soner bastiat15
profili

  • ferhan şensoy zirvesi

    daha önce 17 kez izlediğim oyunu bir kez daha izlemek için orada olacağım zirvedir. beni oldukça kırmış olsan bile ferhan ağbi. şimdi diyeceksiniz ki "ne oldu?", anlatayım...

    evden kendi kendime dışarı çıkma imkanına eriştiğimden beri sergilediği her oyunu izledim. bazılarını birkaç kez, bazılarını 17 kez. çoğuna da ilk sergilendiği gün giderim. ferhan şensoy benim için küçüklük demektir. oyunda ne anlatıldığı, hangi esprilerin yapıldığı bile önemli değildir. ben o salona tekrardan küçük olmak için giderim. o sahneye çıkar, ve büyüdüğüm için üstüme yapışan ne varsa perde kapanana kadar rahat bırakır beni.

    en son geçen yıl nereye de gidiyor lan bu gemi adlı oyununa gittim. o da ilk sergilendiği gündü. oyun bitti, oyunun sonunda bir kitap alıp imzalatmak için sıraya girdim. şimdi bu noktada bir flashback yapıp, sizleri 90'lı yıllara götürmek istiyorum. abimle beraber bir oyununu izlemişiz, kitabını almışız, oyunun sonunda imzalatmak istiyoruz. abim kitabı bana verdi, girdim sıraya. sıra azaldıkça heyecanım kat be kat yükseliyordu. o dönem de ferhan şensoy'un akbank reklamları dönüyor. reklamın sonunda hep bir adam geliyor "feran abi feran abi bi imza be feran abi" gibi bişey diyor. bahsettiğim adam şu (1:41'den itibaren izleyiniz. videonun üstüne basarsanız o saniyeye gider); https://youtu.be/yh4jbwiehoa?t=102. o dönem için oldukça popüler olan bir reklamdan söz ediyorum. ben de ferhan şensoy güler diye adamın taklidini yapayım dedim. yaşım da çok küçük. yani baya sevimli olacağım bence.

    neyse sıra bana geldi "feran abi feran abi bi im.." "za" demeye kalmadan, oldukça donuk bi ifadeyle bana bakıp "adın ne canım çabuk" dedi. "s..sone..soner" dedim. imzaladı ve anında verdi kitabı bana. ama bunları yaparken o kadar somurtkan ve "ne diyorsun aq" şeklinde bana baktı ki.. neyse, ben de sıradan çıktım. küçük de olsam, sanırım daha sıcak birini beklediğimden biraz bozulmuştum ama abim beni teselli etmişti. aradan geçen 20-25 senede oyunlarına gitsem de, hiç kitap imzalatmadım. bir tür çocukluk travması işte.

    ta ki, geçen yıl sergilenen nereye de gidiyor lan bu gemi adlı oyuna kadar. aslında yine imzalatmayacaktım ama bu çocukluk travmasından kurtulmak istedim. işte yine yıllar yıllar önceki sahne. elimde kitap, sıra azalıyor, azaldıkça heyecanım aynen yükseliyordu. bu sefer espri falan yapmayacaktım, adam gibi bir imza alıp gidecektim. tek istediğim bir de fotoğraftı.

    sıra bana geldi, "adınız?" dedi. "soner" dedim. her şey iyi gidiyor gibi görünüyordu. imzanın sonlarına doğru, "ferhan bey bir de karşıya bakabilir miyiz fotoğraf için?" dedim ve ben karşıya baktım. arkadaşım çekmiyordu, çünkü ferhan ağbi sanırım beni duymamış olacak ki karşıya bakmıyordu.

    dedim ki herhalde duymadı tam, "ferhan bey..." dedim, "bir de karşıya bakabilir miyiz?" dedim. ferhan ağbi bu sefer kafasını "ya sabır" şeklinde sağa sola oynattı, o an hassiktir noluyo dedim içimden. yani bana sinirlenmiş olamaz herhalde dedim, ne yaptım ki şimdi? dünyanın en klasik hayranı gibi tek kare fotoğraf istiyorum hepsi bu.

    bir travmayı daha atlatacak halim yoktu, korkumla ya bugün yüzleşecektim, ya bugün yüzleşecektim. üçüncü kez, ama bu sefer çok daha incelmiş bir ses tonuyla "firhan biy karşiya bikibilir miyiz abi?" dedim, işte o sırada kitabın kapağını sertçe kapatıp, bana uzattı ve "karşıya ben değil, sen bakacaksın!" dedi yüksek bir ses tonuyla. yani olanlara inanamıyordum. bakın yemin ederim eksik bir şey anlatıyorsam ne isterseniz o olayım.

    yahu sırada hadi 1000 kişi olur, uçağı vardır, hastası vardır anlarım, ki o zaman bile yine bir hayrana böyle davranılmaz, en kötü, zamanın kısıtlı olduğuna dair genel bir açıklama yapılır vs... yani zaten sırada 15-20 kişiydik, ayrıca fotoğraf orada 1 saniye bir karşıya bakış, hepsi bu, ki bana böyle yaparak daha çok zaman kaybediyorsun. valla ben o gün yine aşırı bozuldum. kendisinin geçimsiz birisi olduğunu duyuyordum da, insan başına gelmeden inanmak istemiyor işte.

    o günden sonra, ilk kez bugün tekrar izleyeceğim kendisini. halen anlamsızca, o kadar değerli ki bende, indirimli biletten de almadım. gişeye gidip loca aldım. zaten ortaoyuncular iyi bir durumda değil. ne kadar kazanırlarsa o kadar iyi. ortaoyuncular batmamalı. bunun birçok sebebi var, ama burada anlatacak değilim. ve ferhan ağbi, bende sonsuz kredin var. reklamlarında oynadığın akbank vermez o krediyi sana bugün. ama bir daha ağzıma sıçmazsan sevinirim tabii, herkese piyango günler.

  • nuriye ve semih'in açlığına ses ver

    o denli büyük bir hissizlik, empatisizlik ve zenofobi ile enfekte oldu ki bu topraklar, ve her gün sistematik biçimde o kadar büyük bir nefret hortumuyla sulanıyor ki, net bir şekilde hukuksuzluğa karşı başlatılan bu girişim ölümle sonuçlansa dahi, sorumluların, sessiz kalanların en ufak bir azap duyacaklarını zannetmiyorum. yine de, eğer bu satırları okuyorsan ses ver. çünkü ses, onu duyanlar olmasa bile kaybolmaz evrende.

  • ideal zeytinin bir türlü bulunamaması

    belki de sadece benim bulamamam. arkadaşlar bir şey soracağım: siz bu zeytin işini ne yapıyorsunuz? her kahvaltılıkta bir standart oturttum hemen hemen ancak bu zeytinde hala bir standart yakalayabilmiş değilim. bir kere çok tuzlu değiller mi yahu? şarküteri reyonlarında zeytinleri deneyip deneyip almamaktan mimlendim artık. sanki ben oraya para vermeden zeytin yemeye gidiyormuşum gibi bir hava oluştu markette. yiyip yiyip almayacağımı bildikleri için artık küreği bile doğru düzgün uzatmıyorlar. hele çiğneme yaptığım sırada onların o eller belde baygın bekleyişleri… gözlerimi kaçırıyorum, hızlı hızlı çiğnemeye çalışıyorum falan. sanki gurmeymişim gibi tripler böyle gözleri kapatmalar vs.. bi ara espri yaptım “çay var mı yae??” dedim hani o kadar zeytin yedik bari bi çay içelim gibi o an bana komik gelen, fakat şu an bunları yazarken o kadar da komik olmadığını farkettiğim son derece boş bi espri yaptım. o kadar anlamsız gözlerle karşılık verdi ki, uzatamadım.

    sonra dedim ki ulan deneyip deneyip almıyorum bari anlamlı bi nedeni olsun, bi muhabbet olsun, bi sıcaklık olsun..anadoluluk katayım işin içine duygusallık katayım dedim ve durduk yere “bizim köydeki gibi değil ya” dedim. ulan hayatımda köy mü görmüşüm ne köyü hangi köy? tamamen saçma sapan gereksiz bir muhabbet. kaldı ki bir beyaz yakalı istanbul çocuğunun eline, yüzüne, gözüne bulaşacak türden tehlikeli bir muhabbet. herif de “yoo bu doğrudan bizim köyden geliyor aynısı” demesin mi? bir de edremitliymiş, yani teoride daha iyi zeytin alabileceğin başka bir bölge yok :/ “siz nerelisiniz ki?” dedi. adam da tabii zeytin uzmanı şimdi merak etti edremit zeytinini beğenmeyen ve köydeki zeytinlerini özleyen bu yaman anadolu çocuğu hangi köyden, hangi bölgeden diye merak ediyor. ben de o heyecanla “istanbulluyum” dedim mi? orada da bi sıçtım mı? ulan zeytinleri yerim yerim almam, gereksiz gereksiz espriler yaparım, köylüyüm derim istanbullu çıkarım… bir de toparlayayım diye hemen arkasından “yani babam çemişgezekli” dedim. yazları onunla gideriz köye falan diye attıkça atıyorum adama ama alakası yok yani ben hayatımda bir kere bile gitmedim çemişgezek’e. bu muhabbeti duyan arka tarafta et reyonuna bakan bi adam aniden dönüp 94 desibel ile “neeeeee sen çemişgezekli misin ya!!!” diye satırla üzerime doğru bi koştu, hemşeriymişiz.

    “senin gibi sarı oradan nası çıkmış öyle yaa”lar olsun, “asıl kürtler sarı olurmuş zaten”ler olsun..adam neler neler anlatıyor, ne detaylar veriyor da bana köyün adını sorsa nüfus cüzdanıma bakmak zorundayım, öyle bi alakasızım konuyla ama inanılmaz duygulanmış gibi yapıyorum adama karşı gözlerimi doldurmaya çalışıyorum, ben de kaptırdım kendimi. aşırı gereksiz bi duygu yüklendi ortama. halbuki benim aklımdan o an tek bir şey geçiyor: şu köşedeki yeşil zeytini de deneyip sktirip gidicem. aklımda başka hiçbir şey yok. muhtemelen o zeytin de istediğim gibi çıkmayacak ama insanın aklı kalıyor işte. hayır anlamadığım şey ne biliyor musunuz? yaklaşık 20 dakikadır zeytin reyonunun önünde yaşadığım bu kararsızlık sürecinde en az 10 kişi gelip resmen denemeden zeytin alıp pıtır pıtır gittiler.

    bazen büyük bir trolling içinde olduğumu falan düşünüyorum. yani sanki benim evde özellikle çekmeyen bir kanalda bu yaşadığım ızdırabın realitysi döndürülüyor da kimse bana çaktırmıyor gibi. zaten bir yerde okuyup not almıştım; "hayatın bizle dalga geçtiğini şurdan anlayabiliriz; cahit sıtkı tarancı 'yaş 35, yolun yarısı eder' şiirini yazmış ve 46 yaşında ölmüş. sezai karakoç 'uzatma dünya sürgünümü benim' şiirini yazarak ölmek istemiş ve şu an 82 yaşında hala yaşıyor" deniyordu. yani gerçekten de ufak ufak bi makara dönmüyor değil, insan huylanıyor. madem şairlerden gidiyoruz, aklıma geldi..şemsi belli o zamanlar lise 1'e gidiyor, bir kıza aşık. kızın ismi nebahat. aynı sınıftalar ve nebahat'ın başka bir özelliği daha var: il jandarma komutanının kızı. yani oldukça tehlikeli bir kızdan bahsediyoruz, özellikle o dönem için. edebiyat öğretmeni o gün derste yahya kemal'in 'ses' şiirini işliyor ve şiiri okuması için belli'yi seçiyor. belli ise şiirdeki "his var mı bu alemde, nekahat gibi tatlı" dizesini "hiç var mı bu alemde nebahat gibi tatlı" diye değiştiriyor okurken. öğretmen çıldırıyor ve hatta artık nasıl bir muhafazakarlık hakimse ortama, belli okuldan atılıyor (oha). malatya'da o dönem başka lise olmadığı için elazığ'a gitmek zorunda kalıyor ve hatta o yıl bu perişanlık içinde sınıfta kalıyor. allah belanızı versin.

    bilenler bilir, başka bir tuhaf hikayenin kahramanı da ahmed arif'tir. kendisi cemal süreya'yı o kadar seviyormuş ki onun kız kardeşiyle daha bir kere bile görmeden evlenmek istemiş. cemal süreya konuyu kız kardeşine açmış ve bir şekilde ikisini tanıştırmak için zafer çarşısı'nda buluşma ayarlamış. herkes heyecanlı. süreya ve kız kardeşi gelmişler ve beklemeye başlamışlar. 1 saat, 2 saat, 3 saat..ahmed arif yok, mecbur kalkmışlar. daha sonradan öğreniyorlar ki ahmed arif gömlek bulamadığı için görüşmeye gitmemeyi daha mantıklı bulmuş. tabii bunu haber verecek telefonu da yokmuş. herkes bunu böyle naif bir hikaye olarak anlatır ama bence arif'in başına o gün başka bir şey geldi, yemiş süreya'ları. ayrıca araban olmamasını, evin olmamasını, telefonun olmamasını falan anlarım da, gömleğin de yoksa yani evlenme abi bi zahmet zaten. mesela ben doğru düzgün bir zeytin standardı tutturmadan bile evlenmeyi çok yanlış buluyorum. yarın karıma bunun mantıklı bir izahını yapamam. kısacası, o zeytini bulmam lazım, yardımlarınıza açığım.

  • 16 nisan 2017 referandum sonucu tahminleri

    15 senedir ülkeyi tek başına yöneten bir iktidarın "böyle rahat ve istikrarlı olmuyo ya" deyip, daha sınırsız yetkiler talep ettiği referandumun tahminleri. şahsi tahminim;

    hayır: 59,8
    evet: 40,2

    açıkçası böyle bir tabloya bile pek sevinemeyeceğim. zira ülkenin aşağı yukarı %40'nın hala diğer insanların yaşadığı mağduriyetlere bir empati geliştirememiş olmaları canımı çok sıkıyor.

  • türkiye'deki apartmanların karaktersiz olması

    özellikle avrupa'ya falan gidenler fark etmişlerdir, hangi sokağa girsen mutlaka güzel binalarla, evlerle karşılaşırsın. turistik yerlerden, müze binalarından falan bahsetmiyorum. sıradan insanların oturduğu bir apartmanın bile kendine has bir çizgisi ve estetiği vardır. mesela isviçre'deki en düşük gelir grubuna ait kantonlardan birinin (glarus) herhangi bir sokağına rastgele bir uçuş gerçekleştirelim; glarus

    yani türkiye'deki karşılığı güneydoğu anadolu bölgesi falan oluyor. ama ben karşılaştırmak için o bölge yerine türkiye'nin en zengin şehrindeki en zengin semtlerinden birine uçacağım (istanbul-etiler'e); etiler

    dikkat edin sizi çağlayan'a falan götürmedim. yani şuraya da götürebilirdim; caglayan ama götürmedim. elbette bu yabancıların kötü sokakları, kötü binaları olmadığı anlamına gelmiyor. mutlaka var. bizim de iyi sokaklarımız, estetik duran apartmanlarımız var ama kabaca bir değerlendirme yaparsak bizim istisnalarımız onların geneli gibi.

    tamam haydi avrupa'nın en zengin ülkelerini boşverelim, polonya'ya gidelim. hem de polonya'nın istanbul'una değil, konya'sına falan uçalım; poznan

    mesela sokakta biraz ilerlerseniz tek tük bakımsız binalar da görebilirsiniz ama bunların bile kapısından, penceresinden belli bir üsluba ve yoruma sahip oldukları hemen göze çarpar. örneğin: poznan'da bakımsız bir bina

    bizde ortalama bir apartman deyince estetikten tamamen yoksun, ruhsuz, herhangi bir üsluba sahip olmayan boyalı tuhaf yapılar geliyor aklıma. kanımca bu öylesine büyük bir sorun ki, oralarda yaşayan milyonların ruhsal durumlarını da oldukça etkiliyor. kısacası oturduğumuz apartmanlara benziyoruz. allah aşkına şu apartmanda yaşayan birisinin çevresine pozitif enerji verebilmesi, normal, sağlıklı bir insan olabilmesi mümkün mü sizce?: sayko apt. apartmanın o desenleri emmiş bitirmiş zaten bütün enerjiyi.

    bakın en emici türk apartmanı desenlerinden biri de şudur: türk apartmanı deseni

    bu apartmanlar bizi otomatikman şuna dönüştürüyor zaten -> çal keke çal

    şu foto da varoşlardan falan değil, istanbul'un kalbi şişli'deki bir sokaktaki apartman: şişli minimum 2000-2500 lira da kira istiyordur. yani asgari ücretin oldukça üzerinde.

    bir karşılaştırma yapacak olursak; mesela ingiltere'deki asgari ücretin yaklaşık bu kadar üzerinde böyle bir kira ödeyebiliyorsanız londra'nın merkezinde şu dubleks dairede yarın oturmaya başlayabilirsiniz: londra merkez

    bakın bir de şöyle bir şey var biliyorsunuz: çağlayan'da yeni binada ulaşımı kolay 3+1 lüks daire ^_^ : lüks çağlayan

    şimdi 'büyük resmi' görelim: lüks uçtu beybi sizin ben aranızdaki uçurumu skeyim.

    aaaa 'fransız balkon' meselesi var bir de. yeni yeni apartmanlar yapılıyor ve en az 50-60 sene de bu apartmanlarla yaşayacağız: fransız balkon

    bu öyle büyük bir furya ki bir sabah uyandığınızda o ucuz malzemelerle götünüze fransız balkon korkulukları inşa etmeye çalışan minnoş bir ustayla göz göze gelebilirsiniz. korkarım itiraz etme şansımız bile olamayacak, belediyeden çoktan onay almışlardır.

    bu arada fransız balkon kültürü üzerine araştırma yaparken bakın şuna denk geldim arkadaş bu nedir? https://goo.gl/k2dybf (link uçarsa: acayip balkon) photoshop falan değil, inşaatçının sitesi bu. olm kapı nerede? misafirler geldiğinde elinizde çaylarla pencereden aşağı atlayıp balkona ulaşıyorsunuz. yalnız şimdi düşündüm de şu mevcut fransız balkonlardan çok daha mantıklı biliyor musunuz? en azından açık havada oturuyorsunuz mis gibi. dalga geçmiyorum.

    peki biz hep böyle miydik? ilginçtir ki teknolojinin ileri olmadığı çok daha eski yıllarda çok daha iyi işler çıkartmışız.

    mesela haydarpaşa garı 1908 yılında açılmış ama şu estetiğe bakar mısınız? -> haydarpaşa garı (estetiği bozan tek şey o kaynaktan demirlerle sonradan tepesine diktikleri ucube renkli amblem, acımamışlar da)

    haydarpaşa garı'nı yapan mimarlar ise o dönem çalıştıkları süre boyunca konaklayacakları ayaküstü bir yer yapalım demişler ve şunu yapmışlar -> sünget apartmanı (durun ağlamayın dostlar)

    mesela aradan 150 yıl geçmiş ve biz yeni ankara tren garı'nı böyle yapmışız -> yeni ankara tren garı (az kalsın sanki ön tarafa yine dayanamayıp fransız balkonları çakıyorlarmış da son anda aklı başında biri çıkıp "napıyosunuz amk saçmalamayın" demiş gibi değil mi?)

    1894 yılında yapılan rumeli pasajı'ndaki detaylar -> rumeli pasajı

    1990 yılında yapılan okmeydanı perpa pasajı'ndaki detaylar -> perpa (lollll)

    1886 yılında şişli'de yapılan saint michel lisesi -> saint michel lisesi

    2000'li yıllardan beri her yerde gördüğümüz liselerden biri -> normal lise (tamam kardeşim hepsini saint michel gibi yapma eyvallah da en azından şu istanbul'da 10 tane şuna benzer bir şey olsun -1930 öncesi hariç-)

    her şey ileri giderken mimarinin bu kadar gerilemesi gerçekten akıl alır gibi değil. özellikle 16. yy'da zirve yapan osmanlı mimarisinin klasik çağı etkisini yavaş yavaş kaybetse de 19. yy'a kadar bir şekilde devam etmiş. aralarda batıdan etkilenmişiz, barok, rönesans vs.. birinci dünya savaşı'ndaki sıkıntılara rağmen bile mimar ahmed kemalettin ile vedat tek neo-klasik bir akım başlatabilmişler.

    vedat tek tarafından yapılan büyük postane: büyük postane

    1920'li yıllarda yapılan ziraat bankası: ziraat bankası genel müdürlüğü

    keza ikinci dünya savaşı sonrası bir on yıllık dönemde dahi ulusal bir mimari akım bu topraklarda nefes alabiliyormuş. tahminen 60'lardan sonra devlet kadrolarına yerleşenler o kadar önemli bir işi (şehir planlaması) ciddiye almamışlar ki bence en büyük ihanetlerden biri yapılmış. bunu yarın sabah 9'dan itibaren ciddiye alsak bile bu kentsel dokuyu düzeltmemiz yüzyıllar alacak.

    yahu şu coğrafi bölgeden sağlıklı bireylerin yetişme şansı en fazla yüzde kaç olabilir -> kentleşme

    düzeltmeyi bırakın, mevcudu bozmaya da devam ediyoruz. buyurun haliç'teki siluetin tam ortasından bıçak gibi geçen metro köprüsü -> haliç metrosu köprüsü yabancılar buna kısaca "whaddafuck!?" diyorlar. koskoca unesco kadir topbaş'ı aradı, "yapmayın etmeyin, sizi 'miras listesi'nden çıkartmak zorunda kalırız" dedi dinletemedi. ulan listesini geçtim, yapma kardeşim yapma ayıptır..bir de mimar olacaksın.

    iç açıcı bir fotoğraf olarak 1900'lü yıllarda büyükada'da yapılan bir kulüp binası: büyükada anadolu kulübü*

    1960'lı yıllardan sonra ise sadece sivillerin yaptığı binalar değil, devlet binaları da hızla tuhaflaşmaya başlıyor. hatta 'bakanlık üslubu' diye bir kavram bile gelişiyor galiba. son derece çirkin, depresif ve ruhsuz kamu binaları sarmaya başlıyor dört bir yanımızı. büyük bir mimari kopuş yaygın bir pratiğe dönüşüyor.

    bu alandaki şaheserlerden 1960 yapımı tki binası -> türkiye kömür işletmeleri binası çok merak ediyorum, adam şunu tasarlarken karısıyla nasıl bir kavga ediyordu acaba?

    tüm bunları nasıl bir motivasyonla yazdım bilmiyorum, bi başlayınca devamı geldi işte. alanım falan da değil açıkçası. neyse, belki de yarın istanbul'da bir inşaata başlayacak olan bi müteahhit okur mokur da "harbiden lan bu da fransız balkonsuz değişik bir şey olsun" der bir işe yarar, kim bilir. bir apartman bir apartmandır.

    edit: bazı arkadaşlar "parasızlıktan yapılmıyor, ucuza mecburuz" yazmış. türkiye'nin nice güzel binaları 1850-1950 arası yapılmıştır. bu dönemin çoğunluğunu 'yokluk dönemi' olarak nitelendirebiliriz. hem de iki dünya savaşı var bu dönemde ama estetik kaygılar kentsel dokuyu koruyarak devam etmiş. keza yoksul nice ortadoğu ülkesi bile onca iç savaşa rağmen kendilerine has bir ruha sahip mimari atmosfer yaratabilmişler ve bunları korumuşlar. avrupa'nın fakir köylerine gidin bi dolaşın, kendinizi masalda dolaşıyor zannedersiniz. bu mevzu bu kadar basit açıklanabilecek bir mevzu değil, kusura bakmayın.

    edit 2: arkadaşlar glarus'tan koyduğum fotoğrafı (ilk link) orası işlek bir cadde olduğu için daha da adil olmak adına değiştirdim (önceki fotoğraf şuydu: https://goo.gl/rqz9cv).

    *daha önceden bu binanın tarihini 1950 olarak yazmıştım, bir arkadaş (@alkolsuz parabensiz) uyardı, binanın yapım yılı 1900'ler. eskiden bi yat kulübüymüş, sonra anadolu kulübüne devredilmiş.

  • amsterdam'a gidip ilk günden kendini bozmak

    aslında her şey güzel başlamıştı. bir iş için hayatımda ilk kez amsterdam'daydım. işlerimi halledince akşam merakımdan bir coffee shop'a (amsterdam'da çeşit çeşit uyuşturucu deneyebileceğiniz kafelere deniyor) uğradım. biraz millete bakıp çıkacaktım..ortama uyum sağlayayım diye ben de bir 'cuğara' aldım, hayatımın en sayko gecesini yaşayacağımdan habersiz. daha önce normal bir sigara içmişliğim bile yok. dolayısıyla sigara kullanmadan doğrudan uyuşturucuya başlamıştım. aman ne olacak, biraz gevşerim ederim falan diye düşünüyordum, ama o bile olmadı. "anaaaee bu muymuş lan marijuana??" dedim ve inceden bi artistlik geldi bana. o artistlikle mantara benzeyen şeylerden de söyledim..meğer ortamdaki en güçlü şeymiş. 5-6 dakika sonra tuhaf duygu değişimleri bedenimi ele geçirmeye başlamıştı. o sırada inanılmaz güzel bir kız (ya da o an bana öyle gelen, bilemiyorum) hemen yan tarafıma oturdu.

    aniden kalkıp saçma bir şekilde elini öptüm ve "welcome" dedim. ulan bi bak di mi belki erkek arkadaşı var, belki adam arabayı park ediyor? ancak deli cesaretimin önüne geçemiyordum. kız da oldukça sempatik bir biçimde "thank yüüü..you are so kinddd" gibi bir şeyler söyledi. "hanımefendi" dedim.."do you know why a man kisses a woman's hand?". "bilmiyorum canım neden?" dedi. "çünkü you have to start from somewhere" şeklinde cevap verdim. ilginç bir şekilde bu basit esprim julia'yı güldürmüş ve bizi birbirimize daha da yakınlaştırmıştı. istanbul'da kendini frenleyen soner gitmiş, yerine vitesi boşa almış bir korsan taksi gelmişti. sohbet sohbeti, dumanlar dumanları kovaladı. hayatımda ilk kez bu kadar yabancı bir ülkede bu kadar kısa sürede bu kadar güzel bir kızla bu kadar ilerleme sağlamıştım. mantarlar beynimde halay çekerken, ben ise çapkınlık kariyerimdeki en başarılı gecemi yaşıyordum.

    tüttürmesi biten julia ayağa kalktı ve "ben gidiyorum" dedi. "nereye yaa hiçbir yere gitmiyorsunn otur künefe söylüyorum hayııııırrr" dedim. saatin geç olduğunu, eve gitmesi gerektiğini söyledi. "ben de geliyorum o zaman hehe" dedim esprisine. "gel" dedi. gözlerim tavşan gibi açılmıştı..bu ani teklifin şokunu kısa sürede atlatır atlatmaz tabii ki hemen kabul ettim. ulan bu kız kim, nedir necidir..psikopat mıdır, manyak mıdır..bi yere gidiyoruz ama nereye gidiyoruz..her şeyin bu kadar hızlı gerçekleşiyor olmasında korkutucu bir tuhaflık yok mu? üniversite hayatımız boyunca "abi avrupalılar acayip yaaaaaaa seks onlar için yemek yemek gibi olmuş abiii çok normal abiiiiiiiii" şeklinde kafamızı sken gerizekalı tolga geliyor aklıma. ulan tolga haklıymış mk diyorum içimden ve bu sırada güzel bir apartmanın önünde durup iniyoruz taksiden, teşekkür ediyorum tolga'ya.

    eve girdikten sonra neredeyse salonda hiç oturmadan doğrudan yatak odasına doğru ilerliyoruz. sanki ikimiz de zaten bu an için çok önceden sözleşmişiz gibi. ne kadar güzel anlaşıyoruz lan diyorum içimden evlenirim ben bu kızla valla mis gibi kız, amsterdam'a da yerleşirim oooohh sonra "türkiye'den siktir olup gitmek" başlığına entryler döşerim akşamları. bu düşüncelerle yatağa oturuyorum. "ben gelene kadar sararsın içeriz:)" deyip küçük bir torba atıyor önüme ve banyoya doğru gidiyor.. resmen türk filmlerindeki minik beyaz uyuşturucu torbası bir şey. bi de sarmalık kağıtlar var..sanırım torbanın içindeki o toz gibi şeyleri kağıda sarmamı istiyor. ayıp ettin yaa sarma işi bende rahat ollll gibi garip bi kaş göz hareketi yapıp elimi kaldırıyorum julia'ya. yalnız muhtemelen 5 dakikam falan var ve ben açıkçası daha önce hiç böyle bir şey sarmadım arkadaşım. coffee shop'ta da hazır sarılı gelmişti bunlar. nasıl saracağım ne edeceğim en ufak bir fikrim yok. tabii burada tanıştığım ilk gece beni evine davet eden bu kadar güzel bir hanımefendiye rezil olacak halimiz yok. ne dicem kıza banyodan dönünce "senin gelmeni bekledim çünkü ben hayatımda hiç böyle bişey sarmadıııımmm ¯\_(")_/¯" mı diyecem? ölürüm de demem.

    hemen telefondan youtube'u açtım, maşallah ecnebiler her şeyi düşünmüş, step by step anlatıyorlar nasıl saracağımı edeceğimi ama zamanla yarışıyorum tabii hızlı hızlı geçiyorum adamın iki saat süren girizgah konuşmasını. pezevenk patlıcan musakkka yapacak sanki öyle gereksiz bir uzatma öyle gereksiz uzun uzun cümleler... neyse adam ne yaparsa aynı anda aynısını yapıyorum..aç diyor kağıdı açıyorum, koy diyor otu koyuyorum..sar şimdi diyor aynı şeyleri yapıyoruz ama benimki öyle olmuyor işte çıldıracağım. geri alıyorum videoyu, tekrar sıfırdan yapmaya çalışıyorum..kağıdın bile tam aynı yerini yalıyorum ama yok..her şey aynı ancak onunkiler tam filmlerdeki gibi süper olmasına rağmen benimkiler bildiğin annemin biber dolması gibi hayvan gibi bişey oluyor. kız birazdan gelecek ve bana gtüyle gülecek ama yapacak da pek bir şey yok elim ayağım titreye titreye son bir kez daha sarmaya çalışıyorum, tam bir uyuşturucu müptelası gibiyim uzaktan. anam babam şu kareyi görse saniyesinde kahırlarından ölürler. ulan insan amsterdam gördü mü kendini birinci günden bu kadar mı bozar be kardeşim? son sardığım şey yine ayı gibi olmasına rağmen yapacak bir şey yok diyorum... julia o sırada banyodan çıkıyor ve yanıma uzanıyor. "culi" diyorum artık kısaca. muhabbet esnasında gözüm karşı raftaki tüylü kelepçeye takılıyor. "o ne culi?" diyorum biraz gülerek. "aaaaa haaaaa" diyor ve kalkıp aldıktan sonra kulağımın dibine kadar girip sessizce "kelepçelenmek mi istiyorsun?" diyor. ben daha cevap veremeden, culi alıyor iki kolumu da açıp iki saniyede kelepçeliyor beni yatağa ve 2-3 dakika içinde de soyuyor. aslında daha hızlı soyması lazım dimi? fakat üzerinizde modaya uymak için giydiğiniz o daracık kotlardan varsa bu öyle kolay bir iş değil işte güzel kardeşim. kız kotu çıkarana kadar anası ağladı, bi de ellerim yatağa bağlı ya yardımcı da olamıyorum..kız beni çekiştirdikçe anca uzuyorum yatakta. neyse sonunda hallettik ancak culi bu kadar uğraşınca bunaldı ve o saçma sapan sardığım şeyi pek incelemeden alıp yaktı. gözlerini kısıp derin derin 2-3 duman çektikten sonra o gözler bir fırladı, öksüre öksüre almanca küfürler eşliğinde odadan fırlayıp balkona koştu..garip garip sesler çıkarıyo. meğer o torbanın içinden azıcığını koyacakmışım o kağıdın içine..ne bileyim lan ben hepsini doldurdum işte güzel olsun diye. az kalsın öldürüyomuşuz culi'yi mk. bana dönüp "whad da fcukkkkkk!??" diye bağırdı. "valla ben öyle içiyorum yaee" dedim kelepçeli ellerimi oynatarak..hala artistlik peşindeyim. o an "iç ulan, iç bakayım nası içiyomuşsun!" deyip o biber dolmasını ağzıma dayasa (ki öyle bakıyor) karizmayı çizdirmemek için 1-2 duman çekip ölmekten başka yapabileceğim hiçbir şey yok ama allah'tan öyle bir durum olmuyor.

    tekrar yanıma yamacıma gelen culi'den özür diliyorum.."ok ok no problem" diyor ama pek iyi değil gibi sanki. "bir saniye" deyip banyoya gidiyor. ulan benim de biraz tuvaletim geldi ama şimdi iki saat elleri çözdür cıbıl cıbıl banyoya git gel falan..hiç seksi değil. uğraşmak istemiyorum, bekliyorum. 5 dk..10 dk..15 dk.. insan da inceden tırsıyo yani ne kadar fantazi falan da olsa sonuçta tanımadığın bilmediğin bir yerde kelepçeli cıbıldak bekliyosun abi ses yok seda yok. insanın aklına her şey geliyor. bi de camı biraz açık bırakıp gitmiş, hava en fazla 10 derece, inceden oradan bi esinti gelip duruyor. şimdi ben ayaklarımla o battaniyeye uzanıp üzerime sererim de çok amele bi görüntü olur, oldu olacak içlik de giyeyim. estetik yine konfora karşı galip geliyor, öylece bekliyorum. sonra bi anda daire kapısı açılıp gümmm diye kapanıyor. biri mi geldi noldu lan diye kıpırdamadan sincap gibi dinlemeye çalışıyorum evi ama hiç ses yok. "culi?" diyorum.."culiii?" ulan kız dışarı mı çıktı bana bir şey söylemeden noluyo olm?? şeklinde deliriyorum kendi kendime ama belki de çöp atmaya gitti hemen gelecek falan diye düşünüyorum. yine dakikalar geçiyor, sonra bi ambulans sesi duyuyorum dışarıdan..sanki apartmanın önünde duruyor, bi feryatlar figanlar..işte o an kafayı oynatıyorum. artık benim burada culi'yi 1 dakika daha bekleyecek halim yok. bi de nası korkmuşsam acayip kakam geldi zaten cam da açık bembeyaz çarşaflara sıvamak üzereyim ama kurtulamıyorum mina kodumun tüylü kelepçelerinden..sallayıp sallayıp duruyorum ellerimi yok çıkmıyorlar. anahtar falan bakınıyorum etrafta deli gibi ama yok..ulan beni de mi fetö'den tutukladılar acaba benim mi haberim yok diyorum? belki de amsterdam için böyle bir konsept düşünmüşlerdir? zaman ilerliyor ve o kadar uğraşıyorum ki kurtulmak için, yorgun düşüp biraz dinleniyorum. hala culi gelecek diye bi umudum var ama belki de culi'nin yarın öğle namazıyla beraber amsterdam merkez camii'nden cenazesi kalkacak bilemiyorum. aklımda binbir senaryo var ve hepsi birbirinden kötü. zaman geçiyor..1 saat daha bekleyip "help meeeeeeeeeeeee" diye bağırmayı planlıyorum çünkü artık başka bir çözüm gelmiyor aklıma.

    1 saat dolarken aklıma 'siri' geliyor (telefona sesle komut verebilmenize yarayan bir uygulama). eğer uzaktan siri'yi çalıştırabilirsem polisten yardım isteyebilirim? yalnız işin içinde hem uyuşturucu var, hem de ortada kız yok. benim şu yataktaki pozisyonu hiç saymıyorum bile. kızın başına gerçekten bir şey gelmişse tek şüpheli benim..bir sürü sorgu-sual..tüm bunlar beynimi kemiriyor, pek sağlıklı düşünecek bir durumda da değilim ve vazgeçiyorum polisi aramaktan. aklıma tamer bey geliyor. tamer bey bizim şirketin amsterdam'daki işleriyle ilgilenen biri. yalnız bu artık son çare çünkü işin sonunda büyük rezalet var. hayatı boyunca beni bir kez olsun kravatsız görmeyen adam anadan doğma eller iki yandan yatağa bağlı görecek ama yapacak bir şey yok çünkü öteki türlü en iyi ihtimalle burada unutulup ölüyorum zaten. bir şekilde anlatırım durumu, erkek erkeğin halinden anlar diyorum..en fazla biraz güler. "hey siri!" diye sesleniyorum telefona çaresiz. umrumda değil hiçbir şey, canımın peşindeyim artık ben. siri komut bekliyor..yine biraz düşündükten sonra "tamer bey'i ara" diyorum. siri tamer'i anlamıyor "hangi bey'i arayayım?" diye bana telefondaki binlerce bey'i sıralıyor. "siri!" diyorum.."adamı delirtme..tamer bey'i ara". aniden yanıt veren siri "taner bey aranıyor.." diyor ve tamer yerine taner diye çok alakasız ankara'daki bi tanıdığı arıyor. ne kadar seslensem de kapatamıyorum telefonu. açmasın diye dua ediyorum ama gereksiz taner bey 6. çalışta açıyor telefonu.."efendim soner'cim?" diyor. "nasılsın taner abicim?" diyorum. "napalım soner'cim be uğraşıyoruz hastanedeyiz şimdi yengeni getirdim" falan diyor. "aaaa abi çok geçmiş olsun ya yapabileceğimiz bir şey var mı?" diyorum (mk sen önce bi kendine bak bakayım kendine hayrın var mı acaba şu an?). "yok soner'cim çok teşekkür ederim eksik olma" falan diye böyle uzun uzun gereksiz ne kadar muhabbet varsa bi 10 dakika devam ediyoruz bu şekilde. en son "bak yengen de bi alo demek istiyor" diyor ve bi 10 dakika da yengeyle konuşuyorum o şekil, bitmiş durumdayım. hayır "yengecim ben çıplak yatağa bağlıyım da şu anda şarjım bitmesin" falan da diyemiyorsun ki...

    telefonu kapatır kapatmaz "senin allah belanı versin siri" diyorum. o sinirle yatağı öyle bir sallıyorum ki yatak başının oldukça gevşediğini farkediyorum. biraz daha..biraz daha derken yatak başını hooopp olduğu yerden çıkartıyorum ama kollarım hala iki yandan bağlı. ben ve yatak başı evde gezmeye başlıyoruz..dikine dikine geçiyoruz kapılardan. koridordaki uzun aynada kendimle karşılaşıyorum, tipimi skyim. üstümü giymeye çalışıyorum ayaklarımla ama o şekilde imkansız. culi gerçekten yok evde.. daire kapısını açıyorum, sokağa fırlamak istiyorum ama çırılçıplak yatak başlı birini şu terör ortamında polis uzaktan vurabilir bence..hiç gerek yok. önce siri'ye lokasyonumu soruyorum ve bunu kaydediyorum. sonra "en doğrusu 112'yi aramak" diyorum ve amsterdam polisinden yardım istiyorum. 3 dakika içinde ulaşıyorlar bana ama adamların o ilk beni gördükleri ifadeyi buraya kopyalayıp yapıştırmam lazım çünkü pek yazarak anlatılabilecek bir durum değil.

    artık gün ağarmak üzere..polis merkezine gidip ifade veriyorum. polislerden o evde julia isminde birinin oturmadığını, kendisinin helena isminde polonyalı bir seks işçisi olduğunu ve hırsızlık başta olmak üzere çeşitli sabıkaları bulunduğunu öğreniyorum. küçükken annemin gününe gelen bir kadın vardı..ben herkesin elini öperken o fııışşştt diye tek harekette koltuk altından sutyenini çekip çıkartmıştı, hayatımda izlediğim en iyi sihirbazlık gösterisiydi, hala hayret ederim..işte en az o kadar şaşırmıştım. meğer ben ne hayaller kurarken o benim avrolarımın peşindeymiş. ulan senin dövizdeki dalgalanmalardan haberin var mı? bugün 1 avro olmuş kaç tl..baştan söylesene arkadaşım niyetini:'(( beni oldukça üzen bu culi gerçeği karşısında 'ye, dua et, sev' isimli kitapta yazan bir bölüm geliyor aklıma; "julia'ya çaresizce bağlanmıştım. ama çaresiz bir aşkta, karşımızdakinden bizim ihtiyacımıza göre belirlenmiş bir role bürünmesini isteriz. o tabii ki eninde sonunda bu rolü reddeder ve biz perişan oluruz." perişan olmuştum.

    bir flash tv 'gerçek kesit' finaliyle bitirirsek;

    culi kod adlı helena: polise verdiği ifadeye göre evden çıktığı anı kesinlikle hatırlamıyor (biber dolması?) olaydan sonra memleketine dönüp yarım bıraktığı okuluna devam etti. hemşire olmak istiyor.

    soner: ülkesine döner dönmez uyuşturucu ile mücadele derneği'ne üye oldu. dernek başkanı kilo kilo esrarla yakalanınca sinir krizi geçirdi. tedavi görüyor. ilgili haber: http://www.cumhuriyet.com.tr/…srarla_yakalandi.html

    yatak başı: olaydan sonra yine yatağa monte edilmek istese de hiçbir amsterdamlı usta bunu başaramadı. artık bağımsız bir şekilde salonda takılıyor.

    tüylü kelepçeler: girdiği bunalım sonucu tüm tüyleri döküldü ve eve gelen polisler tarafından sahiplenildi. amsterdam çocuk şubede çalışıyor.

  • saldırgan telefonunda tespit edilen 4 haneli şifre

    --- spoiler ---
    nüfus cüzdanını otelde bırakan rus büyükelçi andrey karlov'un katili mevlüt mert altıntaş’ın ele geçirilen cep telefonunda, 4 haneli şifre tespit edildi. kırılamayan şifreler için ruslar destek verecek.
    --- spoiler ---

    abi tuş kilidi olmasın o? ruslara gerek yok, götürün sirkeci'ye iki dakikada kırsınlar.

    bu arada ilgili haber.

  • üst üste mağlubiyetler alan hocayı desteklemek

    ortadoğu'daki bir futbol kulübünün başına gelen ilginç bir hadise. hem de son sezonda üst üste 16 mağlubiyet almış bir futbol takımının başındaki hocayı destekliyorlar.

    sadece taraftarlar değil, gazeteler falan da hocanın arkasında.

    bir yenilgide suçlu karşı takımın forveti olurken, bir başka yenilgide sorumlu hakem olabiliyor..zeminden de şikayet ediyorlar. bunun yanında, aldıkları her mağlubiyette uefa'nın kirli planlarının payı büyükmüş ve takım üzerinde büyük tezgahlar oynanıyormuş. gazeteler de her gün böyle manşetlerle çıkıyor.

    taraftarlar bu büyük oyunun farkında olduğu için hocanın arkasında duruyorlar. #teknikdirektörümüzegüvenimiztam diye hashtag kampanyaları başlatmışlar.

    ayrıca hocayı hem teknik direktör hem de takımın başkanı olarak görmek istiyorlarmış. yönetim kuruluna bile ihtiyaç olmadığını söyleyenler var.

    ne diyelim, allah her teknik direktöre böyle tribün desteği nasip etsin.

    haber linki şurada bir yerdeydi de nedense şimdi bulamıyorum :/

  • liberal demokrat parti'li hamit

    normalde yazdığım şeylere gelen çeşitli olumsuz yorumları ayrı bir entry ile cevaplamak adetim değildir. hele ki bu kadar sevilmiş bir hikayede bunu yapmak istemezdim ancak sanırım konu hamit olduğu için biraz hassas davranıyor olabilirim. bir arkadaş hamit'i aşağıladığımı söyleyerek bazı örnekler vermiş. belki başkaları da bu doğrultuda düşünmüş olabilir diye kısa bir açıklama yapmak isterim.

    örneğin "hamit'in "çakma" deri ceketi, 8. el cep telefonu" falan demişim yazıda. önce bunu açıklayayım;

    bunlar aşağılama tanımlamaları değildir. 5 senede tanıdığın insanı 5 dakikada karşı tarafa anlatabilmek için bazı betimlemelere, detaylara ihtiyaç duyarsın. bir karakteri anlatırken değinilen detaylar sayesinde onu hiç tanımayan okuyucular belleklerinde karakteri ince ince yaratırlar. hatta mesela orada ilgili cümlenin devamında "onun ekranı çatlak 8. el telefonlar kullanan ama hayattan muazzam zevk alan hali, kafaya çok şey takmayışı..." ve hemen ardından yazdığım "..hamit'in sıradan bir günde yaptığı şeylerin yüzde 10'unu yapabilmek için hafta sonunun gelmesini bekleyenlerdendik, hamit ise vakti bol bir ücretsiz yaşam rehberiydi." cümleleriyle kendi maddiyatla örülü modern dünyamın(mızın) eleştirisini yapmaya çalışıyorum ancak bu cümlelerden hareketle basitçe hamit'i aşağıladığımı düşünen arkadaş ne yazık ki bunu fark edebilecek inceliğe sahip değil. bu gerçekten dokundu bana ve açıklamak istedim. bunun yanında benim abim de halen akıllı telefon almamakta ısrar etmekte. ben bunu da ortamlarda "adam hala tuşlu nokia kullanıyo mk" şeklinde anlatıyorum. bu ifade herhangi bir aşağılama içermez. ancak eğer hikayenin içinde; "8. el cep telefonu kullanıyor gerizekalı yaaa :))" deseydim, bak bu aşağılama olabilirdi işte. aradaki farkı umarım anlatabilmişimdir.

    bunun dışında aynı arkadaşa göre; hamit'e bey'liği layık görmemişim ve onu yine aşağılamışım. yazıdan örnek verdiği yer şu;

    "hamit bey (dikkat edin bey) bizim mahallenin imamıydı" dedi ve kesinlikle espri falan yapmıyordu"

    hikayeyi bir bütün olarak ele aldığınız zaman orada parantez içindeki (dikkat edin bey) ifadesi, hamit ile ilgili kişi arasında bizim ilk kez şahitlik ettiğimiz farklı düzeyde bir ilişkiye karşı olağanüstü şaşkınlığımızı ifade eder. bunu bu doğrultuda okuyan 100 kişiden 99'unun da böyle anladığına eminim. ne layık bulmaması yahu? sinema filmi olmadığı için o anlık şaşkınlığı klavyeden kısaca nasıl anlatabilirim bilemiyorum. bir şeye şaşırmanız için ille de onu layık bulmamanız falan gerekmez.

    aynı eleştirileri sıralayan arkadaşa göre hamit'i yalancı buluyormuşum. bir insanı 'yalancı' olarak tanımlamak ile aynı insanın çoğu zaman zararsız konularda kendini biraz fazla abartmasını komik bulmam ve buna biraz takılmam arasında oldukça fark olduğunu düşünüyorum. hamit ikinci kategorideydi ve bunu kısmen anlatmaya çalıştım yazıda. hamit mutlaka makinelerden anlıyordu ki yazıda "iş çıktığı zaman gerçekten de gider hallederdi. becerikliydi hamit" diye bir bölüm de var. ama mesela hiç teknik liseye falan gitmedi. fakat ortamlarda teknik okul mezunu olduğunu öylesine ciddi bir şekilde (kendine o konuda güvendiğinden) söylerdi ki biz bu ciddiyete gülerdik işte biraz. kuran'ı da biliyordu ama biraz işte. kesinlikle imamlık yapabilecek düzeyde bilmezdi..hatta bilgisini ispat etmek isterken herkesin bildiği bir sureyi yanlış okuyunca çok güldürmüştü bizi.

    son olarak; hiçbir insan dosdoğru değildir. hiçbir insan melek değildir. hiçbir insan sadece iyiliklerden oluşmaz. kötülükler, iyilikler, 'düzenbazlıklar' ve 'salaklıklar' her insanda vardır. aynı zamanda hiçbir insan saf kötü değildir. hiçbir insan sadece sinsi veya içten pazarlıklı olmaz. gerçek dünyadaki insanlar filmlerdeki insanlara benzemezler ve filmlerdeki karakterleri en çok bundan dolayı sevmem. hamit de bu dünyada yaşayan bizler gibi iyilikleri-kötülükleri birbirine karışmış birisiydi. ama şunu net olarak ifade edebilirim ki; hamit genelde iyi bir insandı. bunu, onu yakından tanıyan çoğu kişi böyle söyleyecektir.

    bunlar dışında, bana bu eleştirileri yapan arkadaşa katıldığım bir nokta var; yıllar geçtikçe artan bir pişmanlık. evet belki de daha çok ciddiye almalıydık o günler (hastalık günleri) hamit'i. yalnız şunu söyleyeyim o ciddiye çok almadığımız süreç 1 haftayı geçmez. sonra işin ciddiyetini anlayıp maddi manevi yanında olduk. ancak o aynı ciddiyeti kendine göstermemişti ve kendini iyi hissedince ilaçları bırakmıştı. yine de belki daha da ilgilenebilirdim, belki daha çok kontrol edebilirdim diye bir pişmanlık hissi var evet ve bunun önüne geçemiyorum. o ise bence şu anda cennetten bana bakıp "ulan hadi bırak şimdi beni, kaç kız düştü onu söyle" diyordur. cennette olduğundan nasıl emin olduğuma gelince..bu başlığın altında başka bir arkadaşın yazdığı gibi; "o bi yolunu bulmuştur".

  • liberal demokrat parti'li hamit

    iyi hatırlamam tarihleri ama sanırım ya 1998 ya da 99'du. o zamanlar lisede okuyor, siyasete ilgi duyuyordum. henüz hamit’le tanışmamıştık. şimdilerde olmayan, o zamanlar olmasa da olan kanal e diye abuk bir kanalda, besim tibuk diye biri konuşuyor, konuştukça ekrana kilitleniyordum. evde babam falan varsa “adam güzel konuşuyor” deyip, onunla beraber izliyorduk. besim tibuk liberal demokrat parti’nin başkanıydı.

    adamı sürekli takip etmem babamın da dikkatini çekmiş olacak ki, “istersen seni tanıştırayım, tanıyorum” dedi. hamit’le ise hala tanışmamıştık…

    besim bey bizi odasında ağırladı, “ne içersin?” dedi. ben de heyecandan “hiç..” dedim. “iç..iç bişey iç, çay iç” dedi. “olur” dedim. babam “bizim çocuk da yazıyor bir şeyler, yanında getirdi” dedi. siyasetle ilgili yazılarımın olduğu sayfaların çıktılarını besim bey'e verdim. besim bey yazılara baktı, okudu mu, okur gibi mi yaptı, tam anlamadım ama inceledi yani epey…

    3 kötü yazı, 1 iyi yazıyı götürmemiş olacak ki, sohbetin sonlarına doğru “gel sen bizim gençlik kolunda çalış” dedi. uçtum, uçtummmm havalara uçtummm..gören nasa'da terfi etti sanar. hamit ise o yıllarda işsizdi.

    bu ziyaretin ardından ben deliler gibi ldp gençlik kolları’nda çalışmaya başladım. pazartesi il başkanlığı'na, diğer günler okuldan çıkıp ilçe başkanlıklarına gidiyordum. o kadar çok çalıştım ki hemen 2-3 hafta sonra bi ilçenin gençlik kolu başkanı yaptılar beni. özellikle 35 yaş altı kim varsa herkesle ben ilgilenirdim. hamit o zamanlar dyp’deydi ve biz hala tanışmamıştık.

    bir gün boş boş ilçe başkanlığında oturuyordum. kapı çaldı. hamit geldi. üzerinde bir takım elbise vardı, kibar konuşuyordu. partiye kayıt olmak istiyordu. ben hemen formları çıkarttım. “ne iş yapıyorsunuz?” dedim, hamit hiçbir iş yapmamasına ve okul okumamasına rağmen hafif tebessüm ederek, “makine teknikeriyim” dedi. ve hamit, neredeyse onu tanıdığım seneler boyunca, işini soran herkese hafif tebessüm ederek, “makine teknikeriyim” diyecekti. çok sallardı hamit.

    hamit bizim toplantılara gelmeye başladı, ilginç bir tipti. mail adresi : hamit@yahoo.com’du (yemin ederim) ama bilgisayarı yoktu. bir gün merakımdan o mail adresine mail attım. cevap verdi. gerçekten de mail adresi onunmuş, anladım.

    hamit’in evi de yoktu. arabayla milleti her zaman aynı adrese bırakırken, hamit’i her zaman farklı bir adreste bırakırdık. bazen “beni internet kafeye bırakın” derdi, bazen hiç para ödemediği bir meyhanenin önünde inerdi.

    hamit’i çok kişi sevmezdi ama biz 3-4 arkadaş ve hamit hep beraberdik. bağımlılık yapardı hamit.

    onun parasız, işsiz güçsüz gezen, sürekli aynı elbiseleri giyen, ekranı çatlak 8. el telefonlar kullanan ama hayattan muazzam zevk alan hali, kafaya çok şey takmayışı ve tüm bunlara rağmen kendine olan anlamsız özgüveni bizi bizden alıyordu. eğer buluşuyorsak, hamit olmadan buluşmanın anlamı yoktu artık bizim için. şahsına münhasırdı hamit.

    pastaneye giderdik. herkes menüden tatlısını seçerken, o tüm tatlılardan karışık bir tabak isterdi. garson da biliyordu artık, hamit oturur oturmaz garsona “asorti” derdi, garson hamit’e özel tatlı tabağını getirirdi. kebapçıya gitsek mutfağa girer, etleri inceler, ustayla sohbet ettikten sonra kararını verirdi ve hiç hesap ödemezdi hamit.

    dedim ya işsizdi hamit, çalışmazdı. ama süper 'çalışıyormuş' taklidi yapardı. cebinde hep kartvizitleri vardı. kocaman yazardı; 'makine teknikeri' diye. gerçekten de bazen iş gelirdi, arayan olurdu, koşa koşa giderdi..nasıl yapıyorsa yapardı. becerikliydi hamit.

    bir gün de hiç unutmam partide yaptığımız toplantılardan birine bi çocuk geldi. hamit'i bilmem nereden tanıyormuş. biz ilk kez hayatımızda hamit'i tanıyan birini görüyorduk. "nereden tanışıyorsunuz?" demiştim. "hamit bey (dikkat edin bey) bizim mahallenin imamıydı" dedi ve kesinlikle espri falan yapmıyordu. gayet ciddiydi. hamit muhtemelen bir şekilde bir yerde kısa bir süre (foyası ortaya çıkana kadar) imamlık da yapmıştı, nasıl yapmıştı bilmiyoruz ama buna hepimiz kanaat getirmiştik. çocuğu da bir daha görmedik (bak arkadaşım bu yazıyı okuyorsan neredeyse 15 senedir bu olayı çözebilmiş değiliz, ulaş bana). sizi her şey olduğuna inandırabilirdi hamit.

    saraçhane'de bir çay bahçesi vardı her zaman gittiğimiz. çay bahçesinin de kocaman bir kangal köpeği. köpek beni ne zaman görse yerinde duramıyor ve çok afedersiniz şeyi kalkıyordu (olm köpeklerle iyi anlaşıyorum ben, hayvan beni görünce seviniyor normal!). ama hamit bu işte, herkesin içinde (evet müşteriler falan varken) bağıra bağıra "soner hadi karabaş sana bi kaysın" derdi ve en az 2-3 dakika gülerdi bunu dedikten sonra. ama gözü falan yaşarırdı gülmekten. yani allah korusun karabaş gerçekten bana 'kaysa', muhtemelen bu hamit'in acayip hoşuna gidecek ve beni kurtarmayacaktı. arsızdı hamit.

    halı saha maçlarına giderdik, manyak kaleciydi. küçükkuyuspor’da mı ne oynuyormuş eskiden ama bence atıyordu. bir gün yine kaleci olacak..her şey hazırdı. ama hamit “ben kaleden sıkıldım” dedi. “ulan şimdi mi söylenir?” dedik, “geç” desek de dinletemedik. geçmedi kaleye. inatçıydı hamit. 8'e 7 maç yaptık. bizim takımdan 10'ar dakika herkes kaleye geçti. hamit dışarıdan bizi seyrediyordu. maç bitti, fark yedik. fark yemekten çok, hiç zevk almadık arkadaş. hepsi hamit yüzünden. o gün ilk kez sinirlendik hamit’e. yolda eve dönerken “in lan!” dedik. “param yok dönemem” dedi. “sktir git” dedik, indi. ertesi gün “naaptın?” dedik, “durakta yattım” dedi. bize bozulmazdı ve dışarıda kolaylıkla uyurdu hamit.

    bir gün ldp istanbul il başkanıyla önemli bir konu hakkında görüşecektik. konuyu hatırlamıyorum, çok da önemli değilmiş demek. randevu aldık. odaya girmeden önce birbirimize söz verdik. çok sert konuşacağız ve istediğimizi alacağız. hamit de bizimle. herkes "tamam" dedi. yaşımızın çok ilerisinde çatık kaşlarla odaya girdik masaya oturduk. sert sert bakıyoruz etrafa. çok artistiz. adam “buyrun?” dedi ve sigaraya uzandı. hamit önünü ilikledi, aniden ayağa fırladı ve “ben yakayım boşkanımm!” dedi, gitti adamın sigarasını yaktı..bütün büyüyü bozdu. o dakikadan itibaren artık girdiğimiz tribin hiçbir anlamı kalmadı. adam da 45dk. kesintisiz süleyman demirel gibi konuşa konuşa bizi uyuttu, salladı gitti. yalakaydı hamit.

    bir gece karar verdik, süleyman demirel’i ziyaret edeceğiz. “nasıl gideceğiz?” dedik. bir arkadaşımızın minibüsü vardı, “ben götürürüm” dedi. kar-kış kıyamet..gece biz minibüse bindik, hiçbir randevu almadan süleyman demirel’le konuşmak için ankara’ya gittik. yoldan geçenlere “süleyman demirel nerede oturuyor?” diye sorduk, “güniz sokak” dediler. bazıları “ne yapacaksınız?” diye sordu, hamit de onlara “iade-i ziyarette bulunacağız” dedi. halbuki süleyman demirel bizi hiç ziyaret etmemişti. hiç de tanımıyordu. gururluydu hamit, kendini ezdirmezdi.

    partide ne zaman bir başkanlık için seçim olsa, hamit muhakkak aday olurdu. neye aday olduğu önemli değildi. bazen gençlik kolları başkanlığı’na, bazen istanbul il başkanlığı’na, bazen de haddini aşarak genel başkanlığa aday olurdu. biz de hep gülmek için hamit’in konuşmasını dinlemeye giderdik. bir gün yine bir başkanlık için adaydı bu. adaylar ve tabii ki hamit “kim ulan bu?”lar eşliğinde konuşmasını yaptı. yerine oturdu. konuşmasının ardından oylar açıklandı. iki aday eşit, diğer adaylar da çok az oy almıştı. hamit ise sadece 1 oy almıştı. hamit’e oy veren tek kişi kendisiydi. iki eşit oy alan aday tekrar kapışacaktı. yani herkes 2 aday için tekrar oy verecekti. bu durumda, hamit’in oyu da önem kazandı. hamit söz istedi, mikrofona geldi. herkes ne diyecek diye gözünün içine bakıyordu hamit’in..ve hamit oldukça ciddi bir surat ifadesiyle “bana oy verenler serbesttir” dedi. yerlere yattık gülmekten. başkan olmasa da başkanmış gibi, arkasında kitleler varmış gibi davranırdı hamit.

    biz hamit’i çok severdik. bir gün burun etimi aldırmak için ameliyat oldum. narkozun etkisi yavaş yavaş geçiyordu. herkes başımda, abim “ne istersin?” dedi. ben “hamit” dedim. annem “hamit kim ya?” dedi, abim “arkadaşı” dedi. hamit’in numarasını bulup aradılar, hemen taksiyle geldi hamit. o gelene kadar biraz ayılmıştım. başladık hamit’le gülmeye. ne annem, ne babam hiç ısınmadılar hamit’e ama kötü gün dostuydu hamit.

    ahmet altan aşk romanları, mehmet ali erbil özlem yıldız’a, hamit ise ldp’deki tüm kızlara yazardı. ama sorsan kimseyi beğenmezdi. sevdiğini söylemezdi hamit. ldp’nin popüler olduğu yıllardı. biz gençlik kolları olarak neredeyse her hafta protesto gösterileri düzenliyorduk ve devlet yine doğalgaza zam yapmıştı. biz de dedik ki, “doğalgazık eylemi yapalım”. yalnız kocaman bir kazık bulmamız lazım. en az 1 metre. o hafta çok kar yağıyor, okullar, iş yerleri her yer tatil. hamit “ben bulurum.” dedi.

    “tamam” dedik. hiçbirimiz inanmadık hamit’e. arabası yok, parası yok, her yer tatil, kar-çamur, nereden kazık yaptıracak? “gene atıyor” dedik. beni aradı, “nereye geleyim?” dedi..öyle sorunca verdik adresi. ancak saat çok geç oldu, hamit yok. arıyoruz, cebi kapalı. “ulan yine salladı” dedik. çıkmaya yakın pencereden baktım. biri elinde kocaman bir şey ile karların içinden ağır ağır yürüyor. geldi, çaldı kapıyı, neredeyse 1,5 metrelik devasa bir kazık elinde. keresteci bi tanıdığında yaptırmış. “sen nasıl geldin olm bu karda bununla?” dedik.. 3 durak önceye kadar parası yetmiş, oradan yürümüş! şarjı da bitmiş. hiçbir şey söylemeden, elektrikli sobanın önüne gitti. ayaklarını sobanın önüne uzattı ve uyudu. vefalıydı hamit.

    yıllar çok ilerledi…biz hamit’le hiç kopmadık. besim tibuk’un partiyi bırakmasından sonra biz de soğuduk. çok gitmez olduk partiye ama 4-5 arkadaş hep buluşurduk. hamit ise her buluşmada olurdu. 3 kişi bile buluşsak birisi muhakkak hamit’ti. hamit bir telefoncuda çalışmaya başladı. o gün de yılbaşı. "ne yapacaksın yılbaşında hamit?" diye sordum, “dükkandayım” dedi. ben de “ulan yılbaşı dediğin nedir ki?” dedim, hamit’in çalıştığı dükkana gittik. bir de ne görelim? hamit saçlarına garip kimyasal bir boya sürüyor. balyajmış. “ne bu olm?” dedik, “2 saat duracak, sonra tüm kızlar bana hasta olacak” dedi. o sırada bir kız girdi dükkana, kontör alacakmış. hamit kafasında abuk subuk sardığı parlak balyajlarla kıza kontörü uzattı, parayı aldı, para üstünü verdi. yalnız bu hareketleri yaparken inanılmaz normal davranıyor. kız korku dolu bakışlar eşliğinde para üstünü alır almaz hayvan gibi kaçtı dükkandan. “hamit iğrençsin” dedim..”saçlarım harika oldu” şeklinde cevap verdi. çok rahat adamdı hamit, hiçbir şeyden çekinmezdi. o gece yılbaşını telefoncuda kutladık. hayatımın en güzel gecelerinden biriydi.

    yıllar ilerledi, bir gün yine buluşacaktık. hamit geldi ve "hastayım, doktora görünmem lazım” falan dedi. çok üstünde durmadık, hatta dalga geçtik para koparmaya çalışıyor diye… belli bir süre sonra hamit bize ameliyat olması gerektiğini söyledi.

    artık hamit’i ciddiye almaya başladığımız zamanlardı. doktoru ameliyatın iyi geçtiğini, çok kötü bir durum olmadığını ancak ilaçları kullanması gerektiğini söylemiş hamit’e. bizim hamit, kendini iyi hissedince ilaçları kullanmayı kesmiş. haberimiz yok..pek üstünde de değiliz bu konunun. basit bir şey sanıyor, eski günlerdeki gibi takılıyoruz. hamit tekrar fenalaştı. babası falan geldi memleketten. o güne kadar ilk kez hamit’in kan bağı olduğu birini gördük. akrabaları falan çıktı…o zamana kadar hamit hep tek adamdı.

    önce ankara’ya gitti, ameliyat oldu. oradan ambulansla istanbul’a naklettiler. arada sırada konuşabiliyorduk hamit’le. konuştuğumuz zamanlarda da ne dediğini anlamakta güçlük çekiyordum. yoğundu hamit’e verilen ilaçlar, konuşmakta zorlanıyordu. en son telefon görüşmemizde beni aramak istemiş. aradı, hemen açtım. birçok cümle söyledi, birçoğunu anlamadım ama bir ara “oğul ben gidiyorum…hakkını helal et” dedi. “hamit dalga geçme, doktorlarınla konuştuk, iyi konuşuyorlar, düzeleceksin” dedim. bu sefer ben atmıştım, çünkü doktorları iyi konuşmuyordu. en son öylece kapattık telefonu. öldü hamit. bu günlerde, 10 sene önce.

    o zamanlar hiçbir şey hissetmedim. hani başta çok acır ya için, sonraları geçer, azalır. bende tam tersi oluyor galiba. her geçen sene, hamit’in yokluğu daha çok acıtıyor içimi. çok ilginç bir adamdı hamit. çok enteresandı. ondan sonra hayattan çok soğudum. biz 5 arkadaştık. hamit öldükten sonra neredeyse bir daha hiç toplanmadık, toplanınca da hiç zevk almadık ettiğimiz muhabbetten..sonra birimiz evlendi, bir diğerimiz başka şehre gitti vs…telefonda bile çok konuşmadık. hamit olmadan bir anlamı yoktu artık o 4 kişinin, zira tüm muhabbet hamit üzerinden dönmekteydi.

    bilmediği şey yoktu hamit’in. bilmediği bir soru sorunca da, kesinlikle “bilmiyorum” demezdi, muhakkak bir cevabı vardı. ama sorunun cevabını düşündüğünü anlamamamız için, soruyu sorduğumuz anda “eyk?” dye bir ses çıkarır, soruyu anlamamış gibi yapar, tekrar sordurtur, zaman kazanırdı. kurnazdı hamit.

    o öldükten sonra bana o “eyk..” kaldı bu hayatta. öldüğünü öğrendiğim zaman da çıktı ağzımdan, çünkü çok anlamsız ve zamansız gitti. ve şimdi bu hayatta anlam veremediğim ne varsa ben hep “eyk..” derim. rahmetliden bana yadigar.

    not: ilgili doğalgazık eylemimizin videosunu uzun uğraşlar sonucu bulabildim. hamit şu en önde kazığı taşıyan çakma deri montlu arkadaş. ptt memuru kazığı almayınca tartışan da o. düşünüyorum da bugün bırakın enerji bakanlığı'na, sıradan bir akp milletvekiline zamları protesto etmek için kazık göndermeye kalksak muhtemelen eylem esnasında o kazığı bizim gtümüze sokarlar ve itiraz olarak sadece "eyk" diyebiliriz.

    not2: başka bir sitede yaklaşık 4-5 yıl önce de anlatmıştım hamit'i arkadaşlar, yani evet o yazıyı da yazan benim. 10. yıl dönümü olduğu için hikayeyi biraz daha derleyip toparlayarak, yeni bir şeyler ekleyip ona dair bir ekşi başlığı açmak istedim. hediye gibi bir şey. hamit'e özel, spesifik bir başlığın bu kadar çok okunacağını da hiç tahmin etmemiştim aslında, inanılmaz şaşkınım. bu kadar kişinin hamit'i öğrendiğine inanamıyorum. yüzüm şu an gerçekten şöyle :'// demek ki yerel sandığımız şeyler evrensel bir bütünlük hissi yaratabiliyormuş. bunun için aklıma gelen birkaç hatırayı daha ekledim. belki uyursam -ki oldukça uykum var- yarın uyanınca yeni bir şeyler daha gelir aklıma.

    not3: demirel ile görüşmeyi soran arkadaşlar oldu özelden. evet arkadaşlar görüştük demirel ile. hamit'in demirel'in evindeki hareketleri falan görmeniz lazımdı. onun da kaydı var ayrıca..yalnız o apayrı bir hikaye gerçekten. onu ayrı bir başlık altında anlatmak gerek:)

  • yeni başlayanlar için eve kız atmak

    eğer evi tam bilmiyorsanız asla yapılmaması gerekendir. üniversiteyi istanbul'da okuduğum için ailemle kalıyordum..dolayısıyla bizim ev hiç müsait değildi. bu yüzden istanbul'a okumaya gelmiş, yurtta kalmayan kişilerle aramı iyi tutmaktaydım. flört ettiğim birisi olursa akşama kadar dolaşıyor, sonra da "geç oldu ya istersen bana gel, sabah da beraber okula gideriz" diyordum. tabii ki "arkadaşın evine gidelim" diyemezdim çünkü bu doğrudan "hadi sevişelim" gibi bir şey oluyordu. kızlar böyle aleni hödüklüklerden hiç hoşlanmaz. her zaman aynı kişinin evini kullandığım için de eve korkunç derecede hakimdim, hiçbir sorun yaşamıyordum. ancak o hafta çocuğun memleketten babası falan geldiği için başka bir arkadaşımın evini ayarlamak zorunda kalmıştım. her neyse..biz kızla buluştuk, ettik, akşam oldu. "bende kal, sabah okula beraber gideriz" dedim, kabul etti. tek sorun; bu gideceğimiz eve o kadar hakim değilim. sadece daha önce 1-2 kere çok kısa süreli uğradığım olmuştu, hepsi bu. cihangir'in karanlık ara sokaklarında evin olduğu sokağı bulamamakla başladı tüm rezalet. hayır ne diyebilirsin ki? "ya valla sabah buradaydı yae ev!" mi diyeceksin ne diyeceksin? yaklaşık 45-50 dk köpek gibi dolandırdım kızı..ama böyle çaktırmadan dolandırıyorum. havada da bunaltıcı bi nem ve sıcak..o kadar bunaldı ki bi ara bakkala girip su aldı ve minibüsçüler gibi döktü suratına böyle eliyle. açıkçası bu hareket beni kendisinden biraz soğuttu ama yine de pek dert etmedim..nihayetinde buldum evi. arkadaşın verdiği anahtarlıkta takılı olan yaklaşık 6 anahtardan hangisinin apartman kapısına ait olduğunu bulmam 6. denememe nasip oldu. pardon 7. bir tanesini iki kere denedim. bir de böyle "allah allah niye açmıyor ya?" falan diye söyleniyorum kız şüphelenmesin diye. neyse apartmana girmesine girdik fakat bu sefer de daire kapısı zorluyor beni. içimden "inşallah doğru kapıyı zorluyorumdur" diye geçiriyorum..yüzümde kendine güvenen, kıza güven veren, komşulara korku salan garip bi ifade. içeriden fanilalı ekmek bıçaklı bir adam çıkmaması için dua ediyorum. allah'ın belası kapının da garip özellikleri var..kilidi ters tarafa çevirmen (kilitliyormuş gibi) ve aynı anda hayvan gibi kendine çekmen falan gerekiyor kapıyı. kız sıkılıp merdivene oturuyor, arada sönen apartman ışığını yakıyor benim için. sağ olsun yani o da uğraşıyor. tabii gecenin bir yarısı apartmanda bu kadar ses çıkartmam karşı dairedeki yaşlı komşunun dikkatini çekiyor..bir tıkırtı ve "oğlum?" diye bir ses duyuyorum tam arkamda. dönmüyorum. tıkır tıkır tıkır devam ediyorum ben işime..çünkü oğlu değilim. "ilyas sen misin oğlum??" diyor. ilyas benim arkadaş, evin gerçek sahibi. kaldırmıyorum kafayı, sanki ben ilyas'mışım da duymuyormuşum gibi yapıyorum. daha güçlü zorlamaya başlıyorum çünkü bir uçurumun kenarındayım ben artık, dönemem. dönersem daha kötü olacak her şey. kapı ve ben o gece orada o saniye birbirimizin oluyoruz. yalvarırcasına ve çaresizce kapının deliğine bakıp son bir kez daha bütün gücümle zorluyorum kilidi..acıyor bana ve açılıyor. hayatımda ilk kez kapı öpüyorum kapı. kızı tutup "ilyas sen misin ilyaaaas" başlıklı dramatik soundtrack eşliğinde "benim teyzecim benim sen yat" şeklinde bağırarak hızla eve girip kapıyı kapatıyorum. "bunak bu ya, bana sürekli 'ilyas' deyip duruyor hehe" diyorum, gülüyoruz. "lavabo nerede?" diyor. elimi belli belirsiz ilerilere doğru uzatarak "orada" diyorum. muhtemelen oralarda bir yerde çünkü öteki taraf salon. dolaptan bir şeyler alırım, televizyonu açarım..koltukta otururken bence öpüşürüz bile. "sorun yooook" diyorum içimden. ancak dolapta da bir şey yok. ilyas salağının dolabı tam takır kuru bakır bile değil, sadece tam takır. böyle konuşmamıştık. "evde her şey var abi direkt gel" demişti. "ne var ulan evde şerefsiz ne var??" diyorum içimden, gözlerimi belerte belerte dolaba. kız tuvaletten çıkıyor, iki tane iğrenç motifli su bardağına hızlı hızlı pompalıdan su dolduruyorum, taşıyor yere silmiyorum, çok kızgınım ilyas olm sana.

    pompalı sularımızı daha romantik bir ortamda yudumlamak için 2-3 tane mum yakıyorum, koltuğa oturuyoruz..televizyonu açıyorum, film olsun ne olur film olsun ve mümkünse biraz sıkıcı bir film. ama bırakın filmi, trt 1 bile çekmiyor. tgrt haber'e razıyım, o da yok. birbirinden garip üç tane kumanda var önümüzde. hangisine hangi sırayla basacağım, ne yapacağım? dalgalı dalgalı gidip gelerek çeken bir kanal buluyorum.."eşeko" adında tuhaf bir dizinin tekrarına denk geliyoruz. benim yaşımda olanlar bilirler..eşeği olan ve onunla garip köylü şivesiyle konuşan bir adamın maceraları. dizinin yarısı "eşekoooooooooğğğğ bugün nasılsın eşegoooooğğğğ???", "bu gız beni sevmiyör eşegooooooğğğğğ" ve "gidelim buralardan eşegoooooooğğğğğğğ" falan diye geçiyor. diğer yarısında da eşeko ona karşılıklar veriyor ve dizi sona eriyor. şimdi size mum ışıkları içindeki ortamımızı hayal edebilmeniz şu linki gönderiyorum, mümkünse çok az da olsa dinleyip öyle devam edin okumaya; http://bit.ly/2ernqmi

    evet önümüzde tek çeken kanal olarak eşeko kanalı..hani kıza ayıp olmasın diye, bi ses, bi şey olsun diye öylesine açık bırakmışım. zaten görüntü baya gittiği için sorun etmiyorum. fakat ingiliz bir kadın yazar sorun etmiş bunu mesela..sessizlikten neden kaçındığımızı, neden ille de bir ses, bir 'şey' aradığımızı sorgulamış ve hatta bunun için 'a book of silence'(sessizliğin kitabı) diye bir kitap bile yazmış. "hep sükûnet ve huzur istediğimizi hayal ederiz ama böyle bir fırsat elimize geçtiğinde de kullanmaya pek yanaşmayız. sessizliği romantikleştiririz fakat öte yandan ondan korkarız da. sessizlik; akıl sağlığımız ve şu hayatta çalışıp çabalayarak kazandığımız ne varsa hepsi için bir tehdit gibi görünür gözümüze" diyor maitland fakat ben o zamanlar muhtemelen kendisine pek hak vermediğimden kapatmıyorum televizyonu, öylesine açık duruyor odanın bir köşesinde.

    kızla bunun hakkında olmasa da çeşitli konularda derin sohbetler etmeye çalışıyorum..bir yandan böyle gözlerim kısık, buğulu buğulu, artist artist cevap veriyor, bir yandan elimde tuttuğum tipsiz bardaktan yudum yudum su içiyorum..bi bok içiyormuşum gibi serçe parmağım havada. işte tam da böyle bir anda “eşekkoooooğğğğ gutınmorgın eşegoooğğğ ai ai” diye bi ses geliyor arkadan. kusura bakmayın ama skerim böyle ortamı arkadaşlar. hemen kalkıp kapatmaya çalışıyorum tv'yi, üflüyorum mumları falan. televizyonu kapatayım derken yanlış kumandadan 5+1 surround'u dayıyorum apartmana, eşeko'nun anırtıları dalga dalga stereo yayılıyor binaya..maitland'i dinlememenin bedelini ağır ödüyorum. kızla aramızdaki tüm çekim yerle bir oluyor. keşke bir imkan olsa da kendisinin o anki surat ifadesine buradan bir link verebilsem, yok böyle bir bakış..kızın gözünde salağın tekiyim artık. allah belanı versin ilyas, allah belanı versin. kardeş kardeş uyuyoruz, sabah olunca çıkıyoruz evden. yalnız ben sonraları ilginç bir şekilde kızın gözüne çok giriyorum. okuldaki herkese "soner çok düzgün çocuk, evine çağırdı beni ama bir kere bile yanlış bir hareketini görmedim" falan demiş. diyemiyorum ki "soner değil, eşek o". olaysız dağılma sebebimiz ben değilim fakat bu anlamsız 'kaliteli efendi'lik tribi senelerce üzerime gereksizce yapışıyor. arkadaşlarım okul asansörlerinde günübirlik ilişkiler yaşarken, ben efendi ve kaliteli olduğum için pastanelerde buluşup, uzun uzun ilişkiler yaşıyorum. "ya bir kahraman olarak ölürsün, ya da kötüye dönüşmeni izleyecek kadar uzun yaşarsın" diyen batman yanılıyor, iyi-efendi-sıkıcı birine dönüşüyorum. ağzıma sçıyor eşeko, gençliğimin en çılgın zamanlarını sırtına yükleyip götürüyor...

  • annenin çöp diye attığı bazı muhteşem eşyalar

    küçükken uzaylılarla ilgili ne bulursam okur, kütüphanelere gider araştırmalar yapar, ilgili gazete küpürlerini, yazıları ve fotoğrafları hepsini tek bir dosyada toplardım. bir sabah uyandığımda çekmecemde dosyamın olmadığını gördüm. evin altını üstüne getirdim ama yoktu. dosya kayıptı. yıllarca dosyanın uzaylılar tarafından fark edilip kaçırıldığını düşündüm. bundan ötürü hiç üzülmedim, hep gurur duydum. bu olaydan 12-13 yıl sonra ise annem, "ben o dosyayı çöpe attım çünkü kafayı yiyiyosun sanmıştık" dedi. tüm büyüyü bozdu. madem çöpe attın bunu bana neden söylüyosun anne? yıllarca ben bunun hayaliyle yaşadım. hayali bile güzeldi uzaylıların ben uyurken odama ışınlanıp "cixuavicuw..xceiviciuw.." sesler eşliğinde çekmecemi açıp, dosyamı alıp, bana dokunmadan gitmeleri. çünkü bu, bana verdikleri değeri gösteriyordu. meğer dosyam o gün geceyi başka bir galakside değil, ümraniye çöplüğünde geçirmiş...resmen hayal kırıklığı bu. demek bir çocuğun o yaşlarda uzaylılarla ilgilenmesi kafayı yeme göstergesi? kedileri ıslatıp havaya atsaydım, arkadaşlarımın sokak ortasında donlarını indirseydim, bakkala seslenip uzaktan nah çekseydim ve hiçbir gereği yokken zillere basıp kaçsaydım kafayı yemiş olmayacaktım öyle mi?

  • para bozdurayım derken hayatın kayması

    dün beyazıt'taki kitap fuarına gideyim dedim. son zamanlarda ilgimi çeken alman yazar bernhard schlink'in kitaplarını inceleyecektim. atladım arabaya gittim gitmesine de baya bi otopark aradım..yok. dönüp dönüp duruyorum ara sokaklarda. sonra 'değnekçi' diye tabir ettiğimiz iki-üç kişi bana bi yer ayarladı ve beş lira istedi. yanımda nakit olarak sadece 200 lira olduğu için çıkartıp "canım şuradan beş lira alır mısın?" falan demek istemedim. sanki nakit yokmuş gibi "dönünce vereyim" dedim. ama birazdan gideceklermiş. "tamam o zaman gelirim şimdi" deyip hemen parayı bozduracak bakkal-çakkal aramaya başladım. ne market ne bişey..hiçbir şey yok. her dükkana sora sora o kadar uzaklaştım ki arabadan..daha geri döneceğim adamlara paralarını vereceğim, sonra tekrar geri dönüp fuara gideceğim. tam umudu kesmişken, yolda şapka satan bi seyyar gördüm. şapkada anlaştık, fiyatta anlaştık ama 200 lirayı görünce çok morali bozuldu adamın. "tezgaha bak geliyorum" dedi aldı parayı gitti. 10 dk..15 dk..20 dk..adam yok. ben ayakta öyle güneşin ortasında tezgahın başında duruyorum. dedim gitti 200 lira. inanılmaz sinirlenmiştim. ne yapacağımı bilemiyordum.. hayır bırakayım her şeyi gideyim şu allah'ın belası kitap fuarına artık ama aklım arabada kalır..parayı getirmedim diye çizerler mizerler. sinirli sinirli şapkaları saymaya başladım. ben de bunun tezgahını çalarım lan o zaman dedim. bir sürü şapka var. 10 liradan cayır cayır satarım hepsini. önce bi garip geldi ama böylesine kerizlenmeyi kabullenemiyordum. insanlıktan çıkmıştım. planım şuydu; bi kağıda "10 lira" yazıp tezgahın önüne koyucam..bir tane sattığım an tüm şapkaları toplayıp arabaya gidicem..otoparkı ödeyip şapkaları bagaja koyduktan sonra da koşa koşa fuara. fakat asabım inanılmaz bozuk. gözlerime bakacak bana kalem kağıt verecek bi delikanlı arıyorum bulamıyorum.

    neyse buldum sonunda.."10 lira" yazdım. hiç ilgi çekmedi. yani bir insan bile gelip sormadı. ben hücum olacak sanmıştım. olayın ciddiyetini anlasınlar diye şok fiyat yazdım üstüne. t tam sığmadı, 'şok fiya' gibi bişey oldu. t harfi çok küçük, uzaktan kesinlikle görünmüyor. etraflarına anlamsızca iki tane yıldız yaptım. ama bunları yaparken ağlamak istiyorum. işte o an 'patron çıldırdı'nın tam olarak ne anlama geldiğini idrak ettim. böyle çıldırıyormuş demek ki o patronlar; "10 lira"ya çarpı yapıp "5 lira!!" yazdım iki ünlemli. çıldırmıştım. artık öyle bir noktadaydım ki beyazıt'a neden geldiğimi, neyin peşinde olduğumu, burada iki saattir ne yaptığımı..her şeyi ama her şeyi geçtim. artık en büyük amacım üç-beş lira kazanıp yolumu bulmaktı. kitaplar, fuarlar, yazarlar, imza günleri..hepsi sizin olsun. çok mutsuzdum. aklıma benden daha kötü durumda olanları getirmeye çalıştım. graham bell'i düşündüm mesela. tamam müthiş bir icat yapmış, telefonu bulmuş ama hiç karısıyla veya annesiyle konuşamadı çünkü ikisi de sağırdı. insan sevincini en yakınıyla paylaşamazsa hasta olur. ama açıkçası graham'ın dramı bile kesmedi beni. tamam o da kötüymüş ama ben de kötüyüm abi. ayrıca öyle büyük beklentiler peşinde de değilim ki. işten erken çıkıp biraz kitap koklamak istemişim hepsi bu. bir kız arkadaşım vardı..bir gün bi çay bahçesinde otururken bana bi edebiyat dergisinde çıkan şiirini göstermişti. o gözlerindeki parıltıyı çok parası olan insanlarda göremezsiniz. dünyanın en büyük sevinçleri en küçük beklentilerin içine hapsolmuş hep. tamam bunların, hepsinin farkındayım ve bunların peşindeyim eyvallah ama neticede mutsuzum. yürümekten, sinirden yorulmuş..kaldırıma çömmüşüm. moralim çok bozuk. ağzımdan belli belirsiz küfürle karışık hırıltılar çıkarıyorum. biraz toparlandıktan sonra 3-4 tane şapkayı kafama taktım. bu taktiği küçükken pazarda görmüştüm. bunlarla beraber iki ünlemli "5 lira!!"m da etkisini göstermeye başlamış, çömdüğüm yerden birkaç satış yapmış ve az da olsa teselli bulmuştum. artık en azından cebimde otoparkı ödeyecek beş lira vardı.

    hemen şapkaların hepsini toplayıp bi torbaya doldurdum..tam gidiyordum ki "hayırdır yeğenim?" diye bi ses. bozdurmuş 200 lirayı. tabii adamın kafasında birkaç soru var şimdi; 1- neden tüm şapkalar torbada? 2- neden bu tezgahın önünde "5 lira!!" yazıyor? "abi" dedim, "sen nerdesin ya? parayı alıp kaçtın sandım". "yok yeğenim" dedi.. kimse bozmamış..o da benim gibi yürüdükçe yürümüş, en son bi taksici bozmuş sağolsun. o kadar terliydi ki inandım. sonuç olarak, beş liradan okuttuğum şapkaların da farkını verip totalde baya gereksiz bir ödeme yaparak arabanın oraya doğru yardırdım. otoparkçılar hala oradaydı..arabama zarar vermemiş, beni beklemişlerdi. sanırım kitap fuarını dolaşıp geldiğimi düşündükleri için bi afralar bi tafralar... arkadaşım trip atması gereken biri varsa o da benim ama ağzımı açacak halim yok. meşhur beş lirayı kendilerine takdim ettikten sonra ne yapacağımı düşünmek için arabaya bindim. hayvan gibi yorulmuştum..yapış yapış olmuştum. bir karar vermem gerekiyordu. kapı açıldı, bernhard schlink arabaya bindi, kapıyı kapattı. çok kısa bi sessizlik oldu. benim bir şey dememi beklemeden; "bazen öyle bir an gelir ki, dünya nefesini tutmuş gibi olur. sanki bütün tekerlekler durur, uçaklar ve kırlangıçlar havada asılı kalır... bu anlar çoğu zaman karar verme anlarıdır. sevgili henüz vagonun basamağında durmaktadır. kapılar kapanmadan ona ‘kal’ demek mümkündür. veya vagonun kapısında dururken onun size ‘kal’ demesi mümkündür. bu iki durumda da dünya tıpkı bir insan gibi nefesini tutar" şeklinde çok karizmatik bi giriş yaptı. "bernhard abi çok teşekkür ederim” dedim.. “gerçekten çok klas adamsın ama bu öyle bir an değil abi..hatta ben sizin kitapları incelemek için gelmiştim bugün ama bak sırtıma su içinde..ölmüşüm bitmişim fuarlık hal kalmadı abi bende. lütfen ısrar etmeyin” şeklinde derdimi yakına yakına anlattım. alman bir yazar..okuru kitap fuarına gitmek istemiyor..adam onu cesaretlendiriyor ama nafile..beyazıt bir dakikalığına bile güzelleşemiyor. zaten plastik top satan bir bakkalın bile olmadığı bi yer nasıl güzelleşebilir ki? geçirdiğim onca anlamsız saati düşünüp maddi manevi kayıplarla eve yalnız ve yorgun olarak dönerken aklımda tüm bu yaşananlarla ilgili tek bir soru vardı; "whaddafakizdet?".

  • anne rahatlasın diye ogs taklidi yapmak

    bugün yaptığım şey. arkadaşlar gerçekten sağolun ben de sizi seviyorum ama artık bana lütfen şurada şu gün patlama olacakmış diye mesaj atmayın. anneme de atmayın. evet insanlık tarihi gerizekalı örgütlerle doludur ama hiçbir örgüt whatsapp’lara kadar düşen bir saldırı planını aynen gerçekleştirecek kadar gerizekalılaşmamıştır emin olun. hatta cebinize düşen mesajda yazan olası saldırı yerine o gün gönül rahatlığıyla gitmenizi öneririm. oradan daha güvenli bir yer olamaz. bugün boğaz köprüsü’nden geçerken tesadüf eseri annem aradı ve nerede olduğumu sordu..boğaz köprüsü’nde olduğumu öğrenince cinnet geçirdi çünkü bugün köprüde patlama olacakmış, onun için aramış. kadını da çıldırtmışsınız. “kim söyledi?” dedim. bilmem ne teyzenin oğlu binbaşıymış o söylemiş. binbaşının hangi örgütten olduğunu, orduya nasıl sızdığını merak ederken önlerdeki bir araç aniden kaza yaptı ve zaten durma noktasındaki trafik o dakikadan sonra neredeyse geri geri akmaya başladı. “köprüden geçince arayım ben seni” dedim, “buradayım hoparlöre al” dedi. hayır hoparlöre aldım da..1 dakika, 5 dakika, 10 dakika..toplamda kat ettiğim mesafe 4 cm. bu gidişle bu kadın en az 1,5 saat telefonda mı kalacak? bu sorunun cevabını da biliyor mu acaba bilmem ne teyzenin oğlu binbaşı bey? bu iş böyle olmayacak dedim içimden, “oooo trafik akmaya başladı ya valla az kaldı” dedim dışımdan. böyle sanki sol şeritten yardırıyomuşum gibi şeyler söylüyorum anneme..o kadar inandırıcıyım ki annem “yavaş git” diyor. bu sırada ibre 0 (sıfır) dikkatinizi çekerim. en sonunda da ağzımla ogs taklidi yaptım “bip” diye. “duydun mu?” dedim..“ogs’den geçtim”. “oh çok şükür tamam hadi sen önüne bak oğlum” dedi kapattı. hayır ben neden takım elbise, kravat içinde çok ciddi bir görüşmeye doğru giderken ogs taklidi yapıyorum arkadaşım? bu nası bi ülke olm?? bu arada panik yapmayın ama çok güvenilir bir kaynaktan... bak hala okuyo!

  • sucunun utanan maymun gönderir hale gelmesi

    whatsapp eskiden sadece yakın arkadaşlarımın falan olduğu bir yerdi. sonradan böyle sucudan utanan maymunların üzerime üzerime geldiği bir yere dönüştü (bkz. ilgili foto) ayrıca tolunay abi (sucu) sen o damacanayla taksim'in ortasında çırılçıplak banyo yapabilecek arsızlıkta bi adamsın..bırak bu ayakları allah aşkına ya. hem yersiz ve anlamsız kullanıyosun. sadece "evde değilim abi başka sefere" dedim..bundan neden utanıyosun? ne alaka yani?

    bak suat abi öyle değil mesela. onun da whatsapp'ı olmasına rağmen hala sms ciddiyetinde, yaşına uygun hareket ediyor. henüz istanbulspor'un süper lig'de fırtına gibi estiği ve uçaklardaki 'kara kutu'nun aslında turuncu olduğunu bilmediğim yıllar... bir simitçi (suat abi) beraberindeki yaklaşık 150 simitle bizim tribüne doğru yaklaşıyor... ölüm kalım maçı. karşı tribünle yaptığımız tezahüratın 'es' verdiği anlarda suat abi de tek başına kendi pazarlamasını yapıyor. yani bir süre sonra tribündeki tezahürat "sarııııııııııııııııııııııııııııı" "smiiiiiğğğttttt" "siyaaaaaaaahhhhhhhhh" şeklinde anlamsız bir şeye dönüşüyor. ama çok aldırmıyoruz.

    yükseklerden kalabalık bir grup 15-20 tane simit söylüyor. suat abi durumu ciddiye alıyor ve gruba doğru ilerlemeye başlıyor. suat abi ile grup arasında kısa bir süre sonra bi hareketlenme oluyor. gruptan bi manyağın "lan simit 500 olur mu bizim orada 250!!!!" diye bağırdığını duyuyorum sadece. "o zaman sizin oradan alıp gel oros çocuğu" demiyor suat abi. terbiyesizliğin her şekliyle muhattap olan ama hala kibar kibar dert anlatmaya çalışan, terden sırılsıklam ve güneşten kapkara olmuş bir adam var o kalabalığın ortasında. en son "bundan simit alanın annnassınnı skeyim!!!" dediğini duyuyorum o manyağın. ardından suat abi ve beraberindeki simitler 2-3 sıra aşağı doğru yuvarlanıyorlar. henüz 60. dakika ama hakem maçın bitiş düdüğünü çoktan çalıyor benim için.

    yıllardır en çok kafayı taktığım konulardan biridir bu tribünde dönüşüme uğrayan karakterler. hadi bunu zimbardo'nun 'the lucifer effect'i (bkz. the lucifer effect) açıklıyor diyelim..peki evlerdeki tüm bölümlerin elektrik düğmeleri içerideyken neden sadece banyo ve tuvaletin düğmeleri dışarıda onu açıklayabilen var mı? sanırım ev halkı birbirleriyle bol bol şakalaşsın, arada küskünlük dargınlık olmasın diye zamanında şakacı bir mimar tarafından anlamsızca böyle uygun görülmüş ve günümüze kadar sorgulanmadan böyle gelmiş. başka bir şey gerçekten gelmiyor aklıma.

    ama aklımdan gitmiyor suat abi. bırakıyorum maçı falan, gidiyorum yanına topluyoruz simitlerini. belki simitçi değilim fakat ben de az adam smith'çi değilim. hür teşebbüsün halinden anlarım. şöyle kafamı kaldırıp "ayıp değil mi beyler?" şeklinde inceden bi tepki göstereyim dedim. en az 30-35 kişinin kafası bir anda bana döndü ve içlerinden biri "ne diyosun lan yavşak??" diye bana seslendi. ardından "bekleyin bakayım siz orada bekleyin!..." şeklinde gruptan 7-8 kişi milletin kafasına basa basa bize doğru ilerlemeye başladı. ben, suat abi, simitler ve tüm bunların sorumlusu adam smith hayvan gibi kaçmaya başladık. ama nası koşuyoruz...

    stadın turnikelerinden harika bir atlayış gerçekleştirdim. ben o atlayışı yaptıktan sonra stadyum böyle filmlerdeki gibi havaya uçacak sandım. onun yerine suat abinin göbeği turnikelere takıldı. geçemiyor adam. bastırdım elimle suat abinin göbeğini, o da geçti sonunda. işte biz o gün tanıştık. ilk lafı "siz de benim yüzümden maçınızdan oldunuz be yavrum" oldu. "en azından şerefimizden olmadık suat abi ne olacak" dedim. 2 tane simit verdi. biri adam smith'e. "zaten bu şerefsiz karıştırdı ortalığı suat abi ona verme" dedim ama dinlemedi. adam smith "bunlar yere düştü, ben yemem" dedi. "adam" dedim.. "ya sen çok pis bi insanmışsın be" dedim. "senin ilkelerin uğruna az kalsın canımızdan oluyorduk sen ne diyorsun olum" dedim. sonra hızımı alamadım "buna simit verenin annnassınnı skeyim!!!" dedim. ağzımı bozdu şerefsiz. ama sustu, çıkaramadı sesini..somurta somurta kafasını öbür tarafa çevirip bi ısırık aldı.

    o günden beri irtibatımız vardır suat abi'yle. müthiş ilginç bi hayatı var. bir ünlü ölür ölmez, aynı gün atkısını üretebilme gücü var. her şey var suat abi'de. ömrü cenazelerde geçiyor. bir gün hal hatır sormak için aradım, ibrahim tatlıses vurulur vurulmaz atkı yaptırmış "benim oğlanlar yarın öğlene kadar yok, bana 2-3 saat yardım etsene" dedi. hastanenin önünde buluştuk. yaklaşık 3 saatte 30-35 tane atkı sattım. önceki gece biri gelse, "yarın ibrahim tatlıses mermiye kafa atacak, sen de hastanenin önüne gidip onun atkılarını satacaksın" dese "sen git ananla dalga geç" derdim. onun yerine simsiyah takım elbiseli, güneş gözlüklü bi adam geldi "sen vurulacağını biliyor muydun ne zaman yaptırdın bu atkıları?" dedi, elim ayağım titredi. "suat abi yaptırdı abi ben yaptırmadım" dedim. "suat abi kim?" dedi. tam o sırada suat abi elinde ibo baskılı fermuarlı üstlerle geldi, "olm atkıları boşver, bunlara yüklen" dedi. allah belanı versin suat abi allah belanı versin. suat abi kısa sürede adamı üstün güçleri olduğuna ikna etmiş olacak ki adam gitti. bana whatsapp' ta neden profil fotoğrafım olmadığını soruyorlar..evet belki bayramdan bayrama mesajlaşıyoruz ama ben whatsapp'tan bile artist artist bakamam suat abi'ye (buraya utanan maymun gelecek) ondan yok. vesikalık koyacak kadar da patolojik bir şekilde yaşlanmadım henüz. şimdilik en iyisi hiçbir şey olmaması. en iyisi bu.