immanuel tolstoyevski102
profili

  • söylenince varoş havası estiren kelime

    (bkz: algı yapmak)

    hem sıkça kullanan insan profili bakımından hem de dilbilgisi bakımından korkunç. bari "algı yaratmak" olsaydı. algı yapma algı diyen birini gördüğüm anda istiklal mahkemesi gibi yargı dağıtıyorum.

  • ilkokuldan itibaren müfredatta olması gereken ders

    mantık, en az 2300 yıldır sistematik biçimde araştırılan ve öğretilen bir konu. hem de bu topraklarda. halimiz ortada. bence sorun, mantığın bilinmemesinden çok insanın mantığını esnetmedeki yeteneği. bu yeteneğimize odaklanan bir ders olabilir, psikoloji odaklı eleştirel düşünme. bilişsel yanlılıklar, evrim, sosyal psikoloji, davranışsal ekonomi, oyun teorisi, vs, hepsi bu çerçevede ele alınabilir.

    herkes bu şekilde eğitilse ütopya kurar mıyız? sanmam. sonuçta sermayenin dağılımı, üretim ilişkileri, teknoloji gibi şeylerin etkisi çok büyük, muhtemelen ezici derecede. ama en azından, aptallıklarımızı ve özellikle de aptallığın bize verdiği rahatsızlığı epey azaltabiliriz.

  • metallica

    geleneksel nothing else matters'cıları gömme şenlikleri sayesinde hatırladım: sanırım parasını verip aldığım ilk kaset ride the lightning'di. nerdeyse 40 sene olmuş, call of ktulu'nun sözlerini harfi harfine hatırlarım. neyse, bugün sorsanız en sevdiğin şarkıları hangileri diye, ortamlarda master of puppets veya orion derim kim bilecek, ama aslında load/reload'daki şu üçlüdür: bleeding me, outlaw torn, fixxxer.

    tarz değiştirdikleri için zamanında yerden yere vurulan o albümlerde, çoğu grubun kariyerleri boyunca çıkaramadıkları kadar güzel şarkı saklı ve yıllar geçtikçe de bu saydıklarım iyice güzelleşiyorlar. ortamlarda denilen ortamlarda kalır, kendi başınayken hiç mustafa sandal açmıyormuş gibi davranan insanlar sizi darlamasın.

    yalnız şimdi yazınca orion dinleyesim geldi tekrar, bayağı iyiydi. valla bana da güvenmeyin, iki dakkada satarım böyle, turn the page ergenleri sizi. (ardından bir de suç bende patlattım, pişman değilim)

    edit: enstrümental mi?? her hafta huzurevi karaokesinde söylediğim şey call of ktulu değilse ne o zaman? hayret bir şey ya. gatekeeping demiş bir de. yok öyle bir şarkısı metallica'nın.

    edit 2: biraz önce iyi niyetli arkadaşlardan call of ktulu hakkındaki 5. mesajımı aldım. başlıkta da iki entry var, daha bunu bile bilmiyorken millete "ergen" dediğimi söyleyen. ben twitter'a döneyim, burada ortam çok gergin fuat, bilmiyorum, herkes çok gergin.

  • atatürkçü olup hdp'ye oy veren insan

    eskiden benim de düştüğüm bir hataydı, sağolsunlar bordo klavyeliler ve kahvehane dayılarından oluşan bir kür sayesinde karışık düşüncelerimden kurtuldum, artık dünyayı çok net görüyorum.

    çünkü eskiden sanıyordum ki, bir partiye oy vermenin çeşitli sebepleri olabilir. sol partiye oy vermek için yedi göbekten "solcu" olma şartı yoktur mesela, oy bir ideoloji beyanı değildir.

    sanıyordum ki bazen iktidar olmasını istemediğin bir partiye dahi oy verebilirsin. çünkü oy sadece "iktidar bu olsun" seçimi değil, "şunlar o kadar da iktidar olmasınlar" seçimidir. birinden eksilen oy diğerine eklense de, birinden eksilen iktidar illa diğerine eklenmez.

    sanıyordum ki, oy vermek demek "medet ummak", "altına yatmak", "yol arkadaşı olmak" gibi arabesk tanımlara indirgenecek bir karar değil.

    aristo denen ve atatürkün bizzat torunlarını denize döktüğü o yunan tohumuna inandığım için, insanların siyasi kararlar verirken hem duygulara (pathos), hem kişilerin karakterine (ethos), hem de akla (logos) danıştıklarını sanıyordum. ne bileydim türk siyasetinde logos'un tüm hakkının pathos'a gittiğini.

    tüm bunların farkında olan ve yine de kırmızı çizgi diyen insanı anlıyordum. belki yakınını teröre kurban vermiştir, belki malazgirt'ten beridir ailecek üniter devletçidir... ama meğer herkesin çizgisi aynı noktada olmak zorundaymış, kırmızının bir yanı siyah bir yanı beyazmış.

    kısacası yanılmışım arkadaşlar. başka yerde olsa "çok temiz iktidar propagandası" derdim de türkiye farklı tabii, burada gençler kül yutmaz. tarihteki tüm demokrasileri, ayrılıkçı terör örgütlerini, azınlık sorunlarını inceledim ve gördüm ki gerçekler, ortalama bir türk ergeninin 20 iq ile varacağı 1-2 genellemeden ibaretmiş. allahın hikmeti.

    *

    savcılık için tl;dr:

    hdp'ye oy = terör, terörizm, teröristlik. net!
    chp'ye oy = light fetöcülük.
    fetöcülük = heavy metal hdplilik
    akp'ye oy = normal ibadet.
    mhp'ye oy = en azından terörizm değil.
    ldp'ye oy = :)
    atatürkçülük = "yaşasaydı bu duruma ne diyeceğini en iyi ben bilirim"

  • gillette toxic masculinity reklamı

    düzgün ülkelerde her hareket bir sarkaç gibi davranır, çok gaza gelmeye gerek yok. her salınımın bir de dönüşü var. yorum yapmayın demiyorum, bilakis bunlar ilginç konular ve zaten sarkacı hareket ettiren faktörlerden biri de sosyal medya tepkileri. ama bazıları aşırı gaza geliyor, cihada çıkıyor resmen.

    çoğunuz 60'larda 70'lerde yaşasaydı, muhtemelen o hippi-feminist-civil rights hareketlerine bakıp " 5 seneye bu medeniyet çöker" derdi. halbuki aradan 50 sene geçti, toplum hippilerin free love olayını içselleştirmedi. veya black panther hareketi anaakım olmadı. ilk dalga feminist değerleri içselleştirmiş kadınların çoğu erkek gibi giyinmiyor, bıyık bırakmıyor. yani aşırılıklar törpülendi, sarkaç öte yana sallandı. bu reklama gelen tepkiler ve #metoo hareketinin ters tepmeye başlaması (aziz ansari olayı mesela), sarkacın doğal sınırlarını gösteriyor bize.

    elbette sarkacın merkez noktası zamanla kayıyor ama sandığımızdan daha yavaş bu hareket/ o yüzden, "soyboyların batı medeniyetini çökertmesi" kehaneti sandığınızdan çok daha uzun sürece gerçekleşecek. o olana kadar da daha köklü başka değişimler olacaktır. ve bu cinsiyet rolleri tartışmaları filan tamamen manasız kalacak.

    ***

    aynı öğüdü, diğer tarafın katmerli biçimde dinlemesi lazım.

    bu reklamı eleştirenler "istediği gibi taciz edemeyeceği için sıkıntı çeken potansiyel tacizciler" filan değil, az bir sakinleşin. zaten bu doğru olsaydı, youtube yorumlarından hareketle, insanlığın %80'i potansiyel tacizci demek olurdu. böyle bir dünya görüşünüz varsa kendinize bir kafes yaptırın ve dışarı çıkmayın. ya da mars'a gidin ilk nesil koloniciler olarak, orada daha güvende hissedersiniz. böyle yaşanılır mı?

    insanların, özellikle de kampüs liberallerinin, sevmedikleri şeyleri tartışmaya dahi açmamayı erdem sanmaları büyük bir sorun. dincilerin tutumundan çok farkı yok. niye?

    hemen her konu, ilk anda düşündüğümüze kıyasla daha nüanslı, daha ayrıntılı. cinayetin bile 50 çeşidi var, her adam öldürene aynı ceza verilmiyor. "bu reklamı beğenmeyeni hayatınızdan çıkarın" benzeri duruşlar, kendini bu olasılıklara kapamaktır. her cinayete müebbet veren bir hakim gibi olmaktır.

    ***

    ben bu reklamı beğenmedim yarı-doğrularla dolu olduğu için. ama daha önemli olan şey, bu reklamın bir turnusol kağıdı olmadığı. en kuvvetli hislere sahip olanlar da (iki yönde de) en akıllı, en erdemli, en prensipli olmuyorlar otomatikman.

    özet: yakında hepimiz robot olacağız, çok gaza gelmeyin.

    (edit: şu youtube yorumunu beğendim. reklam üstünden kamplaşmanın saçmalığına başka yerden çakmış: "thanks for the moral advice, multi-national company that was recently caught profiting off forced child labour and price fixing.")

  • 2018 ekonomik krizi

    hepimiz aynı lüks yattayız, istikamet de venezüella

    (uzun bir ekonomi yazısı yazmayalı epey olmuştu. zamanı olmayanlara tweet zinciri, olanlara da grafikli hali blogda ve mediumda. reklamsız.)

    ***

    hala eski parayla düşünenler varsa: şu anda 136 bin euro malvarlığı bulunan herkes kağıt üstünde trilyoner artık.

    çocukluğumda “milyoner” lafı zenginler için kullanılırdı (kemal sunal’ın çarıklı milyoner filmi 1983 tarihli), “milyarder” de aşırı zenginler için. (şener şen’in milyarder filmi 1986 tarihli, 3 senede çağ atlamışız.) “trilyon” kelimesi ise zaten insan zenginliği ölçmek için kullanılmazdı, hatta kelimeyi bilmek bile arkadaşlara hava atma sebebiydi. şimdi paris’i, hatta istanbul’u geçtim, eski doğu bloku ülkelerinde mütevazi bir ev sahibi olan herkes trilyoner oldu.

    kısacası aynı gemide değiliz, trilyonerlerle dolu bir vıp yatındayız. ohhh, gelsin buzlu bademler, gitsin şampanyalar…

    ***
    ***
    ***

    iki paralık bolivar
    ------------------------

    dalgasına söylüyorum tabii, tuvalet kağıdına dönmüş paranın zengini olsan ne olur?

    venezüella “gerçeksosyalizmbudeğil” cumhuriyeti’nin parası, son bir senede dolara karşı %2 milyon değer kaybetti. bugün bir çikolata almak için bir çanta dolusu bolivar lazım.

    hiperenflasyon öyle bir şey ki, para elinde durduğu her saat değer kaybettiğinden, onunla anında somut bir şeyler alman gerekiyor. sıcaklarda eriyen bir çikolata bile, nakitten daha güvenli bir zenginlik saklama aracı.

    yukardaki grafik 2000 yılından bu yana, 1 doların kaç “bolivar” ettiğini gösteriyor. mavi çizgi gerçek kur, siyah da resmi (çünkü sabit kur rejimi var). grafik logaritmik, öteki türlüsü sığmazdı. bunu iyice göstermek için dikey mavi çizgiler çizmişler: her iki mavi çizgi arası, para değerinin onda birine inmiş. yani en sondaki 6 aylık sürede %90 değer kaybı var, ve bu kayıp, ondan önceki 4 aylık dönemdeki %90 değer kaybının üstüne gelmiş.

    tek bir ülkenin değil, koca kıtanın bağımsızlığına kavuşmasının sembolü olan simon bolivar’ın ismi, dünya’daki en değersiz kağıt parçasının üstünde. nasıl bu hale geldiler?

    ***
    ***
    ***

    cari dengeler ve varlık fonları hakkında hızlandırılmış kurs
    ------------------------------------------------

    "petrol gelirini halka vereceğim" diye başkanlığa gelen chavez, bir süre sonra hem özel sermayeyi kontrol altına aldı, hem de devlet bütçesini kendi çiftliğine dönüştürdü. bunu yapmak için kurduğu ulusal kalkınma fonu (fonden), bizdeki varlık fonu muadili: denetimden uzak bir paralel bütçe yani.

    normalde, petrol gibi kaynakları olan ve cari işlemler fazlası veren ülkeler (cari işlemlerin en büyük bileşeni ticaret dengesidir, o yüzden biz kısaca "tükettiğinden çok üreten ülkeler" diyelim), ellerine geçen doları ülke içinde harcamamak için bir fon kurarlar.

    bunun kabaca üç sebebi var:

    1) volatilite: ham madde fiyatları değişir. petrol fiyatı yüksekken kazandığın parayı tasarruf et ki, fiyatlar düşünce yoksul kalma.

    2) popülizm: bu tasarrufu hükümetin kontrolüne verme, yani bütçenin parçası yapma. dünya'da hiçbir politikacı, o paraları popülist programlara harcamaktan kendini alamaz.

    3) rekabet: elinde dolar biriktikçe, kendi para birimine kıyasla dövizin değeri düşer, ithal mallar ucuzlamış olur (millet aynı maaşla daha fazla iphone alabilir) ve ihracat zorlaşır (yerel parayla beslenen işçilerin maliyeti artıyor). bu sefer de ticaret açığı verirsin, dışarıya ödeme yaptıkça elindeki dolar azalır, azalan şey değerlenir, kendi paranın değeri düşer ve bu döngü yeniden başlar. bunu kırmanın yolu, mal sattıkça gelen doların bir kısmını dışarıya aktarmak. çin hükümeti mesela gidip abd'ne borç veriyor, onların hazine bonolarını satın alarak, ve böylece kendi işçisinin alım gücü ve maliyeti çok artmıyor.

    (tüm bunları zaten biliyorduk değil mi?)

    ***

    şu anda dünya'daki en büyük tekil yatırımcı, norveç'in ulusal fonu. 1990'dan beri, tam 1 trilyon dolarlık birikim yarattılar ve dünya'daki tüm borsalarda işlem gören hisselerin %1.4'üne sahipler. sadece 2017 yılında bu fonun getirisi 131 milyar dolardı. norveç 5 milyonluk bir ülke, ankara kadar hepi topu. neredeyse hiç çalışmadan, sırf bu fonla geçinebilirler. birleşik arap emirlikleri ve katar gibi ufak ülkelerin de yüz milyarlarca dolarlık fonları var.

    chavez de bunu yapabilirdi, dünya'nın en büyük petrol rezervlerinden birine sahipti. ama onun kurduğu fonun asıl amacı, özel sermayeyi ve kamuyu denetimsiz biçimde devşirmekti. petrol parasını akılcı yatırımlara değil, yandaş beslemeye ve popülist projelere kullandılar.

    örneğin 2015'te iç piyasada petrolün fiyatı, galon başına (3.78 litre) sadece 6 sentti. bunu "halk hizmeti" sananlar şunu anlamıyor: sudan ucuza petrol satan ülke vatandaşına kötülük yapıyor demektir. devlet bütçesinin çeyreğini bu şekilde heba ettiler. sübvansiyonların gerçek maliyetini kavrayamayan ahmaklar için kahraman oldu chavez.

    zaten abd ile olan sürtüşmeden de puan kazanıyordu (en büyük ticaret ortağı abd olmaya devam etti gerçi). bu sayede, ülke batarken bile kötü yönetimi değil, dış güçleri suçlayan milyonlar oluştu. tanıdık geldi mi?

    ***

    rekor seviyedeki petrol fiyatları, chavez'in iktidarda kalmak için yaptığı bu harcamaları anca karşılayabiliyordu ve ihracatın %95'si petroldü. yukardaki grafikte petrol dışı ihracatın birkaç milyar doları geçmediğini görüyorsunuz. yani petrol geliriyle "fon kurup yatıralım" desen zaten yok da, "katma değeri yüksek endüstriler kuralım, başka şeyler de ihraç edelim" de yok. dolayısıyla petrolün değeri düşünce, tüm sistem saçmaladı.

    oysa bae gibi kısa süre önce tamamen petrole bağlı bir ülkenin 2020 hedefi ne biliyor musunuz? petrol dışı gelirlerini %80'e çıkarmak.

    hele dubai iyice ilerde: petrol ve gaz gsmh'nın sadece %5'ini oluşturuyor. bugün petrol bitse, bu herifler tık demeyecekler. türkiye'deki muhalif kesimin pek beğenmediği arapların kafası, chavez ve benzerlerinden daha iyi çalışıyor...

    ***
    ***
    ***

    dünya'nın en zayıf mülkiyet hakları
    ------------------------------------------------

    fonden giderek daha fazla şeyi içine çekti. wall street journal'a göre, dünya'daki en zayıf mülkiyet hakları venezüella'daydı, çünkü chavez istediği şirketi devletleştirip, bütçe dışına çıkartabiliyordu. kuvvetler ayrılığı yoktu, yargı onundu. böyle saçma bir ülkeye aklı başında kimse yatırım yapmadı ve inşaat bile yapılamadığı için emlak krizi çıktı. petrol üretimi dahi düştü ve halen de düşmekte.

    dışardan gelmeyenlere ek, içerde olup kendini kurtarabilen de kaçtı: birkaç sene içinde, 13000 olan şirket sayısı 4000'e düştü.

    yeni yatırım gelmeyince,
    mevcut sermaye ve know-how kaçınca,
    petrol dışı ihracat çok az olunca,
    ve petrol fiyatı da düşünce, ülkedeki döviz krizi ayyuka çıktı.

    ***

    sabit kur rejimlerinde ve özellikle bugünün venezuella'sında, dolar alım satımı serbest değil. çünkü serbest bırakıldığı anda, millet parasını tuvalet kağıdı alarak değil, dolar alarak korumaya çalışacak. herkes her yerde dolar kullanınca da, efektif olarak, bir başka ülkenin para birimine geçmiş oluyorsun. basamadıkları bir para birimine geçmeyi önlemek için, karaborsada dolar alıp satmanın cezası büyük. türkiye'yi aratmayacak bir şekilde, venezuela'da bu işe getirilen suçlama terörizm finansmanı.

    tüm bunların sonucu olarak, venezüella,her sene sefalet endeksinin (işsizlik + enflasyon) tepesinde yer alıyor. 2018 tahminlerinde de yemen'in, kongo'nun, mozambik'in açık ara ilerisindeler.

    bu tarihte daha kaç defa tekrarlanacak bilmiyorum. adına ister sosyalizm deyin, ister devlet kapitalizmi, ister korporatizm, ister komünizm, ne derseniz deyin, merkeziyetçiliğin sonu hep felaket. iyi niyetli olsan bile felaket, ama o kadar güç kazanınca iyi niyet de kalmıyor.

    ***
    ***
    ***

    türkiye'nin venezüella'dan farkı
    -------------------------------------------

    merkeziyetçilik, popülizm, yandaşlar, zenofobi, ideolojik parasal yönetim, kuvvetler ayrılığı, denetimsiz fonlar...hepsi tanıdık geliyordur. mesela varlık fonu içinde bugün thy, halkbank, ziraat, ptt, botaş, borsa, ne ararsan var. bizdeki yeni zenginlik yaratmak için değil, mevcut zenginliği, kanuni engellere takılmadan çarçur etmek için kurulmuş bir düzen.

    bir başka benzerlik: chavez, petrol fiyatları yüksekken har vurup harman savurdu, bizimki de borç para ucuzken. herkes olayı chp'ye, hor görülmüş halka filan bağlıyor da, zamanında abd'nin faizleri düşürme politikasının akp iktidarına pozitif etkisi, bence diğer tüm faktörlerden büyüktür.

    ***

    fakat arada büyük farklar da var. en barizleri:

    1) türkiye tek bir kaleme bağlı değil. yani petrol-dışı ihracatı öyle 3-5 milyar dolar değil, 150 milyar dolar. büyük bir ekonomi bu.

    2) bunca ihracata rağmen, venezüella'nın aksine, ticaret açığı var. hem de dev: 2017'de 60 milyar dolardı. toplam cari açık da 50 milyar dolar kadar.

    3) çünkü türkiye'nin doğal gazı, petrolü yok (sürpriz!) ve ihracatının %70'i de ithal girdilere bağlı (gerçek sürpriz).

    4) yani normalde dolar artınca türk ihracatçısı daha cazip hale geliyor ama olması gereken oranda değil, çünkü tüm girdileri kafadan %70 artıyor. işçisine de daha çok para ödemek durumunda, çünkü işçinin evinde kulandığı doğalgaz, işyerine gelirken harcadığı benzin hep dolarla.

    5) "petrolümüz" dediğimiz turizm geliri 25-30 milyar dolar. bu da çok fazla artamaz. lira düştükçe daha çok turist gelir ama bıraktıkları paranın dolar değeri düşük olur. oysa suudilerin petrol geliri 150 milyar dolardan fazla. rusya'nın petrol ve gaz geliri 45 milyar dolar. daha acısı, çölün ortasındaki küçücük bir şehir olan dubai'nin turizm geliri, dünya'nın en güzel coğrafyalarından birinde olan türkiye'nin tüm turizm gelirinden fazla ve her sene bu fark açılacak (2020'de 20 milyon turist hedefliyorlar)

    ***
    ***
    ***

    yiğidin kamçısı, aptalın sonu
    ---------------------------------------

    bakın, abd’nin de 20 trilyon dolar borcu var ama abd kendi parasıyla borçlanıyor. daha yakından bakarsak, bu borcun birkaç trilyonu devlet kurumları arasındaki borçlar, birkaç trilyonu da amerikalı yatırımcıların amerikan devletine verdikleri. e kalanı da (çin hükümeti örneğin) elindeki dolar rezervini oraya yatırıyor.

    dolayısıyla abd en kötü senaryoda, kendi parasını basıp, biraz enflasyona sebep olarak açığını kapatabilir. yahut vatandaşın üstündeki vergi yükü az, oradan sıkabilirler. kurumlar arasındaki hesapları maliye oyunlarıyla dengelerler, vs. bu sebeplerden dolayı kimse dolardan kaçıp euroya hücum etmiyor.

    ***

    oysa türkiye'nin büyümesi üreterek veya kendi parasıyla borçlanarak değil, döviz borcuyla oldu. bugün türkiye'ye her sene kafadan 50 milyar dolar girmesi lazım.

    türkiye'nin tüm yoksulluğunu, tüm eğitimsizliği, tüm vergileri, tüm o yetersiz sosyal harcamaları (oecd'de son üçte) düşünün: işte bu seviyeyi bile tutturabilmek için 50 milyar dolar net giriş gerek her sene.

    toplam ihtiyaç yerine net giriş diyorum, çünkü önümüzdeki sene içindeki ihtiyaç (cari açık + vadesi gelen önceki borçlar) tam 240 milyar doları buluyor.

    oysa biz daha geçen seneki cari açığı telafi edemedik. mahfi eğilmez şurada dökümünü yapmış: gereken paranın üçte ikisi "sıcak para" yoluyla girmiş -ki bu istenen bir şey değil, sıcak para girdiği gibi çıkar-, %17'si de hiç bulunamadığı için rezervlerden yenmiş. sizce 2018 tablosu daha mı iyi olacak?

    ***
    ***
    ***

    geliş(me)mekte olan ülke girdabı
    --------------------------------------------

    türkiye, klasik bir emergent markets girdabına kapılmış vaziyette...

    1) zamanında bizim gibi riskli ülkelere gelen yatırımcı artık çıkış yapıyor, yenisi de gelmiyor.

    2) dolar azaldıkça, yerine kendi dolarını koyamıyorsun (petrol satmadığın, fazla ihracat yapamadığın, ve rezervlerini yemiş olduğun için).

    3) dolara talep var ama ortada arz yok, değeri artıyor. bu da vadesi gelen döviz bazlı borçların maliyetini yükseltiyor. yani geçen ay 100 bin liralık borcu olan şirketin, bu ay 130 bin liralık borcu var. durduk yerde 30 günde 30 bin lira daha bulman lazım...

    4) ...ki sen zaten orijinal 100 bin lirayı da ödeyemiyordun, ortalama tahsilat süresi 83 günü bulmuştu (çin ve yunanistan'ın ardından dünya 3.'süydük ve o da mayıs ayının haberi.)

    5) bu ortamda şirketler ya batıyor (daha çok işsizlik) ya da hükümet tarafından kurtarılıyor (daha çok kamu borcu). erdoğan'a ne kadar yakınsan, borcunun vatandaşın üstüne yıkılması o kadar olası.

    6) bu güvensizlik hem yatırımcıyı daha çok kaçırıyor hem de içerde kalanları da dolara yöneltiyor ve başa sarıyoruz.

    7) ve tüm bunların üstüne bir de erdoğan etkisi var: artık insanlar, dünya'da eşi benzeri olmayan "faizleri arttırmak enflasyonu arttırır" teorisine gülüp geçmeyi bırakıp korkmaya başladılar. ekonomi bakanlığına damadın gelmesi ve güler sabancı filan karşısında lise 1 seviyesinde powerpoint sunumları, vs...

    ***

    bu zaten kendi başına ölümcül bir girdap ve ilerledikçe kırılma noktasına yaklaşılıyor. yani bu tip piyasalardan kaçış öyle lineer olmaz, yavaş yavaş başlar sonra çorap söküğü gibi gelir her şey (borsadaki stop-loss'ların devreye girip akıntıyı sele dönüştürmesi gibi).

    bu kırılma noktalarının yüzeysel tetikleyicileri olabilir (papaz olayı gibi) ama zaten devam etmekte olan ve her halükarda hızlanacak bir şeyden bahsediyoruz.

    ***

    işin açıkcası, asıl soru şu olmalı: neden bu kadar gecikti. yani ben asıl türkiye'nin bu kadar dayandığına şaşıyorum. sanırım dünya'da para aşırı bollaştığı için bu kadar saçmasapan ülkelere bile gelmeye devam etti. bu sistemin çarkı olan kredi kuruluşları filan da, tıpkı 2008 krizinde yaptıkları gibi, çalan müziğin biraz daha uzaması için lakayıt davrandılar.

    allah aşkına şu devletin nasıl yönetildiğini görmüyorlar mıydı: türkiye'nin haziran ayındaki bütçe açığı 25.6 milyar lira. diyanet denen ve 150 bin tane iş yapmayan erkeği beslemekten ibaret kurumun rekor seviyedeki bütçesiyse 8 milyar. yani diyaneti tümden kapatsanız, anca haziran'ın ilk 10 gününü kurtarıyorsunuz. devletin her yeri çürük.

    ben uzman olmadığım için, aklı başında olan kimsenin 2015'ten sonra türkiye'ye yatırım yapmayacağını sanmış, üç beş kuruş kalan paramın tamamını da 2016'da dışarıya çıkarmıştım. bu yüzden son iki senede bir miktar faiz geliri kaybetmiş oldum ama kafayı yemediğime değdi.

    sonuçta bu amerikan papazı filan işin magazin kısmı, durumun bu noktaya geleceği bariz bir matematik hesabıydı, mayıs'taki bloomberg röportajı sonrasında da tekrarlamıştım

    ***
    ***
    ***

    amariga'nın oyunları
    ----------------------------

    bu yazıyı okuyanların çoğunun, zaten "ülkemize operasyon yapılıyor" kafasında olmadıklarını varsayıyorum. bu söylev, sıçıp batırmış her popülist rejimin sığındığı söylevdir. fakat etrafınızda buna inanan ahmaklar varsa diye, bu işin abd-türkiye ilişkileri ile sınırlı olmadığını anlatmak için 4 grafik vereceğim (buraya linkleyemedim, orijinal yazıdan bakarsınız). sonra da trump'ın akılalmaz hamleleri ve ülkeyi çin'e satmak üstüne laf edeyim:

    1) doların son bir aydaki genel değeri:

    pound, yuan, euro karşısında neredeyse aynı. yeniden ambargo başlattığı iran'ın parası karşısında %6, ambargoyu sıkılaştırmak istediği rusya'nın rublesi karşısında %8 değerlenmiş. herhangi bir ambargoyla filan uğraşmayan lira karşısında ise %29 değerlenmiş. yani "dolar her yerde artıyor" bahanesi yetersiz.

    2) lira açısından bakarsak:

    aynı para birimlerinin her birine karşı değer kaybı %20-%32 arası. yani hepsi birden artıyor. emperyalistler doğusuyla batısıyla bir olmuş, bize saldırıyorlar (!)

    3) lira ve aşırı dandik para birimleri:

    meşhur haiti gurdesine, suriye pounduna, ırak dinarına, küba pesosuna ve kuzey kore wonuna(?) karşı dahi %28-29 değer kaybı var. (bu paraların bir kısmı doğrudan dolara endeksli fakat sabit kur uygulamayanlarda da durum aynı).

    yani abd ile her ay karşılıklı "bonbaların ucuna taramalı takar, sizi yokederiz" diye atışan ülkelerden bahsediyoruz artık. onlara karşı bir "ekonomik savaş" yok veya varsa da bu kadar etkili değil, ama nedense "güçlü türkiye" -ve başkanlıkla birlikte daha güçleneceği yalanı her gün tekrarlanmış türkiye- porselen bebek gibi kırılmış.

    4) alacaklar:

    türk bankalarının borçları ile alacakları arasındaki makas çok açılmış. bu bankalara kim borç veriyor: “dış mihraklar”. türkiye’ye dünya kadar para gömmüş diğer bankaların planı, türkiye’nin tamamen batması olabilir mi?

    ***
    ***
    ***

    trump’ın gümrük çıkışı
    ------------------------------

    ne yazık ki ülkenin muhalif kesiminde de nedensellik ilkesi ve temel ekonomi bilgisi pek yaygın olmadığından, “elbette amerika da az değil” diye bir laf araya sıkıştırıyorlar hep, ne olur ne olmaz diye. hah, işte trump’ın yaptığı son gümrük vergisi çıkışı bu hikayelere inananlara iyi bahane oldu.

    işin açıkçası, trump’ın cezalandırıcı vergilerinin mantığını bilmiyorum. arkaplanda, yani abd iç politikasında, bir korumacılık (anti-serbest ticaret) almış başını gidiyordu. ekseriyetle çin, rusya ve ab hakkındaydı bu. türkiye’yi de papaz olayı sonrası buna dahil etti, “lira çok düştü, haksız rekabet yaratıyor, kendi üreticilerimizi korumalıyız” bahanesiyle vergi koydu. halbuki dolar krizindeki bir ülke için, yerel paranın daha da düşmesi demek bu. yani abd ihracatçısına yararı değil, zararı var.

    ***

    çok cömert davranırsak, şöyle bir rasyonel plan bulabiliriz: kriz derinleşirse, türkiye’ye borç vermiş ab bankaları alacaklarını tahsil edemezler. yani trump bunu, ab ile arasında bir koz olarak kullanıyor olabilir.

    ama abd’nin son 1.5 senede ne kadar amatörce yönetildiğini gördükten sonra, buna dahi pek ihtimal vermiyorum. muhtemelen trump, halkbank davasını filan geciktirerek erdoğan’a jest yaptığını, şimdi de papaz olayıyla kazık yediğini düşünüp hırs yaptı.

    her neyse, bunları da böyle söyleyince “bak işte üstümüzde oynanan oyunlar” algısı iyice yerleşecek, halbuki bahsettiğim şey olan bitenin çok ufak bir kısmı. trump bugün ölse veya erdoğan’ın vücuduna daron acemoğlu’nun zihni girse, yine de türkiye’nin durumu değişmeyecek.

    peki seçmeni oyalamak için bir yandan batı’ya milliyetçi atarlanmalar yaparken, diğer yandan gidip ne yapıyoruz?

    ***
    ***
    ***

    çin malı
    ---------------

    çin’den medet umuyoruz. piyasayla takıştıktan, abd’yi azarladıktan, imf’ye zaten kapıyı kapadıktan sonra, elinde hiçbir koz olmadan, başkasının kapısında dilenmek kadar aptalca bir strateji olabilir mi?

    onca milliyetçi tatavanın sonu bu: gidip başka bir ülkeye domalmak.

    5 gün önce, borsa istanbul’da işlem gören tüm hisse senetlerinin değeri 122 milyar dolardı. sadece apple’ın neredeyse onda biri. yahut çin’in gsmh’sinin %1'i.

    adamlar bugün çıldırıp, “tamam kardeşim, her şirketinizi satın alıyoruz” deseler bile, cari açığı 2 sene bile kapatamıyorsun. varını yoğunu satsan statükoyu 2 sene uzatamıyorsun yani. bu rakamların abd’yle bir alakası yok.

    ***
    ***
    ***

    reçete
    -------------

    yok arkadaşlar bir reçete; gidebilen gitsin, gidemeyen de kendini ağaca çiceğe böceğe filan versin, hayatta hala ilginç şeyler var. size umut satanlara inanmak isteyeceksiniz, insan doğası böyledir (wishful thinking) ama umut matematiğe çare olamaz.

    paul krugman bugün şunu yazmış: “kısa vadede sermaye kontrolü ve borç reddi, uzun vadede de rasyonel bir faiz, tasarruf ve yatırım politikası…bu dengeyi tutturmak her halükarda çok zor ama erdoğan türkiyesi'nde imkansız”.

    kur stabilize olsa bile dev enflasyon, işsizlik ve vergiler kaçınılmaz. “kendinize bir viski koyup rahatlayın” diyeceğim ama zaten onu bile yapamadığınız için durum bu kadar vahim.

    şaka gibi ama bu ülke haketmediği bir “refah” yaşıyordu, ve şimdi hem o dönemin, hem de önceden beri devam eden sorunların hesabını ödüyor. bunu bir nesil boyunca ödeyip kurtulsak neyse, bir de üstüne akıllara ziyan bir "alternatif gerçeklik" medyası ve gittikçe artan bir sığ milliyetçilikle boğuşacağız.

    mandarin konuşmasını öğrenin bari.

    [tweet zinciri | blog yazısı | medium'daki yazı ]

  • mutlu bir evlilik için ilk şart

    ilişkilerin süresini tahmin etmek hakkında şöyle bir kitap yazılmış, ben okumadım ama bir arkadaşım okud...şaka şaka, bir podcastten özetini dinlemiştim.

    yaptıkları psikoloji deneyi şu: evli çiftlerden bir problemlerini çözmeleri isteniyor. 15 dakika veriyorlar tartışmaları için ve bunları videoya çekiyorlar. tabii öncesinde çiftler hakkında bir sürü veri de topluyorlar. sonra tam 9 yıl bekliyorlar ve kim boşanmış, kim devam ediyor, onu da kaydediyorlar.

    bundan sonrası bildiğin regression analizi. yani hangi verilere bakarak, hangi çiftlerin boşanacağını tahmin etmek mümkün, onu araştırıyorlar

    mesela düğüne çok para harcayanların ayrılma şansı daha fazla. düşük iq'lu çiftler daha sık ayrılıyor, vs.. ama en kuvvetli veri şu: çiftin arasındaki pozitif iletişimin negatife oranı. en az 5'e 1 olması lazımmış. yani bir kere sinirleniyorsan, beş kere öveceksin, dinleyeceksin, güleceksin, vs.

    sadece buna baksalarmış, 9 yıl içinde kimlerin boşanacağını %90 isabetle tahmin edebilirlermiş.

    ***

    tabii bu oranı çok da ciddiye almamak lazım, sonuçta deneydeki durum özel bir durumdu, siz sürekli olarak bir problem çözme modunda değilsiniz. çözerken de gözlemlenmiyorsunuz psikologlar tarafından. dahası, boşanmamış olmak, evliliğin mutluluğunun garantisi değil. muhtemelen en en en kötü evlilikler, boşanamadığın evlilikler olmalı.

    ama yine de şöyle kabaca bir muhasabesini yapın işte: ben bununla beraberken iletişimimiz nasıl? bir problem sırasında ve sonrasında nasıl?

    hiç problem yaşamadıysanız, o da iyiye alamet değil, çünkü hayatta illa ki problemler olacak. bir insanı sarhoşken veya stres altındayken de görmek lazım.

    problemi bırak, hayatın düzlüğü karşısında da etkileşimlerinizi test etmeniz lazım. bir gün bir kızla tanışmıştım arkadaşın düğününde. sonraki buluşmamız robin williams standupıydı, ikinci buluşmada da abartıp meksika'ya gittik, daha soyadını bilmiyordum. öyle şeyler yapınca zaten dünya nüfusunun yarısıyla iyi geçinirsin. ama eninde sonunda gerçek hayata döndük, normal bir hafta geçirelim dedik, bayağı alakasız insanlarmışız meğer.

    (ne kadar alakasız? kızın 50 bin dolar eğitim kredisi borcu var, anası deli, babayla görüşmüyor (müebbet hapis), üvey kardeşi daha yeni ruhsatsız silahla yakalanmış, onu yetiştiren dedesi de bir yandan beni yarı-illegal bir gayrımenkul projesine ortak etmeye çalışıyordu. ve tüm bunları enrique iglesias'ın evinin karşısında öğrenmiştim. en çok da iglesias detayı aklımda kaldı. o adamın hayatımda öyle saçma bir yeri vardır.)

    sonuç: gerçekçi hayat şartları altında 5'e 1 pozitif iletişim oranı var mı yok mu?

  • 1 oy muharrem ince'ye 1 oy hdp'ye

    bir hdp'li olmayarak geçen hafta böyle yaptım ama bana vatan haini diyene seçim stratejisi veya meclis aritmetiği anlatmak işe yaramıyor. çünkü insanlar bunları akıl edemedikleriden değil, prensipte karşılar, ahlaken karşılar. ethostan bahsedene logosla cevap veremeyiz, sadece birbirimize küfreder dururuz.

    (daha derli toplu olan fularsız versiyonu | aynısının medium versiyonu )

    ben de ahlaki bir cevap deneyeyim o zaman: akp, insanların vatanseverliklerini kendilerine karşı kullanıyor. bunun yolu da "siyaset" ile "vatan meselesi"ni keskin biçimde ayırmaktan geçiyor:

    mevzubahis vatansa gerisi teferruattır.

    ***

    yeri ve zamanı olan güzel bir söz bu ama şunu unutuyoruz: siyaset de, tanım itibariyle, vatan meselesidir.

    pkk'nın okul basıp öğretmen öldürmesi ile ataması yapılmayan öğretmenin intihar etmesini *apayrı* denklemlerde değerlendiremezsiniz. ikisi de bu ülkenin öğretmeni.

    münferit örneklerle duygu sömürüsü yapmak istemiyorum, genel tabloya bakın: mevcut "ortaçağ müfredatı" ile veya zırt pırt değişen sınavlar ile eğitim sistemine verilen zarar "teferruat" mıdır? bu vatanın beşeri sermayesini yokediyorsun.

    pkk'nın esnaftan kestiği şey haraçken, dipsiz bir kuyu haline gelen devletin senden verginin vergisinin vergisini alması teferruat mıdır?

    milyonluk ambülansları yakanlar terörist ise, şehir hastaneleri soygunu ile trilyonluk sağlık vurgunu yapanlar "bizden" midir?

    pkk'nın savcı öldürmesi vatan meselesi de, ülkeyi tamamen hukuksuz bir ahıra çevirmek vatan meselesi değil mi?

    ***

    en önemlisi de bu zaten: hukuk.

    hukuk olmazsa vatan dediğin şey bir toprak parçasından ibaret kalıyor. askerler toprağın güvencesidir ama onun üstünde inşa ettiğin toplumun güvencesi de hukuktur, daha doğrusu hukuka olan inançtır. bugün türkiye bu konuda iflas etmiş vaziyette.

    hukukun üstünlüğü endeksinde kendi bölgemizde sonuncuyuz.
    dünya genelinde 113 ülke arasından 101. sıradayız.
    kuvvetler ayrılığı bakımından 111. sıradayız, bizden kötü sadece iki ülke var: zimbabwe ve venezuella.

    akp'ye oy verenler bile ülkede adaletin her zamankinden zayıf olduğunu biliyorlar. teferruat mı bunlar?

    ***

    pkk bir terör örgütüdür ve amacı türkiye'yi bölüp, bir kısmında egemen olmaktır. hdp, bu isteğin siyasi uzantısından *ibaret* olabilir. bunu böyle farzediyorum, yani kolay olsun diye bu yazıda hdp = pkk diye farzediyorum. pkk-hdp ayrımı bolca tartışılıyor zaten ama pek kimse, türkiye'nin bölünmeden de, tek parça halinde gözümüzün önünde "yıkılabileceğini" tartışmıyor.

    bunu anlamak için voltaire'ın şu lafını hatırlayın:
    "kutsal roma imparatorluğu ne kutsaldı, ne romalıydı, ne de bir imparatorluktu."

    şimdi bizim anayasamızın 2. maddesine bakın:
    "türkiye cumhuriyeti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir."

    hepimiz voltaire gibi biliyoruz ki, bu türkiye
    ne demokratik (seçim sırasında seçim usülü değiştiriliyor),
    ne laik (devletin dini var),
    ne sosyal (gsmh'sine oranla en az sosyal harcama yapan oecd ülkelerindeniz),
    ne de bir hukuk devleti.
    hala bir cumhuriyet tabii de bunca saltanat sevdalısının, iktidar sponsorluğunda fink attığı bir dönemde onun da garantisi yok.

    yani türkiye maşallah tek parça ama aslında "türkiye" değil.

    elbette hiçbir zaman kağıt üstündeki bu tanıma uymadı ama bugün uyarmış gibi yapmayı da bıraktı. ve tüm bunların sebebi pkk değil, soros değil, geziciler değil, muhalefet değil, üst akıl veya foton kuşağı gibi fantastik güçler değil.

    ***

    vatan ile siyaset arasına çekilen duvardaki bu çatlakları gösterdikten sonra konuyu nihayet akla, yani logosa getirebiliriz:

    bu seçim "pkk mı akp mi" seçimi değil. akp'nin tüm stratejisi bu yalancı ikilem üstüne kurulu.

    illa bir ikileme indirgeyeceksek, şu daha isabetli olur: "zayıf bir akp ve herkesten zayıf -reel gücü olmayacak- bir hdp/pkk mı, yoksa thanos gibi tüm güç odaklarını elinde toplamış bir tek adam mı"

    tek direnen kurumu merkez bankası kalmış bir ülkede, tüm gücü bizzat bu kurumları öldüren adama vermenin, yani o "ne demokratik, ne laik, ne sosyal, ne de bir hukuk devleti" garabetini ödüllendirmenin, vatanseverlik ile eş tutulması bir çelişkidir.

    ***

    elbette herkes buna ikna olmayabilir, çünkü işin bir de duygu, yani pathos kısmı var.

    kardeşini pkk vurmuştur, affedemez. başına naziler de gelecek olsa hdp'ye oy vermeye eli gitmez. türlü türlü hayat var, bilmeden yargılamamak lazım. bu insanlara aptal muamelesi yapıp, kendi aramızda daha da kutuplaşmamak lazım. onlar size hain dedikçe, siz bu ülkeyi sevdiğini için bunu yaptığınızı söylersiniz. sonra yeri gelince stratejilerden bahsedersiniz. evliya gibi sabır ister ama daha iyi bir yol göremiyorum.

    ethossa ethos, logossa logos, pathossa pathos ulen! (2020 seçim sloganım)

  • 29 mayıs 2018 houston rockets gs warriors maçı

    bu sene playofflar bayağı ilginçti ve gameframe sayesinde üyeliksiz, reklamsız, zartsuz zurtsuz 1 saatlik "özetleri" şuradan izlemek benim gibi uykusunu seven biri için büyük şans.

    taze taze, "harden balonmuş" veya "durant geldi gsw bozuldu"nun ötesinde analiz isteyenler için bir iki şey yazayım:

    bu senenin hakiki nba finalinde, anahtar kelime rotation idi. houston 6, en fazla 7 adamla oynuyor playoffları. tüm sezonun yükü üstüne playofflarda rotation da kısalınca, harden iyice yoruldu. usage rate'i %36, yani hücum adamın eline bakıyor. normalde abuk subuk fauller aldırıp dinleniyordu, bu seride onları da fazla çalmadılar.

    bu kadar dakika oynayıp, bu kadar usage rate'i olan tek adam lebron james, ki o bile savunmada arada dinleniyor. harden'ın o lüksü de yok. warriors buna izin verecek en son takım. formül şu: yüksek tempo, sürekli koşturan şutörler ve hücum tıkandığında topu duranta verip, hardenla birebir oyun.

    yani ne yapsın harden, maç arasında takıma transfer mi yapsın? bir noktada saçmasapan hatalar yapıyor. bugün son çeyrekte 4 kritik top kaybı yaptı mesela, bunlar hep oksijen eksikliğinden. (bu maça özgü rotation'dan bağımsız bir gerizekalılık yaptı, o da karşındaki takım faul problemine girmişken potaya gitmemek. klay thompson ilk 4 dakikada 3 faul almış, sonraki 26 dakikasında sadece 1 faul aldırabildiler. chris paul olsa daha iyi kararlar verirdi).

    ***

    tüm takım şişti. sadece 6 adamla eşek gibi savunma yaptılar tüm seri. zaten o yüzden warriors'ın normal hücumu tıkanıp durdu. houston, aynı warriors gibi her perdelemede değişebiliyor ve fiziksel oynayıp yılanın başı olan curry'i yıpratıyorlar.

    bunları görmeyenler de "warriors niye her zamanki gibi hücum etmiyor, durant bunların kimyasını bozdu" filan diyor. halbuki durant bu takımda iki senedir oynuyor, neredeyse 200 maç eder bu. bu iki senede de pas ve asist rekorları kırıyorlar. demek ki fark houston'ın savunması. yaptıkları doğru bir şeyler var ki bu akış bozuldu.

    ama tüm bu çaba, adamın ciğerini iflas ettirir. son iki maçın ikinci yarılarında houston'ın sönmesi tesadüf değildi. tarihin en skorer takımı, konferans finalinde, bir yarıda 40 sayı fark yemez. ama hem yorgunsan, hem de aksi gibi nba'in en iyi 3. çeyrek takımına karşı oynuyorsan oluyor bu.

    ***

    hücumda da aynı şey: houston'ın üstüste 27 üçlük kaçırıp playoff rekoru kırması acayip ama yarısı, iyi savunma yüzünden işlemeyen setler sonucu kullanılan kötü şutlardı. ismin curry veya thompson değilse, danalar gibi koşturduktan sonra el üstünden öyle şutları atamazsın. yarısı da boş şutlardı ama onlar bile zorlaşır çünkü ayakların yorulunca şut mekaniğin saçmalar. şut elle atılan bir şey değil, vücudun tamamı çalışıyor. kalanı da şans tabii, 27'de bir tanesi mi girmez!

    warriors ise normalde 10-11 kişi oynuyor. bu seride onlar da rotation'ı kısaltmak zorunda kaldılar, zira normalde oynattıkları 3 uzun ağır kalacaktı harden'ın pick and roll'larında, o yüzden sırf harden sayesinde 8 kişiye düştüler. ama o aradaki 1-2 kişilik fark, bu seviyedeki rebakette büyük fark yaratıyor (hele ki sezon boyu bu dengeyi iyi tutturmuşlarsa). iggy gibi çok müthiş olmayan bir oyuncunun sakatlanması da o yüzden büyük fark yarattı. o oynasa, all-star'ların vasat oyunuyla bişle 5 maçta iş biterdi, kimse de chris paul'un sakatlığını konuşmazdı.

    ***

    vallahi ben warriors'ın kazanmasını istiyordum. kd geldikten sonra bu adamları tutmak, davud'a karşı golyat'ı desteklemeye benziyor ama rockets'ın o "harden 20 saniye top sürüp bir şeyler yapsın + maç başına 50 üçlük atılsın" formülünün nba'e hakim olmasını istemiyorum. tek bir houston nba'i zevkli yapıyor ama 5 tane, 10 tane houston olması felaket olur.

    finallerse her halükarda heyecansız olacaktı. cavs bu halde, bırak warriors veya rockets'ı, batı'nın tüm playoff listesine karşı underdog. en azından şimdi durant-lebron sekansları yeterince geyik malzemesi sağlar.

  • yunanistan

    bu eğitim sisteminden (sadece okullar değil, siyasiler, medya ve diziler dahil) çıkan normal bir insanın tarih anlayışının nasıl olmasını beklerseniz, bugünkü "tampon devlet" ve "bizim kültürümüz onlarınkini döver" tartışmaları da aynı o şekilde dönmüş.

    [edit: bir mesaj aldım, diyor ki "başlık yunanistan, yani modern devlet. doğu almanya yapay bir devlettir desem kant'tan, hegel'den mi örnek vereceksiniz?". vallahi haklı. onun için entrynin ikinci yarısı daha uygun. ilk yarısı ise yunan kültürü hakkında ileri geri konuşanlar için. hepsini bir arada yazınca çorba oldu.]

    mesela kimisi yunan kültürünü 2000-3000 sene öncesinde kalmış bir konu olarak görüyor, sümerler gibi, antik mısır gibi. "olmuş bitmiş işte, ne uzatıyoruz" veya "bizimkinin de aşağı kalır yanı yok" demeye getiriyorlar sanırım.

    halbuki yunan kültürü kadar uzun süre etkin kalabilmiş başka bir kültür bulmak zor. belki çin, belki bilardo. sadece batı medeniyetinin temelini atıp, hemen sonra ortadan çekilselerdi bile yeterince büyük bir başarı olurdu ama olay antik yunandan ibaret değil ki. kaba bölümlere ayırayım:

    0) mitolojinin yaslandığı dönem. (mikonos medeniyeti, 3000-3500 sene öncesi)

    1) klasik dönem şehir devletleri (homer, felsefe, drama, vs. 2500 sene öncesi)

    2) yunan kültürünün tüm akdenize yayılması (helenizasyon, 2000 sene öncesi)

    3) roma imparatorluğunu şekillendirmesi (1-4.yy arası)

    4) bizans/hrıstiyanlık dönemi (haçlı seferlerine kadar geçen 8-9 asır boyunca zirvede)

    5) bu noktada yunan kültürü, hem osmanlı'da imparatorluk bürokrasisini şekillendiriyor hem de avrupa'da rönesans sürecinde yeniden keşfediliyor ve classicism akımını doğuruyor (bunu yunanlılar yapmıyor, avrupa'nın kiliseyi atıp kökünü daha eskide arama refleksi).

    ***

    yani en azından mö 500 ila ms 1700 arasındaki dönemde, neredeyse kesintisiz biçimde, dünyanın en etkin kültürlerinden biri, belki de en etkini.

    türk kültürüyse hem eski değil (orhun anıtları 8.yy'dan), hem de zirve noktası o kadar yüksek değil.

    bu ikinci nokta için, osmanlı'nın sınırlarının büyüklüğünden bahsetmek çekici gelebilir ama osmanlı, safi türk kültürünü yayan bir araç değildi: dini arap, elit kültürü fars, bürokrasisi bizans temelli ve millet sistemi var. sonradan da özellikle fransız etkisi büyüyor.

    tabii ki her kültür karmadır, yunan kültürü de saf kalmamış (bkz: hrıstiyanlık) ama bir kıyas yapın: onca asırlık osmanlı yönetiminde kalmış ermenistan'da, mısır'da, macaristan'da, yunanistan'da, bugün birkaç hamam, kale, yemek ismi ve "türk" soyadı haricinde başka bir miras yok. oysa yunan kültürünün mirası hala en büyük türk şehrinin orta yerinde, en büyük turistik atraksiyon olarak duruyor. yönetim biçiminin adında duruyor. spor müsabakalarında, tiyatro salonlarında, felsefe kitaplarında, teknik lugatlarda duruyor. teknik kelimesi bile yunancadan, fransızca yoluyla geçmiş.

    ***

    ben türk kültürünün baskın olmamasından bir eziklik duymuyorum. zaten osmanlı bu kadar esnek olmasa çoktan yıkılır giderdi. onca millete zorla türkçeyi dayatmamış olmamaları da iyi bir şey.

    daha genel bakarsak, biz 21. yy'da yaşayan insanlarız. genlerimiz karışık, ulus-devletlerimiz yeni ve milli kimliklerimiz yapay. işin güzel tarafı, aristolar, mevlanalar, cicerolar, kopernikler hepimize eşit mesafedeler. dolayısıyla bugün evinin kirasını ödeyemeyen ama homer'le övünerek size üstünlük taslamaya çalışan bir yunan milliyetçisiyle sidik yarıştırmak manasız. bırakın kompleksini o şekilde telafi etsin. yok sidik yarışına girdiniz, o zaman illa ki kaybedersiniz ve durduk yere o ezikten daha da ezik olursunuz.

    ***
    ***

    gelelim modern zamanlara ve şu tampon devlet, yahut tasmalı devlet muhabbetine.

    yabancı destekli yunan bağımsızlık savaşına ve sonrasına bakıyorsak, yunanistan'ı tampon olmakla "suçlayacak" en son millet türkler olmalı. (tırnak içine aldım çünkü bir milleti, jeopolitik kaderinden ötürü suçlamak manasız).

    zira o dönemlerde osmanlı da ruslar, ingilizler ve fransızlar arasında bir tampondu. eğer ingilizler, hindistan koridorunun güvenliğiyle ilgilenmeselerdi, rusya osmanlı'yı 1850'lerde harcamıştı. ve 1878 savaşındaki (bizim takvimden ötürü 93 harbi diye geçer) utanç verici duruma düşmeden yokolmuş olurdu osmanlı. işin komik tarafı, 93 harbinden tam 50 sene önce, osmanlı'yı, sözde vassal'ı olan mısır tarafından tamamen işgal edilmekten kurtaran da ruslardı. (bkz: hünkar iskelesi antlaşması)

    ***

    biraz ileri saralım. türkiye cumhuriyeti'nin kuruluşu da bir tampon bölge olduğu için mümkün olmadı mı? bu tamponu yaratan bolşevik devrimi ve 4 senelik savaşın tükettiği müttefikler arasındaki güvensizlikti. bolşevikler türklere silah yardımıyla kalmadılar, yunan askerleri arasında komünizm ve anti-emperyalizm propagandası da yaptılar. zira hem ingilizlerin yayılmasını önlemek istiyorlardı, hem de bölgeyi bir sosyalist devrime hazırlıyorlardı. bu makro gelişmeler olmasa, kuvayı milliyecilerin kahramanlıkları meyvesiz kalacaktı muhtemelen.

    ve cumhuriyet kurulduktan sonra 30 sene geçmedi, türkiye o sosyalist devrim hayallerini söndürerek nato'ya girdi. oradaki rolü, tanım itibariyle tamponluktu zaten. üstelik, stalin'e karşı batı'nın ileri karakolu olabilmek için, kore gibi alakasız bir savaşta kanla rüşvet vermişti.

    kısa bir süre sonra abd, nato çerçevesinde, eskiyen jüpiter nükleer füzelerini türkiye'de konuşlandırdı. yani küba füze krizi sırasında bir halt olsa, rusya tarafından ilk nükleer saldırıya uğrayacak ülke türkiye, oradaki siloları yoketmek için. nato'nun "nükleer tamponu".

    bu füzeler rahmetli başkan kennedy tarafından geri alındılar ama bugün incirlik üssünde daha modern nükleer silahlar bulunuyor. zaten yıllardır burada bop eşbaşkanı, israil, vs muhabbeti döndü, neydi bu muhabbetlerin ana fikri? "türkiye yıllarca ortadoğu'da abd'nin kuklalığını yaptı, şimdi erdoğan üzerinden bu görevini resmileştiriyorlar".

    ***

    şimdi 1830'dan bugüne kadarki tüm bu gelişmelere baktıktan sonra, bu ülkenin bir vatandaşı olarak kalkıp yunanistan'a "tasmalı köpek" imasında bulunmak veya "tampon ülke", "zaten milli şerefleri yoktur" benzeri şeyler demek epey yersiz. bu konuları kişiselleştirmek zaten gereksiz ama diyelim dayanamadınız, o zaman iğneyi de çuvaldızı da önce kendinize batırın, sonra gerekirse başkasına nükleer füze atarsınız.

  • sözlükçülerin seks hariç hayal ettiği fantezileri

    uzaylılar tarafından kaçırılmak.

    evet, tarafından.

  • netflix türkiye'nin black mirror reklamı

    arkadaşlar, tamamen hedefini şaşmış elitizminizi görüyorum ve arttırıyorum:

    "black mirror izleyen, a+ müşteri profilindeki biri olarak, esra erol seven orklarla bir tutulmak istemiyorum" diyen cücelerle bir tutulmak istemiyorum.

    hem black mirror seven, hem de bu reklamdaki kara mizahı anlamış, a++ profilindeki biz elflerin, "üyeliğimi iptal ettireceğim" diyenlerle aynı üyelik seviyesine sahip olması kabul e-di-le-mez.

    eyy netflix! ya "siz istifa etmiyorsunuz, ben sizi kovuyorum" diyerek bunları acilen tasfiye edeceksin, ya da bizim gibilere elite plus üyelik çıkaracaksın. yoksa üyeliğimi iptal etmeyi düşünüyorum.

    **

    not 1: tabii ki amerikadaki orijinal netflix'e üyeliğimden bahsediyorum, çakma netflixlerle işim olmaz. a+++ madırfakırs!

    not 2: ayrıca prensibimdir, sevmediğim bir şey olursa amerikan başkanı dahil herkesin kovulması gerek.

    ciddili not: "reklam kalitesiz" veya "param esra erol'a gitmesin" diyenlere lafım yok. buradaki tek esrarengiz olay zaten o kadının reklamda oynaması -üstelik "kötü" rolünde- ve bunu sosyal medyadan duyurması. müşteri profiline aykırı hareket eden netflix'ten ziyade esra erol.

  • çok zeki bir insanın inançlı olma ihtimali

    bölük pörçük:

    1) eğer bu tartışma "100 tane çok zeki insan varsa, kaçı inançlı olur" diye yapılsa, şuradakinin yarısı kadar bile küfür olmazdı. egoyu tetikleyecek konularda, soruyu doğru şekillendirmek önemli.

    **

    2) eski dehaları örnek vermemek lazım.

    biz en zeki insanları değil, eserleri bize ulaşmış eğitimli kişileri hatırlıyoruz. bunlar da ekseriyetle aristokrasi veya ruhban sınıfından çıkıyorlar, çünkü sadece onların yeterli zamanı, izni ve parası var. yani ancak en yoğun din eğitiminden geçenlerin bilimadamı veya filozof olabildiği bir sistem var.

    iş eğitimle de bitmiyor, mensubu oldukları sosyal kastlarda inançsız biçimde varolmak imkansız. hadi bunu da becerseler, eserlerinin bize ulaşması imkansız sansür olduğundan.

    buradaki mucize, bu kadar din adamının bilimsel deha olması değil, tam tersine, inançsızlığın 1700'lerin sonunda açık seçik kutlanmasıdır (bkz: the cult of reason). asıl mucize, feuerbach, schopenhauer, marx gibi insanların, taa 1800'lerde açık seçik ateizm propagandası yapabilmeleridir. ilk ateist manifesto denilebilecek şey de o zamanlar yazılıyor. daha ortada insan hakları kavramı yok, kölelik yasal, darwin yok, galaksiler yok, dna yok, yapay zeka hiç yok. bunca adamın doğal yollardan ölmüş olduklarına şaşıyorum hala.

    **

    3) inançsızlık bir skala. ama çoğunluk, bunu islam-ateizm arasında bir siyah-beyaz ayrımı olarak görüyor. bunun da sorumlusu bizzat islam ve milliyetçilik zaten. ikisi bir olup, diğer renkleri soldurmuşlar, siyah beyaz bir dünyamız olmuş. bu topraklarda niye sufizm bir turist atraksiyonu? niye bahailik yok? ilk hrıstiyanların yaşadığı yerlerde niye aktif kilise yok? bizansın başkentinde oturanların neden bir tane bile ortodoks arkadaşı yok? sünni islam, felsefi olarak bunlara üstün olduğu için değil herhalde.

    çoğu toplumda benzer bir "arınma" oluyor. bizdeki sonucu, sünni islam'dan çıkmanın, ateizmle eşanlamlı olması. alevilere olan tutumda bile görülüyor bu. yani aynı dinin, farklı bir alt kolunda olmak bile yetmiyor.

    daha kötüsü, bunu yapanlar bir sonraki nefeste de, hiç gocunmadan hawking'in, einstein'in, spinoza'nın adını anıyorlar, sanki onlar "kendi takımlarındanmış" gibi. halbuki onların skaladaki yerleri, richard dawkins gibilerine çok çok daha yakın.

    **

    4) hem iq seviyesi ile, hem de analitik ve sorgulayıcı düşünce (daha genel tabiriyle reflective thinking, yani düşünme şekli üstüne düşünme) ile dini inanç arasında negatif ilişki var. wiki'de tonla araştırma ve meta-araştırma linki mevcut. burada bence önemli nokta şu:

    zeka veya analitik düşünce, aslen eğitim ve refah seviyesi tarafından belirleniyor. aynı faktörler, dindarlığı da belirliyorlar. yani dindarlıkla düşünsel yetenekler arasındaki ilişkinin çoğu dolaylı. zaten o yüzden, dinsizlik otomatikman daha güzel bir dünyaya yolaçmıyor. (cult of reason'dan bahsetmişken, fransız devrimi sonrası dönem hiç de rasyonel değildi mesela)

    ama kısmen de olsa, arada nedensel bir ilişki olmalı. bütün gün saçmasapan dini hikayeler dinleyip, hocasına itaat etmesi tembihlenen birinin belki iq'su çok etkilenmiyordur ama analitik düşünce yeteneği körelecektir.

    ikinci bir önemli nokta da şu: zekayı ölçmenin tek bir yolu olmadığı gibi, dindarlığı ölçmenin de tek bir yolu yok. ibadet sıklığı, yaratıcıya inanç ve ateizme karşıtlık, farklı sonuçlar veren farklı ölçütler.

    **

    5) zeka çok önemli değil. zeka arabanın motoruysa, düşünmesini bilmek de trafik kurallarını ve yolu bilmek gibi. yönünü bilmeyen biri, ne kadar hızlı olursa olsun, varacağı yeri bulamaz.

    bu iyi bir şey aslında, çünkü iq'nun genetik kısmı büyük (farklı imkanlara sahip aileler tarafından yetiştirilen tek yumurta ikizlerinin iq'ları epey yakın çıkıyor) ama reflective thinking daha esnek bir yetenek. atıyorum, 100 saat pratik yaptıktan sonra iq'nuz 1 puan yükseliyorsa, düşünme ve sorgulama yeteneği 10 puan yükselebilir.

    işin güzel tarafı, bunu yapmak için dinden çıkmaya gerek yok.

  • 3 tane kitap ismi sayamayan türk gençliği

    bu tip şeyleri görüp çok üzülenleri rahatlatmak için:

    1) dünyayı olduğundan kötü gösteren bir yöntem bu. gerçek örneklemi göremiyoruz. belki 100 kişinin 50'si saydı bir şeyler. haberciliğin kendisi, hikayeyi şekillendiriyor. ("evlilik programları izlemeyenler kolayca kitap ismi sayarken, diğerleri sayamıyor").

    2) diğerleri de demiş, benim başıma da geldi: yüzüme mikrofon tutulunca araba farına tutulmuş geyik gibi kalakaldım. lan nickimi söylesem zaten üç dünya klasiği eder ama olmuyor o anda. zaten çoğu klasiği okuyalı bilmem kaç sene oldu. bugün okuma diyetimin kaçta kaçı klasik? sıfır.

    *

    yalnız şu son noktadan yanlış bir yerlere varmamak lazım. yani bugün her okumayı internetten yapıyoruz diye, "roman gereksiz olabilir" denilmiş mesela. roman okumak bu çağda niye gerekli diye bir düşünüyorum. cevabı, eskilerin tv yerine radyo dinlemesine benziyor.

    radyo dinlerken, aktif olarak bir dünya hayal edersiniz. bu hayalin büyük kısmı gözünüzde canlandırma kısmıdır, yani görme ile alakalı. zaten beynin de önemli bir kısmı görmeye ayrılmış (korteks'in %30'u. dokunma hissi için sadece %8'i, duyma hissi içinse %3'ü).

    o canlandırma kısmı efor ister, beynin diğer kısımlarını da işin içine katar. seçimler yaparsınız, "şu da olsun bu sahnede" diye. bu zevkli bir şey.

    ben halihazırda bu yeteneği kaybettiğimi düşünüyorum. tv'de bu dünyalar zaten hazır geliyor. internet + cep telefonu kombosunda hayli hayli hazır. aktif olarak hayal kuracağım hiç bir alan kalmadı. tuvalette bile video izliyorum artık. eskiden tuvalette boktan boktan hayaller kurardım ne güzel.

    roman okumak, bu hayal yeteneğini, bu oyun alanını korumaya yarar. ben bu hayal işini podcastlerle ve audiobooklarla da pek yapamıyorum (ikisini de çok dinlememe rağmen). yani onları bilgi için dinliyorum ama dünyanın içine girmek (immersion) zor oluyor.

    oysa kindle aldım bir tane, onunla kanepeye uzanıp siyah beyaz okuyunca aynı kitabı, kafam başka bir moda geçiyor. beynin o kısmını da arada sırada çalıştırmak lazım.

  • kızlık soyadını kullanmaya devam eden evli kadın

    valla ben avrupa soylusu olmadığım için, soyadım sadece 3 nesildir piyasada ve tamamen götten uydurma, meslek ismi bile değil. zaten soyumu da 4 nesil öncesine kadar sürebiliyorum. çok da umursamamak lazım bu işleri. çoğumuzun ailesinin özel bir hikayesi yok. olanların da çoğu ırgatları sömürmüş ağalar, derebeyleri, hırsız baronlar zaten. onların hiç övünecek bir yanı yok.

    pratikte aynı soyadı daha kolay. bir sürü ülkede zorluk çıkarıyor farklı soyadları, beraber kalamıyorsunuz veya vize bile almanız zor oluyor. geri ülkelerin geri tantanaları işte. uğraşacak enerjiniz varsa ne ala.

    ben olsam resmi evraklarda aynı soyadı kullanır, kalan her şeyde kendi soyadımı kullanırdım. veya schwarzennegger'inkini. fatma schwarzennegger. gayet yakıştı.

  • ateizmin kendi kendini çürüttüğü gerçeği

    bu 25 senelik mevzuya bir sürü cevap verilmiş zaten. keşke "düşünenmüslüman" sitesi yerine düşünenveokuyanmüslüman.com'a da baksaydınız.

    ama 25 sene bizi kesmez, şöyle biraz geçmişe gidiyorum ve 400 sene öncesinden feyizli bir abiyi görüyorum: rene descartes.

    bu adam niye meşhur? özellikle düşünüyorum öyleyse varım sözü niye meşhur?

    "duyularına ve aklına güvenemeyen biri, tam olarak nelerden emin olabilir" sorusuna cevap olduğundan. descartes, bir nevi kavanozdaki beyin deneyi yapmış, ve eğer kendisi böyle bir beyinden ibaretse, sadece varolduğundan emin olabileceğini bulmuş.

    yani yukardaki gibi işin içine evrimi karıştırmaya gerek yok. yukarda evrimin oynadığı rolü (akla kusur karıştırmak), descartes'ın yazılarında çok güçlü bir şeytan oynar.

    bunlar gizli saklı şeyler değil ki. descartes, batı medeniyetinin üzerinde yükseldiği isimlerden biri. ateist olsun olmasın herkes zaten descartes okumuş oluyor eğitiminin bir parçası olarak. ve belirsizlikle yaşamayı öğreniyor. o parametreler içinde de, işe yarayan teoriler ortaya atıp, hayatını geliştiriyor.

    evrim hikayesi işe yarıyor, elimizle tutup kullanabildiğimiz somut yararları var ve bunun için "kesinlik" içermesine gerek yok. senin hikayeninse yaptığı şey bir kimlik yaratmak, ve onun üstünden insanları organize edebilmek (siyaseten, askeri, sosyal). hikayen ne kadar "kesinlik" içerirse, görevini o kadar iyi yapacak. o yüzden de başka insanların kesinlik iddiasında bulunmadan yaşayabileceklerini tahayyül edemiyorsun, yeldeğirmenlerine saldırıyorsun

    yoksa evrimi geç, atom modeli de mutlak gerçeği yansıtmıyor. elektron adında ufacık bilyelerin, bir merkez etrafında döndüğünü mü sanıyoruz gerçekten? yok öyle bir şey. işe yarayan bir model o sadece.

    bunları millet asırlardır konuşuyor zaten. 400 senelik bir argümanın, 25 senelik evrim versiyonunu, yeni bir "evrim teorisi çöktü, ateistler panikte" olarak sunmak, sadece bu medeniyeti besleyen pınarlardan ne kadar kopuk olunduğunu gösteriyor.

    ***

    descartes bu şüphe noktasından başlayıp, tanrı'yı da kanıtlamaya çalışır. (bkz: ontological argument):

    "bu dandik aklımla, tanrı gibi sonsuz ve kusursuz bir şeyi düşünebiliyorum. varolma özelliği olmasaydı, tanrı kavramı eksik ve kusurlu olurdu. ben kusursuzunu düşünebiliyorsam tanrı varolmak zorundadır ve bu düşünceleri içime koyarak beni yaratmıştır. yoksa ben hayatta bunları akıl edemezdim"

    tabii aynı mantığı, mükemmel unicornlar, kusursuz daireler için de kurabiliriz. hepsi gerçek olmalı. zaten descartes'a o zamanlar bile bir sürü itiraz geliyor, diğer hristiyanlardan.

    işin açıkçası, descartes bu tanrı inancının da o iblisin işi olabileceğini biliyordu, ona karşı savunma hazırlamaya çalıştı ama beceremedi (benim fikrim değil sadece, genel kanı).

    bizim örneğimizdeki karşılığı: imanın ve kalp gözün de, kusurlu aklının bir yan etkisi olabilir. "ben aklımı es geçip direkt damardan bağlanıyorum gerçeğe" hissiyatının ta kendisi, aklın kusurlarının bir ürünü olabilir mesela.

    ama burada daha komik bir hali de var: bizi tanrı yaratmış olsa da aklımız kusurlu. o kısım sabit. iradene bağlı olmayan bir sürü kusur ve limit var. şimdi belki tanrı 1 bizi böyle yarattı ama biz bu iç kusurlarımız sonucu, yalan yanlış bir iman hissiyle dolduk ve tanrı 2'ye inandık.

    bunları bir köşeden izleyen tanrı 1 de hayıflanıyor: "yahu ben bunları niye kusurlu bir akılla yarattım ki baştan? hadi illa kusurlu olacak, peki niye bu kadar kusurlu? test edeceğim programa 500 tane bug koymuşum, sonra yanlış sonuç çıkınca da disketi yakıyorum" (biraz eski bir tanrı bu, 90'lardan)

  • the red pill

    evrimsel psikoloji ağırlıklı yazıma, alemin kralı skeptico'dan madde madde cevap gelmiş. sadece ikimizi ilgilendiren bir "atışma" olmayacak şekilde basit cevaplar vermeye çalıştım, 6. maddede biraz kendimi kaybettim yalnız.

    1) hayır. eleştirim şuydu: evrimsel psikoloji (ep) en iyi haliyle soft science'tır. red pill yazılarındaki hali ise pseudoscience'a kayıyor.

    **

    2) heuristics'i biliyorum, bu konuda seminer veriyorum hatta. ama ben "red pill felsefesi her kadına genelleme yapıyor" demedim ki. daha cömert bir argümanım var: iyi kullanılan heuristics bile, popüler ep senaryolarını sandığınız kadar desteklemiyor.

    **

    3) hayır, yanlış anlamışsın. olay beynimin net rakamlar istemesi, bulamayınca da ep'ye bok atması değil. ep'nin sorunlarından biri su: karmaşık cevapları (erkeklerin eş tercihleri gibi), insanlar basit hikayelere çeviriyorlar otomatikman. bu hikayeler de mevcut önyargıları besleyecek şekilde oluyor. insan -iq seviyesinden bağımsız olarak- genellemelere fazla yatkın ve heuristics kullanımı felaket.

    **

    4) hayır, yanlış anlamışsın. 10 üzeri 5 gibi değerlendirmelerle "taşak geçmiyordum". bunların tüm kompleksliği ile insanın aklında kalmadığını söylüyorum. linklediğin makale bu fikirle alakasız.

    **

    5) hayır, yanlış anlamışsın. bir kere "eş seçiminin evrimsel temeli yoktur" demiyorum. 5 maddedir yaptığım şey, örneklerle, ep'yi kullanırken düşülebilecek tuzakları anlatmak. bu örnekte de, eldeki verinin tek yorumu ep imiş gibi gözüküyor (tuzak bu), ama social learning theory de bu veriyi açıklayabiliyor.

    gönderdiğin makalenin bu tuzağa düşmeyi nasıl engellediğini anlayamadım abstracti okuyarak. tamamını da okuyamadım, anlatmışlarsa beni aydınlatırsınız. bu arada makale 27 senelik, artık daha iyi setleri vardır herhalde.

    **

    6) evet katılıyorum. verdiğin makale de ilginç çünkü doğrudan genlere bakarak yapılan bir araştırma.

    yalnız buradan sonra felaket.

    benim derdim şuydu: kadının evlenerek sınıf atlaması, sınıf atlamasının tek mümkün yolu idi. hipergamiye zorlanıyor yani. bu bir teori.

    şimdi inanmazsınız ama, ben bu konunun da doğrusunu bilmiyorum. asıl derdim yöntem. yani hipergaminin kaçta kaçı evrimsel, kaçı son 10 bin senedeki medeniyete adaptasyon, bilmiyorum. ama sosyo ekonomik bakış açısı, en az ep kadar mantıklı geliyor.

    şimdi sen buna karşı diyorsun ki "kadınlar tarih boyunca evlilikte korunan cinsiyetti".

    hoppala. bir kere bunun hipergami sorumuzla alakası yok.

    ama bu alakasız iddianı kanıtlamak için kullandığın argüman asıl feci olan şey: "evet kadının kendi parası yoktur ama, kadının taktığı borçlardan da kocası sorumludur, bu kadının korunmasıdır"

    vay anam vay. bu mantıkla, köle-sahip ilişkisinde de esas korunan taraf köle, zira kölenin de malı mülkü yok ve taktığı borçları sahibi ödemek zorunda. kadına "köle" dememiştim ama benim yerime sen demiş oldun.

    **

    7) hayır, kadın erkek eşitliği arttıkça eş seçimi yakınsıyor (yani ep'nin etkisini azaltan bir sonuç bu).

    en azından bunu iddia eden makale şu. işin komik tarafı, daha önce verdiğin o 27 senelik makaledeki mate-preference data setini kullanmışlar. ve diyorlar ki "ekonomik eşitlik arttıkça, eş seçiminde gözetilen özellikler birbirine benziyor".

    senin karşı kanıt olarak verdiğin makale ise başka bir şey söylüyor: "çekici kadınlar, olabilecek en ideal erkekleri istiyorlar"

    ne alakası var şimdi bunun?

    **

    8) anlamadım, nasıl bu madde konu hakkındaki sığ anlayışımın bayrak sallayan ispatı oluyor? bu maddede yine metodolojik bir tuzaktan bahsediyorum. basit bir örnek verdim diye bozuldun herhalde. o örneğin içeriği, konu açısından önemli değil. anlatılan fikre etkisi yok.

    **

    9) hayır.

    bahsettiğim konu ne? kültürün ve korteksin, biyolojik evrimsel baskılardan bağımsız kendi dünyaları olduğu. akabinde, "en baz güdülerimizin, mutluluğumuzu belirleyecek ana parametre olmadıkları" hakkında bir düşünce var. çünkü bu daha üst-sistemlerden de güdüler geliyor.

    buna karşı "kanıt" olarak verilen makale ne diyor? "9 aylık bebeklerin seçtiği oyuncaklar cinsiyete göre değişiyor. bu değişimin biyolojik ve çevresel etkenleri var."

    yine ne alakası var?

    **

    10) eh, biraz kabul. verdiğim örnek fazla basit, çünkü millete aşırı basit ep hesaplarından uzak durmasını tembihliyorum. zaten vardığım sonuç, senin dediğinle aynı: ep stratejileri sanıldığından karmaşık.

    **

    11) hayır. benim argümanım, sosyal uyuma yönelik genlerin, alfaya yönelik genlerden daha değerli olabileceği.

    senin dediklerin bunu yanlışlamıyor. verdiğin link de dahil: "25 babadan sadece 1'i, başkasının çocuğuna babalık yapıyormuş bilmeden"

    eee? cuckolding yok mu dedim ben? neyi değiştiriyor bu?

    **

    12) hayır hayır hayır.

    sen verdiğin linkleri okumuyor musun? burada tarım toplumundan bahsedilmis. tarım toplumunda zenginliği biriktirmek mümkün, hiyerarşi mümkün, din mümkün, harem kurmak gayet mümkün. bunlar benim bahsettiğimle alakasız.

    ikincisi, pair bonding sadece 3-4 sene sürse bile dediklerim geçerli olabilir. yani o kadar sürecek bir bağı yürütebilecek karakterde erkekler seçilmiş oluyorlar otomatikman. bu da alfa olmak kadar -ya da daha fazla- önemli diyorum.

    **

    13) hayır, benim iddialarımla alakasız bir eleştiri yine.

    "gerçek redpill bu değil" demişsin, ama benim oradaki derdim, hipergamiden nankörlüğe atlama yapan insanlar. bunlardan da çok var. sense, aynı şey senin başına gelse neden nankörlük olarak görmeyeceğini uzun uzun yazmışsın. iyi.

    ***

    kalan kısım ise yazdıklarım hakkında ve kısmen katılıyorum. aslında bence yazdığın en ilginç şey bu kısımda.

    ama toplumun değerleri, bir eylemin fayda sağladığı kişi sayısına oranlı şekillenmiyor. yani "anaçlık 1 kişiye fayda sağlar, temiz su mühendisliği ise 1000 kişiye, o yüzden mühendisliği yüceltiriz" mantığı yok.

    toplumun değerleri kafana "fayda sağladığı kişi sayısı" bilgisiyle beraber girmiyor. "annelik kutsaldır" diye giriyor mesela. "cennet anaların ayakları altındadır" diye giriyor.

    **

    "kadınlar kaç savaş çıkartmışlar" sorumun amacı belli: kadın düşmanlığı bariz bir elemanın, nazilerle yatan kadınlar örneğini verip, sonunda "zaten kadınlar kaç ülke kurdular ki, hepsi karaktersiz" çıkarımının saçmalığını göstermek.

    yani bir bağlama bak, bir de refleksine. dünyanın en gerizekalı argümanıyla aynı safta yer alıp, bana trump'a oy veren kadın oranını filan vererek, kadınların melek olmadıklarını kanıtlamaya çalışman garip.

    **

    14) "güya romada erkek karısını öldürse ceza almazmış"

    aslında verdiğin link sadece "aldatma" hakkında ve dahası beni tam yanlışlamıyor:

    "according to cato (2nd century bc), a husband had an ancient right (ius) to kill his wife if he caught her in the act of adultery. the existence of this "right" has been questioned"

    sonrası daha da ironik: augustus'un kadınları hedef alan bir ahlak kanunundan, ve sonunda kendi kızını öldürmesinden bahsediyor.

    bak dürüst olmasam burada bırakırdım ama aslında hatalı benim. aklımdaki kavram patria potestas idi. ama bunun erkeklere de uzandığını bilmiyordum. ailenin reisi, hem erkek, hem de kız çocukları üstünde sonsuz hak sahibiymiş meğer. ve evet, bu öldürmeyi de kapsıyor. kız evlenince, gelin gittiği evin reisinin kontrolüne geçiyor.

    neyse, sonuçta bu işin detayı. bu kısmı tamamen çıkarsak, argümanım değişiyor mu? kadınlar herhangi bir güç sahibi olamıyorlarsa, "kadınlar niye iktidarda yok" sorusu manasız.

    sen engizisyon zamanı, katolik bir ülkeye gidip "buradan niye yahudi bir kral çıkmıyor" diye soruyor musun?

    **

    15) hayır, ben yanlış anlamadım, başlıktaki en beğenilen entrylerden birinden alıntı yaptım. kadın ve erkek beyni aynıdır demedim, bu linklerin benle alakası yok.

    "kadının hafızası daha iyi deyince kimse bişey demiyor, ama erkek matematikte iyi deyince oouuvvvv"

    basit:

    eğer toplumda "erkeklerin hafızası kötüdür" yargısı yerleşirse, ödeyeceğin maliyeti düşün. eğer toplumda "kadınlar matematikte daha kötüdür" yargısı yerleşince, kadının ödeyeceği maliyeti düşün.

    ***

    kapanış:

    benim derdim, geçerken buraya da uğrayıp, "ben bu konuyu da sizden iyi bilirim" imajı bırakmak değil. bilmiyorum bir şey. bilgiden ziyade, derdim var. o derdim de, sözde postmodernizmin bozduğu kadın erkek ilişkilerini düzelteceğim diye (edit: burası skeptico'nun en beğenilen entrysine atıf), zar zor edinilmiş kazanımları geriye çevirmenin yanlışlığı. hele türkiye gibi bir yerde tehlikesi.

  • the red pill

    bu işin kökünde tabii ki evrimsel psikolojinin (ep) yanlış anlaşılması yatmıyor. başka tatminsizlikler ve duygular yatıyor. ama bu işe bir saygınlık kazandıran, ayrımcılığı "kurumsallaştıran" teknik araç, evrimsel psikoloji. o yüzden ona odaklanacağım.

    evrimsel psikoloji ile entellik yaparken dikkat edilecek hususlar:

    1) ep, fizik gibi bir bilim dalı değil. astroloji kadar uyduruk da değil. en iyi haliyle bir "zayıf bilim" (soft science), kötü kullanıldığında ise pseudoscience. kulağa mantıklı gelen ama çoğu test edilemeyecek, bazısı da birbiriyle çelişkili bir sürü hipotez.

    **

    2) hipotezler ve test edilmiş teorileri karıştırmanın tek tehlikesi, yalan yanlış şeylere inanmak değil. asıl tehlike yarı-doğru şeyler. red pill'in en büyük günahı bu: soft-science ile başlayan bir paragraf, pseudoscience ile bitebiliyor, fakat akıllarda kalan otorite hard-science seviyesinde oluyor (sanki bir fizik kanunuymuş gibi).

    **

    3) örnek: her ülkedeki ortalama bir erkeğin, kadında gençlik ve güzellik aradığını, kadınların da zengin ve başarılı erkekler aradığını buldunuz. daha bu noktada bilgi kaybı yaşanıyor. çünkü ortalama lafı, bana bir dağılım bilgisi vermiyor. belki erkeklerin %30'u güzelliğe öncelik verdi ama ikinci gelen şıkka katılım %28'di. daha bunların eğitime ve gelir grubuna göre değişimi var. tüm bu bilgilerin tek bir rakama indirgenmesi imkansız ama beynim tek bir rakam istiyor.

    **

    4) istisnasız her erkek "önce vatan, sonra güzellik" demişse bile, o cevapların özü epey farklı olabilir. ben de çirkin kadınla beraber olmam ama misal, 10 üzerinden 6 güzellik sağlandığı sürece, güzellik önemini kaybediyor. bir başkası için bu sınır 3 olabilir. yahut, başımızdan geçenler bizi birbirimize bağlamışsa, sınır mınır koymayabilirim.

    insan karmaşık bir yaratık, fakat dünyanın kalanını basitleştirmek istiyor. tüm bu detayları aktarabilecek deneyler yapılsa bile (ki yapılmıyor, çok pahalı) insanın aklında kalan bilgi ne yazık ki şu: "her erkek güzellik ister, her kadın da zenginlik".

    **

    5) devam edelim. her ülkede aynı sonuç çıktı diyelim. kültürleri aşan bir trend yakaladığınızda, doğal olarak cevabı evrimde arayacaksınız. fakat psikolojinin fosili yok (gerçi cenaze törenlerinin fosilleri olabilir ama çok istisnai). bu noktada farkında olmadan senarist oldunuz: "kadınlar zengin erkek ister, çünkü senede en fazla bir çocuk yapabilirler, onu da büyütme süreci uzun iş, onlara bakacak adam lazım. erkeklerinse çocuk sınırı yok, sağlıklı her kad....".

    **

    6) bu senaryoyu bitirmeye bile gerek yok, çünkü çoktan ikinci yanlışı yaptık: kültürleri aşan her trend, evrimsel olmak zorunda değil. evrimle alakasız şu açıklamayı düşünün:

    "kadınlar, yakın zamana kadar köleden hallicelerdi. eğitilmezler, tarla dışında çalışmazlar, mal mülk sahibi olamazlardı. halen de bir çok kültür böyle. bu düzende, kadının tek kurtuluş şansı, daha üst birini bulup sınıf atlamak (hipergami). başarılı erkek ise, özgürlüğüne paralel olarak, eşit ve alt statüdeki kadınlara kolayca erişebilir. dolayısıyla, eş seçimindeki tercihler sosyoekonomik yapıya bağlıdır, öğrenilmiştir" (social learning theory).

    **

    7) bu ikinci teori, ep teorisinden daha bilimsel çünkü yanlışlanabilirliği var: eğer kadın-erkek eşitliği arttıkça, eş seçilim tercihleri yakınsamıyorsa, teori yanlıştır. ama ep hipotezini yanlışlayamıyorsun. ne dersen de, "ep'nin de etkisi vardır" denilebilir. (ki ben de buna inanıyorum zaten)

    **

    8) devam edelim üçüncü büyük yanlışa: herhangi bir ep hipotezi doğru olsa bile, bu onu tek geçerli faktör yapmaz. ana faktör hiç yapmaz.

    hasta eşine yıllarca bakan, o öldükten sonra tekrar evlenmeyen insanların motivasyonu nedir? belki beyinlerinin bir köşesinde "alfa erkek bul, elmas yüzük kap, bir çocuk daha yap" komutu çalışıyordu ama en kuvvetli komut bu değildi belli ki.

    insan nasıl ki basit sonuçlar istiyor, aynı şekilde çok-boyutlu davranış modellerini de işleyemiyor. "ayşe neden mehmet'i seçti? arabası yüzünden tabii". yoksa "%20 arabası, %15 kendisine çiçek alması, %129 beşiktaşlı olması" değil.

    **

    9) stephen jay gould bu yukardaki hata hakkında uyarıyordu insanları. kültürün (sosyoloji) temeli psikoloji olabilir, onun da temeli biyoloji olabilir ama her bir seviyede, bir öncekine indirgenemeyen etkileşimler vardır. yoksa tek ihtiyacımız parçaçık fiziği olurdu.

    ve burada savunulduğu gibi, bu üst-seviye etkiler, modern toplumun bize dayattığı şeylerden ibaret değil. yani "en baz güdülerimizi reddetmek yerine, onlara göre yaşarsak daha mutlu oluruz" düşüncesi, ahlaksal boyutunu geçtim, bilimsel olarak da bir uydurma. bu da bizi suna getiriyor:

    **

    10) farzedelim ep hipotezleri baskın faktör olsunlar. birbirine ters ep etkileri, aynı anda geçerli olabilir. yani tek bir ep anlatısı yok.

    yine bu "hipergami" kavramı üzerinden örneklendireyim: "kadın daha iyisini bulduğunda bırakır" deniyor. hayır. çocuğuna bakacağı %100 garantili olan mevcut vasat eş, bu garantiyi vermeyen übermenshe kıyasla evrimsel olarak daha değerli olabilir. dünyanın en iyi genleri de olsa, çocuğun o genleri bir sonraki nesile aktarabilecek yaşa gelmesi için, senden yıllarca yatırım alması lazım. o yatırım vaadinin ve ilgili davranış biçimlerinin (örneğin sadakat, dürüstlük, istikrar) evrimsel değeri, mutlak gen kalitesinden daha büyük.

    **

    11) bu tip çoklu-etkiler, insanların topluluk içinde yaşadıklarını düşününce iyice artıyor. mesela çok alfa olan bir erkek düşünün. taviz vermez, gözünü kaçırmaz, özür dilemez, egosu kuvvetlidir, vs... bu kişinin genleri değerli olabilir ama toplulukla uyum sağlayamadığı sürece soyunun devamı zor.

    zaten insanlar gibi toplu avlanan ve toplu yiyen hayvanlarda, fiziksel özelliklere dayalı genetik üstünlüğün değeri azalıyor. empati, fedakarlık, ittifak kurabilme yeteneği önem kazanıyor. egosu yüzünden olur olmadık kavga çıkaran insanlarla beraber olmaktan hoşlanıyor musunuz?

    **

    12) dahası, bu topluluklar içindeki insanlar eşleşiyorlar (pair bonding). bu insanın doğasında olan bir şey. yani "erkeğin tek ihtiyacı, maksimum sikişle genlerini yaymak, kalan her şey fasa fiso, o yüzden evlilik müessesi erkeğe getirilmiş bir yüktür" gibi yaygın görüşler asıl fasa fiso. yukarda gördük zaten, 5 dakikalık sikişle gen yayamıyorsun, o çocuk ölüyor sonra.

    zaten bunun sağlamasını şöyle yapabilirsiniz: bu faydalı bir strateji olsaydı, medeniyet öncesi her erkek tecavüzcü olurdu. hatta her hayvan böyle olurdu. kadınlarını korumakla harcayacağın enerji, tecavüze harcayacağından fazla. üstelik tecavüzün riski az: bir erkekle dövüşeceğine, ufak dişilere dadan. en zayıf erkekler dahi hemen her kadına tecavüz edebilir değil mi? hatta tüm çocuklar o zayıf adamdan da olabilir. e ne oldu birkaç nesil sonra? uyumsuz bir topluluk ve genetik kumar sonucu zayıflamış bir yeni nesil. yani red pillcilerin mantığıyla gitsek bile zaten sonucu yanlışlıyoruz.

    velhasıl, pair bonding muhtemelen bu saçma stratejiye alternatif olarak gelişmiş ve başarılı olmuş belli ki. yani pair-bonding yapmayan insan topluluğu yok. erkek-kadın 50 bin yıl önce de bağ oluşturuyordu. o bağı tanımlayan bir sürü psikolojik etmen var, bunlar "güçlü çene kemiği" geninden daha değerliler.

    dolayısıyla buradaki yanlış sadece "korteksimiz ve kültürümüz bu kadar gelişmişken, evrimsel güdülere fazla önem vermekten" ibaret değil, o güdülerin ep yorumu da eksik. işin açıkcası, reddit'teki "red pill theory" etiketi olan veya burada en beğenilenlere giren hemen her evrimsel açıklama benzer hatalarla dolu. çürütemeyeceğim bir tane argüman göremedim, ki bu konunun gerçekten uzmanı olsam herhalde delirirdim.

    (bu arada, pair bonding'in modern kurumsal hali olan evlilik üzerine: " kadınların sizi hapsetmesi için gelişmiş bir kurumdur", yahut "kapitalizmin bize çok mal satması için beklentileri değiştirilmiş bir kurumdur, eski güzel günlerdeki denge bozulmuştur" düşünceleri, medeniyet tarihi açısından da uydurma teoriler. bir feministin, evlilik kurumundan nefret etmesi için, 100 kat daha mantıklı tarihsel nedenleri var).

    **

    13) ama tüm bunlar yine işin iyi kısmı, asıl sorun şurada: kesin doğru ve tek faktörmüş gibi kabul ettiğimiz bir ep hipotezinden, bir ahlaki yargı türetiyoruz.

    mesela, kadının evrimsel strateji olarak hipergami yaptığını mı söyledik? öyleyse "kadınlar nankördür, iyisini buldu mu sizi bırakır, bu karı milletine güven olmaz".

    bunu "straw man" olarak ortaya atmıyorum, en beğenilen yazılar arasında nankörlükle ilgili bir şeyler bulmamanız imkansız. ha, bazısı daha sofistike oluyor, "nannnnkörrr!" diye rakı kadehini masaya vurmuyor da, "işte efenim, kadınlar doğalarından kaynaklanan, kötü niyetle yapmadıkları, bizim amiyane tabirle nankörlük dediğimiz ama aslen..." diyor. küfür olmayan ama küfür etkisi yaratan cümleler.

    kadını "duyarlı ve anaç", erkeği "mantıklı ve koruyucu" olarak stereotipleştirmek de aynı. sofistike kardeşlerimiz bunun nötr bir tespit olduğunu savunsalar da, toplumun mantıklı olmaya atadığı değer daha yüksek. yani kadına "salak" demiyorsun da, demeden diyorsun, incitmeden sikiyorsun. bravo.

    **

    14) bu tip söylemlerle birbirinizi fiştekleye fiştekleye, şöyle garabetler yer bulmuş (bunu da öyle dipten çekip çıkarmadım, en beğenilen entrylerden):

    "tüm insanlık tarihinde kadınların kalkındırdığı, yücelttiği bir tane toplum yoktur. aksine kadınlar en zor zamanda toplumunu anında satar. nazi'ler fransa'yı işgal ettiğinde fransız kadınları anında kendilerini nazi subaylarının kollarına bırakmıştır, çünkü artık fransız erkekleri güçsüzdür"

    bu ne şimdi? bunu "haggaten ya, evrimsel psikoloji işte hacı" diye beğenenlerin kaçı, "erkeğin özü" olan rasyonelliğini kullanıp şunları sormuş:

    a) fransız kadınların kaçta kaçı nazilerin altına yattı, kaç tanesi bunu zorunluluktan yaptı? bu bilgilerin bir önemi var mı?

    b) fransız kadınları yattı da, fransız erkekleri de vichy hükümetini kurmadılar mı? "işbirlikçi orospu çocukları" kümesinin ne kadarı kadın?

    c) fransız kadınlar, olağanüstü bir savaş sırasında yaptıklarından ötürü, tüm kadınların gerçek doğalarını mı göstermiş oluyorlar? bu erkeklere işlemiyor mu?

    d) tarihte kadının kalkındırdığı toplum yok çünkü eşşeğin zikinden dolayı. tarihte kölelerin kalkındırdığı bir toplum var mı? 2500 yıllık demokrasi tarihinde kadının oy atabilmesi 100 senelik. abd dünyanın en eski cumhuriyetlerinden, 1776'da bağımsızlığını ilan etti, yıl oldu 2017, neredeyse mars'a insan gönderecek, hala kadın başkan seçilmesi büyük olay. onlar yine iyi, 2000 sene öncesinin süpergücü roma'da, evin reisi karısını herhangi bir sebepten ötürü öldürebilir ve hiç bir ceza almazdı. daha yaşama hakkı kendine ait olmayan bir "kast"ın, eğitilip, mal mülk sahibi olup, sonra üretime ve yönetime katkısından mı bahsedeceğiz?

    (çok çok çok ufak bir ayrıntı olabilir ama ingiltere'yi <caps> dünya tarihinin en büyük imparatorluğu </caps> haline getiren, her alanda tarihinin zirvesini yaşatan ve gezegendeki her dört insandan birini 63 sene boyunca aralıksız yöneten kraliçe victoria erkek miydi?)

    yahu işin trajikomik yanı, adam bildiğin nazilerden bahsediyor, fatura yine kadınlara çıkıyor. bari başka bir örnek kullanılsa. tüm insanlık tarihinde kadınların soykırıma uğrattığı kaç tane toplum var? kaç şehir yağmalamışlar, kaç savaş çıkarmışlar, kaç atom bombası atmışlar, kaç erkeği cadı diye yakmışlar, kaç din kurup kaç cihad başlatmışlar? kurbağa kadar beyni olan bu soruları da sorar, sonra argümanının aptallığını görür, utanır.

    **

    15) bu saçmalıklarla aynı solukta, "kadınların mantıksız" oluşlarını okuyorum, "mantık kapasiteleri olduğunu ama bunu fazla kullanmayacak şekilde evrimleştiklerini" okuyorum. özfarkındalığa gel.

    arkadaşlar, mantık genel olarak insana ters bir şey. cognitive bias deneylerinde, kadın-erkek sonuçları arasında bir fark çıkmıyor. hatta iq testlerinde de ortalamalar aynı (varyasyonda az bir fark var, erkekler arasında moron ve deha oranı biraz daha fazla. ama az bak. üstüne basıyorum, çünkü cognitive bias'ların en kötülerinden biri istatistiki düşünme yetimizin olmaması. bunu okuyup "işte bu yüzden tüm buluşları erkekler yapıyor" sonucuna atlamaya can atanlar var, hissediyorum)

    söyleyeceklerim bitmedi (red pillci olmanın psikolojisi, elitizm karşıtlığı, alt-right ile örtüşme, vs) başka zamana artık. şimdi sinirlerimi yatıştırmak için, ünlü bir erkek olan nazım'ın bir şiiriyle veda edeyim:

    erkeklik öyle bir sorumluluktur ki anlayamazsın,
    öyle bir sevmektir ki korkarsın,
    öyle bir dövmektir ki şevhetle domalırsın,
    öyle bir sikip atmaktır ki arkamdan ağlarsın,
    ama istediğimden değil sevdiceğim, mecburen,
    mecburiyetten."

  • stephen curry

    lebron james dünyanın en iyisi,
    kevin durant finallerin mvp'si,
    ama bu herif warriors'ın en önemlisi.

    kanıtı da plus-minus.

    basketbolu sadece topa bakarak izleyenleri de kestirmeden doğru yola getirecek bir istatistik bu. oyuncuların sahada ve kenarda oldukları sürelerdeki takım performansını karşılaştırıyor *

    1) normal sezonda, curry oyundayken takımın net durumu: +1015. nba birincisi. en yakın rakibi +820. beş maç eksiğiyle lebron ise +483.

    2) peki playofflarda? +245. yine nba birincisi ama sadece bu senenin değil, son 21 senenin en iyisi. zaten bu istatistik de 21 senedir tutuluyor.

    * dikkatli olanlar diyecek ki, "takımım hep kazanıyorsa ve ben hep iyi oyuncularla aynı anda sahada oluyorsam, plus-minus'ım elbette yüksek olacak". doğru. işte o yüzden real plus minus var. özhakiki plus minus. kusurlu olsa da her oyuncunun etkisini eşit şartlarda, birim süre başına karşılaştırıyor. ve bence player efficiency rating'den daha uygun, çünkü mesela curry hiç sayı veya asist yapmasa bile, sırf sahada olduğu için savunmayı açıyorsa ve takım arkadaşlarını rahat ettiriyorsa, bunun etkisi ölçülebiliyor.

    rpm'e bakarsak:

    3) hücuma katkıda curry nba birincisi. her 100 hücumda, ortalama bir nba oyuncusuna kıyasla, takıma fazladan 7.11 sayı kazandırıyor. kıyas için şunu düşünün: ligin en yetenekli skoreri durant'ın ekstra katkısı 4.38.

    4) toplam rpm'de (hücum artı savunma katkısı) lig birincisi lebron, curry de üçüncü. çünkü "zayıf" denilen savunması, aslında zayıf değil, hatta lig ortalamasının az üstünde.

    5) hem rpm'i yüksek olup hem de çok süre alanların, galibiyetlerde payı daha fazla olacak (rpm wins). yani o performansı uzun süre sürdürebilmek önemli. bunda da yine lebron birinci, curry de ikinci.

    özetle:
    -"düşüşte" olduğu normal sezonda, 400 kişilik ligde hep ilk üçte.
    -savunmanın ciddileştiği playofflarda, lebron'la beraber en tepede.
    -kendisine özel savunma yapılan 5 final maçının 4'ünde gayet iyi. (yani rpm'i filan geç, çiğ istatistikleri dahi iyi, neredeyse triple double tutturacaktı).

    ***

    1 sene önce buraya yazdığım gibi, durant'la beraber takır takır takım oyunu oynadı warriors. en iyi şutörlere sahip olmalarına rağmen üçlüğe bağlı kalmadılar (cavs, boston, houston daha çok üçlük atıyorlar). en iyi 10 iso oyuncusundan ikisine sahip olmalarına rağmen (curry bu istatistikte de lig dördüncüsü) ligin en az iso oynayan takımlarından oldular. onun yerine ligin en hızlı ve en paylaşımcı oyununu oynadılar (en yüksek asist yüzdesi). yetmedi, sözde "yumuşak" olmalarına rağmen en iyi savunmaya da sahip oldular. sonunda da tarihin en dominant sezonlarından birini yaşadılar.

    lakin, 1 sene önce yazdığımın aksine, bunları yapmalarına rağmen curry'e edilen küfürler kesilmedi. bazı insanların "cehalet - kompleks" katsayıları hayalgücümüzün ötesinde. adamın 34 sayı attığı şampiyonluk gününde bile "balon" deniyor. allah şifa versin.

    muhtemelen fiziği yüzünden kariyeri pek uzun olmayacak curry'nin. çabukluğu azalınca etkisini hızla yitirir, hem savunmada hem hücumda. ama şu anda bir yıldız değil, bir süperstar da değil, adeta bir süpernova gibi parlıyor. sahadaki artist tavırları da sahada kalıyor; röportajlarında ve özel hayatında tam bir sütoğlan, kimseye zararı yok. allah asıl ona şifa versin.

  • lebron james

    2016: "back to igoudala....ohh blocked by james!"

    2017: "james...blocked by igoudala"

    zevkten dört köşe izledim finallerin 3. maçını valla. yalnız yorumların çoğuna katılmıyorum. bebelerin "hater" muhabbetini zaten boşver de, maçları bireysel hikayeler üzerinden yorumlama meyili çok yaygın:

    "lebron son dakikalarda yine çöktü, çünkü winner değil, bak kobe olsa alırdı maçı. hele jordan olsa hakemler aşka gelir, bunu iki galibiyet sayarlardı..."

    <el insaf>
    adam 39 sayı atmış, 11 reb, 9 da assist eklemiş. bunu %55'le yapmış. adamın finaller ortalaması triple double, tarihte bir ilk. durant ve curry'nin istatistikleri lebron'la -kısmen- kıyaslanabilir ama kimin etkisi fazla, kim en değerli oyuncu konusunda yakın bile değiller: finaller boyunca adamın sahada olmadığı o ufacık zamanda, cavs -8 yerine -45.
    </el insaf>

    ***

    ilk 45 dakikada atılan sayılarla, son 3 dakika atılanlar eşit sayılmıyor mu? nedir bu clutch fetişi arkadaş? oyundan anlayanı da anlamayanı da son 2-3 dakikaya bakıp hikaye yazmayı becerebiliyor, sanırım o yüzden.

    bir de diyorsunuz "adam winner olsa son topu korver'a atmaz, kendi kullanırdı". yahu herif iyi savunulurken %50-60 ihtimalle iki sayı mı denesin, zinde olan ve bomboşken %50+ üçlük atan korver'a mı versin? doğru kararı verdi, olmadı. kobe mal olduğu için kendi atardı tabii, 10 kere denesin 8'inde batırırdı, ama biz kalan ikisini hatırlayıp onu kahramanlaştırırdık.

    ***

    karakter çözümlemesi yapıp hikayeler yazmak yerine, sistemleri kıyaslamalı. çok basit aslında: lebron ve irving 45 dk sahada kalmışlar. warriors'un üçlüsü ise 40'ar dakika. bu tempoda o 5 dakika fark, 20-22 ekstra posession demek. lebron ayısı da bir insan. bu bir.

    ikincisi de, dakika başına harcadığı enerji de daha fazla. irving, muhtemelen hayatımda gördüğüm en zor 50 layup'ın 5'ini tek başına bu gece atmıştır. çıldırdı resmen. ama hepsinde de dayak yedi, yoruldu. cavs'ın "sistemi" bu sonuçta, elinde iki tane mükemmel iso oyuncusu var, tepede perdeleme yapıp onlara mismatch yaratıyorlar, sırayla yükleniyorlar. boş kalanların üçlükleri girerse ne ala. kevin love kaçırdıklarından birini atmış olsaydı, şimdi lebron'a methiyeler düzülürdü.

    warriors ise kardiyo idmanı yapar gibi... toptan uzakta koştur, boyalı alanda perde üstüne perde, sonra boşa kaçana çat üçlük veya içeri kaçan adama kolay sayı. hem kendileri az dayak yiyor, hem de savunmayı koşturuyorlar. dinlenemiyorsun oyundayken.

    lebron'la irving 3.5 çeyrek boyunca insanüstü oynadılar ama warriors, bu verimli sistemi ve derin benchi sayesinde hep maça ortak kaldı. ve sonda da durant denen hile kodunu kullandı.

    tabii işin ilahi adalet kısmını anlıyorum. bu superteam furyasını başlatmasa da popülerleştiren lebron. ektiğini biçiyor. keser döner sap döner, gelir götüne girer. o yüzden aynı anda hem "beter olsun" diyorum, hem de şapkamı çıkarıyorum. adam beni çiftkişilikli yaptı.

    -kevindurantsinsiyılanspor