fridanin parcalanmis omurgasi79
profili

  • sözlük yazarlarının en sevdiği hadisler

    bir ateist olarak en çok ali'nin sözlerini severim.
    - haksızlığa karşı susarsanız, hakkınızla birlikte şerefinizi de kaybedersiniz

  • antakya'da bulunan ilginç mozaik

    mozaik üzerindeki yunanca yazıyı bildiğimiz latin harflerine dönüştürürsek "euphrosynos" ortaya çıkıyor. peki mozaikte ne yazıyor? "neşeli" yazıyor, kemikli arkadaşımıza ironik bir isim olarak "neşeli" denmiş, o kadar euphrosynos. bu sözcük kabaca "neşeli, mutlu" anlamına geliyor. "euphoria", yani "mutluluktan uçmak" olarak tanımlayabileceğimiz sözcükle aynı kökü taşıyor. murat bardakçı denilen neyse efem şahsın iddia ettiği gibi aşçı aziz euphrosynus diye bir ortodoks rahip'ten söz edilmiyor. çünkü bu rahip ms.9. yüzyılda yaşamış.

    yanında şarap testisi ve ekmek somunuyla yan gelip yatmış "neşeli iskelet kadir"in tabii ki "abi yakında geberizleyeceğiz, cavlağı çekmeden yeyip içelim, ha bir de her an topu dikebileceğimizi de hep hatırlayalım, allaan işi belli olmuyor v_v" manasına geldiği açık, orası ayrı.

    ama "neşeli"yi de "neşeli ol, hayatını yaşa, yarın bi moda sahilde park birası yapalım, sonra ordan da sercan'lara gider batının ahlakını alırız, sabah menemenle final, üzerine sohbette kalite keyfi \o/\o/" filan diye devam ettirmeye gerek yok.

    bu iskeletor terbiyesizleri zaten roma döneminde çok rağbet görüyorlar. nereden biliyoruz?

    mö 1.- ms 2. yy civarı epikürcü gevşeklerin (no ofens epikürcüler) yine geçer akçe olmaları sayesinde sağa sola iskelet koymak adetten olmuş da oradan biliyoruz.

    yemek sofralarının civarına yerleştirilen küçük minyatür iskelet modellerine "larva convivialis" deniyor, yani efem "şölen hayaleti"! edebi referans satyricon'da mevcut: http://bit.ly/1xp6vik.

    bu cimcime boyutlu arkaşların bir düzineden fazlası da hala çeşitli müzelerde, en yakışıklılarından biri için buyrun: http://www.getty.edu/…e-skeleton-roman-1st-century/

    yine yemek salonlarında mozaik olarak ne makbul? tabii ki iskelet! buyrun pompeii'den http://bit.ly/1sc4bmy

    böylece birinci sahneyi bitirdik. şimdi gelelim ikincisine ve basın açıklamasını okuyalım: "orta sahnede ise güneş saati ve ona koşan giysili bir genç ve arkasında çıplak kafalı bir uşağı var. güneş saati 9 ile 10 arasında. saat 9.00 romalılarda hamam saati. saat 10.00'da ise akşam yemeğine yetişmek zorunda. eğer yetişmezse çok ayıp karşılanıyor. orta sahnede böyle bir anlatım var. sahne üzerinde yemeğe geç kaldığını belirten bir yazı var. diğerinde de zaman kavramını anlatan bir yazı yer alıyor."
    abicim (abicim derken cinsiyetçi manada abicim değil de, "yav hafız neler diyorsun" manasında abicim), eğer adamcağız bizim modern saatimizle "akşam 10"da yemeğe yetişmeye çalışıyorsa iki problem var burada:

    a) o saatte akşam yemeği yersen midene oturur, sabaha kadar karabasan görürsün, artı kabız ve arkasından gelen basur tehlikesi baş gösterir, romalılar o kadar dümbelek mi?

    ama esas:

    b) gece ondaki akşam yemeğinin saatini güneş saatinden nası görüyoruz yav, helsinkili mi bu adam? mağcır görünümlü sarışın gibi bir şey olsa hadi diyeceğiz helsinki. hayır ama adam antakyalı yahu. daha 15 yaşında sayısal öğrencisi top sakalı bırakıyor ve yıldız makinaya giriyor bu çocuklar. ne helsinkisi.

    eğer saat "akşam 10"dan kasıt roma saatiylen "onuncu saat" (hora decima) ise, o da yaklaşık öğleden sonra 4e tekabül ediyor, senenin değişik dönemlerinde 3 ila 5 arası oynayıp duruyor. roma döneminde iş günü sonrası esas yemek olan *cena* için biraz erken olmakla beraber, eh biraz zorlarsan mümkün de olabilir.
    ama ona da "akşam" değil, öğleden sonra diyelim o zaman, hadi olmadı ikindi diyelim, çünkü saat dört civarına "akşam oldu" diye ancak ninelerimiz bizi sokaktan çağırırken der, ki onlar geniş basenli çok şahaneli insanlar olmakla beraber "nine saati-roma saati" korelasyonuna dair elimizde bir veri yok

    belki yazıt durumu aydınlatır. peki yazıtta ne diyor efendiler? diyor ki trekhedipnos ve biraz altında akaıroc (akairos).

    ilk kelime bileşik: "dipnos" klasik yunanca'da "yemek" anlamına gelen deipnon/deipnos'un roma dönemi yunancası'ndaki hali olsa gerek (ei sesi > i sesi oluyor). trekhe- de koşmak kökünden geliyor.

    yani kelimenin anlamı "yemeğe koşturan yancı"! neden yancı? çünkü plutarkhos'tan biliyoruz ki (http://bit.ly/1uacob2) yemek şölenlerine geç kalan "parasitos"lar, yani dalkavukluk ederek başkasının masasına yanlayan, çakal gibi insanlar için kullanılan bir tabir bu. hem yancı, hem de "geç kalmış, koşturuyor" gerçekten hayvan gibi bir insan bu kimse, adı da herhalde taylan filan olsa gerek.
    böylece "parazit"in de etimolojisini aradan çıkarmış olduk: "başkasının yemeğine yanlayan"(http://bit.ly/1vkugzq).

    neyse efendim altında ne yazıyor bu kelimenin, "akairos", o da durumlar ve olaylar için kullanıldığında "zamansız", gavurcasıyla "untimely, ill-timed". ama insan evlatları için kullanıldığında "can sıkıcı, ne pis adam bu, öf valla içim bayıldı bu heriften" gibi anlamlara gelen bir sıfat (http://bit.ly/1r8pkrb).

    yani hakikaten güneş saatine bakarak koşturan bi abi var mozaikte ve şölene geç kaldığı için koşturan bir yancı bu herif ve çok muteber de bir insan değil belli ki! peki var mı roma dönemi yunan literatüründe, kurmaca metinlerinde böyle bir dangalak? var!!

    nikos tsivikis isimli bir yunan araştırmacının bugün lank diye en süperli şekilde tespitlediği üzere (http://bit.ly/1ynpich), alkiphron isimli, loukianos'un da çağdaşı olduğu sanılan bir ms 2.-3.yy. şair ve filozofunun bir kurmaca mektubunda geçiyor bu hikaye. metnin ingilizcesine şuradan ulaşılabiliyor: http://bit.ly/1mq3wpo, ama ben özetleyeyim.

    trekhedeipnos isimli karakter kankıtası lopadekthambos'a diyor ki: "abi güneş saatine bakıyom, daha saat 6'ya bayağı var. bugün theokhares'in evinde yemeğe yanlıycaktık, ama o öküz herif saat 6 diye haber almadan hayatta oturmaz yemeğe. şu güneş saatiyle oynayalım bi numaralar yapalım da, saat 6 zannetsin hıyar, zira açlıktan geberiyorum abi, dayanamıyorum muhsin, beni artık anlamalısın."

    yani işte bizim mozaikteki iki kafadar bunlar olsa gerek, çıplak kelleli kel herif de uşak filan değil, lopadekthambos kişisi. ve eğer şüphelendiğim üzere "akairos" trekhedipnos'a sıfat olarak kullanıldıysa, "can sıkıcı trekhedipnos", yani "yemek şölenine yancılığa gelen düzenbaz lavuk parasitos" olarak çevrilebilir.

    böylece şunları öğreniyoruz:

    1) basın bülteninde sürekli mö 3. yy olarak veriliyor mozaiğin tarihi. muhtemelen ajansın hatasıdır, zira antakya mozaikleri genelde zaten ms 2.-3. yy. zaten mö 3. yy'da yemek salonunda iskelet filan görülmüş şey değil! ama hata değilse, zaten direksöman alkiphron'dan alınmış bu hikaye "olabilecek en erken tarih" olarak geç ms.2-erken ms. 3. yy veriyor.

    2) mozaiklerde klasikleşmiş antik yazarlar, bilinen mitolojik yahut kurmaca hikayeler çok görülür, ama çok da meşhur olmayan ikincil önemdeki alkiphron'un bir hikayesi betimlenmiş burada, yani ev sahibimiz okumuş etmiş bir kimseymiş. her şeyin başı eyitim gerçekten de. özellikle ortaokul. lise de önemli ama esas temeli ortaokulda almıyor muyuz?

    3) roma döneminde yemekler illa 10da yeniyor, diye bir şey yokmuş. en azından theokhares saat 6'nın meftunuymuş, saat 6'nın sevdalısıymış. peki o ney? altıncı seyat - sexta hora deyince bu ya gün ortasına denk geliyor, ya gece yarısına. güneş saati mevzu bahis olduğuna göre adamlarımız olan yancılarımız öğlen yemeğine (prandium) yollanıyor olsalar gerek. öğlen yemeğine yancılık da artık neyse lan bişey demiyorum.

    4) bu mozaikli evin sahibine misafirliğe gidilmez.

    bu bilgi için teşekkürler

    http://www.diken.com.tr/…ik-muessesi-ve-parazitler/

  • kadınların sekse ihtiyaç duymaması

    dünyanın önde gelen kadın cinselliği araştırmacılarından cindy m. meston ve evrim psikolojisi alanının kurucularından david m. buss, ortaklaşa kaleme aldıkları “kadınlar neden seks yapar?” adlı kitapta, araştırmalardan yola çıkarak, kadınlarda cinsel arzuyu söndüren psikolojik davranışları açıklıyorlar. kadınlarda cinsel isteği azaltan 8 psikolojik neden.. amaaaaaaa

    öncelikle kitapta olmayan ama benim de ekleyeceğim olay, ahlakçılık

    erkeklerin "göster amcana pipini" mottosuyla büyütülen ülkemde kadınlar maalesef şanslı değil. çünkü kadın vajinasının veya kadın seksinin bir şekilde "ahlak, şeref ve namus" ile ilişkilendirilmesi, bu yüzden kadınlara yapılan psikolojik toplum baskısı cinsel isteksizliğin en önemli sebeplerinden biri.

    çocuk yaştan başlayarak sürekli "taciz, tecavüz ve erkek pipisinden" korkan ve korkutulan kadın sekse güvenerek yaklaşmıyor. yine elbette ülkemizde hala geçerli olan "bekaret" kavramı yüzünden kadın tahrik olsa da tahrik olduğunu fark etmeyebiliyor. hatta ve hatta rüyasında erkekle seviştiğini gördüğünde bundan pişmanlık duyabilecek kadar içine kapatılıyor kadın.

    maalesef evlendikten sonra (evlilik sürekli seks için bu ülkede hala gerekli) çocuk yaştan beri korumayla yükümlü olduğu vajinasını av-avcı, ödül-ceza ilişkisine de dönüştürebiliyor. özetle ülkemizdeki kadınların çoğu orgazmın ne demek olduğundan bi haber. peki bunun için ne yapılmalı? şu anda hiçbir şey yapılamaz. ama kızlarımızı ve oğullarımızı iyi eğitirsek, zorunlu seksten çok sağlıklı seks hayatı yaşarlar.

    fiziksel değişim
    çoğu kişi cinsel olarak çekici bulduğu fiziksel özellikler konusunda güçlü bir tercihe sahiptir. ilişkinin seyri sırasında partnerin fiziksel görünümü değişirse erkekler için olduğu kadar kadınlar için de cinsel çekicilik azabilir. insanlarda yaşlandıkça en sık görülen fiziksel değişiklik kilo almaktır. bu durum bazen çekim düzeyini etkilemez ama partnerinin önemli oranda kilo alması birçok kadına cinsel açıdan itici gelebilir.

    kötü hijyen
    kötü hijyen pek çok kadın için cinsel arzuyu söndüren bir etmendir. kişi sürekli olarak terliyse, kirliyse, kokuyorsa, tıraşsız ve hırpaniyse, sigara kokusu üstüne sinmişse ya da ağzı kokuyorsa, seks yapacak kadar yanına yaklaşmayı kim ister?

    statü değişikliği
    statü ve zenginlik de pek çok kadın için cinsel çekim kaynaklarıdır ve zamanla partnerin statü ya da zenginliğinin azalması durumunda kadının ona duyduğu çekim azalabilir.

    sekste başarısızlık
    cinsel beceriden yoksun ya da zaman içinde öğrenmeye isteksiz bir partnerle birlikte olmaz bıkkınlık yaratabilir ve seks yapma arzusunu azaltabilir. kimi erkekler hemen işe girişip şevkle kadının klitorisini uyarmaya başlamakla en özverili aşık olunacağını sanırlar. ama çoğu kadın için ön sevişme, asıl sevişmeden çok önce başlar.

    rutin seks
    uzun süreli bir ilişki yaşayan kadınların en çok yakındıkları şeylerden biri de seksin rutin, tahmin edilebilir ve daha az zevkli hale gelmesidir.

    yaşlı partner
    ileri yaşta bir erkekle evlenme ya da uzun süreli ilişkiye girme söz konusuysa yaşlanan partnerlerinin cinsel ve diğer sağlık sorunlarına, kendileri aynı sorunlarla yüz yüze gelmeden önce uyum sağlamak zorunda kalıyorlar. partnerin cinsel işlevlerindeki değişimler kadının seks yapma arzusunu birçok açıdan azaltabilir.

    örneğin, partnerinde erken boşalma sorunu başlamışsa ve cinsel birleşme öncesinde ya da hemen sonrasında boşalıyorsa, kadın bu durumun yarattığı bıkkınlık yüzünden sekse olan ilgisini kaybedebilir. aynı şekilde erkekte sertleşme ya da sert kalamama sorunu başlamışsa, kadının onunla seks yapma arzusu sönebilir.

    çatışmalı ilişki
    partnerle kavga etmek bazen cinsel uyarılmayı artırıp çiftin yeniden bağ kurmasına yardımcı olabilir. ama bitmek bilmez kavga ve tartışmalar pek çok çifti zaman içinde yıpratır. çoğu zaman nedenle sonucu birbirinden ayırmak zordur: cinsel ilginin azalması mı bitmeyen kavgalara neden olmuştur, yoksa kavgalar mı cinsel ilginin azalmasına? çoğunlukla ikisi de doğrudur.

    kimi zaman kavga kendi başına seksin değil, cinsel olmayan yakınlık gereksinimindeki farklılıkların etrafında döner. birçok kadın partneriyle seks yapmayı istemek için kendini onun yanında iyi ve ona yakın hissetmesi gerektiğini söylüyor. yakın hissetmek için de yalnızca ön sevişmeye değil, samimi sohbetlere ya da birlikte kaliteli zaman geçirmeye gerek duyulabilir.

    farklı cinsel yönelim
    pek sık olmasa da kadının erkek partneriyle seks yapma arzusu farklı cinsiyetten kişileri daha çekici bulduğunu fark etmesiyle azalabilir. ya da belki cinsel yöneliminin partnerininkiyle uyumlu olmadığını baştan beri bildiği halde, ilişki ilerleyene dek bunu bildirmek istememiş ya da bilinmesinden korkmuş olabilir.

  • bir proteinin tesadüfen oluşmasının imkansızlığı

    öncelikle evrim değil abiyogenez tartışmasıdır. dawkins ve pek çok bilim insanı steven rose 'a ve bu aptalca söylemine (aynı zamanda yaptığı büyük matematik hatasına) döne döne giydirmiştir. ama siz 1998 yılında kaldığınızdan haberiniz yok.

    peki tanrı'yı kim yarattı?eğer bir sıfır noktası olacaksa tanrı neden bundan muaf? "protein oluşamaz ama tanrı oluşur". üzgünüm eşitliğin her iki tarafına da aynı denklemi uygulamak zorundasınız.

    "evrim, her şeyin tesadüfen var olduğunu iddia eder." ne bilim, ne de evrim kuramı herhangi bir şeyin "tesadüf eseri" olduğunu iddia etmektedir. bunu anlatmanın en kolay yolu şudur: bir top serbest bırakıldığında yere düşmesinin sebebi ne kadar "tesadüfi" ise, evrimsel süreç de o kadar "tesadüfi"dir. doğal gerçekleri tesadüfi olarak adlandırmak bile, baştan bir yanılgı yaratmaktadır. bu mantığa göre herhangi bir doğal yasa "tesadüf" olarak görülebilir ve aşağılanabilir.

    halbuki doğa yasalarının sonuçlarına "tesadüf" yaklaşımını getirmek hatadır. doğa yasaları, evrenin dokusu değişmediği sürece aynı kuralları dikte eden fiziksel, kimyasal ve biyolojik olgular bütünüdür. dolayısıyla sonuçları, hiçbir şekilde doğa üst kuvvetlerce yönlendirilmiyor olsa da, düzenli yapıların ve şablonların oluşmasına neden olabilir. dediğimiz gibi, aynı mantıkla "her seferinde bırakılan top yere düşüyor, bu tesadüf olamaz." demek aynıdır.

    yazarın, bu noktadan sonra prof. dr. richard dawkins'in kitaplarında detaylıca anlattığı "hurdalıktaki boeing 747", "rastgele basılan daktilo tuşlarından hamlet'in yazılması", "rastgele çizilen mona lisa tablosu" gibi benzetmelere girerek, biraz dawkins'e hak veriyormuş gibi yaparak seyirciye oynadığı, sonrasında ise doğal seçilim'in cansızlık öncesi yapılara uygulanamayacağı argümanını ileri sürerek dawkins'in hayal alemine daldığını iddia ettiği görülmektedir. yazarın doğal seçilim ile ilgili argümanına ve bunun hatalarına en son değineceğiz.

    şimdi yazarın bu hesaplara daha yakından bakalım ve gerçeklerin anlatılandan nasıl farklı olduğunu anlayalım:

    yazarın genel, yaklaşımsal hataları

    ilk olarak yazarın genel yanlışı nedir buna değinmek istiyoruz. evrim karşıtı kimliğiyle bilinen insanlar, her zaman şu argümanın arkasına sığınmaktadırlar:

    ancak bu durumda, argümanın saçmalığı kolayca göze çarpmaktayken, söz konusu halk tarafından daha az anlaşılan "evrim" olduğunda, bu "tesadüf" iddiasının saçmalığı aynı kolaylıkla görülememektedir. elbette ki, tıpkı topun yere düşüşünü kontrol eden bir bilinç olmaması gibi, evrimleşen canlıları ve varlıklarını da kontrol eden bir bilinç yoktur. iki durumda da var olan tek şey, sürekli aynı şekilde etki eden doğa yasaları ve bunlara bağlı olarak oluşan süreçlerdir.

    evren'in kendi içerisinde zaten evrimden bağımsız olarak tesadüfler vardır. tam zarı atıp da 6-6 geldiğini gördüğünüz anda kapınızın çalınıp komşunun gelmesi bir tesadüftür. arada hiçbir nedensel ilişki yoktur; ancak hayatta ve evrende böyle şeyler olur.

    doğada sürekli bu tip tesadüflere rastlanır. bir kuş bir yerde yavrularını beslerken düşürdüğü çalı parçası o gün o ağacın altında piknik yapan insanların reçel sürdükleri ekmeğin üzerine düşebilir. bu bir tesadüftür. hesaba dökecek olursanız böyle bir durumun gerçekleşme ihtimali belki katrilyonda 1'dir. ancak düşmüştür, böyle tesadüfler her birimizin başına gelir. bir diğer örnek, akıl almaz trafik kazalarından burnu bile kanamadan kurtulabilen insanlardır. eğer ortamı modelleyecek olursanız, o kişinin öylesi bir kazadan kurtulması belki matematiksel olarak sıfırdır; ancak kurtulabilmiştir. zira olasılık hesapları mutlak değildir ve bir olasılık hesabının sonucu sadece çıkan sayıların büyüklüğü/küçüklüğü ile analiz edilemez.

    buradaki kritik sözcük modelleme sözcüğüdür. yukarıdaki alıntıda yazarın yaptığı bir modellemedir. ancak mühendislerin ve bilim insanlarının bildiği gibi, sanal modellemeler ile fiziki hayat nadiren ve çok basit sistemlerde birebir uyumludur. sistem karmaşıklaştıkça, modellemek için kullandığımız matematiksel dil zayıf kalmaya başlar ve aradaki uyumsuzluklar artar. buna bilimde gerçeklik boşluğu (the reality gap) adı verilir. canlılık gibi karmaşık sistemlerde, lise matematiği gibi 1/2'leri birbiriyle rastgele çarpmak ve elde edilen sayıları da birbiriyle çarparak inanılmaz küçük sayılar elde etmek ve bunu gerçek olgularla kıyaslamak, sadece bilimden uzak insanların düşeceği bir hatadır.

    zira basit yapıların karmaşık sistemleri, kendi kendilerine doğal süreçler dahilinde, hiçbir yönlendirme olmaksızın oluşturabileceklerini ispatlayan buradaki araştırmadan da okuyabileceğiniz gibi, elimizdeki karmaşık matematiksel modeller bile canlılığın cansızlıktan evrimi gibi uzun soluklu ve son derece karmaşık bir sistemi yeterince iyi izah etmek için yeterli olmaktan çok uzaktır. kaldı ki bu sistemlerin ilkokul matematiğiyle yapılmış bir analizini ciddiye almak bile fazla olacaktır. ne var ki bilim karşıtlarının en tipik matematiksel hesaplarından birini güzel bir şekilde derlediği için, bu yazı üzerinden giderek hataları göstereceğiz.

    düşülen bir diğer temel yanılgı, analojiden gelmektedir. belki ufak bir detay gibi gelebilir, halbuki bir bireyin konuya hakimiyeti yaptığı teşbihlerden (benzetmelerden) anlaşılabilir. bunun güzel bir örneği işte "hurdalıktaki boeing" benzetmelerini yapmaktır. yazar, hücre ile fabrika arasındaki analojiyi kurarken proteinlere "makine" demektir.

    benzer bir şekilde aminoasitlerin birbirleriyle olan etkileşimlerini, bir patlama sırasında tuğlaların birbirleriyle olan etkileşimlerine benzetmektedir. bunların her biri, okurun hayalgücüne hitap ederek gerçeği çarpıtma çabalarıdır. çünkü canlı yapıların oluşturdukları karmaşık sistemler ile cansız yapıların oluşturdukları (veya oluşturamadıkları) karmaşık sistemler arasında hiçbir analoji kurulamaz.

    çünkü bu yönde kurulmaya çalışacak her analoji, "dinamitle patlatılan tuğlaların ev oluşturması" gibi çocuksu hayallere dönüşecek ve okurun "ne saçma!" demesini sağlayacaktır. ancak cansız yapıları oluşturan yapıtaşlarının arasındaki etkileşimler ile canlı yapıları oluşturan yapıtaşları arasındaki etkileşimler birbirinden tamamen farklıdır. zaten bu yüzden ve bu sayede cansızlıktan canlılık evrimleşebilmiştir ve biz bugün varlıkları "canlı" ve "cansız" olarak ikiye ayırabilmekteyiz.

    bu yüzden gerçek bilim insanları, bu tür hatalı analojilerden uzak dururlar. basit bir kontrol yöntemi olarak, güvenilir bir kaynağın yaptığı benzetmelere bakınız. eğer ki canlılar ile cansızlar arasında doğrudan bağlantılar kurarak, bir olgunun "saçmalığını" ya da "olağandışılığını" ileri sürüyorsa, muhtemelen güvenilmez ve bilimden anlamayan bir kaynak okuyorsunuz demektir.

    son olarak ve hepsinden önemli olarak, yazarın en büyük hatası, başından sonuna kadar konuyu bilim dışı bir boyuttan değerlendirme çabasıdır.

    "akıllı tasarım" görüşü dahilinde ele alınan mevzu, kısmen üstü kapalı, kısmense açık olarak bu süreçlerin çok karmaşık olmasından ötürü doğaüstü bir süpergüç tarafından yönlendiriliyor olması gerektiği iddiasına dayanmaktadır. doğada, bu tür bir yapıya veya izlerine hiçbir şekilde rastlamadığımız gibi, bu tür bir iddianın doğrudan hiçbir ispatı bulunmamaktadır. halbuki bilim bize, olağanüstü iddiaların, olağanüstü ispatlarla delillendirilmesi gerektiğini söylemektedir. bu şekilde basit matematik hesaplarıyla bilimsel bir çıkarım yapar gibi gözüküp, bunu eleştirilen "olasılıksızlıktan" bile daha imkansız gözüken bir diğer açıklamaya bağlamak, yazarın bilimsel algısını ortaya koymaktadır.

    bilimde şahsi düşünce ve görüşlere yer yoktur ve bir sistemin çok karmaşık veya çok olasılıksız olmasına rağmen gerçekleşebilmesinin açıklaması, ne olduğunu hiç bilmediğimiz ve varlığına dair hiçbir bilimsel delilin bulunmadığı bir diğer açıklama olamaz. elbette bilim özgürdür; her türlü iddiada bulunabilir, bu iddianızı ispatlamaya çalışabilirsiniz. eğer haklı çıkabilirseniz, ne ala. ancak burada gördüğümüz gibi hatalı ve temeli çürük argümanlarla, bu kadar olağanüstü bir iddianın ispatlanmaya veya desteklenmeye çalışılması, en yalın tabiriyle bilime hakarettir.

    dolayısıyla bilimde "yaratılışçılık" veya onun üstü örtülmüş ve bilimle barıştırılmaya çalışılmış (ve başarısız olmuş) versiyonu olan "akıllı tasarım" gibi sahtebilim unsurlarına yer yoktur. bu şekilde yapılan açıklamaların hiçbir bilimsel temeli olmadığı gibi, asla bilim camiasında ciddiye alınmazlar. bunun sebebi ise, bu argümanların temel çıkış noktalarını ispatlamaktan yoksun olması ve bu iddiaların yanlışlanabilir veya test edilebilir olmaması, dolayısıyla bilimle alakası olmamasıdır. kişiler şahsi inanç ve düşüncelerini kendi içlerinde yaşamalıdırlar ve bilim gibi objektivite üzerine kurulu sistemlere alet etmemelidirler.

    yazarın matematiksel hataları

    yukarıdaki anlatımda ciddi matematik hataları bulunmaktadır, çünkü hesap çok basit ve gerçekçi olmayan bir olasılık hesabına dayanmaktadır. proteinlerin oluşmalarıyla ilgili hesaplar, yukarıdaki gibi yapılamaz.

    hesabı dikkatli inceleyecek olursanız, sürekli çarpım yöntemi kullanılmış ve seyreltme yapılmamıştır. seyreltmeden kastımız, bir basamağın, kendisinden sonraki basamağı biyolojik olarak etkilemesidir. yapılan hesaplar, bir proteinin son aşamaya bir seferde gelecek şekilde oluşması üzerine kurulmaktadır. dolayısıyla evdeki hesabın çarşıya uymaması zaten öngörülebilir bir durumdur.

    evrim, "kademeli değişim" anlamına gelmektedir. ve bu değişim, hiçbir şekilde bir seferde, tek bir sıçrayışla meydana gelmemektedir. aynı durum, canlılığın cansızlıktan evrimini mümkün kılan kimyasal evrim için de aynen geçerlidir. dolayısıyla hesapları da yazarın bahsettiği gibi yapılamaz.

    yazarın da belirttiği gibi, günümüzde 20 temel aminoasit tanımaktayız. bu 20 aminoasit, farklı sıralar ve sayılarda bir araya gelerek ufak proteinlerden devasa proteinlere kadar binlerce proteini oluşturabilmektedirler.

    ancak bu proteinlern istisnasız hiçbiri bir seferde var olmamıştır, bunu önceki yazılarımızda ele almıştık. kademeli bir değişim sürecinden geçerek oluşmuşlardır. üstelik, tek bir noktada bulunan yapıların deneme-yanılmaları sonucu değil, dünya'nın çok farklı noktalarında ve çok farklı koşullarında meydana gelen aşırı fazla sayıdaki denemenin ürünü olarak oluşmuşlardır. tek bir deneme grubunun, sürecin sonuna kadar gitmesini takip edecek olsaydık bir ihtimal yazarın yaptığına benzer, tekil bir hesap yapabilirdik. ancak o zaman bile yazarın hesabı içeriğinden ötürü hatalı olurdu.

    aşağıda, proteinojenik aminoasitlerden en yaygın olarak bilinen 20 tanesi görülmektedir: bak

    hesap hatası

    şimdi, hesap hatasına gelelim. ilk olarak basit bir şekilde yazarın tüm hesabının isabetsizliğini gösterelim: ilk etapta, aminoasitlerin sağ-elli ve sol-elli olması konusunda bir hesap yapılmış ve (½)584 sayısı elde edilmiştir.

    bu bile böyle hesaplanamaz, geleceğiz; ancak diyelim ki bu hesap doğru. peki ya ikinci çarpım nedir? "peptit bağı yapma ihtimali" de ne demektir? aminoasitler doğada ezici bir çoğunluk ile peptit bağları ile bağlanırlar. başka ne tür bağlar peptitleri yapısal olarak birbirine bağlamaktadır, bilemiyoruz ve hiçbir biyokimya kitabı ve makalesinde buna rastlamadık. eğer yazar dipol kuvvetlerinden doğan ikincil bağlar gibi yapılardan bahsediyorsa, bu tamamen hatalıdır, zira hesap bununla ilgili bile değildir. üstelik aminoasitlerin birbirine bağlanması söz konusuysa, peptit bağı gibi güçlü bir bağ tipinin karşısında herhangi bir diğer opsiyon bulunmamaktadır.

    dolayısıyla çarpımın ikinci kısmı olan (½)583 tamamen iptal edilmelidir. bu durumda, olasılık bir anda (½)584 olarak kalmaktadır ki bu, (1/10)175 sayısına denk gelmektedir. sanıyoruz bu yazara pek ufak bir olasılık gelmemiş olacak ki, ek bir çarpana ihtiyaç duyarak "peptit bağı olasılığı" diye olasılık yaratıp hesaba katma ihtiyacı duydu. ancak aşağıda da izah edeceğimiz gibi, aslında bu şekilde bir çürütmeye ihtiyaç bile yoktur; zira aminoasitlerden protein sentezi lise matematiği ile modellenemez. ancak bu temel garipliği göstererek bu basit matematiğin bile hatasını göstermek istedik. şimdi hesabın özüne dönelim:

    yazarın en ciddi hatası, bu sistemin ara ürünlerine hiçbir önem vermemesidir. gerçekten de, tüm diğer parametreler göz ardı edilecek olursa, iki aminoasidin birleşme ihtimali yazarın söylediği gibi 1/2, yani %50 olarak düşünülebilir.

    dolayısıyla, dünya'nın ilkin koşullarında var olan trilyonlarca aminoasitten milyarlarcası farklı kombinasyonlarla, ikili aminoasitlerden oluşan dipeptitlerin oluşabilmesi işten bile değildir, yazarın da bunu kabul edeceğini tahmin ediyoruz. bunların bir kısmı o anda bulunulan sistem içerisinde daha stabil ve dengelidir, diğerleri ise daha kolay parçalanabilmektedir. örneğin karmaşık yapılar içerisinde kimi zaman, bazı yapıların kolay parçalanabilmesi de süreçlerin devam edebilmesi açısından avantaj olabilmektedir. ancak diyelim ki ilkin dünya koşullarında sadece zor parçalanan, sabit kalabilen, yani kimyada "dengeli" dediğimiz sistemler avantajlı olsun.

    bu durumda oluşan trilyonlarca ikili aminoasitten sadece stabil olanlar varlıklarını koruyacak ve spontane olarak oluşmuş yağ zırhları içerisinde kalacaklardır. geri kalanları ise yeniden döngüye karışacak ve parçalanarak aminoasitlere dönüşeceklerdir. böylece diğer aminoasitler ve dipeptitlerle bağ kurma denemelerini sürdüren aminoasit sayısı hep yüksek olacaktır.

    dahası, bu dirençli ikililere bağlanabilecek kimyasalların sayısı sınırsız değildir. örneğin normalde 20 tane temel aminoasit varsa, oluşan bir ikili sistem sadece 8 tanesiyle yeniden tepkimeye giriyor olabilir. bir diğer ikili kombinasyon ise 12 farklı tekil aminoasitle birleşebilecek yapıda olabilir. bunun sebebi, kimyasal yapılarından ötürü kimyasal katalizörler ve yönlendirici proteinler olmadan aminoasitlerin bağlanabilecekleri kimyasalların sayısının sınırlı olmasıdır.

    sonuç olarak bu şekilde, 4-5 aminoasitten birkaç on tane aminoasitten oluşan proteinlere/proteinoidlere kadar ilkin protein aileleri oluşmuş olabilir. daha sonra bu ailelerin birbiriyle etkileşimi sonucu giderek daha üst düzey karmaşıklıktaki proteinlere ulaşılabilir. her bir basamak, daha önceki basamaklara bağımlıdır. bu da, yazarın 1/20'ler üzerinden yaptığı hesaplamaları tamamen hatalı kılmakta, olasılığı katlayarak düşürmekte, dolayısıyla sonuç değerini de aşırı küçültmektedir.

    hem de, bu eksilen sayıda bağ kurma yatkınlığı, eksponansiyel olarak (giderek ivmesi değişen biçimde) azalacaktır. dolayısıyla, ribozom içerisindeki yönlendirilmiş sentez gibi durumlar haricinde, spontane tepkimelerden bahsederken her koşul birbirinin eşi olarak kabul edilemez.

    bu anlattıklarımıza, yazarın hesapları dahilinde bakacak olursak, 10 aminoasitli bir protein yaklaşık 1/1024 (yaklaşık %0.1) ihtimalle oluşacaktır. var olan aminoasitlerin aşırı sayısı yanında bu çok sıradan bir olasılıktır ve neredeyse her an, sayısız defa meydana gelebilir. örneğin yazar, hesabında "orta büyüklükte" bir protein olan insan serum albumin proteinini kullanmıştır. halbuki başlangıçta oluşan yapıların "orta büyüklükte" olması gerekli değildir; zira evrimsel süreç içerisinde, kademeli değişimlerle oluşan organellerin enerji sarfiyatı sayesinde daha düzenli yapılara ulaşması ve proteinleri bu şekilde sentezledikleri bilinmektedir.

    doğada ilk oluşan proteinler elbette büyük yapılı değildirler. örneğin bildiğimiz en küçük protein olan trp-cage proteini sadece 20 aminoasitten oluşmaktadır. bunun gibi çok sayıda protein bulunmakta ve canlılığın temel yapıtaşlarına katılmaktadır. evrimsel süreçte, ribozomların evrimi sonucu daha büyük moleküllerin genetik materyal aracılığıyla sentezlenmesi oldukça anlaşılırdır. bunlar, tesadüfi olan olaylar değil, birikimli kimyasal seçilimin sebep olduğu canlılık gerçekleridir.

    dahası, büyük proteinler bile kademeli birikim ile oluşmak zorunda değildir, genetik rekombinasyon hataları ve çiftlenmeler, daha küçük bir proteini kodlayan bir dizinin kendisini tekrar etmesi sonucu daha büyük proteinleri oluşturabilir.

    yazarın kullandığı serum albumin proteini örneğinde, her biri ortalama 190 aminoasit büyüklüğünde olan 3 adet tekrar dizisi olduğu görülmektedir. yani yazarın protein seçimi ironik bir şekilde talihsizdir. kendi kendine oluşumu çürütmek için kullandığı örnek, çok daha basit yapılı bir proteinin 3 kere üst üste binmesiyle oluşmuş daha karmaşık bir proteindir. dolayısıyla doğada bu tip hatalar, büyük yapılı proteinleri üretebilir.

    bunu şöyle de izah edebiliriz: önünüze 100 tane madeni para alın. bunları yan yana dizin. otomatik bir makine, bunların her birini, sürekli olarak yazı tura attırsın. yan yana uygun kombinasyonlarda olanların birbirleriyle bağ kurduklarını düşünelim. bu durumda, kısa bir süre sonra elimizde birçok ikili madeni para göreceğiz.

    ancak çevresel streslerin ve koşulların etkisi altında bunların sadece bazıları uyumlu olabilsin, diğerleri dağılarak tekil hale dönsünler ve makinemiz, bunları tekrar tekrar yazı-tura atmayı sürdürsün. bu süreçte, ikili sisteme bağlanabilecek bir kombinasyonun oluşması, beklenmedik atılımlara ve moleküler adaptasyonlara neden olabilir. ikili sistemimiz önce üçlü, sonra beşli bir hale dönüşerek büyüyebilir. bunun gibi farklı birçok sistem oluşabilir.

    bunlardan sadece bazıları ortama uygun olabilir ve varlıklarını/formlarını koruyabilirler. diğerleri elenir ve döngü böyle devam eder. üstelik aminoasit durumunda elimizde sadece 100 adet değil, milyarlarca ve trilyonlarca adet örnek bulunmaktadır ve yazarın dediği gibi bunlar sürekli olarak birbirleriyle etkileşime girmektedirler. tek sorun, bu etkileşimin matematiksel analizinin yazarın yaptığı gibi olmayışıdır. bu durumda, yazarın matematiksel yaklaşımının neden hatalı olduğu görülecektir: tekdüze yaklaşım.

    yukarıda izah ettiğimiz gibi, sayısız miktarda 10'lu, 15'li protein oluştuktan sonra, yine dayanıklı (stabil) olma durumuna göre seçilim sebebiyle daha ileri kombinasyonlar da oluşabilir. işte yukarıda da değindiğimiz gibi, yazarın bu gerçeği fark etmesinden sonra muhtemelen korkarak kendini garantiye yöntemi, doğal seçilim'in bahsettiğimiz etkisini yazısı içerisinde reddetmeye çabalamak şeklinde olmuştur. seçilim, aralarındaki mikroetkileşimler (yani fiziksel ve kimyasal çekim-itim kuvvetleri) olan bütün yapıların basitten karmaşığa giden organizasyonlar üretmeleri sırasında işlemesi muhtemel olan bir doğa yasasıdır. bu, fizik kurallarınca dikte edilen bir durumdur.

    eğer yazının devamını okuyacak olursanız, moleküler düzeyde seçilimin var olamayacağını iddia ettiği görülmektedir. halbuki bu tamamen yanlıştır ve modern biyokimya bilgilerimizle çelişmektedir. günümüzde, moleküler düzeyde bir seçilimin de mümkün olduğu ve bunun sonucunda kimyasal evrimin oluştuğu bilinmektedir.

    bu konuda söyleyeceğimiz son nokta ise şudur: günümüzde, aminoasitlerin tepkimeye sokulması sonucu çok kısa sürede yapay proteinleri üretmemizi sağlayan yöntemler bulunmaktadır. örneğin, katı faz peptit sentezi olarak bilinen ve robert bruce merrifield tarafından geliştirilen yöntem buna bir örnektir.

    eğer ki doğal süreçlerle aminoasitlerin proteinleri sentezlemesi olanaksızsa, nasıl olur da laboratuvarlarımızda bu tepkimeleri tekrarlayabilmekteyiz? üstelik bu tepkimelerde, ribozom bulunmamaktadır, tamamen sentetik ve kimyasal bir süreç izlenmektedir. bunun haricinde, örneğin 2008 yılında yapılan miller-urey deneyi benzeri bir deneyde, aminoasitlerin istisnasız tamamı ile birçok organik molekül (ki bunların içerisinde proteinoidler de bulunmaktadır) birkaç günde, tamamen doğal yollarla sentezlenmiştir. buradan okuyabileceğiniz bir deneyde ise bırakın basit yapılı proteinlerin oluşmasını, işlevlerini yerine getirebilen protein mekanizmaları bile kendi kendine, laboratuvar ortamında oluşabilmiştir.

    eğer bu doğal oluşum imkansız ise, bu deneylerde nasıl bunlar oluşmuşlardır? üstelik yaşamın başladığını bildiğimiz volkanik bacaların etrafında bulunan karbonil sülfat etkisi altında bu aminoasitlerin kendiliğinden peptit bağlarını seri bir biçimde kurarak proteinler inşa ettiği gözlenmiştir. bu ne demektir? doğa, bu sözde imkansız olasılıklara rağmen her türlü ortamda bu yapıların inşasının mümkün olduğunu bize ispatlamaktadır. yani 1/10354 gibi uydurma olasılıklar, bilimsel testler karşısında başarısız olmakta ve kendi kendilerinin geçersizliklerini göstermektedir. çünkü böyle bir olasılık hesabı yoktur!

    "biyofizikokimyasal" (ya da kısaca "biyolojik") bağımlılık ve matematiksel bağımlılık

    esasında, bizim yaptığımız hesap bile tam olarak doğru değildir. doğada, hiçbir aminoasit düz hesap %50 olarak bir diğer aminoaside bağlanmaz. doğada, bir kimyasal bağın kurulabilmesini etkileyen çok sayıda farklı parametre olabilir. bu parametrelerin herhangi bir bölgedeki değerlerine göre aminoasitten aminoaside, bağ sayısından bağ sayısına, protein büyüklüğünden protein büyüklüğüne bağlanma olasılığı %0 ile %100 arasında değişen değerler alır. yani kimyasal şartlar, sıcaklık, basınç, entropi, vb. milyarlarca değerlerin etkisi altında aynı iki aminoasit bir bölgede %87 olasılıkla bağ kurarken, bir diğer bölgede %12 olasılıkla bağ kurabilirler. zaten bu sebeple canlılık dünya'nın her bir tarafında değil, muhtemelen okyanus diplerindeki sıcak volkan bacalarında başlamıştır.

    bu bölgedeki parametreler, proteinlerin oluşmasına ve moleküler evrim açısından gelişmesine daha fazla imkan vermektedir. işte bu açıdan baktığımızda, aminoasitlerin birbirlerine bağlanma olasılıkları, o andaki biyolojik, kimyasal ve fiziksel etmenlerden etkilenir. bu sebeple önceki olaylar, sonraki olayları bağlar. fakat yazı içinde de dediğimiz gibi, bu kadar karmaşık sistemleri gerçekçi olarak modelleyecek bilgisayar işlemcilerinden de, programlardan da, matematiksel verilerden de yoksunuz. belki gelecekte bu olaylar çok daha net açıklanacaktır.

    öte yandan yazarın verdiği hatalı hesaplama ile bizim burada verdiğimiz bilimsel izahı, matematiksel bağımlılığın değerlendirilmesiyle ilgilidir. son kez tekrar edecek olursak,yazar bütün olayları birbirine bağlayıp karıştırarak, çarpabildiği kadar 2'yi birbiriyle çarpmış, devasa sayılara ulaşmıştır. halbuki bir "t" anındaki aminoasit bağlanma durumu, "ya bağlanır, ya bağlanmaz" şeklinde, 1/2'dir (bir de sol el hesabı işin içine katılırsa 1/4'tür). ancak öyle her şeyi birbirine karıştırıp da, her şey bir anda olacakmış gibi hesap yapılması, bu tip sorunlu sonuçlar çıkaracak ve bilim düşmanlarının işine gelecektir.

    peki ya sol-elli aminoasitler?

    yazarın çarşıyı evdeki hesabına uydurmak adına "yarattığı" olasılıklardan biri de kiralite (chirality) adını verdiğimiz aminoasit simetrisidir.

    "kiral" aminoasitlerin moleküler dizilimi, sağ ve sol el gibi birbirinin ayna görüntüsüne sahip olabilmektedir. "akiral" aminoasitler ise, "kabak" kelimesinin tersinin de "kabak" olması gibi, ayna görüntüsü, orjinal görüntüsünün aynı moleküler dizilime sahip aminoasitlerdir. kısaca akiral aminoasitler simetrik, kiral aminoasitler ise asimetriktir. kiralitenin en sık kullanılan kategorizasyonu d- ve l- dizilimleri olarak isimlendirilen bir yöntemdir. aslında tam olarak doğru bir anlatım olmasa da, d-aminoasitlerinden oluşan proteinlere sağ elli, l-aminoasitlerinden oluşan proteinlere ise sol elli denir. aşağıda bu olay basitçe gösterilmektedir:

    aynı aminoasidin, birbirinin ayna görüntüsü olan iki formu bulunabilir. bu ikili asimetriktir, yani üst üste getirildiklerinde aynı görüntüye sahip olamazlar. ancak kimi aminoasit, akiraldir, ayna görüntüsüyle orjinali tıpatıp aynıdır. aşağıda bu ikisi karşılaştırılmaktadır:

    doğada canlıların yapısına katılan proteinlerin çoğu, tam olarak bilinmeyen bir sebeple sol elli aminoasitlerden oluşur. genelde evrim karşıtı olan bilim düşmanları, kendilerinin de herhangi bir açıklaması olmamasıdan ötürü bu simetri konusundan yola çıkarak evrimsel biyoloji'ye eleştiri getirdiklerini sanmaktadırlar. bu eleştirilerinin temelinde de miller-urey deneyleri'nde kendiliğinden oluşan proteinlerin çoğunlukla sağ elli olması gelmektedir.

    tabii günümüzden birkaç on ila birkaç yüz yıl gerisinde kalmış bilgilere sahip bu insanların modern çalışmalardan bihaber oldukları aşikardır. bugün biliyoruz ki, bir ortamdaki su, ısı ve radyasyon miktarı oluşan aminoasitlerin kiralitesini belirlemektedir. örneğin canlıların yapısına oldukça az katılan ve milyarlarca yıl boyunca kiralitesini koruyabilecek kadar istikrarlı yapıda olan izovalin üzerinde yapılan araştırmalar, bir aminoasidin bulunduğu ortamda neden sol elli veya sağ elli olabileceği hakkında bilgiler vermektedir.

    nasa tarafından yapılan bir araştırmada, kuyrukluyıldızların toz halindeki kuyruklarında, çok yüksek oranlarda sol elli aminoasitler bulunmuştur. üstelik, su miktarı arttıkça sol-elli aminoasitlerin oranının da arttığı gösterilmiştir. bunun haricinde, meteor çarpmaları sırasında oluşan basıncın, sağ-sol el simetrisini tersine çevirebildiği bilinmektedir. bu da, yazarın matematiksel hatasına bir diğer açıdan ışık tutmaktadır: hesaba katılmayan ve beklenmedik olaylar, büyük çapta değişimler yaratabilir. örneğin kiralite üzerinden gidilen matematik hesabında meteorların ve kuyrukluyıldızların etkisi hesaba hiç katılmaz. ancak yapılan araştırmalar, meteor çarpmaları ile kuyrukluyıldızların su yüklü kuyruklarından dünya'ya taşınan sol elli aminoasitlerin yaşamın başlangıcına ciddi anlamda katkı sağladığını göstermektedir. matematiksel olarak hesapladığımızda anlamsız derecede sonuçlar veren olasılık hesapları, gerçek dünyada tutmamaktadır. hem de, yine yapılan son çalışmalarda, sağ-elli aminoasitler üzerine kurulacak bir yaşamın da varlığını gayet başarıyla sürdürebileceği ortaya çıkarılmaktadır.

    elbette bu bilgi neden canlıların baskın olarak sol-elli aminoasit kullandığına ışık tutmaz; ancak belki de, aminoasit simetrisi yaşam için sandığımız kadar kritik önemde olmayabilir. yani galaksimizin ve dünya'nın oluşumunda ve sonrasında bulunan yüksek sol-elli aminoasit derişimi, ister istemez günümüz canlılarının sol-elli aminoasitler üzerine kurulu bir atanın torunları olmalarına neden olmuş olabilir.

    bunun haricinde zaten yazarın matematik konusundaki yetersizliği "sol elli olma ihtimali" ile ilgili yaptığı hesaptan kolaylıkla anlaşılabilir. ilkokul matematiğinden hatırlanabileceği gibi, birbirine bağlı olan olasılıkların sonuç olasılığını hesaplamak için her bir olasılık birbiriyle çarpılır. tek bir soru soracağız: bir proteinin içerisindeki aminoasitlerin sol elli olma olasılıkları, birbirleriyle bağlı olan olaylar mıdır? neden 584 aminoasitlik bir proteinin içeriğinin sol elli olma ihtimali inatla 1/2'ler birbiriyle çarpılarak yapılmaktadır? zaten yukarıda da izah ettiğimiz gibi, bu aminoasitler bir anda bir araya gelerek sol elli olmamışlardır.

    çeşitli nedenlerle sol elli olarak oluşan veya sol elli hale dönüşen aminoasitler bir araya gelerek proteinleri oluşturmuşlardır. tüm bunlar hesaba katılacak olursa, kiralite hesaplarının ve benzerlerinin ilkokul matematiği ile 1/2'leri birbiriyle çarparak yapılamayacağı anlaşılmaktadır.

    esasında bu hataların hepsi evrimsel süreçlerin yönlendirilmiş olması gerektiği düşüncesinden kaynaklanmaktadır. bu ekolden olan insanlar, farklı kombinasyonlar arasından sürekli yapılacak olan bir seçilim sonucu canlılığın oluşamayacağı iddiasındadırlar. bu sebeple, hedefi olan bir ürün üretmek penceresinden doğayı ve biyolojiyi değerlendirirler. işte bu yüzden, son ürünlerin hep o son görevlerini yapmak amacıyla var olduklarını sanarlar. bu ciddi bir yanılgıdır.

    çünkü günümüzde biyokimya ve biyoloji dahilinde baktığımız neredeyse hiçbir unsur esasında o işi yapmak için var değildir ve kendisinden önceki basamaklar tespit edilebilir. genellikle bu basamaklarda, bu kimyasallar ve yapılar farklı görevler görürler. benzer şekilde, var olan yapıların kısmen ya da tamamen değişimi sonucu yepyeni görevler edinebilen kimyasallar ve yapılar bulunmaktadır. hatta sırf bu yöntemler kullanılarak çeşitli hastalıklarla mücadele bile edilmektedir. dolayısıyla teleolojik, yani amaca dayalı bir hayat görüşü, bilimsel temellere oturtulamaz.

    ama doğru dizilim kendiliğinden nasıl olur?

    bunu daha önceki yazılarımızda da ele almıştık. çok kısa bir şekilde tekrar edelim: aminoasitler, "doğru" bir dizilime girerek proteinleri oluşturmazlar. fiziksel ve kimyasal yapılarının müsaade ettiği her bağı kurabilirler. bu, peptit bağıdır. ancak bu bağın hangi iki aminoasit arasında kurulacağına, aminoasitlerin kimyasal ve fiziksel yapısı karar verir.

    bizim için "doğru dizilim", biz bugün dönüp baktığımızda canlılığın içerisinde gördüğümüz dizilimdir. bir başka dizilimle canlılık var olsaydı, bu defa "doğru dizilim" diye bu dizilimi gösterecektik. eğer ki elmaslar düşünebiliyor olsalardı, onlar için "doğru dizilim" kömürdeki atom dizilimi olacaktı. yani doğada, bir şeyin "doğru" olup olmadığına çevre şartları ve zaman karar verir. dolayısıyla eğer ki bir dizilim çevreye yeterince uygunsa ve dirençliyse, "doğru"dur. bu sebeple, aminoasitlerin "doğru" bir dizilimi "bilmesi" gerekmiyordu.

    zaten bilmiyorlardı da, evren'de hiçbir varlık çevresinden bağımsız veya üstün bir öz bilince sahip değildir. aminoasitler, çevrenin baskısı altında katrilyonlarca farklı şekilde birleştiler. bunlardan sadece çevreye en uygun olanları kaldı, diğerleri bozundu veya canlılığın yapısına katılamadı. sonrasında "insan" denen tür evrimleşti, geçmişine baktı ve "bu dizilim doğru dizilimdir." dedi. halbuki böyle bir "ön-doğru" (a priori) dizilim söz konusu değildir.

    sunduğumuz hesaplama biçiminde bu şekilde her seferinde "doğru" bir adım bulunmuyor. bir örnekle anlatalım:

    diyelim ki canlılığa ulaşmamızı sağlayacak kimyasal dizilim, ("doğru dizilim") şöyle olsun: abcdefg. ortamda ise 100 tane a, 100 tane b, 100 tane c, 100 tane d ve 100 tane g olsun (hatta z'ye kadar daha birçok farklı çeşit kimyasal da olsun -ki dünya'daki kimyasalların çeşidi bundan milyonlarca kat fazladır). her biri birbiriyle bağ kurabiliyor olsun; ancak doğru dizilimin daha dengeli bir yapıda olmasından ötürü, örneğin ab oluştuğunda c'nin bağlanabilme ihtimali, diğerlerine göre yüksek olsun (ki yazımızda bahsettiğimiz ve aslında gerçek hesapların çok daha karmaşık ama çok daha muhtemel sonuçlar vereceğini söylememiz bundandır).

    şimdi, belli bir süre geçtikten sonra bu kimyasallar arasında birçok çeşit bağ kurulmuş olacak. ab, cg, ad, dg, gg, cd, bg ve daha nicesi. hatta daha büyük yapılı moleküller de oluşarak: abg, cfg, dfg, bbb, bcc ve daha nicesi...

    işte yukarıda verdiğimiz alıntıdaki hesaba göre, bu bağlanma bir seferde gerçekleşecek ve abcdgef oluşuverecektir. eğer oluşamıyorsa da (ki bir anda oluşma olasılığı gerçekten de düşüktür), "canlılık doğal süreçlerle var olamaz" sonucuna varılacaktır. ancak aklı başında olan ve evrimsel biyolojiye dair en azından temel düzeyde bilgilere sahip herkes doğada olanın bu olmadığını bilecektir. izah edelim:

    oluşan karmakarışık, bir öncekinden biraz daha büyük, ancak gelecekte olacaktan daha basit yapılı bu kimyasallar, zaman geçtikçe farklı şekillerde birbirlerine bağlanacaklardır: abgdf, adfgb, bbdgf, efdghedhdgf ve hatta belki de çok daha uzun, çok daha karmaşık şekillerde: aadgfdcgdgdaabbefefdgcdd şeklinde. ancak, bunların hepsi aynı kararlılıkta, ortama aynı uygunlukta, kimyasal olarak aynı dengelilikte değildir. dolayısıyla dengesiz yapılar bozunacak ve ortamdaki kimyasalların çeşidini yeniden arttıracaklardır.

    örneğin belki basitten karmaşığa giderken, yukarıdaki uzun sıralamada var olan aabbefef zincirinin oluşması fizikokimyasal uyumsuzluktan ötürü mümkün olmamaktaydı, ancak uzun zincirin öz yapısından ötürü zincir içerisinde var olabildi ve sonra dengesizlikten ötürü bozununca tek başına kaldı. bu zincirin varlığı, belki de normalde kendi başına var olamayacak olan (yine fizikokimyasal durumundan ötürü) abcdg molekülünün oluşma ihtimalini arttırdı. bu durumda canlılığın en önemli adımı, tamamen rastgele birleşen kimyasalların sayısız deneme yanılma, oluşma bozunma durumları sayesinde atılabilmiş oldu. abcdg oluştuktan sonra, daha önceden ortamda yine kendiliğinden oluşmuş olan ef grubu bunlara uygun olan noktadan bağlandı ve canlılığın en ilkin versiyonu doğmuş oldu: abcdefg.

    burada dikkat edilmesi gereken nokta, kısa bir süre içerisinde, seçme ve eleme mekanizmasından ötürü, çok farklı çeşitte kimyasalların oluşabilmesidir. doğada sadece halihazırda bulunan aminoasitler, yazarın iddia ettiği gibi bir araya gelerek proteinleri oluşturmak zorunda değildir. süreç içerisinde birçok farklı yapı oluşup, bozunabilir. zaten "canlılık" dediğimiz şey, halen sayısız "cansız" tepkimenin bir arada bulunduğu yapılardan ibaret. dolayısıyla eğer bir insan bu gerçekleri anlamak istiyorsa, anlamaması için hiçbir sebep yok. ancak art niyetliyse... işte o zaman yapacak çok da bir şey kalmıyor.

    elbette hesaplar bir proteinin bir anda, son haliyle var olmasına yönelik yapılacak olursa, yani "yaratılmasına" yönelik yapılacak olursa, "imkansız" sonucu çıkacaktır. bu çıkarımı yapmak için matematiğe dahi gerek yoktur. her bilim dalı, herhangi bir şeyin "bir anda var edilmesi" konusunda bu sonucu verecektir. ancak eğer ki kademeli bir karmaşıklaşma hesaplanacak olursa, oranlar o ihtimaller o kadar yüksek çıkmaktadır ki, bu karmaşık proteinlerin doğa yasaları altında oluşmamaları imkansız olurdu.

    yazan: çmb

    kaynaklar ve ileri okuma:

    creation of a bacterial cell controlled by a chemically synthesized genome, daniel gibson, craig venter, et al. science, volume 329, number 5987, doı: 10.1126/science.1190719

    biogenesis, abiogenesis, biopoesis and all that, carl sagan, origins of life and evolution of biospheres, volume 6, number 4 (1975), 577, doı: 10.1007/bf00928906

    conversion of light energy into chemical one in abiogenesis as a precondition of the origin of life, t.e. pavloyskaya, t.a. telegina, origins of life and evolution of biospheres, volume 19, numbers 3-5 (1989), 227-28, doı: 10.1007/bf02388822

    abiogenesis and photostimulated heterogeneous reactions in the interstellar medium and on primitive earth: relevance to the genesis of life, a.v. emeline et al., journal of photochemistry and photobiology c: photochemistry reviews, volume 3, ıssue 3, 31 january 2003, pages 203–224

    the possibility of nucleotide abiogenic synthesis in conditions of “kosmos-2044” satellite space flight, e.a. kuzicheva, advances in space research, volume 23, ıssue 2, 1999, pages 393–396
    the emergence of the non-cellular phase of life on the fine-grained clayish particles of the early earth's regolith, mark d. nussinov, et al., biosystems, volume 42, ıssues 2–3, 1997, pages 111–118

    models for protocellular photophosphorylation, peter r. bahn, et al., biosystems, volume 14, ıssue 1, 1981, pages 3–14

    evolution and self-assembly of protocells, richard v. sole, the ınternational journal of biochemistry & cell biology, volume 41, ıssue 2, february 2009, pages 274–284

    sufficient conditions for emergent synchronization in protocellmodels, journal of theoretical biology, volume 254, ıssue 4, 21 october 2008, pages 741–751

    the emergence of ribozymes synthesizing membrane components in rna-based protocells, wentao ma, et al., biosystems, volume 99, ıssue 3, march 2010, pages 201–209

    the “protocell”: a mathematical model of self-maintenance, helmut schwegler, et al., biosystems, volume 19, ıssue 4, 1986, pages 307–315

    computational studies on conditions of the emergence of autopoietic protocells, naoaki ono, biosystems, volume 81, ıssue 3, september 2005, pages 223–233
    bifurcation for a free boundary problem modeling a protocell, hua zhang, et al., nonlinear analysis: theory, methods & applications, volume 70, ıssue 7, 1 april 2009, pages 2779–2795

    protocell self-reproduction in a spatially extended metabolism–vesicle system, javier macia, et al., journal of theoretical biology, volume 245, ıssue 3, 7 april 2007, pages 400–410

    a nonlinear treatment of the protocell model by a boundary layer approximation, kazuaki tarumi, et al., bulletin of mathematical biology, volume 49, ıssue 3, 1987, pages 307–320
    a model for the origin of stable protocells in a primitive alkaline ocean, w.d. snyder, et al., biosystems, volume 7, ıssue 2, october 1975, pages 222–229

    facilitated diffusion of amino acids across bimolecular lipid membranes as a model for selective accumulation of amino acids in a primordial protocell, william stillwell, biosystems, volume 8, ıssue 3, december 1976, pages 111–117

    the origins of behavior in macromolecules and protocells, sidney w. fox, comparative biochemistry and physiology part b: comparative biochemistry, volume 67, ıssue 3, 1980, pages 423–436

    self-organization of the protocell was a forward process, sidney w. fox, journal of theoretical biology, volume 101, ıssue 2, 21 march 1983, pages 321–323

    from prebiotic chemistry to cellular metabolism—thechemicalevolution of metabolism before darwinian natural selection,enrique melendez-hevia, et al., journal of theoretical biology, volume 252, ıssue 3, 7 june 2008, pages 505–519

    natural selection in chemical evolution, chrisantha fernando, et al., journal of theoretical biology, volume 247, ıssue 1, 7 july 2007, pages 152–167

    chemical evolution of amino acid induced by soft x-ray with synchrotron radiation, f. kaneko, et al., journal of electron spectroscopy and related phenomena, volumes 144–147, june 2005, pages 291–294

    radiation-induced chemicalevolution of biomolecules, kazumichi nakagawa, radiation physics and chemistry, volume 78, ıssue 12, december 2009, pages 1198–1201

    evolution of dna and rna as catalysts for chemical reactions, andres jaschke, et al., current opinion in chemical biology, volume 4, ıssue 3, 1 june 2000, pages 257–262

    anatomical correlates for category-specific naming of living andnon-living things, carlo giussani, et al., neuroımage, volume 56, ıssue 1, 1 may 2011, pages 323–329

    formamide in non-life/lifetransition, raffaele saladino, et al., physics of life reviews, volume 9, ıssue 1, march 2012, pages 121–123

    major life-history transitions by deterministic directional natural selection, lars witting, journal of theoretical biology, volume 225, ıssue 3, 7 december 2003, pages 389–406

    from the primordial soup to the latest universal common ancestor, mario vaneechoutte, et al., research in microbiology, volume 160, ıssue 7, september 2009, pages 437–440

    how life evolved: forget the primordial soup, nick lane, the new scientist, volume 204, ıssue 2730, 14 october 2009, pages 38–42

    modelling the early events of primordial life, yu. n. zhuravlev, et al., ecological modelling, volume 212, ıssues 3–4, 10 april 2008, pages 536–544

    from a soup or a seed? pyritic metabolic complexes in the origin of life, matthew r. edwards, trends in ecology & evolution, volume 13, ıssue 5, may 1998, pages 178–181

    self-organization vs. self-ordering events in life-origin models, david l. abel, physics of life reviews, volume 3, ıssue 4, december 2006, pages 211–228

    the steroid receptor rna activator is the first functional rna encoding a protein, s. chooniedass-kothari, et al., febs letters, volume 566, ıssues 1–3, 21 may 2004, pages 43–47

    rna, the first macromolecular catalyst: the ribosome is a ribozyme, thomas a. steitz, et al., trends in ecology & evolution, volume 28, ıssue 8, august 2003, pages 411–418

    did the first virus self-assemble from self-replicating prion proteins and rna?, omar lupi, medical hypotheses, volume 69, ıssue 4, 2007, pages 724–730

    characters of very ancient proteins, bin guang-ma, et al., biochemical and biophysical research communications, volume 366, ıssue 3, 15 february 2008, pages 607–611

    simple coacervate of pullulan formed by the addition of poly(ethylene oxide) in an aqueous solution, hiroyuki ohno, et al., polymer, volume 32, ıssue 16, 1991, pages 3062–3066

    preparation of polyacrylamide derivatives showing thermo-reversible coacervate formation and their potential application to two-phase separation processes, hiroaki miyazaki, et al., polymer, volume 37, ıssue 4, 1996, pages 681–685

    coacervate complex formation between cationic polyacrylamide and anionic sulfonated kraft lignin, alois vanerek, et al., colloids and surfaces a: physicochemical and engineering aspects, volume 273, ıssues 1–3, 1 february 2006, pages 55–62

    complex coacervates as a foundation for synthetic underwater adhesives, russell j. stewart, et al., advances in colloid and ınterface science, volume 167, ıssues 1–2, 14 september 2011, pages 85–93

  • 1 mayıs

    emekçi bayramınız kutlu olsun. çıkın meydana diyemiyorum çünkü karşımızda hiçbir ahlaki değeri olmayan adamlar var. başkanlığı uğruna işıd'ı kendine garantör yapmış adamlar var..

    ama sen korkarsan, ben korkarsam, nasıl çıkacak bu karanlıklar aydınlığa. sizi seviyorum. gecenin zifiri karanlığı gibi ülkeme çöken ortaçağa karşı biz varız. her birinizi ayrı ayrı seviyorum. tanımasam da. tanışamasak da. hürriyet gibi aydınlık olun ve lütfen tek parça dönün.

  • herkes çocuğuna sahip olsaydı sapıklıklar olmazdı

    2 saat önce cumhuriyet'te okudum bu haberi.

    cümlesi tam olarak şu: “özellikle bu çocukların böyle olmasında önce aileler yani çocuğu edinen, çocuk sahibi olan herkes çocuğuna sahip olabilseydi ve kendi nefsine sahip olabilseydi, bu sapkınlıklar yaşanmazdı. kontrolsüz tatmin duygusundan çıkan bu sapkınlıkların hepsi insani bir olaydır ve bu insani olayların üstüne birlikte gitmemiz lazım. farkındalık ve bilinç yükseltmelerle ve özellikle bizim tezimiz olarak da dini ve imani konularla bunun çözümü olduğuna inananlardanım. onun için, çağrılacak uzmanlara ek olarak diyanet'ten de uzman alabileceğimiz kanaatimi belirtmek istiyorum.’’

    neresinden tutsam elimde kalıyor. bu çocukların böyle olması.. adını zikredemiyor durumun. adını sesli söyleyemiyor. bu çocukların böyle olması diyor. "böyle" dediği şey tecavüz. tecavüzü zikredememenin verdiği rahatlıkla bir kadın olarak konuşuyor. tecavüze uğrayan ensar vakfının çocuklarını konuşurken söylüyor.

    aileleri sahip çıksaydı diyor. sonra ailelerine sussunlar diye ödenen paraları anmıyor ağzına. tecavüzler hep sahip çıkamamaktan. mesela damacanaya da sahip çıkan olsaydı olmazdı bunlar.

    konuşması gittikçe ağırlaşıyor. pisleşiyor. "din" diyor. iman.. oysa "din, başörtüsü" diyerek iktidara gelen bir parti var.

    tek din diyen bir parti. 15 senedir bu partinin yönettiği muhafazakarlaşan bir ülke var. "din" diyor. psikiyatri değil diyanet diyor. imam diyor.

    öz kızına şehvet duyan baba fetvaları meydanda olan kurumdan yardım istiyor. dindarlaştıkça çözülecek sorunlar. yüzde 97'si müslüman ülke.

    her gün 3 kişinin cinsel tacize uğradığı ülkemde, bunları ateistler, komünistler, kısaca “allahsız” lar yapıyor sanıyor hanımefendi.

    türkiye’de 79 bin 96 cami, 90 binden fazla din görevlisi, bütçesi dört bakanlık ve 22 üniversitenin bütçesine denk diyanet işleri başkanlığı var.

    türkiye’de 536 imam hatip lisesinde 105 bin öğrenci okuyor ve bu liselerden çıkanlar, otobüsçü oluyorlar, rtük’çü, gemici, otelci, limancı, ihaleci oluyorlar, hatta milletvekili ve iktidar oluyorlar.

    türkiye’nin 79 bin 96 minaresinden her gün beş kez ezan okunuyor, müminler allah’a imana çağrılıyor.

    din, her şeyden önce bir ahlak öğretisi. imamlar her vaazda cemaate “güzel ahlak”ı anlatıyor. tüm müminler, allah’a imanın onun emrettiği “iyi insanlık”, sevap işlemek, günaha girmemek olduğunu biliyorlar.

    oysa bir ahlak erozyonu yaşıyor türkiye, hiç olmadığı kadar. günah rekorları kırılıyor.

    liste uzun. kimsenin kendi işini yapamadığı türkiye, işinin ehli olmayan sorumsuz kişilerin elinde binlerce insanın sağlığından, canından, malından olduğu, çocuklarını yitirdiği bir ülke.

    hala imam hatip sayısını arttırarak, cami yaparak "ahlaksızlıktan" kurtulacağını sanıyor.

    çocuklarını yitiren ülke, geleceğini yitirmez sanıyor.

  • dedenin ölmesi

    - kızım dedenin mevliti var. senelik mevliti. biliyorum gelmek istemiyorsun ama deden baktı sonuçta. buradakiler sana hayırsız diyorlar. anasının-babasının mezarına bile gelmiyor diyorlar. üzülüyorum ben çok.

    yine ağlıyor. halam. ailemde yaşayan 3. kişi. hala bir sürü yeşil reçeteyle satılan ilaç kullanıyor. 3. kişi olmak zor. telefonda bir çırpıda söyledi tüm bunları. nefes almadı. hazırlanmış konuşmaya belli.

    + tamam hala. gelicem. görüşürüz.

    sessizlikle kapanan telefon. zaten bizim konuşmalarımız hep sessizlikle kapandı. kızını toprağa verdi, abisini verdi, annesini verdi, babasını verdi. keşke sadece kendine ağlasa. o ağladığında bir sigara yakardım. derin bir nefes çekerdim. "bir fıkra duydum geçen gün." .............................. çatallı ağlayan sesiyle cevap verirdi "nasıldı?".......... "bilmem. komikti."....................... "çay içelim mi?".. sessizliği çay bölerdi.

    mevlit zamanı. kızlarımı da götürdüm. onlar olmasa gitmezdim. bozüyük'ün en eski yerleşimi, bir höyük'ün artık kimse kalmamış herkes taşınmış mahallesine iki kızımla attım adımımı. 8 sene okuduğum okulumun bulunduğu noktayla başlayan 500 metrelik yol. solda bakkal hasan. hala açık. hala bakkalında. yaşlı. ben çocukken gençti. iki evlilik yapmıştı. çocuklarını hatırladım. küçük çocuğuna oynarken araba çarpmıştı. ne gereksiz bilgi yığını var beynimde.

    sokağa devam ettikçe şimdiki zaman ayağımın altında parçalandı. tüm zamanlarım geçmiş zamanla başlayıp bitiyor. yokuş. bisikletimle mahallenin çocuklarıyla indiğim bayır. bisikletim dediysem "özgül"ün bisikleti. ölen kardeşimin. eniştem onun için almıştı. ölmeden 1 hafta önce. 6 yaşındaydı. öldü. dedemin evinin tam karşısında otururdu halam. özgül'le hergün o bahçede kahkahalarımız duyulurdu. dedem kızardı, biz bahçeyi talan ederdik. o kızdıkça biz daha da talan ederdik.

    ben adım attıkça uzayan yol. kızlarım bile benden hızlı adım atıyor. soldaki şu geniş kapı. adını hatırlamıyorum kadının. inekleri vardı. babannemle süt almaya gelirdik. bahçeleri hep tezek kokardı. sütleri güzeldi. ama kokardı. bir akşam babannem tek başıma yolladı süt almaya. annem iş çıkışı beni yolda gördü. kıyamet koptu. annem evine gidip babannemi aradı. kıyamet kopmakta kararlı. annemin evi, benim evim, babamın evi. anne keşke bizim evimiz olsaydı. sen beni terk etmeseydin. zaman ayağımın altında parçalanmasaydı.

    sağdaki ev. necmiye ablanın evi. babannemin en iyi arkadaşı. ekürisi. dedem eküri derdi. kanka gibi bir şey. hala yaşıyor. bir sen yaşamıyorsun babanne.

    soldaki şu evin sahibini hatırlamıyorum bak. ama evinin içinin her detayını hatırlıyorum. hacca gittiğinde getirdiği o misvak'ı hatırlıyorum. metal yuvarlak bir şeyin içindeki hacı kokusunu da. evlerindeki avluyu da. ama kadının adını hatırlamıyorum.

    nefize abla. kızı alev. fare zehiri içerek intihar etmeye kalmıştı. mahallenin en güzel kızıydı. ben çocuktum. bir delikanlı sevmiş. birlikte olmuş. sonra delikanlı terk etmiş. böyle küçük yerlerde "ilişki yürümüyor yae" olmuyordu. alev abla. bakire değilim artık diyerek intihar etmeye kalkmıştı. bu toplumun ahlak yasalarının bir cana nasıl mal olabileceğini çocuk yaşta öğrendim.

    sanırım ben bu toplumdan daha o yaşta nefret ettim.

    zaman genleşiyor. karadeliğe yaklaşmak gibi. eve yaklaştıkça ben de genleşiyorum. şiştim. "çıkmaz".. dedemin evinin höyüğüne çıkan yerin adı. çıkmaz sokak. çıkmaz bayır. çıkmaz tepe yolu. çıkmaz herhangi bir şey. evin dış kapısı açık. girerken kafamı kaldırıp numaraya baktım "6".. 25 sene boyunca hep "4" tü o numara. numara da gitmiş. her şey gider. kapının sol girişine baktım.

    dut ağacım. ilk direnişim. yok. beton dökülü üstünde. içeride kadın topluluğu. girdim. aman allahım hepsi. hepsini tanıyorum. pakize yenge, mürvet yenge, hacer abla. halam. üvey annem. çocukluğum dalga dalga tanıdık yüzlerle daha da canımı yakıyor. her tanıdık yüzde acım artıyor.

    - biliyorum gelmek istemiyorsun ama deden baktı sonuçta.

    bilmiyorsun. her oda. duvardaki her çizik. şu tavanın boyası. bu tavanı 15 veya daha fazla sene önce babannem, dedem boyamıştı. boya yetmemişti. bisikletimle gidip ben almıştım. büyüktüm. 16 yaşındaydım sanırım. bilmiyorum. büyüktüm ama. bilmiyorsun hala. ben hiç anlatmadım.

    kimseye anlatmadım. sen her ölümde feryat ettin. ben her ölümde nefret ettim. sen annen ve baban 2 sene seni bırakıp almanya'ya gittiler diye hala ağlıyorsun. ben 1,5 yaşında terk edildim. sonsuza kadar. hiç ağlamadım. bilmiyorsun. içimdeki ateşi bilmiyorsun. büyüdükçe öğrendim. sonuçta hayvandık ve hayvanların ne yapacağı kestirilemezdi.

    "allahümme salli ala muhammed" .. bu selamlaşmayı unutmamışım bak. kadınlar iki elimi tutup sallarken ben de söyledim. kızları benim küçük karanlık odama koydum. "oynayın" .. enteresan bir emir kipi. ama oynadılar.

    elime tutturulan yasin. "vel kuranil hakim". arapça harfleri de unutmamışım. demek ki 5 sene kuran kursuna gidince ömrün boyunca unutmuyorsun. kuran okunuyor ama ben aklımda bir yerlere gidiyorum. aklımın karanlık dehlizlerine. karşımda halam. sessizce kuranı takip ediyor. kapı eşiğinde dedem. 1 sene önce yoğun bakımda son nefesini vermeden önce gördüm. gülümsedi. gülümsedim.

    evin önündeki o betonda yazları yemek yerdik. yazlar hep ayrı bir güzeldi. sen kahkaha atardın dede. ev neşe dolardı. babannem "herif" derdi. ortalık aydınlanırdı. kavga ederdik. herkes eder.

    dede sağ kalanlardan kimse seni benim kadar sevemez. sen bilmezsin. bir gün bir tura gitmiştin. ben senin hırkanı koklamıştım sen yokken. babannem görüp çok hüzünlenmişti. osurmak iyidir dede. ben de osuruyorum. gelince tutmuyorum. tutmadıkça sen aklıma geliyorsun. gülümsüyorum. "elifffff, lammmmm, mimmmmmmmm".

    ben sadece seni gömmedim toprağa. bu ev. çocukluğumun geçtiği bu evin yaşayan tek ferdiydin. ben bu evi de gömdüm. çocukluğumu. bu evin bahçesinde yıkanan babamın cesedini de. gençliğimi gömdüm dede.

    "şimdi sen ebesin"

    bahçeden gelen sesle elimdeki yasini büküp baktım. kızlarım. ve bir kız çocuğu daha. üçü oyun oynuyor. özgül ve benden sonra bu bahçede ilk defa çocuk cıvıltısı duyuluyor. bahçe özlemiş. ben özlemişim. çocukluğum özlemiş. sen özledin mi dede. kimse oralı değil. kimse bakmıyor çocuklara. ben izliyorum.

    "amme yeteseelun".. "ayaklarınızı gördüm".. patırtı. duvara yaslanıp sayıyor mel. o duvar sarıydı. özgül ve ben oynarken her tarafımıza bulaşırdı. bahçede rengarenk çiçekler vardı. ters döndürülmüş kola şişeleriyle birbirinden ayrılmış. babannem kola şişeleriyle bahçe süslerdi. üstlerine çıkıp düşmeden yürümeye çalışırdım. cam sağlıktır.

    bitti. yemek faslına geçildi.

    3 saat geçmiş. "hala ben gidiyorum"... "kalmayacaksın yine değil mi? peki. ama bayramda gel. mezarlığa bir bakarsın. istersen"

    bayram ne zaman. ben bir kaç aylık limiti doldurdum. belki sık gelirsem yalama olurum. olur muyum? "hadi çocuklar"..

  • köprüyü pahalı bulan geçmesin

    ben de diyanet'i çok pahalı buluyorum. mersedes'ler, korumalar falan. o zaman da diyanet'in vergisini sünni müslümanlar ödesin.

    çünkü ben köprüden geçsem de geçmesem de devlet garantör. devlet dedi ki "şu kadar sayının altında geçiş olursa zararını ben karşılayacağım" .. yani geçsem de geçmesem de ben ödeyeceğim zaten. ve madem pahalıysa geçme kardeşim seviyesine indik. ben de ateistim ve camileri kullanmıyorum.

    imamların bana karşı verdiği hiçbir hizmet yok. bir de üstüne yetmezmiş gibi diyanetin saçma sapan fetvalarını dinlemek zorunda kalıyorum. peki o zaman diyanetin vergisini de sünniler ödesin. imamların maaşını sünniler versin.

  • ahmet davutoğlu'nun özgürlükçü laiklik açıklaması

    ''eskiden sabah meyhaneden cıkıp dönen adamla, sabah namazına giden adam birbirinin selamını alırdı şimdi kalmadı bunlar ayırdılar bizi ayrıştırdılar.''

    onların özgürlük anlayışını dün yazmıştık bugün de yazalım. birileri hep daha eşit ve daha özgür.adalet falan filan.. neyse...

    işte onların "özgürlük" anlayışı..

    +türban

    - özgürlüktür.

    + ateistler peki?

    - onlar tinerci.

    + dekolte?

    - taciz malzemesi

    + aleviler?

    - zerdüşt.

    + tutuklu gazeteciler?

    - terörist.

    + eylem yapanlar?

    - vatan haini.

    + 13. yaşında tecavüze uğrayan kız?

    - gönüllü.

    + ensar'da tecavüze uğrayan çocuk

    -bir kereden bir şey olmaz. günah işleme özgürlüğü.

    + içki içmek?

    - ayyaşlık.

    + kızlı erkekli eğitim?

    - ahlaksızlık

    + kadına şiddet?

    -abartılıyor. yok öyle bir şey?

    (iş bu yazımlar hepsi devlet yetkililerinin birebir ağzından çıkmış kelimelerdir.)

  • dindar anayasa

    dindar.. islamiyet dininin sünni mezhebine mensup anayasa. aynı anayasaya bağlı hukuk sistemi. bunu istiyorlar. ortadoğu olmak. sanıyorlar ki din gelince sorunlar çözülecek. sanıyorlar ki bu ülkedeki tüm tecavüzlerin, tüm kayırmaların, tüm rüşvetin, tüm yolsuzluğun sebebi laikliğin sağladığı sözde dinsizlik.

    adam diyor ki "tecavüzcüleri asıyor şeriat ne güzel".. iran'da asılan çocuk gerekçe eşcinsel olması iyi de sen ateistleri de asıyorsun, eşcinselleri de. deistleri de asıyorsun, sevişenleri de. içki içenleri de asıyorsun, öpüşenleri de... oysa yüzde 97'si müslüman ülke türkiye.. sanıyor ki ahlaksızlığın sebebi dinsizlik.

    ve yine oysa ne adıyaman’da tecavüze uğradığı için 16 yaşındaki medine'yi aile meclisi kararımızla, kümese gömerek biz infaz ettik, ne de 45 çocuğa tecavüz ettik.

    şeytana da uyduk demedik.

    her gün 5 kişinin yöre, töre ya da gözünün üstünde kaşın var diye öldürüldüğü ülkede bu cinayetleri ateistler, komünistler, kemalistler kısaca “allahsız” lar işlemiyor.

    türkiye’de 79 bin 96 cami, 90 binden fazla din görevlisi, bütçesi dört bakanlık ve 22 üniversitenin bütçesine denk diyanet işleri başkanlığı var.

    türkiye’de 536 imam hatip lisesinde 105 bin öğrenci okuyor ve bu liselerden çıkanlar, otobüsçü oluyorlar, havayolcu, müteahhit oluyorlar, kaldırımcı, asfatçı, sağlıkçı, itfaiyeci, doğal gazcı, sucu, elektrikçi, deniz fenerci, rtük’çü, gemici, otelci, limancı, yatçı, katçı, velhasılı ihaleci oluyorlar, hatta milletvekili ve iktidar oluyorlar.

    türkiye’nin 79 bin 96 minaresinden her gün beş kez ezan okunuyor, müminler allah’a imana çağrılıyor.

    inançlı ya da inançsız, laik ya da muhafazakâr; ben değilim çocuklarımıza medine adını koyup, kümese gömen.

    siz asla daha ahlaklı bir ülke olmayacaksınız

    sadece biz daha ölü olacağız.

    evimi basıp bana toplu tecavüz ettiklerin de "müslüman olmayan kadın dinimizce helal" dediklerinde ne olacak?

    hangi dinle engel olacaksınız benim tecavüzüme, din uğruna öldürülmeme.

    sizin elinizde "isveç, norveç halkı yok"...

    sizin elinizde afyon, kütahya, trabzon, rize, yozgat var...

  • 22 yaş üstü kızların %90'ının delik olması

    heh şimdi bunu bana sorun. ulan frida madem evrim var bu şerefsizler neden insan olmuyor. vallahi bir bunu açıklayamam.

  • evrim doğruysa bugün maymunlar neden insan olmuyor

    maalesef hala inatla sorulan bir türlü cevabından tatmin olunamayan soru. elbette bunun en büyük sebeplerinden biri evrim denen doğa yasası ile bu doğa yasasının çalışma mekanizmasını çözmeye çalışan evrim teorisinin aynı olmadığını bir türlü kabul etmemelerindendir. bunun yanı sıra insan türünün zaten hali hazırda 260 türden oluşan maymunlar üst sınıfına ait olduğunu bilmemelerindendir. tane tane size neden şimdiki gorillerin, şempanzelerin ve diğer türlerin insan olamayacağını anlatalım.

    öncelikle evrim neden doğa yasasıdır. kim ilan etti. 1953 yılında dna modellemesi geliştirildi. dna 1953 yılına kadar ayrıntılı olarak bilinemeyecekti. ve nihayetinde 1992-1996 yıllarında ilk genetik harita çıkarılacaktı. 1996 yılı sadece genetik haritanın çıkarıldığı yıl değildi. gen haritalarında ortaya çıkan sonuç insanın hayal gücünü zorlayacak nitelikteydi.

    küf mantarından, yosunlara, meyve sineğinden, halkalı solucana, timsahtan fillere ve farelerden insanlara kadar bütün yaşam formları bir şekilde aynı dna kodlarını barındırmaktaydı.

    yani evrimi bize kanıtlayan şey "dna" dır. evrim yok demek dna ve genetik bilimini hiçe saymaktır. peki genetik bilimi genom haritası karşılaştırmasında ne çıkardı. türümüzün gen uyumluluk yüzdeleri.
    http://www.ncbi.nlm.nih.gov/gene/646021

    homo neanderthalensis (neandertal insanı): %98-99, pan troglodytes (şempanze): %86-98 , pan paniscus (bonobo): %88-96 , canis familiaris (köpek): %86-90 ,bos taurus (sığır): %75-87 , mus musculus (ev faresi): %70-85 , rattus norvegicus (sıçan): %72-87 , gallus gallus (tavuk): %57-68 ,danio rerio (zebra balığı): %74-78 , arabidopsis thaliana (turpgiller'den): %50-65 ,oryza sativa (pirinç): %45-62 , drosophila melanogaster (meyve sineği): %37-45 , anopheles gambiae (sivrisinek): %36-44 , magnaporthe grisea (pirinç mantarı): %32-36 , neurospora crassa (ekmek mantarı): %31-35 , narcissus sp. (nergis): %25-35 , chlamydomonas reinhardtii (su yosunu, alg): %25-35 , caenorhabditis elegans (yuvarlak solucan): %24-28 , saccharomyces cerevisiae (ekmek mayası): %21-24, kluyveromyces lactis (kluyveromyces mayası): %21-24 , eremothecium gossypii (mantar): %18-22 , schizosaccharomyces pombe (fisyon mayası): %14-18 , plasmodium falciparum (plazmodyum): %1-5

    bu yüzdeler tek başına şu anlama gelir. bütün türler yüzdesel oranlarla değişecek şekilde birbiriyle akrabadır. yani aynı gen havuzundan çıkmıştır. yani aynı atalardan gelmiştir.

    gelelim. ortak ata mevzusuna. maymunlar üst sınıfında yer alan türümüz şempanze ile aynı ortak atalara - bakın altını çiziyorum ataya değil atalara- sahiptir. ama farklıyız. elbette farklı türleriz. türleşme nedir. türleşme deneyi var mı?

    türleşme ise (eşeyli canlılar için) bir canlı türüne ait iki popülasyonun birbirinden üreme bakımından tamamen yalıtılmışsa gerçekleşen olaydır. türleşme deneyine geçelim. deneyimizi gerçekleştiren kıymetli bilimcimiz diane dodd, (dodd, d.m.b. 1989. “reproductive isolation as a consequence of adaptive divergence in drosophila pseudoobscura”. evolution 43 (6). s. 1308–1311.)

    drosophila pseudoobscura türü meyve sineklerini maltozlu ve glikozlu besin bulunan iki ortama ayırmış, uzun döllerin sonrası tekrar bir araya getirdiğinde maltoz sindirmeye ve glikoz sindirmeye adapte olmuş sineklerin birbirleriyle daha az çiftleşebildiklerini, yani üreme yalıtımının oluştuğunu gözlemlemiştir.

    bu gözünüzün önünde tanık olduğunuz yapay seleksiyonlu bir evrimdir.

    insan türünün türleşme basamakları nedir. üst sınıfımız primatların 65-55 milyon yıl arasında paleosen dönemde ortaya çıktığı , hominidae ailesi veya büyük insansı maymunlar, 15-20 milyon yıl önce miyosen dönemde hylobatidae (gibongiller) ailesinden ayrıldığı tespit edilmiştir. yaklaşık 14 milyon yıl önce ponginae veya orangutanlar hominidae ailesinden ayrılmıştır. goril ve şempanze ata formlarının da homo cinsine giden soy hattından 5-6 milyon yıl önce ayrılmış, homo cinsi (yani insan türleri), bundan 2.3 ile 2.4 milyon yıl önce afrika'da hominini ve australopithecine türlerinin son ortak atasından evrilmiştir.

    görüldüğü üzere 55 milyon yıllık bir süreç. hep örneklediğim gibi. sen kurttan fino yapalı 50.000 yıl oldu. 55 milyon yılın neler yapabileceğini zihninde canlandır.

    tek biz mi evrildik yani?

    hayır. bizimle birlikte tam 12 insan türü daha evrimleşti (bkz: 59270324) ama toba faciası gibi büyük kitlesel yok oluşlardan önce iki tür çıktı. homo neandartel ve homo sapiens. neden homo neandertali söylüyorum. çünkü biz asya ve avrupada yaşayanlar homo sapiens değilliz.

    genetik bilimi bu bölgede yaşayan bizlerin gen havuzunda homo neandartel geni buldu. yani biz iki türün kırmasıyız. homo sapiensler afrikadan gelenler.

    ama bir tek biz zekiyiz. aslında onlar da zeki. sadece zeka kapasitemiz farklı. bunu daha iyi anlatmak için en yakın akrabamız olan şempanze türleriyle ortak davranışlara bakalım.

    evrimsel olarak en yakın akraba türümüz olan adi şempanzelerin (pan panispicus) tehdit altında önde yetişkin erkek ve kadınlar, arkada gençler olmak üzere güvenlik hattı oluşturdukları gözlenmiştir. bolluk dönemlerinde makaklarla dahi çocuklarının oyunlar oynadığı, yaprak içinde av eti ikram ettiği gözlenen şempanzelerin, kuraklık dönemlerinde hırçınlaştıkları belirtilmiştir. bu dönemlerde avcılık yeteneği sergilerler ve kurdukları tuzaklarla büyük ve vahşi hayvanlar yakalayabilirler. hatta makakları dahi avlayabilirler. ancak en zor kurak günlerinde bile avlarını “yakın dostları” ile paylaştıkları bilinmektedir.

    https://www.youtube.com/…&v=-80ifjmnxa8&app=desktop

    üstteki videoda bir yavru şempanzenin ilk adımlarını atarken annesinin yardımcı olmasını izleyebilirsiniz.

    dişi şempanzeler yavrularını yanlarından çok az ayırırlar, sekiz yaşına kadar büyütürler ve yaşadıkları gruba kazandırırlar.

    peki neden onlar şu anda insan olmuyor. çünkü insan biziz. evrim denen doğa yasası çatallıdır çizgi değil. ve tabiki homojen değildir.

    bir adi şempanzenin insan olması demek türleşmesi demektir. yani siz neden aslan kedi'ye dönüşmüyor diye soruyorsunuz. çünkü o aslan ve o kedi. yabani kedi aslanla evrim çizgisini milyonlarca yıl önce ayırdı.

    biz de şempanzelerle.

    özetle biz maymundan gelmiyoruz. biz bir maymun türüyüz.

    peki biz olmasaydık başka bir cins maymun insan olur muydu? hayır. insan olan biziz. soru yanlış. doğru soru şu: başka bir cins maymunun bize yakın evrim geçirmesi mümkün mü?

    bu soruya türümüzün evrimini bonobo üzerinden anlatarak gidelim.
    çok enteresan bir tür bonobo. kahkaha atabiliyor. birbirleriyle sesle iletişim kurabiliyor. ve en önemlisi taşı sivriltip alet yapıyor ve bununla sert meyveleri soyuyor. hatta kayıtlara geçmiş bir vukuatları bile var, maymun kendisine verilen taşı sivriltip yanına gelen bilim adamına sürtüyor. bak saldırmıyor uyarıyor. http://www.dailymail.co.uk/…ke-human-ancestors.html

    bonobo'lar iki ayakları üzerinde dik olarak yürüyebiliyorlar.

    haydi şimdi biraz ileri gidelim. insan dediğimiz maymun türünü yok edelim ne dersiniz zamanda yolculuğa hoş geldiniz

    insan türü savaş haline geçiyor. füzyon, fisyon her tür teknolojiyle birbirine saldırıyor. dünya savaşı patlak veriyor. ve insan türünün nesli tükeniyor.

    muhteşem bir radyoaktif dünya. gökyüzü göktaşı düşmüşcesine kararmış. bu dünyadaki dengeyi de bozuyor. ağaçlar ölüyor. ağaçlardan beslenen otoburlar azalıyor, etoburlar da azalıyor. azalan ormanlık alanda bonobo maymunu. tırmanacak ağaç yok. sürekli iki ayağının üstünde durmak zorunda ki yerden gelecek tehlikeleri görsün. tabi boyunun uzun olması büyük avantaj. bir yırtıcı yaklaşıyor. boyu diğerlerine göre uzun bonobo bunun daha erken fark ediyor ve daha evvel kaçmaya başlıyor, en geç fark eden ve boyu kısa olan bonobo yem oluyor.

    boyu uzun bonobo diğer bonoboyla çiftleşiyor. yavrulardan biri diğerlerine oranla bizim uzun bonoboya çekiyor ve uzun boylu oluyor. sonra yine yırtıcı. boyu kısa olan bonobo'ların sürüye oranla sayıları azaldıkça uzun olanlar uzun olanlarla çiftleştikçe boyları uzun olanların sürüdeki sayısı sürekli artıyor.

    peki beslenme? birlikten kuvvet doğar. bonobo'lar zaten sosyal. kemikleri sivriltip ufak hayvanları öldürüyorlar. hadi filmi 3.000 yıl ileri saralım... bakın bizim bonobo sürüsü orada.

    o da ne zaten yapabildikleri sivri bıçakların ucuna ağaç takmışlar. anam mızrak yapmışlar ve toplu halde avlanıyorlar. az olan besin zinciri birbirlerine muhtaçlığı getirmiş. ama atmosfer iyileşiyor. dünya kendini iyileştiriyor. o bu arada bonobo'larımızın boyu iyice uzamış. kısa boylular tamamen tükenmiş. daha mı az tüyleri var onların. evet. daha az. daha az tüyü olanlar vücut sıcaklıklarını daha rahat düşürebildikleri için sera gazı etkisinde olan dünyada daha avantajlı olmuşlar. fazla tüylüler ölmüş. az tüylüler ise birbiriyle çiftleşmiş.

    vay.. yüzleri hariç baya bize benzemişler. hadi daha da hızlanalım. bu sefer daha iyi bir atlama yapalım. aradan 500.000 yıl geçsin..

    o da ne? bizim bonobolar bildiğin tarım yapıyor. anammmm.. kendi yiyeceklerini bilem üretmişler. köy mü o? zaten alet yapabiliyorlardı. normal.. bir de köpekleri yanlarına almışlar... oooo.. mirasımıza sahip çıkıyorlar.. ok mu o? anam ok yapmışlar. 500.000 yılda mızraktan oka geçiş. yaşam koşulları işte. sen nelere kadirsin..

    doğa anca kendine gelmiş. silkinmiş... bir dakika bonobolar zaten iletişim kurabiliyordu ama bu sefer farklı sesler çıkarmaya da başlamışlar, işaret diline benzer bir dil var sanki. iletişim kanalları genişlemiş. bu düpedüz konuşma.. hadi süper atlama yapalım tam 5 milyon yıl sonra...
    inanamıyorum.. binalar yapmışlar.. araba.. motoru bulmuşlar... toplu halde bir yere giriyor genç bonobolar.. sanırım burası bir okul..

    hadi yaklaşalım..

    bakın bir bonobo ayağa kalkıyor sanırım bir şey söyleyecek..

    - ben makat maymunundan gelmiş olamam yaeeeeeee...

    iş bu yazı bu konu hakkında dağınık yazılarımı meraklılarına tek çatı altında sunmak için yazılmıştır.

  • türkiye'de bilimin gelişmeme nedenleri

    1924’ten beri paratetis adını taşıyan ve varlığı daha 1866 yılında eduard suess’ün yayınlarından beri bilinen ve günümüzden 36 milyon yıl ile yaklaşık 8000 sene önce aralığında viyana’dan aral gölüne kadar büyük bir alandan zamanla bugünkü karadeniz’e doğru daralmış olan dev bir iç denizdir karadeniz.

    sirem semendire (semendria, smederevo) vadileri baştan başa karadeniz olup venedik körfezine karıştığı yerler hala bellidir. hatta silistre eyaletinde pravadi kalesi göklere baş kaldırmış yüksek bir kaledir. o asırda bu kale deniz kıyısında imiş. hala gemileri bağlamak için demir halkalar vardır, durur ve eski zamanda gemi küpeşteleri ve bodostomaları kayalara dokunmaktan yaraladıkları yerler açık seçiktir. bunun konumuzla ne alakası var?

    ne alakası olduğu celal şengör hocamdan gelsin ve onun da değindiği gibi bunu seyahatnamesinde yazan adam evliya çelebi dir. osmanlı tarihinin en büyük bilim insanlarından biri. ama aslında evliya çelebi bunu gözlemlese de durumun farkına varmamıştır.

    seyahatnamesinde "karadeniz kıyısında bazı hayvan kalıntıları gördüm. karadenizden uzakta da bunların aynılarına rastladım.demek ki karadeniz, eskiden daha genişti.'' yazmıştır.

    peki ya yukarıda alıntıladığım akılcı çıkarımından hemen sonra ne yazmış: işte bu da allah'ın akıl sır ermez nice hikmetinden biridir. şüphe yok ki allah her şeye kadirdir” .

    ulan adam biraz daha düşünsen karadeniz'in eskiden daha geniş olduğunu keşfedeceksin.bizim toplumuzda soru sorma,düşünme yok. dinin getirdiği bir tembellik var.''

  • abdullah gül'ün alnına silah dayanması

    " halk mahkemeleri adı altında arkadaşlarımızın tırnaklarının söküldüğü dönemler vardı" diyor. diyor. "ölebilirdik" diyor.. neyse ki babam öldü. 80 darbesinde içeri attılar, 2 ay boyunca ağır işkenceler ettiler. enteresan. o dönemde ölenlerin, asılanların, işkence edilenlerin listesine baktığımda ağırlığı solcu.

    size ne ara işkence edildi sayın gül. 80 darbesinin çocukları olan sizler hangi ara mağdur oldunuz. ulan işe bak be. ölen biz, asılan biz, işkence edilen biz. mağdur gene bunlar. işkence bilgisi: babamın kalbi doğuştan zayıfmış, lise ve üniversite yıllarında baya toplamış. sonra 80 darbesinde hapse atıp, işkence etmişler 2 ay. kalbi o ara kötüleşmiş. zaten 12 sene sonra da toplayamadı, öldü. boşver. bu adamların ülkeyi yönettiğini görseydi zaten kahrından ölürdü. yazacağım geldi yazayım.

    ne oldu baba. senin günlüğünde emekçi kardeşlerimizin hakkı, haklı direnişimiz diye yazdığın o adamlar var ya, heh hepsi çomar'a evrildi. ne oldu baba. işkence edildiğinle kaldın. bak baba. adam işkence diyor. benim yüzüme bakıp diyor. yaaaaaa baba.

    aslında senin sorunun romantizmdi. ben senin görmediğini gördüm. kandırılmış masum bir halk yoktu. öğrenilmiş güdümlü cehaletten beslenen kötülük vardı baba.

  • anadolu çomarı

    ön yargıymış da, masum köylülermiş de. çomar kelimesi çok iticiymiş deeeeee. bak yemin ederim ağır küfür ederim hümanistliğine davar.. eğer doğru bir şeyin arkasında duracaksan eğitimin bilimin arkasında dur, anadolu çomarının değil. gerizekalı. bakın yukarıda çomarlardan şikayet eden bütün yazarları okuyun. hepsinin gözünde canlanan kişiler var. canlı kanlı kişiler. unicornlardan bahsetmiyorlar. bu kitleyle muhatap olmuşlar, diyolağa geçmişler. onu bırak ben onların içinde büyüdüm lan. "ama o insanlar tarla ekiyor" güzel kardeşim sen hiç anadolu çomarının ektiği tarlaya gittin mi? ben gittim. yemin ederim gitsen veganlıktan soğursun.

    daha fazla hasat almak için toprağa yapay gübre diye bastıklarını görsen kusarsın. kimya laboratuvarında o kadar kimyasal yoktur. hele ilaçlama. aman allahım. avuç avuç atıyorlar ilacı. aptallar ve cahiller. öldürüyorlar toprağı, verimsizleştiriyorlar ve bu umurlarında değil.

    anadolu çomarı yarını düşünmez. sağlığı düşünmez. biz anadolu çomarı bethovın dinlesin, konçerto gösterisi yapsın demiyoruz. adam gibi tarım yapsın diyoruz. o bile yok.

    hayvancılık? sen o hayvanlara yedirdiklerini gördün mü? sana o hayvanlara yaptıklarını yapsalar 3 gün yaşarsın. zaten hayvancılık da bu yüzden öldü. ne oldu o kadar angusa. merak ettin mi hiç? sordun mu? sorguladın mı? yaşayamıyor garipler. ölüyorlar. bakmıyor, bakmayı bilmiyor. tek amacı var, hayvana yağ yaptırıp fazla paradan satmak.

    tek amacı var. parası olsun, kendi hastalıklı zihniyete sahip olanlar ülke yönetsin, kimse onlara cahil demesin, bütün okumuş kesim ölsün.

    eskiden eğitime bir saygı vardı. bu saygı "cehalete" devredildi. çomar okumuşsun ama adam olamamışsın diyor. adam olmanın reçetesini soruyorsun bilmiyor. ben bana "çocuğun her şeyi babadan" gelir diyen çomar gördüm. gerçekten dedi bunu. saçmalama dedim. kromozom dedim.

    inanmıyorsan kitap oku dedi. vallahi de dedi billahi de dedi. adam kadın sadece karnında taşır dedi. ve sen hümanist kardeşim bana diyorsun ki bu adamı aşağılama.

    aşağılayacağım. itin götüne sokup çıkaracağım. işte sen aşağılamadığın için, gülüp geçtiğin, köylü dediğin için bunlar şu anda beni yönetiyor. beni yönetiyor lan. bu adam beni yönetiyor.

    ama cahil kalmışlar. lannnnnnnnnnnnnn.. ben niye cahil kalmadım. ulan ben senin haritada gösteremeyeceğin kıç kadar ilçede büyüdüm. ben niye kalmadım lan. çık cevap ver bana. fakirlik de vardı, kimsesizlik de.. ben niye kalmadım lan.

    o yüzden bırakacaksın bu romantizmi.

    neyse sakin sakin tanımlama yapayım. anadolu çomarı ifadesi sayın ilber ortaylı hocamın cuk oturan ve beni asla rahatsız etmeyen tabiridir. "afedersin ermeni, gavur bunlar" gibi anadolu çomarı ifadeleri ile karşılaştırıldığında gayet yerindedir. anadolu çomarı bir ili, ilçeyi veya köyü tanımlamaz. anadolu çomarı bir kitleyi tanımlar.

  • atatürk heykeli önünde dua eden adam

    atatürk'e fatiha okuyan amcadır. şimdi işin korkunç tarafı çomarlar çıkacak, "bakın dua ediyorlar, atatürk'ü putlaştırıyorlar diyecekler. kim diyecek bunu, tayyip'in elini sıkıp yüzüne süren, götünün kılıyım diyen, tayyip islam peygamberidir, kocamı boşarım, haremine girerim diyenler diyecek.

    güzel amcam..

  • tübitak'ın tillo evliyaları projesini kabul etmesi

    çok değil. burada da benim badim olan çok değerli kimya mühendisi akademisyen dostum 2 ay önce tübit-ak'a hücrelerdeki kanser mutasyonuna karşı kimyasal bileşik ile ilgili bir proje sundu (projesinin detaylarını olur verirse bana yazarım) tübit-ak projeyi yok hükmünde saydı. arkadaşım vazgeçmedi ve bilimin çölde vaha olduğu ülkemden umut kesip yurtdışında bilim enstitülerine sundu.

    sonuç mu?sunduğu enstitüler projeyi beğenip arkadaşımı davet ettiler. şu anda yurtdışına çıkış hazırlığında. arkadaşımın projesini kabul etmeyen tübit-ak, tillo projesini kabul ediyor.

    bir edebiyat projesini. mesele edebiyattan çok dini bir proje olması elbette. sonuçta kuran okunan fasulyenin daha hızlı büyümesi projesini el üstünde tutan, sitesinde arama butonuna evrim yazıldığında "devrim" mi demek istediniz diye soran (evet şu anda evrim ile ilgili geçmiş tüm yazıları kaldırmışlar) bir bilim (!) akademisi türkiye'yi süper güç yapacak.

    çomarlar bilmez(nereden bilecekler) ama 90'larda tübitak demek "düğme iliklemekti"... o ne demek. saygıydı.

    öss sınav zamanı geyiktir 90'larda tübitak olayı "bu sene soruları tübitak hazırlamış o yüzden çok zordu "... öyle bir korku vardı tübitak'ın zekasından..

    hani türkiye'de, zaten bilimin topal gittiği bir ülkede tübitak.. çok şeydi... tabi sonra "mağdurlar geldi"...

    o kadar mağdurdular ki önce "darwin baskısını kaldırdılar"..

    sonra "rasat" projesini tamamlayan tüm bilim ekibini dağıttılar...

    mağdurlardı çünkü.

    "kendi hısım, akraba, torun, torba, parti müminleri" doldu koltuklara..

    boşalmayan koltuklardakilerin harcırahını kesip maaşlarını düşürdüler, istifaya zorladılar... http://www.milliyet.com.tr/…2004/265070/default.htm . çünkü çok mağdurlardı...

    tübit-ak'a kompresörcü tanıdık atayan hükümet senelerce uyduyu kıt bütçeyle yapan tüm bilim ekibini dağıttı. çünkü kompresörcüler çok mağdurlardı...

    baktım bugün "hayvanat bahçesi müdürü" atıyor hükümet tübit-ak'a. çünkü maymunlar çok mağdur

    kasetlere montaj olayına hiç girmiyorum.. "söyledim yanlışsa bilemem" diyen, kabul eden cumhurbaşkanının aksine, onu yalanlarcasına, yalarcasına "montaj" diyen kurum.

    egemen bağışın konuştuğu gazeteci "özür dilerken" "dur dileme la montaj" diyen kurum. çünkü "hükümet çok mağdur".

    "eee birleştirmişlerse tayyip erdoğanın oğlunun konuşmalarını nereden bulmuşlar ki onca birleştirebilmişler" diye soran aysel teyzenin aksine "hırsızlar hep mağdur"

    tüm dünyanın kanun olarak kabul ettiği "evrim"i bile "evrim teorisiyle" karıştıran bir bilim (!) kurulu yapmayı başardılar tübit-ak'ı..

    evrim'i, mikrobiyolojiyi, bozonu gereksiz gören bir bilim(!) kurulu..

    çünkü mağdurlardı...

    fen derslerinden çok "din" derslerinin olduğu ülkemde bilim artık "çölde vaha oldu".... "allah var taam mı o yüzden evrimi yasaklıyoruz" diyen 2016 yılı türkiyesi...

    işte bunlar hep mağduriyet...

    çomarlar bilmez ama bir zamanlar bu ülkede tübitak demek "düğme iliklemekti"

  • halk oyunları namussuzluktur

    akp malatya il yönetim kurulu üyesi miraç göçmez in de, desteklediği müdür ifadesi.

    miraç göçmez'in paylaşımında, "adam haklı yazmış, doğruyu yazmış. en önemlisi islam dili ile yazmış. zorunuza giden de bu…!"

    halk oyunları. kültürümüz.

    kendini arap sananlar bilmez ama türklerin kültüründe kadın-erkek omuz omuza durmak vardır.

    kendini arap sananlar bilmez, türklerin kültüründe kadınlarla yan yana savaşmak vardır.

    kadınla erkek yan yana geldiğinde mutlaka sevişeceklerini düşünüyorlar... başında yemeni halk oyunu oynayan kadını gördüklerinde bozuluveriyor ahlakları.

    gerçi kadın oynamasa da bozuluyor olmadı imany şarkısından, ondan da olmazsa vaaz veren kadından kaçıveriyor. sürekli bozuluyor da günde bir kere bile doğruyu göstermiyor ya şu ahlakları...

    kızlı-erkekli deyince çıldırıyorlar. sevişmek yok kültürlerinde.. tecavüz var, kız kaçırma var..

    iyi bakın bu milli eğitim müdürlerine.. bu bakanlara.. hiç üniversiteden hatıra fotoğrafları yok kızlı erkekli.. mesela hiç ateş başında oturup şarkı söylemediler...

    hiç halk oyunu oynamadılar çünkü.. hiç kızlı erkekli turlara katılıp gönüllerince eğlenmediler.. sevgisiz büyüdüler, sevişemediler..

  • fridanin parcalanmis omurgasi

    sen diyorsun ya canım nasıl pervasızca yazıp hırsız diyorlar. heh mahkeme dedi ki cumhurbaşkanı cumhurbaşkanlığını bilecek. çıktı al, odana as. ders olarak okutulacak mahkeme kararı. adalet o kadar da ölmedi.

    "cumhurbaşkanı hakaret suçu tck'da özel olarak düzenlenmiş ve müeyyidelendirilmiş ise de mevcut anayasal düzenlemeden devletin başı olan cumhurbaşkanının tarafsız ve toplum kesimlerine aynı mesafede olduğunun kabul edildiği ve temsil ettiği maddi ve manevi değerler açısından bu sıfatı taşıyan kişilerin özel korunması yoluna gidilerek onlara yönelik hakaret suçunun ayrı bir maddede düzenlendiği mağdurun cumhurbaşkanı olduktan sonraki bir takım davranışları ve sözlerinin toplumun bazı kesimlerinde hala iktidarda bulunan partinin genel başkanı gibi hareket ettiği, eski partisi ile bağlarını kopartmadığı algısını oluşturduğu ve halen siyasal kişilik taşıdığı düşünülerek mevcut olaydaki gibi protestolara konu olduğu, anayasa ve eşitlik ilkesi yönünden aykırılık oluşturduğu, tüm bu açıklanan nedenlerle sanıkların beraatlerine karar verilerek hüküm tahsis edilmiştir."

  • rte'nin ekşi sözlük'ü pek sallamaması

    öncelikle cumhuriyet başsavcıları sallıyor gençler. hayır cumhurbaşkanına hakaret davam var oradan biliyorum. yani..