş çakma can yücel'ler rahatsız.

  • yavrusunu yaşatmak için başka canlıyı yiyen canlı

    ne üzücü bir durum ya.

    belgesel izliyorum şimdi. bakıyorsun tam adını bilmediğim yabani bir ördeği kurt yakalıyor ve yiyor. çok üzülüyorsun ördeğe. kurda da çok kızıyorsun ama bir sahne sonra o garibanın da gidip kendi yavrucuklarını beslediğini görünce haydee bu sefer de kurda saygı duyuyorsun. minik minik fiti fiti şeyler dönüyor analarının etrafında. yemiyor yediriyor hayvancağız.

    anne maymunu kartal kaçırıyor götürüyor yavrularına. bakıyorsun aciz aciz varlıklar. beslenmeleri lazım diyorsun. hoop bu sefer de yine ismini bilmediğim tilki türünde bir hayvan onlara saldırıyor. tilkiye kızıyorsun ama onun sevimli yavrularını görünce arada kalıyorsun.

    besin zincirinin bir üstündeki hayvana kızarken onun da "ne yapalım abi ekmağamız, biz ister miyiz böyle olsun?" deyişini hissediyor; bir şey de diyemiyorsun. canlıların yavruları da çok sevimli oluyor malum. istiyorsun ki kimsenin yavrusuna bir şey olmasın ama öyle de olmuyor ki. birinin yavrusunun yaşaması için diğerininki ölmek zorunda.

    ben de düdüklüde kuzu paçası haşlıyorum şu an.

    tarifsiz duygular içerisindeyim.

  • 100 tl monitörden 5.000 tl'lik tv'ye uzanan yol

    başlık biraz garip oldu ama kapitalizmin ne boktan bir şey olduğunu anlatmak için böyle bir başlık seçtim.

    olay şöyle gelişti:

    notebook'a bağlamak üzere bir tane monitör almak istedim ve ikinci el bir tane bulayım dedim ve 100 tl'ye buldum.

    sonra dedim ki yok yani bu ekran neredeyse notebook'la aynı biraz daha büyük ikinci ele bakayım. 350 tl'ye ikinci el monitör buldum.

    350 tl monitörü bulduktan sonra "yahu tivibu'dan haber de izlerim, arada film de izlerim. bari olabiliyorsa full hd olsun. bir kere alıyorum" dedim ve 450 tl dolaylarında sıfır full hd buldum.

    sonra bir an meraklandım ve "acaba bu monitörlerden tv olmaz mı? tivibu kullanacağıma uydu takarım internetten de yemez hem" dedim ve monitörlerden tv olabileceğini ama uydu alıcısı almam gerektiğini öğrendim. uydu alıcısıyla birlikte neredeyse 800 tl'ye filan çıkacaktı iş.

    sonra forumlara baktım ve bir forumda "monitörden tv yapana kadar uydu alıcısı içinde ve hdmi çıkışı olan bir tv alın. hem hoparlörü de olur" diyerekten kafama yatmış şekilde tv'lere bakmaya başladım. bir baktım full hd tv'ler bin küsürden başlıyor.

    sonra dedim ki tv almışken büyük alacaksın. bari üst modellere bak. hd, full hd 4k, 1.500'dü 2.000'di 2.500'dü derken bir baktım 5.000 tl'ye çıkmışım. daha da gidiyordu bu, devamlı büyüyor ama durduramıyordum.

    ki ben böyle bir gaflet anında tv alıp sonra da bir anda delirip satmışken aynı sarmalın içine giriyordum. (bkz: televizyon izlemeyen insan/#56465190)

    dünden beri kahkahayla karışık kederleniyorum. insan ihtiyaçları ne boktan bir şeydi. hep bir üsttekine gözü dikip duruyor, borç bataklarına giriyordu bu yüzden. kapitalizmin kucağına düşmüş birer zavallıydık bizler.

    şimdi gidip 800 tl'ye monitörden tv yapsam bir on yıl boyunca "buna para verene kadar adam gibi tv alsaydın" diyeceğim. kendime asla "e ben tv almak istemiyordum ki, sadece monitörü hedeflemiştim" de diyemeyeceğim, yemem çünkü. e gidip 800 tl monitör tv arası bir şeye para vermeye de elim gitmiyor. e gidip orta karar bir tv alsam bu sefer de "lan aldın madem hadi film filan izlerdin. niye büyük bir şey almadın?" diyecektim.

    bu düşünceler kafamda gidip gelirken, şu anda ne o 100 tl monitörü, ne de 5.000 tl'lik tv'yi alabiliyorum. en son aklımdan geçen galiba hem 5.000 tl tv'yi hem de ikinci el monitörü de ayrıca almaktı.

    geçen yıl arkadaşımla bir mağazada geziyoruz ve arkadaşım masanın ortasında çok güzel bir yemek takımı gördü ve almak istedi ama sonra durdu ve "şimdi o takımı eve alırsam masayı da değiştirmek lazım. e sandalyeleri de değiştirmek gerekecek. e masa ve sandalye değişince uyum için komple mobilyaları değiştirmem lazım. e bunun boyası da var. e sonra parkeleri de değiştirmek lazım gelecek. almamam lazım. bak görüyor musun bir yemek takımı nelere mal oluyor?" diyerek 500 tl'ik bir yemek takımından 50.000 tl'lik masraf çıkarmayı başarmıştı ve gülme krizine girmiştik mağazanın içinde.

    edit: e aşkolsun ama. devamlı "al al al al al al" diye baskı yapan sistemin hiç mi suçu yok? çok kırıldım ama yani. küçük mütevazı bir monitör istemiştim oysaki. sistem beni hep daha ötesini yapmaya itti. sistem kurbanıyım.

  • para tuzağı olan şeyler

    organik adı altında satılan yiyecekler.

    doğayı önce yok et sonra da zaten insanın olması gereken hakkını insana 4 kat fiyatlarla gıdım gıdım ver.

    hiç bilmiyorsun tabi gerçekten organik mi değil mi diye. gerçekse hadi bir nebze ama bir anda etiketlerin "organik" diye çevrilmesi hiç inandırıcı değil.

  • kıç yıkayan türkün wc'sinin avrupalıdan pis olması

    şunca yıllık ahir ömrümde hatırı sayılır derece envai çeşit ecnebi tuvaleti gördüm beyler bayanlar. roma'daki bir otelin önden gelen taharet musluğu hariç, hiçbirinde taharet musluğu yoktu.

    ama gelin görün ki hiçbir yerde ne bir boklu tuvalet kağıdı, ne bir koku, ne bir pis kullanım gördüm. restoranlar, umûmi tuvaletler pırıl pırıldı hep. yemin dahi edebilirim bunun için.

    ama gelgelelim ki götünü yıkamakla iftihar eden naif insanımızın kullandığı tuvaletler içler acısıydı. klozet kapağına işemeler, deliği tutturamamalar, oturduğu gibi kalkmalar, kağıt peçete dağları yapmalar, ne rezillikler ne rezillikler.

    haftasonu kiev'deydim ve yine her girdiğim her tuvalet pırıl pırıldı taa ki bir türk restoranının tuvaletini görene kadar. bir girdim ki içeri tuvalet kağıtları, peçeteler rezil gibi her yerdeydi. çöp kovasının ağzı bir yerde, klozetteki sidikler ayrı yerde.

    şimdi tez konusu olabilecek sorumu soruyorum:

    taharet musluğu daha temiz olmanın göstergesi olması gerekirken, götümüzün temizliği ile böylesine övünüyorken nasıl oluyor da bizim tuvaletlerimiz götünü yıkamayan avrupalı'dan daha pis olabiliyor?

    uzman görüşü rica ediyorum. sosyologlar, psikologlar göreve.

    edit: başlığı "göt yıkayan" diye açmıştım solda görünmedi. tekrar deniyorum.

    edit: bide görmedim. evlerinde varsa bilemem ama restoran ve otellerde bide yoktu.
    edite edit: mouse sanitary padsöyledi, bide(t), kadınlar tuvaletinde olurmuş ve vaginal temizlik için kullanılırmış. görmemem normalmiş tabi. e ben de düşününce çok normal buldum.

    edit: sık temizlik olmasıyla ilgisi olduğunu düşünmüyorum. lviv'de, tek bir wc'si olan
    kafenin wc'sini 5 kişiyle beraber bekliyoruz. en sonda ben varım. sıra bana gelince derin bir nefes alarak içeri giriyorum ve sonra dayanamayıp nefes verip almaya devam ediyorum ve tuvalet mis gibi kokuyor. abartıyorsam da ne olayım. kendimi her türlü ihtimale hazırlayıp girmiştim ki beklemediğim manzara ile karşılaştım.

    pisiz abiler ablalar pisiz. hiç ıvırıp kıvırmayalım. bedenimiz temiz olabilir ama başkalarını düşünmüyoruz. başkalarını düşünmediğimiz sürece temiz olmayız, kendimize temiz oluruz. tüm sorunların kökeni, başkalarının bize yapmasından hoşlanmadığımız şeyleri başkalarına yapmamızdan kaynaklanıyor. biraz saygı, biraz düşünce her şeyi çözer.

  • 17 ağustos 2016 38 bin mahkumun salıverilme kararı

    hapishanelerde yer kalmadığı içindir.

    benim önerim şu, suçlular o kadar fazla ki suçsuzlar içeri girip izole bir hayat yaşasınlar. bütün suçlular da ne istiyorlarsa yapsınlar bu bok çukurunda.

  • yeterli giysi olmasına rağmen aynı şeyleri giymek

    tuhaf bir durum.

    giyecek hatırı sayılır derecede kıyafetin vardır ama yine de o bir pantolon ve t-shirt'e ayakkabıya sarar, yıkar yıkar giyersin. diğer kıyafetlerini eline alır alır geri bırakır yine onlara yönelirsin.

    gizli depresyon belirtisi gibi gelir bana bu durum. bazen de çocukluktan kalma bir hastalık olsa gerek ki o vitrinde duran tabak çanak gibi hep "daha iyi günlerde kullanırım" hissiyle kenara koyar giymeye kıyamazsın.

    bazen zenginlerde de görülür bu durum. adamın malı mülkü vardır ama hep aynı şeyleri giyer. tuhaf bir psikoloji bu. bir gün psikoloji okursam bunun üzerine tez yazacağım.

    edit: başlık taşınmış. o kadar da aradım halbuki
    edit: erken bunama başladı galiba. bu başlığı da ben açmışım. ilk entry de benim üstelik. yerin dibindeyim şu an. selamlar.

  • hayvan görünce ilk tepkisi tekme atmak olan çocuk

    çok az çocuk sevmemin nedeni olan çocuktur.

    iki yaşlarında ve yanında bir yetişkin olan çocuk yolda gidiyor ve yol üzerinde de kendini temizleyen sevimli bir kedi var. çocuk tekme savura savura yürümeye başladı. yanındaki kadın da "aa bak kedi" diyor ama çocuğun tepkisi aynı.

    o çocuk potansiyel bir kötü insan benim için. hiç öyle "aman da aman çocuk bıcı bıcı" diyerek sevimlileştiremeyeceğim. mimlendi benim için ve kötü bir insan olduğunda asla şaşırtmayacak beni.

    kaç tane aile uyardım böyle durumlarda. tepkileri de hep biricik çocuklarını savunmak oldu. onların çocukları çok iyi, onların çocukları kötü olmaz. uzaydan gelirler hep kötüler.

    aileler nasıl böyle bir şeye dikkat etmezler anlamıyorum. şayet o kadın çocuğu kenarda durdurup "aa yapma bak böyle sevilir" diyerek örnek olsa o çocuk da bunu öğrenebilirdi. bir sevgi ve güven gelişebilirdi hayvana karşı.

    ama yok, insan ne ki yavrusu ne olsun!

  • boğa güreşinde matadorun ölmesine sevinen insan

    bizzat olduğum insan.

    hayvanı işkenceyle öldürüp finalinde alkışlanılması aklın melekelerine zaten ters bir durum olduğu için bizzat kendini savunan havyan tarafından öldürülmesine elbette ki seviniyorum ve devamını diliyorum.

    21. yy'da böylesine iğrenç bir gösterinin sürüdürülmesi barbarlıktır. bir bu diğeri avcılık. beslenme ihtiyacın varsa, açsan avla ama kodamanlıktan ne yapacağını bilemeyip durduk yere kıçına av malzemelerini geçirip öldürmeye çıkıyorsan sen de ölebilirsin buradan göbek de atarım.

    hürriyet de taraflı iğrenç bir başlık atmış habere ölen matador trollerin hedefi oldu bak bak bak. yas mı tutacaktım? seçmeseymiş bu işi.

    çok iyi olmuş.

    edit: vegan değilim. et yenilmeli ama hayvana işkence edilmemelidir.