gobekli reyiz10
profili

  • yaran olaylar

    yer: balıklı rum hastanesi anatolia 3 polikliniği terapi salonu

    yirmi kadar hasta u şeklinde dizilmiş koltuklarda oturmuş, günün bağımlısını dinlemek üzere doktorun gelmesini bekliyoruz. olay şöyle gelişiyor; tüm hastalar sırayla kendini tanıtıyor, hastalığını kabul ettiğini belirtmek üzere alkoliğim, bağımlıyım (kola bağımlısı ve internet bağımlısı olan iki genç, kumar bağımlısı az çok bilinen bir sanatçı, anne bağımlısı bir şirket yöneticisi vardı mesela), esrarkeşim, madde bağımlısıyım gibi şeyler söylüyor. sonra günün hastası önce yaşamını anlatıyor, bağımlılığa neden olan maddeyle nasıl tanıştığını, neler yaşadığını anlatıp bir nevi rahatlıyor. (ben bu seramoninin başka bir işe yaradığına inanmıyorum. terapi diyorlar ama yalan.) tabi her hasta gerçeği anlatmıyor; bu bazen utandığından oluyor, bazen bağımlılığın yarattığı mental bozukluklardan, bazen de sırf ibnelik olsun diye. (bkz: sırf ibnelik olsun diye yapılan şeyler) sonra da diğer hastalar sorular soruyor, günün konuşmacısına falan devam ediyor böyle.

    ortam kaotik, içeride cızırdayan floresanın sesinden başka çıt duyulmuyor. hasta yakınları u şeklindeki koltukların arkasındaki sandalyelerde sessizce hastaları izliyor, kimini ayıplayan, kimini acıyan, kimini ise utangaç gözlerle süzüyor. hepsi bugün dinleyecekleri hikayenin merakı içerisinde ama.

    o gün sıra, yaklaşık yirmi gün önce alkol psikozutanısıyla delirium tremens halinde hastaneye yatışı yapılan ve yattığı günden beri vücudunda gezdiğini söylediği böceklerden hastabakıcılara, ziyaretçilerden refakatçilere, hastalardan doktorlara kadar herkesi askeri zanneden ve iki gün öncesine kadar herkese rakısını getirmesini emreden emekli deniz kurmay albay bir amca. kızının hasta yakınlarına anlattığına göre her gün sabahtan içmeye başlıyor ve karaciğeri falan süngere dönmüş durumda. kaçıncı kez hastaneye yatırıldığını kızı bile artık hatırlamıyor.

    bu amca gerek bağımlılığı, gerek psikozun etkisi, gerekse de meslek hastalığı nedeniyle hastalarca pek sevilmeyen, fazla muhabbet edilmeyen biri. ama en çok ekonomi profesörü olan ve kendisi de alkolizmden muzdarip ömer hoca uyuz oluyor bu albaya. bağırıp çağırması, herkese emretmesi falan canını sıkıyor sanıyorum.

    doktorumuz geliyor ve seramoni başlıyor. herkes kendini her sabah olduğu gibi tanıtıyor, bazıları kabul etmiyor hastalığını, doktor uyarıyor, zorla da olsa söyletiyor, alkoliğim, bağımlıyım, esrarkeşim. konuşma sırası albaya geldiğinde önce itiraz edecek gibi oluyor, duruyor, derin bir nefes aldıktan sonra, "emekli deniz kurmay albay, halihazırda kılavuz kaptan haşmet bilmem ne. alkolik falan değilim, sosyal içiciyim." diyor. doktor nedense üstelemiyor (doktor bazen hastaların durumuna göre bu kendine itiraf dediği şeyi es geçiyordu, ama mutlaka bir gün o u masada bağımlılığını itiraf ediyordu hastalar) "sizi dinliyoruz haşmet albay'ım, bir gününüz nasıl geçiyor anlatır mısınız?" diye soruyor.

    haşmet albay başlıyor anlatmaya, sabah altı da kaktığını, boğazda iki saat yüzdükten sonra duşunu alıp en az bir saat kahvaltı eşliğinde günlük gazeteleri okuduğunu, sonrasında o gün kılavuz kaptanlık görevini yapmak için kıyı emniyetine geçtiğini, en az iki gemiye kılavuzluk yaptıktan sonra orduevine geçip tekrar spor yaptığını, spordan sonra duş alıp iki saat kitap okuduğunu, istiklale geçip saatlerce yürüdüğünü, insanlarla mutlaka sohbet ettiğini, akşam yemeğini orduevinde devreleriyle yediğini, yemek sonrası kitap yazmak için odasına çekildiğini, o çalışması bittiğinde de uyuduğunu ve bu rutininin emekli olduğundan bu güne kadar sürdüğünü büyük bir askeri disiplinle anlatıyor.

    tüm bu anlattıklarını normal bir insanın yapması muhtemelen birkaç gün süreceğinden herkes şaşırmış bir şekilde albaya bakarken ömer hocadan o müthiş soru geliyor;

    "iyi de kumandan, ne ara içiyon amına koyayım."

    salon yıkılıyor, doktor gülmememiz için uyarıyor, haşmet albay büyük bir ciddiyetle son noktayı koyuyor.

    "işte sabah kalkınca bir kadeh, yüzme dönüşü bir kadeh, kahvaltı da iki kadeh, görev esnasında üç kadeh, spor sonrası bir kadeh, kitap okurken iki kadeh, istiklal'de gezerken birkaç kadeh, akşam yemeğinde iki kadeh, kitap yazarken iki kadeh, uyumadan önce mutlaka bir kadeh."

  • hayata dair iç burkan detaylar

    sabahtır bekliyorum. allah'tan, psikiyatri polikliniklerinin koridorlarında nasıl beklenmesi konusunda tecrübeliyim. elleri kelepçeli getirilen adli vak'alarla göz göze gelme, başını-elini-kolunu sağa sola sallayan ve yakınının tedirgin gözlerle izlediği hastalarla ilgilenme ve yüzünde amansız bir umutsuzlukla bekleyen kronik depresiflerden uzak dur. sadece otur ve başka şeylerle ilgilen. ben de tedarikliyim, nereden elime geçtiğini bilmediğim kahverengi tükenmez kalemimle küçük not defterime notlar alıyorum. yazacaklarım var, diyeceklerim var.

    ama kağıt üzerinde birbirini tamamlamayan sözcüklerden başka bir şey oluşmuyor. beklemek sıkıyor, beklemek ömrümü törpülüyor. çevreme bakıyorum. insanlar huzursuz, hastane koridorları soğuk, çalışanların hepsi asık suratlı. biliyorum ama birazdan mutlaka bir şeyler olacak. böyle devam etmeyecek.

    sıra numaraları yanmaya başlayınca ufak ufak hareketleniyor ortalık. önce kenardaki bir teyze koşturuyor, ardından bir amca oğlunu içeri sokmaya çalışıyor. bir dakika geçmeden iki kadın jandarma astsubay elindeki kelepçeyi montuyla kapatmış gençten bir kızı sürüklüyor. kız sürekli bağırıyor, "bırakın amına koyduklarım" diyor, "çözün ellerimi kahpeler" diyor, ağzını kapatmaya çalışan astsubaylardan birinin elini ısırıyor. arkalarında silahlı bir kaç er sırıtıyor bu duruma. ayıplayan bakışlar, kınayan sözcükler, meraklı sorular duyuluyor etraftan.

    ister istemez kıza daha bir dikkatle bakıyorum. dal gibi incecik kalmış. yüzü, hatları, kaşları, dudakları çizgi gibi. tüm vücudu titriyor. soğuktan değil ama fark ediyorum. eroin olmalı, bu zayıflığın başka sebebi olamaz. bakışlarımı tekrar not defterime çevirirken bir ses duyuyorum.

    "iyi bir renk seçimi değil!" diyor biri. dönüyorum, ne ara yanıma oturduğunu anlayamadığım bir kadın gülümsüyor. bu bölümde olmaması gerektiği kadar canlı gözleriyle yüzüme bakıyor.

    "anlamadım?"
    "kaleminiz diyorum, rengi iyi bir seçim olmamış."

    gözüm defterin arasından görünen kalemime kayıyor. kadın haklı gibi ama ben fazla uzatmak istemiyorum. "evet" gibisinden başımı sallayıp, gözlerimi poliklinik kapısında gülüşmekte olan askerlere çeviriyorum. kadın tekrar konuşuyor.

    "insanları anlayamıyorum biliyor musunuz? uyuşturucu kullandığını öğrendikleri insanları aşağılama ve yargılama hakkını nereden buluyorlar?"
    "bilmem, ama benim öyle bir amacım yok."
    "farkındayım, siz daha kestirme bir yol bulmuşsunuz. kale almıyorsunuz."

    kadının yüzüne bakıyorum. böylesine net bir tespit karşısında alkışlamak istiyorum onu. ama nedense sinirleniyorum, gözlerimin içinden anlıyor.

    "kızmayın," diyor.
    "kızmıyorum, şaşırdım sadece."
    "burada bulunduğunuza göre siz de bu toplumun ötekileştirdiği insanlardansınız."
    "nasıl? anlayamadım."
    "herkes söz birliği etmişcesine, kendi sıradanlıklarının dışında olduğunu fark ettiği insanları değiştirmek için ilginç bir mekanizma kullanıyor."
    "nasıl bir mekanizma?"
    "farz edelim ki birey her şeyi biliyor ve hayatın kısa ve güzel yaşanması gerektiğini düşünüyor. bunun içinde eroin kullanıyor. ama onu bırakmıyorlar, bunu kendi başarısızlıklarının bir simgesi olarak görüyorlar. oysa birey sadece onların kendisine önerdiklerini reddediyor."

    kadına daha bir dikkatli bakıyorum. yer üniversite hastanesi, sosyal deney falan mı diye içimden geçiriyorum. sonra şaşkın bir şekilde, "bunu uyuşturucu kullanmadan da yapabilir." diyorum.

    "ben kullanarak yaptığını söylemedim, sadece örnek verdim. insanların onları seçmemizi istemelerini, hayatı seçmemizi istemelerini anlayamıyorum. ben de banka kredisi çekmeyeyim, buzdolabım olmasın, araba kullanmayayım, koltuğa oturup saçma salak televizyon programlarını izlemeyeyim, olmaz mı diyorum sadece."
    "iyi de işte tüm bunları uyuşturucu kullanmadan da yapabilirsiniz."
    "anlamıyorsunuz, çürüyüp gitmeliyim. yetiştireceğim salak veletlere rezil olacak şekilde altıma etmeyi tercih etmeyeceğim. onların hayatını seçmeyeceğim. kardeşime seçtirmeyeceğim. biz yaşamayı seçmemeyi seçiyoruz."

    kadına tam cevap vereceğim anda kadın astsubaylar biraz önceki kızı dışarı çıkarıyorlar. kız daha bir gür bağırıyor, "çözün ellerimi lan! çözün ellerimi!" diyor, sonra aniden susuyor. ne ara yanımdan kalktığını anlamadığım kadına dönüyor.

    "beni ihbar etmeyecektin abla" diyor, "beni öldürecektin, ihbar etmeyecektin" diye bağırıyor. kadın astsubaylar sürüklüyor kızı, askerler kadının yaklaşmasına izin vermiyor. kızın kollarında astsubaylar, arkasında askerler, peşlerinde çaresiz bir abla yürüyüp gidiyor.

    koridor "çözün ellerimi" haykırışıyla yıkılıyor.

  • e-kitap servisi meritokrasi

    müsaadenizle bir adet romanı yayınlanmış bir ekşi sözlük yazarı olarak fikirlerimi paylaşmak istiyorum. öncelikle herkesle tartışmak amacındayım. mesaj kutusu bunun için var. ben bu servisi kullanmıyorum (beceremedim zamanında, başka yerlerden e-kitap ediniyorum) ancak oldukça yararlı buluyorum. zaten ben okur/kullanıcı tarafından değil, yazar/üretici tarafından bakacağım.

    öncelikle üç hafta kadar önce kitabımı yayınlatmak için yardım kampanyası başlığına yazdığım şu entri ile romanımı yayımlatma sürecinde yaşadığım zorluğu anlatmaya çalışmıştım. bir çok yazar arkadaştan mesaj geldi, benzer şeyleri yaşamış, halen yaşayan insanları görünce üzüldüm. sonra bir kaç arkadaş romanı almak istediklerini ama pahalı bulduklarını söylediler.

    ben de türkiye'de kitapların aşırı pahalı olması başlığında şu entri ile kendi kitabımın liste fiyatı üzerinden fikirlerimi beyan ettim ve ekonomik olarak kitaba ulaşma yöntemlerini kendimce dile getirdikten sonra bu servisi ve konularına göre tasnif edilmiş e-kitap arşivi başlığının da yararlı olabileceğini düşündüğümü belirttim.

    yine bu entriden sonra da bir çok arkadaş mesaj attı, konuştuk, tartıştık ve ben şöyle, "korsana karşı olup, e-kitap siteleri ve pdf arşivlerini önermem bazı arkadaşlarca haklı olarak çelişkili bulunmuş. doğrudur, ancak ben kitaplardan haksız kazanç elde eden korsana karşıyım. hiçbir yazar kitabının maddi nedenle okunmamasını istemez. tüm yazarlarda benim gibi hırsızlığa karşılardır diye düşünüyorum. kütüphaneleri de bu nedenle entriye ekledim, unutmuştum, üzgünüm." editledim entriyi.

    çünkü ben tüm yazarların benim gibi kitaplarının okunmasından başka bir isteklerinin olmadığını sanan safın önde gideniymişim. neden derseniz sözlükten tanıştığım benim gibi genç bir yazar arkadaşın yayımlanmak üzere olan kitabının son okumasına ara verdiğimde bu başlığı gördüm (önce ölmüş sandım) ve bir entriye denk geldim.

    bir yazar arkadaş önce tanımını yapmış ve "sözlükte beni farklı mecralara sürükleyen servistir" demiş. devamında özetle, "başlığa yazılanların hepsini okuduğunu, herkesin kendince haklı olduğunu, haksız kimsenin bulunmadığını" belirtmiş ve bunları gerekçelendiren bir takım örnekler vermiş. sonra "geçen ay ikinci romanı (5. kitabı) çıktığını, satmasını umduğunu yoksa bitirmiş olduğu yeni dosyasının basılma ihtimalinin olmayacağını" yazmış.

    evet, satılmayan bir kitabın yazarının sonraki dosyalarına yayımcılar şans vermemeyi tercih edebilirler.

    sonra hızını alamamış, "servisi öven kişilerin övdükleri kadar çok okuyup okumadığını sormuş? kendisinin çok okuduğunu, (pardon çok çok okuduğunu) iyi ve sıkı bir okur olduğunu, (bu iddia aşamasında) mümkün olduğu kadar sadece okuyacağı kitabı satın aldığını, okumayacağı kitabı almayacağını ve yarım bıraktığı kitap sayısının az olduğunu belirtmiş."

    bunları niye yazmış, nereye varacak diye düşünürken ben, şöyle devam etmiş. "ülkemizde her ay 2000 kitap basılıyor, basım adetlerinin az olduğunu, yeni bir tür çıktığını, watpadd'den fırladığını, tutulduğundan satıldığını (kitaplar ele geliyor demek istemiş sanırım) ve kolay yazıldığını sandığını" belirtmiş.

    ben hala tüm bunları neden yazıyor diye okumaya devam ederken,

    "kendisinin bir romanı iki yılda yazdığını, bunun için çok ciddi emek harcadığını (kesinlikle katılıyorum) sizin bir de parayla satıldığı için küfürler ederek kopyalayıp, bir dosya olarak koyduğunuz kitap için yaptığını, telifini altı ay sonra aldığını, şansı olduğunu (sanırım şanssızlar alamıyor) bazen yalvar yakar kitabının basılmasını istediğini" söylemiş.

    öncelikle biriniz bu arkadaşa söylesin. kitap, okur onu açana kadar elektronik hali dosya, basılı hali ise metadır. ne zaman ki okur onu açar, okumaya başlar o zaman kitap olur. yani o dosyanın bilgisayarda durması ile kitabevinde durması arasında okura ulaşana kadar bir fark yoktur.

    sen bu servisi ve insanları çok yanlış anlamışsın. zaten bak biliyorsun, ülkemizde kitap okuyan insan sayısı çok az, bu çok az olan insan içerisinde e-kitap okuyan daha da az. sen ne kadar okuyorsun bilmiyorum (türkiye ortalamasını bilmediğimden senin okuma oranını da hesaplayamadım) ama bu servisi kullanan insanlar okuyor. (onların ortalamasını da bilmiyorum. merak da etmiyorum.)

    ödevini yapmak için bu servisi kullanan insan ne güzel insandır. öğrencilik zor iş, şimdi buradan faydalansın, ilerde iş güç sahibi olur bu okuma alışkanlığıyla kitap alır, okumaya devam eder. ne var bunda?

    kitabın pahalı olduğu konusunda haklı olmakla beraber, kitap gibi bir metaya para verilmemesi gerektiğini söyleyen her kimse bu servisten kitap okuyarak, belki senin benim gibi yazarların ciddi emek harcadığını, kitabın bir meta değilde edebi eser filan olduğunu öğrenir, fikri değişir, ufku açılır. neyi kötü bunun?

    cep telefonuna 1200 kitap indiren şekilci arkadaş belki bir gün merak edip okur, kitapların bir süs eşyası olmadığını, hava atmaktan çok okunmak ve fikir sahibi olunmak için üretilen edebi eserler olduğunu fark eder. bu seni neden üzüyor.

    karşıt görüşlere ben de cevap vermeyeceğim.

    hocam kusura bakma da sen kötü bir yazarsın. kitabının okunmasını isteyen bir insan neden bu servise karşı çıkar. bu servisi kullanan insanlar okumak isteyen insanlar. sebebi her ne olursa olsun, kitaba ulaşmak isteyen insanlar. okur ya bunlar. birazdan daha net açıklayacağım; senin, benim, diğerlerinin yazdıklarını eser yapan insanlar. kitabının burada olması o çok korktuğun satış rakamını düşürmez. hatta ve hatta yazdıkların gerçekten edebi bir değeri varsa ciddi faydası bile olur. başlığına yazarlar, önerirler, tanıtırlar. dedim ya biraz önce okuyan az, e-kitap okuyan daha az. bırak okusunlar ne var bunda...

    ben tam bunları düşünürken aynı yazar kişisi "kitabımın e-kitap sürümünün çıkmasını istemiyorum. bir manyak cildini yırtar tararsa pdf olarak koyarsa ancak öyle dağılır. zaten delicesine satılan bir kitap olsaydı, korsanı basılırdı veya çoktan kopyalanırdı. inanın bundan rahatsız olmazdım. fakat bu durumda yayıncı sonraki kitabımı <caps lock>basmazdı<caps lock>" diye devam etmiş.

    ben yanlış okudum galiba dedim, döndüm tekrar okudum. "kitabının korsana düşmesinden rahatsız olmayacağını, ama kitabın yayıncısı (caps lock açık) basmazdı" yazmış. sonra da şu şekilde maddelemiş,

    "kopya korsan oldu mu yayınevi kitap basmıyor
    yazar kitabı basılmadı mı yaz(a)mıyor
    kötü kitabın yanında iyi kitap da çıkmıyor
    kitap fiyatları pahalıi kağıt ithal her şey ithal
    yayıncı ayakta durmak için yüksek fiyat çekiyor
    sizler çok pahalı diyorsunuz hakeden veya etmeyen kitabı bu yolla kendi malınız yapıyorsunuz."

    kendisine buradan yok ya, vallaha mı diyorum. hadi canım, olamaz öyle bir şey diye ekliyor ve madde madde öyle olmadığını açıklamak istiyorum.

    1. kopya korsan oldu mu yayınevi kitap basmıyor

    bir kitabın çok satıp satmadığını, yazarın veya kitabın popüler olup olmadığını en kolay yoldan anlaşıldığı yer korsan tezgahlarıdır. çünkü korsan kitap satıcısı da kitabı basmak, nakliye, tezgah, eleman vb gibi giderleri olan gayriresmi işletmelerdir. tezgahı bir kitabevinden küçük olup, kitabevi gibi çok ürün bulunduramaz. o nedenle çok satan ve popüler yazarların kitaplarını tezgaha koyar. bu şekilde sadece para kazanacağı ürünü koyar. maliyetini de, kira ödemeyerek, vergi vermeyerek, telif ödemeyerek, kalitesiz kağıt ve boya kullanarak, dizgi ve kapağı çok afedersiniz sikimsonik yaparak düşürür. yani korsana düşmüş kitap ve doğal olarak o kitabın yazarı artık tanınan yazardır. bu kitabından sonra yazacağı her kitabı bir önceki kadar satar, örnekleri vardır. benim kitabım korsana düştü, kitabımı yayıncı basmıyor diyen adam en basit tabirle kendini kandırıyordur.

    ayrıca korsanı dolaylı da olsa savunan kişi isminin önüne yazar sıfatını ne tür de kitap yazmış olursa olsun koymamalıdır. yazdıklarından utanmalıdır. çünkü meriktokrasi ve benzeri servisler kar amacı gütmeyen yerlerdir. kitabın kütüphane de olmasıyla meriktokrasi de olması arasında fiziki özellik haricinde esasında hiçbir fark yoktur. ancak korsan kitapçı, yazarın hakkını, yayımcının hakkını, kitapçının hakkını çalar. korsandan kitap alan adam okuduğu kitabın emeğini çalan hırsızdan farkı yoktur. para ödemiş olması da bu gerçeği değiştirmez.

    ayıptır, korsanla hırsızla mücadele her bireyin görevidir.

    2. yazar kitabı basılmadı mı yazamıyor.

    şu entrimin girişinde belirttiğim üzere insanın roman yazmaya başlamadan önce bir takım hedefleri vardır. bunlar bir çok örnekle açıklanabilir. ama bunların içinde hiçbiri kitabın basılması değildir. kitabın basılması onu meta yapar. okunması ise eser. georg christoph lichtenbergin bir kez daha haklı olduğunu üzülerek görmekteyim. ne diyordu yaklaşık üç asır önce "dünyada kitaplardan daha tuhaf satış metalarına rastlamak galiba imkansızdır: anlamayan kimseler tarafından basılır, anlamayan kimseler tarafından satılır, anlamayan kimseler tarafından okunur, hatta tetkik ve tenkit edilir; ve şimdilerde artık onları anlamayan kimseler tarafından kaleme alınmaktadır."
    eğer kişinin kaygısı kitabının basılıp basılmaması ise o lütfen yazmasın. gerçek yazarlar eserlerinin okunmasını bile umursamazlar. onlar derdini anlatma arayışındadırlar.

    3. kötü kitabın yanında iyi kitap da çıkmıyor

    evet, böyle cümle olarak okuyunca insan hak vermiyor değil. ama gerçek bu değil. kötü kitabın yanında iyi kitabın çıkmamasının yüze yakın nedenini yazarım ancak bunlardan hiçbiri e-kitap veya bu servis değildir. kitabın (iyi veya kötü) çıkmamasının nedeni onu metalaştıran yayımcılık sektörünün politikalarıdır. bir kaç tanesi haricinde (ki onların da zaten çok satan yazar ve kitapları var) "bu kitap kesinlikle basılmalı, bundan da zarar edeyim" diyen yayımcı var mı? edebi olup olmamasına, eserin temasını, ana fikrine bakan? editörler bile artık satıp satmayacağına göre inceliyor. öyle olmasa vıcık vıcık bir dille yazılmış "allah de bilmem ne yap 1,2", "hayrullah" , "bana ikinizi anlat" , "bokre" isimli "iyi" kitaplardan farklı şeyler görürdük kitapçılarda.

    o tür olarak belirttiğin watpadd çılgınlığını basarlar mıydı? edebi dertleri olsa, "iyi"yi insanlara ulaştırma dertleri olsa. benim çok afedersin "bok altı" edebiyatı dediğim şeyler çıkar mıydı okur çok olsa, "iyi"yi arasa. çocuklar popülerin peşinde hocam, yeni çağın çılgınlığı.

    4. kitap fiyatları pahalıi kağıt ithal her şey ithal

    kitap fiyatları pahalı evet, kağıt ithal evet, her şey ithal evet ancak 3 (yazıyla üç) liraya malolan bir metayı 25 (yazıyla yirmi beş) yayımcı mı haklı, dağıtımcı mı haklı, kitapçı mı haklı, yoksa metayı eser yapan okur mu? vallaha kimse kusura bakmasın, okur her zaman haklıdır. ama sen eserine meta yapan, onun üzerinden para kazanırken fiyatını indirmek için hiç bir şey yapmayan (ben şimdiye kadar kitap fiyatlarının düşürülmesi için bir icraatı olan kitapçı, dağıtımcı veya yayıncı görmedim) adamlar haklı diyorsan, otur bir daha düşün. (sadece kdv sıfırlansa ortalama her kitap 1,5 ile 2 lira arasında ucuzlar.)

    5. yayıncı ayakta durmak için yüksek fiyat çekiyor

    yok canım. yayıncı değildir o. genel işleyiştir. kitabın çok satmaması, raf ömrünün uzun olması, piyasada ki 6-8 ay gibi uzun vadeler, yüksek kira bedelleri, vergiler falan değildir. yayıncı belirlemez kitap fiyatını, kitabın beklenen satış adeti belirler. ben şimdi en baştan yazamayacağım, yayımcına soruver.

    6. sizler çok pahalı diyorsunuz hakeden veya etmeyen kitabı bu yolla kendi malınız yapıyorsunuz.

    mal yapmıyorlar arkadaşım, o kitabı eser yapıyorlar. sadece eser!

    sonuç olarak genç yazar eziliyor demişsin.

    evet genç yazar eziliyor. çünkü herkes kendini yazar zannediyor ve yazdıklarının bir an önce basılmasını istiyor, yayın evlerini kilitliyor, hiçbir edebi yönü olmayan dosyalarını birer şahesermiş gibi her tarafa gönderiyor. yayınevi zaten okumayan bir ülkede edebi yönden çok gelen dosyanın satıp satmayacağını düşünüyor, ona göre politika belirliyor. berbat şeylerin arasından "iyi"yi ya göremiyor, ya da "iyi" kendini tam gösteremiyor.

    yani meriktokrasi ile genç yazarın ezilmesinin uzaktan yakından ilgisi yok. genç yazarı destekleyecek ender oluşumlardan biridir meriktokrasi.

    seni fena kandırmışlar hocam, yazdıklarını bilmiyorum ama okumak istiyorum. inanıyorum ki sen kaliteli eserler yazmış isen bir gün mutlaka meriktokrasiye düşecektir. bir "manyak" bunu yapacaktır ve o zaman senin bu servisi dert etmeyeceğini de biliyorum. bırak insanlar kitaba ulaşsın hocam.

    bu entri tüm benzer düşüncelere cevaptır. meriktokrasi de kendi kitabım var mı bilmiyorum. merak bile etmiyorum. varsa arkadaşların okumasını istiyorum. yoksa ben koyun diyemem (telif sözleşmem nedeniyle), koymayın da diyemem.

    ha bana da yasal değil dediler. iyi de ben savcı değilim, yazarım, yazar! (burada bir yaşar usta tiradı giderdi gibi)

    tüm bunları bana yazdıran ve hayata bakış açımı ciddi manada değiştiren bir olayı da müsaadenizle buraya iliştirmek istiyorum.

    yıllar önce muğla iline memur olarak atandığımda kiraların çok pahalı olması nedeniyle merkeze yakın bir köyde ev tutmak zorunda kaldım. ev sahibim çiftçi. karısı, çoluğu çocuğu evin ucundan uzanan tarlada çalışıyor. ben sabah gidiyorum akşam dönüyorum. denk gelirsem yemek falan veriyorlar, çay içiyoruz. tabi ben o zamana kadar büyük şehirde yaşadığımdan pek alışık olmadığım şeyler bunlar.

    bir hafta sonuydu eve geç geldim. baktım bunlar mahsullerini 2,5 ford'a yüklüyorlar. ben de ucundan tuttum ki çabuk bitsin, neyse iş bitti baktım ev sahibim evine giriyor, yüklediğimiz kamyonet köyün ana caddesinde.

    "çadır yok mu?" diye sordum, kendimce tedbir almaları gerektiğini belirteceğim, yorgunluktan unuttular diye düşünüyorum. ev sahibim şaban abi "ne yapacan bizim oğlan çadırı?" dedi.
    "malın üstünü örtmeyecek misiniz?
    "yoo."
    "çalmasınlar gece malları?"
    "buralarda o işler olmaz ya, olursa da hırsız ne yapar eder çalar. ihtiyacı olan da varsın alsın gari." dedi.

    anladın mı bizim oğlan

  • duyulmuş en enteresan tezahürat

    bir ankaragücü maçında 19 mayıs stadını inleten şu dizelerdir.

    pınar altuu çok tatlısın
    gecekondu sana dayasın
    eteği kıvır, tangayı sıyır
    ama çocuklar duymasın.

    beste editi: elbette sık bakalım

  • türkiye'de kitapların aşırı pahalı olması

    şöyle açıklamak gerekirse ülkemizde kitap pahalı değil çok pahalıdır. peki neden çok pahalıdır, bunu kendi kitabım üzerinden açıklamak istiyorum.

    şimdi benim kitabımın liste fiyatı 25 tl

    bu yirmi beş tl içerisinde %8 kdv var, 2 tl yüce devletimizin,

    bu yirmi beş tl içerisinde kdv düştükten sonra bedel olan 23 tl'nın

    yüzde 10'u telif olarak benim, yani 2,30 tl

    yüzde 30'u yayın evinin, yani 6,90 tl

    yüzde 10'u dağıtımcının, 2,30 tl

    yüzde 50'si kitabevinin, 11,50 tl

    ben bir yazar olarak 572 sayfalık bir eserin satılan her adedinden 2,30 kazanırken, yayıncım dosyayı kitap haline getirip, redakta-edite etmek, ham maddeyi (kağıt-boya) satın almak ve basmak (matbaa), bir de üzerine kar etmek için 6,90 tl alıyor.

    kitap basıldıktan sonra kitabın satılması için rafa girmesi gerekiyor. bu işi yapacak olan ise dağıtımcı 2,30 tl alıyor.

    kitabı rafına koyan, kira ödeyen, eleman çalıştıran vb. iş yapan kitabevi ise tüm bunları kitabın liste fiyatının yarısıyla döndürmek zorunda kalıyor.

    sürümün fazla olmadığı, ürünün üretici ile tüketici arasında çok el değiştirdiği, rafta bekleme süresi uzun her üründe olduğu gibi kitabın fiyatı da uçuyor.

    şimdi diyeceksiniz popüler, çok okunan kitaplar neden daha ucuz.

    şöyle ki, çok satan/okunan kitapların korsanla mücadele etmesi gerekir. zaten sattığı için raf bekleme süresi azdır, bu kitapların kendi reklamı doğal yollarla oluşur, baskı adet sayısı fazla olduğu için yayınevi basım ve ham madde diğer yayıncılara göre ucuz ulaşır. dağıtımcı ve kitapçı elinden çok sayıda kitap geçeceği için sürümden kazanır.

    doğal olarak bu yazarların telif yüzdeleri yükselirken dağıtım ve kitabevi payı düşer.

    peki nasıl ucuza kitaba ulaşabiliriz?

    öncelikle tek tek kitap almak gibi bir huyunuz var ise bundan vazgeçmelisiniz. birden çok online kitabevinde hesabım var ve beş taneden az kitap almıyorum. alacağım kitapları sitelerde bulunan sayfamda sepete ekliyorum ve karşılaştırıyorum. bu sizin için zor ve tek kitap alacak iseniz kitapmetre.com sizin için karşılaştırma yapıyor. ancak bu site tüm online kitabevlerinde çalışmadığı için tek kitap alacaksanız, evrenselkitap.coma bakmanızı özellikle rica ediyorum. ara ara büyük yayınevlerinde ciddi indirim kampanyaları oluyor, facebook üzerinden ilan ediyorlar takip etmek isteyenlere duyurulur.

    bir diğer ucuz kitap alma şekli ise varsa yayıncının online kitap satış sitesidir. çünkü dağıtım ve kitabevi payı vermedikleri için liste fiyatı üzerinden ciddi indirim yapıyorlar.

    bir diğer ucuz kitap alma şekli benimde severek kullandığım nadirkitap.com. içerisinde bulunan çakallara ve sahaf olmayan satıcılara rağmen iyi bir araştırmayla çok az kullanılmış kitapları ucuza almak çok mümkün. tek dezavantajı ise kitapları farklı satıcılardan aldığınızda kargo birleştirme yapılamaması ve bazı satıcıların anlaşmalarından dolayı yüksek kargo bedeli.

    eğer bir e-kitap okuyucunuz varsa mutlaka e-kitap servisi meritokrasi katılın ve şu entri favoriye ekleyip başlığı takibe alın.

    yok arkadaş her şeye rağmen kitap pahalı, e-kitap edinemiyorum, sevmiyorum diyorsanız, ben kütüphaneleri şiddetle tavsiye ediyorum. sıcak, sessiz bir ortamda kitabın içine girmek hem daha kolay hem de çok ama çok ucuz. bazı yerlerde de bedava.

    unutmayın ki kitap bedelinin yüksek olması okumamamak için bahane değildir. sizin bir kaç günde, bazen bir kaç saatte okuduğunuz kitabı yazar kişisi ciddi bir emekle üretiyor, ömür tüketiyor, lütfen korsan almayın. alanlarla arkadaşlığınızı bitirin.

    hepinize iyi okumalar.

    edit: korsana karşı olup, e-kitap siteleri ve pdf arşivlerini önermem bazı arkadaşlarca haklı olarak çelişkili bulunmuş. doğrudur, ancak ben kitaplardan haksız kazanç elde eden korsana karşıyım. hiçbir yazar kitabının maddi nedenle okunmamasını istemez. tüm yazarlarda benim gibi hırsızlığa karşılardır diye düşünüyorum. kütüphaneleri de bu nedenle entriye ekledim, unutmuştum, üzgünüm.

  • kitabımı yayınlatmak için yardım kampanyası

    bu konuda zamanında çok çırpınmış bir yazar olarak bir kaç kelam etmek istediğim kampanyadır.

    şimdi benim de yayınlanmış bir kitabım var. (bkz: mabet)

    ilk kitabı yazmaya başladığımda acayip burnum havada geziyordum. çünkü ben hiç yazılmamış olan bir eser ortaya koyuyormuşum zannediyordum. günlerce üzerinde çalıştım, haritalar çıkardım, olayın geçtiği yerlerde günlerce yürüdüm. yazdım, sildim, düzelttim, yazdım, sildim, düzelttim. sonunda elimde 400 word sayfalık bir dosya oluştu.

    şimdi biraz önce dedim ya burnum havada dolanıyorum, tuttum bir kaç yayın evine gönderdim. zannediyordum ki adamlar bir ay içerisinde arayacak, gel gobekli reyiz bu kitabı basalım diyecekler. aradan aylar geçti arayan soran yok. ben bu arada ikinciyi yazıyorum, öyle de burnum hala havada. neyse vesselam gördüm ki, beni ve yazdıklarımı umursayan yok. yayın evleri telefona bile cevap vermiyor. sinirlendim, dosyayı bilgisayardan sildim, tüm çıktıları çöpe attım.

    kara kara düşünüyorum, ne yapayım, nasıl yapayım diye. işsizim, hastayım, eşimden başka kimsem yok ve hala yazmak istiyorum. kimsenin yayınlamaya değer bulmadığı kitaplar yazmak istiyorum. yine yazmaya başladım. abim dedi ki "oğlum bu yazdıklarını senden başka okuyan, eleştiren oldu mu?" cevap kocaman bir hayır. "git bu yazdıklarını bir kaç arkadaşına okut, bakalım ne diyecekler." diye de ekledi. iyi de benim arkadaşım yok. ciddi yok, asosyal herifin tekiyim. ciddi psikiyatrik bozukluklarım var falan. kafayı kırdım çok az olan eski bir kaç üniversite arkadaşıma gönderdim yazdıklarımı. bekliyorum "ya baba süper yazmışsın falan diyecekler." yok adamlar dönmüyor. ama ben ısrarla sürekli gönderiyorum. okumuyor ibneler. sadece bir arkadaşım (ki kendisine kitabın sonunda teşekkür yazdım) "başkan, yaz la ne olacak sonunda merak ediyorum" dedi. neyse ben yazdım, yazdım, yazdım.

    kitap bitmeye yakın aklıma bir fikir geldi. kitabı okutmam lazım, tek bir adam okuyor o da sadece okuyor. ne düzeltme yap diyor, ne başka bir şey sonunu merak ediyorum diyor. dosyayı sözlükteki yazarlara göndermek. önce bir metin hazırladım. dedim ki özetle, "entrilerinizi okudum, benim bir kitap çalışmam var, siz de edebiyata yatkın duruyorsunuz, dosyayı göndersem okur musunuz?"

    güzel, göndereceğim mesaj metni de hazır. harika bir kitle var önümde, günde yüz binlerce insanın okuduğu entriler var. iyi de kime göndereceğim. benim o dönem badim bile yok. açtım edebiyatla ilgili bir başlığı, arkadaşın biri yazmış, çizmiş, eleştirmiş. gönderdim ben bu mesaj metnini. iki dakika sonra mesaj geldi. "konusu nedir hocam?" düşün bak adam dosyayı merak etti lan. çıldırıyorum sevinçten, döşedim ben tabi konuyu, monuyu, şunu, bunu. gönderdim.

    gelen cevap şuydu. "polisiye mi yazdın, yazmasaydın da olurdu." bak adam bir cümleyle hayatımı yıktı lan. bütün özgüvenim naylon oldu. ağlayacağım hırsımdan yemin ederim. sadece teşekkür ettim. bir hata yapmıştım ama ne. buna hakkı yok, beni rezil etmeye hakkı yok diye dövünüyorum. bir hafta kendime gelemedim bak. yine bir küskünlük, zaten beyin kimyası depresyona meyilli.

    sonra girdim bu yazarın künyesine. bakıyorum ne yazmış diye, adam bildiğin bir çok yazara gömmüş. onu eleştirmiş bunu yermiş, diğerine ayarın kralını vermiş falan. dedim lan bu herif sanırım benim yazdıklarımı beğenmediğinden değil, polisiyeyi edebi bir tür görmediğinden bizi böyle gömdü. bu sefer aklıma başka bir fikir geldi. arama kısmına polisiye gerilim yazdım, getire bir tıkladım. sayfa ahmet ümit başlığına yönlendirilmiş. sanki bu tür bir tek ondan soruluyor. (neyse bu konuda çok şey söylemek istiyorum ama sonra) yok, olmuyor aradığım ışığı bulamıyorum. sonra işte jean-christophe grangebaşlığına girdim, baktım insanlar yazmış. şöyle hastayım böyle iyi. gözümü kararttım, aynı mesajı o başlığa entri girmiş ona yakın yazara yolladım.

    ilk cevap yine benzerdi. "hocam zamanım yok." eyvallah dedik, burada da okuyan yok diye hayıflanıyorum. sonra bir kaç mesaj bir iki arkadaş "gönder hocam." okuruz dediler. aldım maillerini gönderdim. şimdi nickini yazıp reklam etmek istemem sormam lazım kendisine, bir arkadaş tam yirmi saat sonra döndü.

    "hocam dosyayı onca işimin arasında okudum. bence yazma konusunda kötü değilsin. biraz daha kendini ve metni geliştirmelisin. ama bunu nasıl yapacağını bilemiyorum çünkü ben okurum, bu işlerde profesyonel birilerini bulursan bu kitap olur." dedi. bir çok kelime hatası, yazım yanlışı falan göndermiş. ben onları düzeltirken başka başlıklardan başka insanlara da yolluyorum, kimisi siktir çekiyor, kimisi gönder okurum diyor ama geri dönmüyor, bazısı da günlük geri dönüş yapıyor. ben düzeltiyorum, topluyorum, başkalarına yolluyorum. bir arkadaş bunu redakte ettir dedi, tuttum parasını ödedim bir arkadaşa kitabı toplattım.

    sonra yine başlıklarda geziyorum, şu entriye denk geldim. ooo, panpam tam benim istediğim yazar, polisiyeyi yemiş yutmuş. bir mesaj gönderdim, bir hafta sonra mesaj yazdı, gönder ama çok yoğunum kısa zamanda dönemem. olsun, yeter ki sen oku dedim. altı ay sonra yalvar yakar okudu. ay da bir soruyorum, iki ay sonra sözlüğe girip cevap yazıyor, "bakamadım daha" diyor. meğerse işi gereği bakamıyormuş. o ara aynı başlıktan bir kaç kişiye daha gönderdim ve böylece gerçekten benimle, dosyayla ilgilenen ona yakın insan çıktı. bildiğin arkadaş oldum, hepsi de çiçek gibiler hala, tek tek isim vermeyeceğim onlar kendilerini biliyor.

    sonra işte bu panpam döndü, "başkan harika olmuş lan" dedi. sen arkeolog musun dedi. bu kitabı iyi yayın evlerine gönder dedi. diğer panpalarım zaten bastırıyor, benim için, kitabın yayınlanması için kafa yoruyor. sonra bir arkadaş dedi ki baba bu işlerde torpil var, şu yayın evinden şuna git, (marka bir yayın evi) dosyanı ver. gittim adamın yanına, sağ olsun beni dinledi ama sonra bir yere götürdü. raflar dosya dolu, "bak dedi ben bu dosyayı iki seneden önce okuyamam, hadi okudum, yayınlanması falan zor iş" dedi. bıraktık dosyayı yine de, başka yayın evi, bir başka yayın evi yok ağa kimse basmıyor. bırak basmayı okuyamıyorlar bile. neden, herkes benim gibi süper yazar olduklarını düşünüyor ve her yazdığını gönderiyor. sektör şişmiş, bunalmış. yayın evi diyor ki üç tane sağlam yazarım olsun, onlar yazsın yeter. çok çok bilinen bir adam değilsen, kitap yayınlatmak bu ülkede çok zor.

    dur toparlıyorum. ben ne yaptım, burada amazon'u, mobidik'i falan örnek vermişler ya, ben sana ve bundan sonra kitap yayınlatmak isteyenlere söyleyeyim, o dediklerin türkiye'de yemiyor aga. meriktokrasi haricinde e-kitap okuyan yok, yeni bir adamı okuyan hiç yok. hem bu ülkede kitap rafta satılıyor. ama bende inandım benzer görüşlere, hem google play'a hem mobidik'e hem de benzer ona yakın yere e-kitap olarak koydum. facebook'a reklam verdim bak, gruplarda paylaştım sonuç mu tek bir satış almadı. kötü yazdığımdan mı hayır piyasası yoktu. bu ülkede zaten okuyan az, o azlığın içinde e-kitap okuyan daha az.

    şimdi geleyim bu parayla kitap basan elemanlara. elemanlar diyorum çünkü yayın evi yazardan para alıp kitap yayımlamaz, yazara para verir yayınlar. ha bir anı olsun, kitaplığımda dursun sevdiğim adamlara veririm diyorsan amenna, yoksa hiç girme. dolandırılabilirsin, (internette çok az bir araştırma da on kitaplık dolandırıcılık hikayesi çıkar) hayallerin kıralabilirsin, (çünkü bu adamlar senin kitabının satması için bir şey yapmazlar) kendini yetersiz görebilirsin. (her yazar kitabının satmasını ister. satmayan, okunmayan kitap, yazarı küstürür. çünkü her insan eserine önem verir.)

    o yüzden yazma işine gönül verdiysen kitabını önce birilerine okut. bak sözlük bu anlamda çok iyi. güçlü ol, eleştirilere açık ol. yazdığın türün başlıklarına gir o türü okumuş yazarlara göndermeye çalış. ha bak peşin peşin söyleyeyim, buradakiler çok acımasızlar. hümanist çoktur falan ama kötü laf sokuyorlar. buna hazırlıklı ol, hepsi göte göt diyor. eğer dosyan bu mecrada birileri tarafından beğenilirse inan o kitap bir gün basılır. ama şunu da unutmamak lazım ki buradan veya farklı mecralardan seni bu işten soğutacak ne duyarsan duy, yazma fiilinden vazgeçme. yazmak inanılmaz bir tatmindir. unutma da, dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da çekemeyen çok adam olacaktır. "bu ne yea" diyen olacaktır, onlara da takılma.

    şimdi benim kitabın ilk baskısı neredeyse bitmek üzere, buradan benim badilerim de kampanya falan yaptı, uğraştı. ama fazla yemiyor haberin olsun. alıp okuyan olmadı mı, oldu. şimdilerde ikinci kitabı bekleyen insanlar olduğuna göre ben becerebilmişim, sen de becerebilirsin.

  • hayata dair iç burkan detaylar

    yanlış hatırlamıyorsam insanın anlam arayışı kitabında okumuştum. toplama kampı deneyimlerini anlatan birinci bölümünde olmalı. şöyle diyordu yazar;

    "zaman içinde hissedilen en keskin şey, tutukluluk süresinin sınırsızlığıydı; mekan içinde ise cezaevinin daracık sınırlarıydı."

    akşamın karanlık saatleri, ankara'da buz gibi bir hava. babamı hastahanede bırakmış eve dönmeye çabalıyoruz. sokaktaki herkes mutsuz gibi, herkesin suratı asık, ama en çok biz mutsuzuz. insanlara çarpmamaya çalışarak metroya ulaşmak istiyoruz. yerin altı yerin üstünden sıcaktır umuduyla. birden annem duruyor, bir enstrüman sesi yükseliyor kalabalıklar arasından. insanların bir kaçı bana, çoğu anneme çarpıyor. söyleniyorlar yerli yersiz...

    - ne oldu anne, neden durdun! diyorum
    + dur oğlum şunu bir dinleyeyim, diye cevaplıyor.
    - gel, sokağın ortasında durma. deyip, kolundan kenara çekiyorum. insanlar geçip gidiyor, rüzgarla beraber notalar uçuşuyor havada. titriyorum, annem yüzünde garip bir ifade ile dinliyor öylece.

    enstrüman çalan gençlere bakıyorum. iki erkek bir kız, üniversiteliler herhalde. soğuğa rağmen sıcacıklar, yüzleri gülüyor şehirdeki tüm insanların aksine, bereyle korudukları kafalarını sallıyorlar bir iki, mutlular. kimse durup bakmıyor annemden başka, kimse umursamıyor gençleri. paralarını geçtim, küçük bir gülücükleri bile yok bu gençler için...

    parça bitiyor, kız olan ellerini ovuşturuyor ısınmak için, umutsuz gözlerle önündeki gitar kılıfına bakıyor. üç beş bozukluk var, hiç para veren olmamış. arkadaşlarıyla göz göze geliyor. çevrelerine bakıyorlar, tık yok. herkes soğuktan mı mutsuzluktan mı ne kaçıyor önlerinden. annem, elini çantasına atmış karıştırıyor, anlıyorum para verecek. dur ben veririm demeye kalmadan bir yüz lira çıkartıyor, insanların arasından geçerek ellerini ovuşturan kıza uzatıyor. kızın yüzünde inanılmaz bir gülümseme beliriyor, sağol teyze diyor. annem aynı yavaşlıkta yanıma geliyor,

    - iyice delirdin ha anne, çok paran var galiba, diyorum. yüzümü de ekşitiyorum ki kızdığımı anlasın.
    + çok değil oğlum, umutlarını kırmayacak kadar, diyor.
    - nasıl ya, ne umudu?

    çocuklar neşeli bir parçaya başlarken annemde anlatıyor.

    + ben hiç bir isteğimi yapamadım oğlum. liseye gidecektim deden izin vermedi, orospu mu olacan dedi. saz çalayım dedim dayın olmaz dedi, köçek mi olacan diye kızdı. ptt de işe başlayacaktım babanla nişanlıyız, nişanı atarım dedi. çok güzel elbiseler aldılar bana, ama benim istediğimi almadılar. çok güzel yemekler yedik ama onların sevdikleriydi. senin adını umut koyacaktım, sormadılar bile. ben hep özlem duydum oğlum, yüzüm bir kerede kendi isteğim oldu diye gülsün istedim, olmadı. hep dua ettim. dünyadaki tüm acıları yaşadım oğlum. annem öldü, babam öldü, kardeşlerim öldü, oğlum öldü...
    - yavaş ol diyorum, o kelimelerin ağzından çıkmasına izin vermemek için. anlıyor tabi, gözleri doluyor. bir kaç saniye susup devam ediyor.

    + abini doğurduğumda kaçacaktım evden. çalışan, yalnız bir anne olarak oğlumu büyütecektim. olmadı, yapamadım. üreten, şehirli ve kalabalık bir aileye sahip oldum ama mutlu olamadım oğlum. hep içimde özlem kaldı. ondan verdim çocuğa parayı, umudu olsun istedim...

    o an anlıyorum ki, annem tutukluluk süresi hiç bitmeyecek bir mahkummuş ve onu tutsak eden şey sevdiklerinin daralttığı dünyasıymış.

    sarılıyorum boynuna, öpüyorum iki,
    - dert ettiğin şeye bak, sen de bana umut dersin, diyorum.
    gülüyor, gözleri dolu dolu,
    + ben hep sana umut dedim, diyor...

  • yaran olaylar

    dün ölümün elinden bir şeyler kurtarmak için şunu yazmıştım. (bkz: #57546430) çok insan mesaj yazdı. dua etti, güzel temennilerde bulundu. biraz olsun moral buldum, güç tazeledim. yaşadığımız ülkeye olan umudum arttı, iyi oldu. sonra da sigara almak için çıktım. fazla evden çıkmam, genelde ya sigara almaya büfeye giderim ya ekmek almaya fırına. ikisi de yan yana zaten. hem spor olsun, hem hava alayım diye biraz turladım. sonra nihai amacımı gerçekleştirmek için büfeye girdim. büfedeki çocuk beni görür görmez; (ismi rıfat, severim keratayı)

    + aha göbekli abi bilir bu mevzuyu ona soralım, dedi.

    içeriye baktım kimseyi göremiyorum büfeci çocuktan başka. kuruyemiş dolabının arkasından bir genç kafayı uzattı sonra. böyle gece karası gibi bir şey, tarla faresine de benziyor biraz. avucundaki fındıktan tane tane ağzına atıyor. gözler de bana kilitlenmiş. nasıl pis kesiyor, nasıl sorgulayıcı bakışlar anlatamam.

    - hayırdır rıfat, konu ne? dedim, bir gözümde tarla faresinde. içim zaten kararmış, bunun tiple iyice karardı. rıfat bir şey demeden bu tarla faresi araya girdi.

    +ne iş yapıyon abi sen?
    - bir iş yaptığım yok, hayırdır!
    + ne mezunusun peki?
    - işe mi alacan amına koyim, niye soruyon!?

    elemana uyuz olmuşum bir kere, ne sorsa tersleyeceğim. rıfat anladı tavrımı araya girdi hemen;

    + göbekli reyiz abi yanlış anladın sen biladeri. sen de ne soruyon oğlum, adam üniversite mezunu, tanıyoruz herhalde.

    çocuğun gözleri hala bende, pis pis kesiyor. sonra da rıfat'a döndü. ağzına bir fındık daha atıp;

    - yok gardaş, ne mezunuysa mezunu, daha ikinci kelime de küfür eden adama sorulacak şey değil bu. hem sen bana ne inanmıyon oğlum, hoca anlattı diyorum, sana yalan borcum mu var?

    ayıktım tabi, mevzu dini bir konu. merakta ettim açıkçası ama belli etmemeye çalışarak;

    + rıfat benim sigaradan iki paket versene,
    - dur bi abi ya, veririz sigaranı. önce yak bi tane benden.
    + sıkıntı olmasın oğlum, müşteri falan gelir.
    - yok yok olmaz, hele yak bir tane sen. gerekirse dükkanı kapatırız.

    rıfat'ın uzattığı sigarayı yaktım. bir gözüm hala kara ibliste, daha iki duman almadan sigaradan soru geldi.

    + göbekli reyiz abi, ölünce ne oluyor?
    - neye ne oluyor oğlum? bu nasıl soru.
    + yani abi insan ölünce mezarlığa gömüyorlar ya, beden çürüyor tamam. ruha ne oluyor?

    düşünüyorum. ulan şimdi bu çocuğa "ruhun olduğunu nereden biliyorsun" desem tarla faresi pusuda anında koyacak ateyiz damgasını. hani inandığım, kendimce bildiğim şekilde anlatsam, desem ki "zor soru be rıfat, insanoğlu var olduğu günden bu yana bu sorunun cevabını arıyor" büfeyi kapatacağız, saatlerce konuşacağız. tarla faresinin küfür etmeme bozulması geldi aklıma o an nasılsa, çevirdim lafı hemen;

    - bu neye inandığınla alakalı, yani her inanış farklı şekilde açıklıyor bunu. müslümanlıkta farklı, diğer dinlerde farklı anlatıyorlar.
    + boş ver abi diğer dinleri, elhamdülillah müslümanız. bizim dinde ne oluyor. kalbimiz durdu, sonra ne oluyor?

    şimdi rıfat'a her şeyi göze alıp, ebeyin amı oluyor demek var, kara iblis kafayı biraz daha çıkartmış dolabın arkasından beni kesiyor, ne yapacağı da bilinmez.

    - ne olacak oğlum, ışık görünüyor önce.

    tarla faresi birden kalktı ayağa, gözleri çakmak çakmak, o sordu bu sefer.

    - nasıl bir ışık abi?
    +bembeyaz, nur dolu.

    tarla faresi daha bir heyecanlı, rıfat'ın eli kolu titriyor;

    - nereden geliyor abi o ışık?

    "ne bileyim ulan ben nereden geliyor, tövbe yarabbim, bombaya bak" diyorum içimden. sonra döndüm, geyiğine ağzıma gelen ilk kelimeyi söyledim.

    + lambadan geliyor!
    - nasıl bir lamba abi o?

    çocuklar artık sadece titremiyor neredeyse ağlayacaklar. ben ne olduğunu anlama derdindeyim. ben de iyice şapşallaştım tabii, şimdi bunlara bir de lambayı mı tarif edeceğiz derken, tarla faresinin anahtarlığı gözüme ilişti. akp'nin mavi zemin üzerine sarı ampülü olanından. anahtarlığı işaret ederek;

    + akp'nin ampülü gibi işte, dedim. demez olaydım. tarla faresi zıpladı üzerime, elime yapıştı, öpmek istiyor. sigara elimden düştü. benden özür diliyor, rıfat'a da "bak ben sana dedim, hoca bize anlattı" dedim diye bağırıyor.

    -dur oğlum! dedim kara iblise. çocuk az sakinleşti, düşen sigarayı dışarı atıp geri geldi. rıfat yeni bir sigara uzattı; ben tarla faresine döndüm. kafamda hoca buna ne anlatmış olabilir sorusu delice cevap arıyor.

    + hoca sana ne anlattı la!
    - işte senin gibi anlattı abi. ölünce ışığı görüyormuşuz, ışık bir ampülden geliyormuş, işte ak partinin sembolü de oradan geliyormuş.

    sinirim bozuldu ondan sonra. kahkaha atmaya başladım. sigarayı da almadan çıktım, gittim başka yerden aldım. hem spor oldu, hem de ülkeye olan inancım eski seviyesine geriledi, iyi oldu bana. senin neyine güzel şeyler umut etmek...

  • 8 ocak 2016 akp milletvekillerinin kaza geçirmesi

    (bkz: güzel bir yıl olacağı belliydi)

    mecburi edit: şimdi sabahtan beri mesajla bana küfür edenlere seslenmek istiyorum. öncelikle sizin o bamyalarınız bana ve sevdiklerime ulaşmaz. umursamıyorum, okuyorum, bildiğiniz üzere teşekkür ediyorum, sonra da siliyorum. bak hiçbirinizi engellemedim. ama otuz kere aynı küfrü yazmak niye. neden o bamyanızdan küçük beyninizi iki dakikalığına kullanıp, empati yapmaya çalışmıyorsunuz. sen, bana kaza yapan hanımlardan biri akraban olsaydı ne yapardın diye bence dünyanın en iyi hanımı olan anneme söverken, bu ülkede yıllardır iktidar da olan siyasi partinin şu veya bu nedenle geliştirdiği bir politika sonucu benim bir yakınımın acı çekmiş olma ihtimalini düşünmüyorsun. hoş çok şükür, ailemden kimse fiziki acı çekmedi, ölmedi belki ama her ölüm haberiyle yıkıldılar, ben yıkıldım. tek tek bu ölümleri, politikalarınızın nelere mal olduğunu açıklamaya mecalim yok. zaten hepsinin farkındasınız. biliyorsunuz. koyun falan değilsiniz siz. acı çektim ben, biz acı çektik. ve size, bize acı çektiren sizlere acı çektiremem, çektirmiyi de düşünmüyorum. sadece acı çekmenizi istiyorum. kendi belanızı bulmanızı istiyorum. bir sizin allahınız yok. bizimde allahımız var. o yüzden bu yıl güzel geçecek diye düşünüyorum. hala da aynı kanaatteyim. lütfen mesaj atmayın, sövmeyin demiyorum, mesaj atmayın. teşekkür ederim.

  • hayata dair iç burkan detaylar

    babam kemoterapi görüyor. ismini anmak istemediğim taştan ve soğuk bir hastanede. insan hastanelerden nefret eder mi? ediyor işte! nasıl oluyor, ne ara gelişiyor bu kin bilmiyorum. sadece nefret ediyorum.

    ***

    iki ay kadar önce...

    sabahın sekizinde hastaneye gidiyoruz. babam yorgun, annem bitkin, ben duygusuz. neyse işte babamı kemoterapi alacağı salona bırakıp ilaçlarını almaya gidiyorum eczaneye. döndüğümde babamın yan koltuğunda (evet sedye değil, koltukta oturarak alıyorlar kemoterapiyi) ergenliğe yeni girmiş bir genç. kafasında annesinin tülbenti, çiçekli miçekli, allı güllü böyle. yüzünde tarifsiz bir gülümseme bakınıyor. salondaki insanlar, televizyonlar, koltuklar, askılar, cihazlar hepsini merakla inceliyor. ben babamın ilaçlarını hemşireye verip, bankodan bir battaniye alıyorum. tam babamın üstüne örtecekken babam kaş göz işareti yapıyor, anlamıyorum, eliyle genci gösteriyor. bakıyorum çocuğa parmak uçlarını nefesiyle ısıtmaya çalışıyor. üşüyor belli, hatta çok üşüyor. yanında da kimse yok, muhtemelen yakını ilacını almaya gitmiş. aptallığıma kızıp çocuğun üzerine battaniyeyi örtüyorum. teşekkür ediyor çocuk, sonra gidip babama bir battaniye getiriyorum. çocuk daha bir neşeli bakıyor, daha bir merakla. babamla çocuğun arasına bir sandalye çekip oturuyorum.

    aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. salon her geçen dakika doluyor, tüm suratlar asık, tüm suratlar yerde. bir tek bu genç gülüyor gibi, bir tek onun umudu var sanki. biraz sonra benden en fazla üç yaş büyük bir adam geliyor. elinde ilaçlar, telaşlı, ne yapacağını bilemez gibi. bankoya gidiyor, ilaçları veriyor. dönüyor, bakınıyor, telaşla bir daha bakınıyor, bir daha, bir daha... tüm gözler ona dönmüş, yanımdaki çocuk nasıl kıkırdıyor. adamın sonunda aklına seslenmek geliyor ki "cem?" diye bağırıyor. yanımdaki genç; "baba burdayım, gel!" diyor, ama nasıl gülüyor. adam çocuğunu tanıyamamaktan mı, bağırdığından mı, çocuğunun gülmesinden mi artık nedense mahcup, kafası önünde geliyor. oğluna soruyor;

    "battaniyeyi nereden buldun oğlum?"
    cem yüzündeki gülümsemeyle beni gösteriyor,
    "bu abi getirdi baba, biraz üşüdüm de"
    "teşekkür ettin mi abine peki?"
    "etmez olur muyum baba" diyor cem.

    ben hafifçe başımı eğerek adama selam veriyor, cem'e gülümsüyorum. konuşmak istemiyorum o gün nedense. insanların öyküsünü dinlemek, onlarda umut bulmak, onlara umut vermek gelmiyor içimden. sadece serumun bitmesini, bir an önce bu iç karartan yapıdan kurtulmayı düşlüyorum. hemşire geliyor adama bir şeyler diyor, adam bana dönüyor.

    "bilader bi ilacı almamışım sanırım, eczaneye gidip gelene kadar cem'e bakar olur musun?" diyor, "olur!" diyorum sadece, adam teşekkür ediyor, tekrar teşekkür ediyor, oğlunu öpüp gidiyor. ben dalmışım yine, bir ses duyuyorum, "bakar mısınız" diyor biri, babam beni dürtüyor, bakıyorum konuşan hemşire.

    "çocuğun kolunu açmama yardım eder misiniz? " diyor, kafamla onaylayıp cem'e yaklaşıyorum. battaniyesini göğsüne kadar indirip, kazağının içinden ince kolunu çıkartıyorum. mosmor cem'in kolu, delik deşik. gülüyor ama hala hemşire serumu takarken. battaniyesini düzeltiyorum, serumun akışına bakıyorum.

    "iyi misin cem?" diyorum, sanki benim ona bir şey sormamı bekliyormuş gibi "iyiyim abi de sana bir şey sorabilir miyim?" diyor. kafamla onaylıyorum;

    "ankara hep soğuk mu böyle?" diyor, düşünüyorum, ankara olmasa da burası hep soğuk,
    "hayır, aslında kışın daha soğuk olur." diyorum, nereden geldiğini sormuyorum, biliyorum ki dünyanın en soğuk yeri burası, her yer buradan daha sıcak,

    "bu ilaçlar beni ısıtır mı abi?" diye soruyor bu sefer, aklım duruyor, nefes alışım duruyor, kemoterapi insanı ısıtır mı bilmiyorum, ne diyeceğim bilmiyorum,
    "sana daha önce kemoterapi vermediler mi?" diye cevap veriyorum soruyla;
    "verdiler ama o zaman yazdı, zaten üşümüyordum." diyor. gidiyorum, bankodan bir battaniye daha getirip üstüne örtüyorum. ince parmaklarımı avuçlarıma alıyorum, ısıtmaya çalışıyorum...

    "nasıl ısındın mı biraz olsun cem?" diyorum, "yok abi, ankara'ya geldik geleli üşüyorum." diyor. "babam ben iyileşince beni tekrar yakacık'a götürecek, bizim köyümüz hep sıcak biliyor musun?" diye ekliyor. yakacık, acaba nerenin köyü diye düşünüyorum. her köy buradan sıcaktır diyorum kendi kendime...

    cem'in babası geliyor o ara, teşekkür ediyor bana, ben ona teşekkür ediyorum. saçmalıyorum böyle anlık bir şekilde. ikimizde gülüyoruz. babama bakıyorum, uyumuş çoktan. annemi çağırıyorum salona, ben çıkıyorum, ankara'nın sokaklarına karışıyorum bir kaç saatliğine... döndüğümde cem gitmiş oluyor, babam "ne akıllı çocuk, yazık" diyor. sormuyorum yine durumunu, taksiye biniyoruz eve doğru yola çıkıyoruz.

    "baba" diyorum bir zaman sonra,
    "şu benim kitap için hani çinçin'deki anılarını anlatacaktın!",
    "yorgunum oğlum, sonra anlatayım" diyor,
    "ama baba sen diyordun ya hani, biri demiş, anı yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır." gülüyor ince ince,
    "sen diyordun la o lafı, neydi adamın adı?"
    "andre gide."
    "anca gide doğru. bende sana gele gide anlatacam demiştim değil mi?"
    "evet baba!" diyorum, hafif somurtarak. esprinin kötü olduğunu anlamasını istiyorum.
    "tamam oğlum evde anlatayım." diyor. fazla üstelemiyorum, o yola dalıyor ben elimdeki dergiye...

    ***

    biraz önce babam aradı.

    "ne yapıyorsun la işe yaramaz!" dedi. hep öyle der zaten, üstünde durmadım. yedinci kürünü alacaktı bugün kemoterapinin, sesini kötü duymaktan da korkuyordum açıkçası, iyi oldu.
    "iyiyim baba, sen nasılsın." dedim, "bi kanser hastası ne kadar iyi olabilirse o kadar iyiyim." dedi, hafif gülerek. "sana bir şey soracağım" diye de ekledi.
    "buyur baba." dedim.
    "sen bi adamın sözünü söylüyordun ya bana, kitap için mi ne demiştin?"
    "hangi adamın baba, bin değişik şey söylemişimdir sana."
    "la bu gide gele miydi, gele gide miydi, neydi?"
    "andre gide!"
    "hah o adam. ne diyordu o?"
    "anı yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır."
    "tamam işte, senden bir şey istiyorum."
    "buyur baba!" diyorum merakla,
    "cem'i yaz oğlum, ankara'nın cem'i nasıl üşüttüğünü yaz." diyor,
    nefesim kesiliyor, ne cevap vereceğimi bilemiyorum. sonra zorlukla;
    "olur baba." diyorum. "yazarım!"
    babam telefonu kapatıyor, ben yazmaya başlıyorum...