debauchee64
profili

  • ikamet edilmiş en kötü il

    türkiye'nin yaklaşık 60-65 şehrini 2005 2006-2010 yılları arasında gezdim.
    gözlemlerim o günkü durumları ile ilgili olduğundan şu anki gelişmişlik seviyelerini bilemiyorum ancak çok değiştiğini de sanmam.

    1-) ilk sıraya insanlarının anlayışsızlıklarının, yobaz popülasyonunun fazla olmasından dolayı sakarya'yı yazarım.
    ancak şunu da es geçmemem lazım ki bir kısım insanı cana yakın olmasa da en azından, hoşgörülü ve yardım sever insanlar.
    benim gittiğim dönemde öğrenci popülasyonu az, karadeniz göçmeni fazlaydı.
    muhtemelen öğrenci çehresi ile biraz daha değişmiştir diye düşünüyorum

    2. sırayı burada kesinlikle hiç bir şey yapılamaması, sosyal etkinliğin benim gittiğim dönemde sıfır olması sebebiyle niğde alıyor.
    öyle ki, benim gittiğim dönemde fenerbahçe sevilla'yı elemişti, şehrin merkezinde bulunan bir tane caddesinde arabayla turlamaya çıkmıştık da, daha tam sevinemeden cadde bitmişti.

    şimdilerde durumu nasıl bilmiyorum ama niğde'de durumun çok değişeceğini sanmıyorum.
    en fazla istanbul'un kıyıda köşede kalmış bir semti kadar gelişmiş olabilir diye düşünüyorum.

    3. sırayı trabzon 'a ayırıyorum.
    insanları aksi, şehirde belirli bir alt yapı yok, yapabileceğiniz şeyler sınırlı ve insanları çok sinirli.
    sanırım son dönemlerde araplara da peyderpey satıldığı için şehrin görünümünde değişiklik olmuştur ama zihniyette değişiklik olmadığı hepimizin malumu.

    4. sırada, kilis bulunmakta.
    sanırım şimdilerde nüfus çoğunluğunu suriyelilere kaptırmış.
    ancak benim gittiğim zamanlarda da zaten çoğunluğunu ışid gibi dincilere kaptırmıştı.
    hiçbir şekilde kanunun olmadığı bir şehirdi.
    aynı şekilde de bakımsızdı, sanırım daha kötüye gitmiş.

    5. sıra ise; ki bunu geyik olsun diye söylemiyorum ama ciddi anlamda yozgat var.
    insanlarda ciddi anlamda iletişim probleminin olduğu, tutucu ve bomboş bir şehirdi.
    çok değişiklik olacağını sanmıyorum. en fazla avm sayısı artmıştır.

    6. sırayı bitlis alıyor.
    burayı nasıl şehir yapmışlar, inanın hiç bilmiyorum.
    bitlis'e 2011 yılında gitmiştim ve şehir merkezi sıradan bir kasabadan hallice bir yerdi.
    2011 yılında ana caddelerinin toz toprak için olduğu, erkeklerin kahvelerde, esnaf önündeki iskemlelere oturup, sigara çay içip, ortalıkta memurlar haricinde kadın olmadığı bağnaz bir şehirdi.
    burada da fazla bir şey değiştiğini sanmıyorum zihniyet olarak. öyle ki bir ilçe olan tatvan, bitlis'den daha güzel ve moderndi.

    7. sırada ise maraş yer alıyor.
    bu denli potansiyeli büyük olan bir şehrin, bu denli saçma yönetilmesine ciddi anlamda anlam verememiştim.
    koskoca şehri benim gittiğim dönemlerde akp ve feto yönetiyordu.
    onların zihniyeti her yeri kaplamıştı ve insanlara sosyalleşme, eğlenme izni vermiyorlardı.
    halbuki, maraş insanı cidden acayip, muhafazakar tutucu yanları olsa dahi çok sosyal insanlardı.
    sosyal eğitim ile ciddi anlamda kabuğundan sıyrılabilecek bir şehirdi.

    8. sırada ise diyarbakır yer alıyor.
    çok güzel zamanlar geçirdim diyarbakır'da, insanlarıyla da iyi anlaştım.
    ancak benim gittiğim dönemlerde osman baydemir belediye başkanıydı ve hem akp'nin hem osman baydemir'in gerdiği bir siyasi hava hakimdi şehirde.
    o yüzden de kendinizi asla rahat hissetmiyordunuz.
    halbuki, diyarbakır'ın insanları gerçekten çok cana yakındı ama şehirde o dönem kasvetli bir yapı vardı.
    kaldığım otele 50 metre ötede ses bombası patlamış olması da beni etkiledi sanırım.
    bir de ofis caddesinde, aşırı derecede hırsızlığın, kapkaçın olduğu bir dönemdi, şehirde kuralsızlığın kol gezdiği bir dönemdi.

    şehir için kötü bir dönemde gitmiş olmamın da etkisi çok diye düşünüyorum.

    bunun dışında da kötü anılarım ve kötü olan şehirler gördüm.
    afyon mesela benim dönemimde sadece bir tane mecburiyet caddesi vardı ama gelişime açık bir şehirdi.

    konya'ya 2004 yılında gittiğimde çok yadırgamıştım.
    küpe takan bir erkek olarak," ne olursan ol gel" diyen mevlana'nın türbesine 20 metre uzaklıkta, "erkek adam küpe takmaz karı gibi " diyerek sokak ortasında vatandaş tarafından azarlandığım da olmuştu.
    ama konya aynı zamanda muhteşem bir potansiyeli olan, içerisinde ciddi anlamda güzellikler barındıran ve bağnaz yapıdan koparak kendi gettosunu oluşturmaya çalışan " marjinal "lerin de olduğu bir şehirdi.

    yine bilecik, burdur, gibi iller küçük ama şirin illerdi.
    özellikle burdur inanılmaz doğal bir şehirdi.

    çorum'da da tek mecburiyet caddesi olan bir yerdi ancak 2 farklı halk sunniler ve aleviler'in ortak yaşam oluşturduğu yerler gerçekten nefes alabildiğiniz ve medeniyetin olduğu noktalardı.

    şöyle dönüp baktığımda kötü il sıralamalarımın hepsinde, ataerkil yaşamın sürdüğü, yobazlığın, bağnazlığın, muhafazakârlığın, despotizmin olduğu şehirlerdi.
    gittiğinizde bunalıyor, boğuluyordunuz.
    insanları fanusta yaşamaya zorlayan bir yapı vardı.

    bana göre şehirleri yaşanabilir kılan şey, modernizm ve hoşgörü.
    ataerkil yapı, muhafazakârlık, yobazlık arttıkça o şehirde sosyal psikoloji de bozulmuş oluyor ve insanlar mutsuz yaşamaktan zevk almayan kişilere dönüşüyor.

    türkiye'nin ciddi anlamda ihtiyacı olan şey, gerçek bir aydınlanma dönemidir.
    bu aydınlanma twitter yada sosyal medya ile değil eğitim ile olmalıdır.
    aydınlanmadan anlaşılması gereken şey de bol bol bira rakı içilmesi değil, insanların sosyal birikimlerinin fazla olması, topluma kadınları ve gençlerin entegre edildiği, yaşanılası ve eğlencenin bol olduğu şehirlerin dizayn edilmesi oluşabilecek bir şey bana göre.

  • 40 yaş üstü sözlük yazarları

    10 gün sonra 41 kere maşallah diyecek olan benim.

    tabii ki 18'ler ile 20'lerin başındaki o hoplayan zıplayan, günlerce uykusuz kalsa da enerjik olan zamanlarımız ile şimdi kıyaslanamaz.

    ama 40'larında insan enerjisini idareli kullanmayı biliyor.
    bu da, bence kişinin zamanı daha verimli kullanmasını, anı yaşarken tadını daha iyi çıkarmasını sağlıyor.

    eskiden mesela o ilk gençlik dönemlerimizin başında, her şeyi hemen yapmak, çok yapmak, hızlı yapmak gibi bir istencimiz olurdu.
    40'lı yaşlarda ise sindire sindire yapmak hasıl oluyor.

    dolayısıyla bir yemekten 3 tabak sonra alacağınız hazzı, sindire sindire 1 tabakta alıyorsunuz.

    ayrıca dost kavramının gerçekliğinin artık iyice farkına vardığınızdan, etrafınızda dost değil de yakın arkadaş diye bıraktığınız bir kaç kişi kalıyor sadece.

    nihayetinde 40'lar artık ektiğinizi biçmeye başladığınız yıllardır.
    keyifli geçmesi dileğiyle.

  • bim'de kilo usulü kedi satışı

    şimdi dalga geçiyoruz vs falan ama arkadaşlar toksoplazma diye bir gerçek var.

    tamam sokak hayvanlaırnı seviyoruz, uyutulmasın istiyoruz, besliyoruz, bakıyoruz ama bu onların her yerde olması gerektiği anlamına gelmiyor.

    sebze meyve tartılan yerde, yiyeceklerin olduğu marketlerde insan sağlığı açısından bulunmamalılar.
    bu konuda hepimizin hem fikir olması gerekir.

    not : vejetaryen bir hayvan severim.

  • dansöz kıyafeti giyip damada şov yapan gelin

    uzun zaman olmuştu şu bakınızı vermeyeli, bugüne kısmetmiş.
    (bkz: yenge de erik gibiymiş)

  • kim min-jae

    adam şampiyonlar ligi yarı finaline bayern münih 'de real madrid'e karşı ilk 11 başlıyor.

    bizim ekşide kıllı göbekli dal yapraklar da sırf fenerbahçe'den gitti diye adama bok atma derdinde.

    fıkra bu kadar.

  • istanbul üniversitesi'nde amfiye giren vatandaşlar

    ben istanbul üniversitesi gibi boğaziçi gibi büyük üniversiteler için endişelenmiyorum.
    beni asıl endişelendiren anadolu'nun ücra köşelerindeki fakülteler ve myo'lar.

    bakın ben üniversite yıllarım haricinde yaklaşık 5-6 yıl kadar da, kampüslerde kitap sattım.
    bildiğiniz o kitap stantları açıp, taksitle kitap satan tayfadandım.

    denizli çivril'den, konya hadim'e, mersin mut'dan, diyarbakır ergani'ye kadar bir çok irili ufaklı ilçenin meslek yüksek okullarında kitap sattım.

    o okulların önünde, cıstak cıstak şahinlerle, son ses müzik açıp ellerinde biralarla, küpeli gençler "lan olm ibne misin" diyen, oraya okumaya gelen kızlara salça olan dallamaları çok gördüm.

    hatta keşke sadece bununla sınırlı kalsaydı.
    o uzun saçlı küpeli çocukların dayak yediklerini, sırf sevgili olup el ele tutuşan gençlerin sözde ilçenin namusuna laf getirdiği gerekçesiyle, (gerçekte ise kendileri o kızlarla birlikte olamadıkları için) çok dayak yediklerini gördüm.

    hatta göz koydukları kızlara nasıl musallat olduklarını, dünyayı o kızlara nasıl dar ettiklerini bizzat gördüm.
    hele ki eğer okuldaki kızlardan biri bunlardan biriyle sevgili olma gibi bir hataya düşmüşse ve sonra da ayrılmaya kalmışsa yaşadıkları eziyetleri, yedikleri dayakları anlatamam.

    ilçe emniyetinde, jandarmada tanıdıkları oldukları için de bu "yerel halk"ın serserilerine hiçbir şey olmuyordu.

    zaten biraz arşivi tarayıp da, kadın cinayetlerine bakarsanız bir kısmı öğrenci olan kızların, fakülte çevresinin dışındaki, gençler veya esnafla yaşadıkları ilişkilerden ancak ölünce ayrıldıklarını görebilirsiniz.

    tabii şimdi bu entrymin üstüne bana mesaj atıp, "serseriyle takılmasınlar o zaman", "para yerken iyiydi di mi", "onlar da sevgili olmasınlar" vs gibi yazacak gençler var biliyorum.
    şimdiden bu gençlere peşin cevap vereyim; söylemde haklı olabilirsiniz ama pratikte maalesef o işler öyle yürümüyor, dahası öldürülmeyi de hak etmiyorlar.
    bu tiplerin nasıl yapışkan, ısrarcı, tehditkâr olduğunu maalesef iyi bilirim çünkü çok defa gördüm.

    hatta hemşerim olan bir kız vardı. onunla konuşmuştum, "önümde iki seçenek var ya okulu bırakacağım yada en azından 1 ay kadar onunla belki olur belki olmaz diye deneyeceğim" demişti.
    bense sakın demene okulu bırak evine dön bir daha hazırlan demiştim ama "2 yılımı çöpe atamam" diyerek, ısrarcılığa dayanamayıp kabul etmiş.
    1 ay sonunda ayrılmak istediğinde, dayaklar yemiş, saçları yolunmuş, ailesini öldürmekle tehdit edilmişti. çareyi 3. sınıfta okulu bırakmakta bulmuş yine yakayı sıyıramayınca memleketinde başkasıyla nişanlanmakla ve eğitim hayatını bitirmekte bulmuştu.

    konuyu örneklerle fazla uzattığımın farkındayım dostlar ancak bunlar gerçekten olan ve yaşanmış şeyler.

    o yüzden benim endişem, büyük okulların büyük kampüsleri değil, yerel halkla iç içe olan küçük kampüsler için.
    burada öğrenci güvenliği diye bir şey kalmamıştır artık.

    hoş büyük üniversitelerde de yerel halktan ziyade siyasi provokasyonların artacağını, çatışmaların olacağını, büyük olayların ve kavgaların sebebi olacağını düşünüyorum bu olayların.

    amaç yerel halkın bilgiye ulaşmasını sağlamaksa eğer, buna önce yerel halkın en büyük uyuşturucusu olan tv'lerden başlayın.
    sabah akşam cinayet, tecavüz haberlerini elinde çekirdekle izleyen, akşamları ülkede her şey muhteşemmiş gibi yada 3. kattan düşen kedi, minnoş çocuk haberleri gibi haber bültenleri, yada ağalı vurmalı kesmeli diziler yerine insanları gerçekten bilgilendirecek içerikler oluşturun.

    evinde müge anlı izleyen emine teyze zaten o kampüslere gitmez.
    kampüslere gidecek olanlar ya "karı-kız" ayağına gidecek olan apaçiler yada provokasyon yapacak olan bir yerlerden talimat alan troller olacaktır.

  • kademeli emeklilik sistemi

    insanlar kademeli emekliliği 60-65 yaşlarına kadar bu ülke şartlarında çalışamayacaklarını bildikleri için kendilerine bir güvence olarak istiyorlar.

    yoksa bugünün şartlarında 10-15 bin tl emekli maaşıyla yaşayamayacaklarını kendileri de biliyorlar.

    kendimden örnek vereyim; 40 yaşındayım normal şartlarda 4.5 sene sonra 7.000 günüm ve 25 yıl hizmet şartım dolmuş oluyor.
    ancak yaşı beklersem 60 yaşımda emekli olabiliyorum.

    60 yaşıma kadar nerede nasıl çalışacağım, sağlığım, fiziki durumum ve psikolojim el verecek mi çalışmaya?
    60 yaştan bahsediyoruz.

    4,5 sene sonra emekli ol deseler de zaten olmam.
    çünkü çocukların okulu, ev kredisi, günümüz koşulları vs ile emekli maaşı zaten yetmez.

    emekli olmayı ancak 55 yaş civarına geldiğimde düşünebilirim belki.
    en azından o yaşa geldiğimde, çocuklarım büyümüş, üniversiteyi bitirmiş bir işe girmiş olurlar diye düşünüyorum.
    insan ömrü zaten en fazla 70 yıl, kalan 15 yılımda da dinlenip, eşimle birlikte yaşlanıp biraz kafa dinlemeyi umut ediyorum.

    ancak şu anki koşullara göre 55 yaşımda işsiz kalsam, 60 yaşımda emekli olabileceğim için 5 sene boyunca belki de işsiz ve maaşsız kalacağım.

    gençleri de anlıyorum, bizim emekliliğimizi sırtlamak istemiyorlar ama bizi siz finanse etmiyorsunuz.
    hatta biz fazla verip az alacağız, yıllardır sgk'ya ödediğimiz yüksek vergiler daha elimize geçmeden kesilirken, şu anki şartlara göre alacağımız ücretler devede kulak kalacak.
    yani esas bizim elimize geçmeden kesilen haklarımız çarçur edildi.

  • üç spor izleyicisinden ikisinin kaçak maç izlemesi

    bu ülkede futbolun gelişmemesinin sebeplerinden birisi de yayıncı kuruluşlar ve şifreli maç yayınlarıdır.

    1983 doğumluyum bizim çocukluğumuzda maçlar trt'de yayınlanırdı.
    öyle bir futbol aşkı vardı ki içimizde, gündüz maçları için okulu asar evde oturur maç izlerdik.

    bizim kuşağa sor hangi takımlı olursa olsun, fener'in, gs'nin,bjk'nin, ts'nin o dönemki kadrolarını ezbere sayar, yetmez bir de üstüne alakasız bir takımdan hiç akla gelmeyecek oyuncuları hatırlar anlatır.

    şampiyonlar ligi star tv'deydi, cumartesi günleri şampiyonlar ligi özel programı olurdu, tüm maçların özetleri, golleri, istatistikleri çıkardı.

    hafta içi, şampiyonlar ligi maçlarını izler izleyemeidklerimizi de hafta sonu takip ederdik.
    real'in, milan'ın, manchester'ın efsane kadrolarının halâ unutulmama sebebidir.

    şimdilerde, şampiyonlar ligi maçlarını geçtim, tuttuğu takımın maçlarını izleyen de çok az.

    hani başlıkta diyor ya 3 spor izleyecisinin 2'si kaçak diye.
    şimdiki futbol izleyicisi eskinin de 3'de 1'i kadardır.

    konuşuyoruz mesela gençlere diyorum hangi takımı tutuyorsun falanca takımı diyor.
    ama adam maçları izlememiş.
    twitter'da 0,5 hızda pozisyon izlemiş, oradaki yorumları okumuş, "hakkımız yendi" diyor.
    yada sevdiği futbolcu gol atmış, sosyal medyada sadece golü izlemiş.

    maçın özetini izleyen insan sayısı bile çok az. kaldı ki, özetler zaten bombok.
    maç hakkında zerre fikir vermiyor. 3 dakika bir şey.

    yani, eskiden izleyiciye değer veriliyordu. şimdi ise müşteriye.
    futbol sevmeniz, spor sevmeniz, izlemeniz, takip etmeniz, fan olmanız, taraftar olmanız bunların zerre umrunda değil.
    umurlarında olan tek şey, parasını verip müşterileri olmanız.

    zaten bu yüzden kaçak yayın kaçak yayın diye kendilerini yırtıyorlar.

    hiç "ucuz yapın herkes alsın" da demeyin.
    çünkü ucuz olur ve herkes alırsa, bu sefer de futbol mesela kitlesel olarak izlenmeye başlayacak.
    daha çok insan izleyecek ve doğal olarak bu bozuk düzeni daha çok insan eleştirmeye başlayacak.
    ve eleştiri arttıkça, düzenin değişim isteği artacak.
    kitlesel eleştiri, akabinde düzen değişikliğini getirecek ve bazı paşazadeler koltuklarından ve rantlarından olacak.
    o yüzden de, müşterileri olsun ama belirli kesim parasını verip alsın istiyorlar.

    kaçak diye tabir ettikleri internet yayınlarını istememe ve aforoz etmeye çalışma nedenleri de; insanların artık bu yayınlara daha kolay ulaşabilmeye başlaması.

    eğer bedava ve ucuz şekilde izlenmeler artarsa, hem müşteri kaybına uğrayacaklar, hem de kitleler izlemeye başlayıp, bunları sorgulamaya başlayacak.

    o yüzden bunlara twitter'da, ekşi sözlükte besledikleri ve onların peşine takılan troller lazım ki, kaos ortamından faydalanıp, maçı izlemeyen yada 0,5 yavaşlatılmış pozisyonları sosyal medyada izleyip birbirini yiyen insanlar lazım ki, eleştirilme ve sorgulanma sırası kendilerine gelmesin.

    çünkü onlar için rant yayınlardan değil, oyuncu transferlerinden, kulüplerim içini boşaltmaktan, bahislerden akıyor.

    izleyen, takip eden, ilgilenen ve sorgulayan kitleler bunların işine gelmez.
    bakmayın; 3 spor izleyicisinin 2si kaçak izliyor diye veryansın ediyormuş gibi göründüklerine.

    onların amacı; o diğer ikisinin de izlememesi ve böylece daha kolay rant götürebilmek, sömürebilmek.

  • metalcilerin satanist sanıldığı karanlık dönem

    reha muhtar'ın, cırtlak sesi ve ıslak dudaklarıyla show tv'de reyting uğruna harcadığı gençliktir.

    bu muhtar yüzünden, alsancak kilise sokağında kimseye zararımız olmadan demlenirken, kendimizi ekip otosunda bulmuştuk.

    karakolde "suphanikeyi biliyon mu len" soruları ile darlayan ve terörle mücadeleye göndermekle tehdit eden polislere; "abi ben orhan gencebay da dinliyom", "2 yaz kur'an kursuna gittim" gibi ikna edici cümlelerimizin fayda vermemesini ve umutsuzca yaranma çabalarımızdan bugün dahi utanıyorum.

    halbuki ben o kadar da metalci değildim yani.
    metallica metalcisiydim ben.
    bira şarap içerken, durduk yere fişlendiğimiz dönem oldu.

  • somali'nin çin'deki 100m koşusuna gönderdiği atlet

    yıllarca adı açlık, sefalet ve kıtlıkla anılan somali'nin bu algıyı değiştirme çabası olsa gerek.

    aklıma başka saçma bir fikir gelmiyor çünkü

  • gençlerin çiftçi olmak istememesi

    ziraat sektöründe çalışıyorum.

    gençlerin neden çiftçi olmak istemediğini ilk elden gözlemleyebiliyorum.
    çiftçilerle iletişimde olmam ve sosyoloji mezunu olmam özellikle köy sosyolojisine ilgim olması sebebiyle çok rahat neden sonuç ilişkisi kurabiliyorum.

    peki gençler neden çiftçilik düşünmüyorlar ?

    1-) köyde büyüyen çocuklar küçük yaştan itibaren işe koşulur.
    yani hayvan güderler, tarlada çalışırlar, pis işlere küçükten alıştırılırlar.
    şehirdeki yaşıtları yazın tatil yaparken, köydeki çocuklar tarladadır.
    çiftçi olmak istememe nedenlerinin başında bu gelir.
    ağır ve zor işlere küçük yaştan itibaren koşulduğu için genelde sevmezler.

    2-) internetin farklı hayatları sunması.
    bu çok büyük faktörlerden bir diğeri.
    sosyal medya özellikle instagram farklı ve lüks hayatları sunduğu için, özellikle gençler şehir hayatının daha zevkli olduğunu düşünüp, küçük yaştan itibaren şehir hayatına özenerek büyürler ve köyden kurtulmanın yollarını ararlar.

    3-) köy hayatının sıradanlığı
    özellikle şehir dışında eğitim almış çocuklar, tekrar köye geri döndüklerinde maalesef şehir hayatını özlerler ve köy hayatının sıradanlığına tekrar alışamazlar.

    4-) veraset ile malların çoklu bölüşülmesi
    köylerde aileler genelde çok çocuklu olmakla birlikte, aile büyükleri öldüğünde mallar kardeşler arasında bölüşülür ve kardeş sayısı ne kadar fazlaysa, şahıslara o kadar az mal kalır.
    eğer aile içerisinde birlik yoksa, az olan topraktan yada mallardan elde edilen gelir kişiyi tatmin etmez.

    5-) ülkenin tarım politikasının olmaması, girdi maliyetlerinin yüksek olması yüksek risk

    özellikle ailenin toprağı azsa, risk çok daha büyük demektir.
    ülkemizde de çiftçinin lehine olan bir tarım politikası olmadığı, maliyetlerin ve riskin yüksek olması kârlılığın az olması nedeniyle, gençler aileden kalan tarlaları kiraya vererek, kendisi sabit maaşlı bir işe girmeyi tercih ederler.

    6-) çiftçiliğin kurumsallaşmaması

    ülkemizde çiftçilik halâ anam babam usulü geleneksel yöntemlerle devam etmesi, çiftçiliğin gelişmesi önündeki en büyük engellerden biridir.
    gelişmeyen iş ve geleneklere bağlılık nedeniyle çiftçiler işlerini ticari mantıkla yapmamaktadırlar bu da kazancın az olmasına, işin sadece "amelelik" olarak kalmasına sebep olduğundan belli bir zaman sonra maalesef insanları yıldırır.

    7-) büyük arazilerin olmaması
    yabancı ülke belgesellerinde gördüğümüz gibi büyük arazilerin olmaması ve tarımın küçük arazilerde yapılması, az önce belirttiğim gibi kurumsallaşamamaya sebep olmaktadır.
    bu da, üretimin gelişmemesine yeni şeylerin denememesine sebep olmaktadır.
    yeniliğin olmadığı yer, gelenekselleşmeyi getirmekte, bu da uzun vadede mesleki körelmeyi getirmektedir.

    8-) çiftçilik eğitiminin ülkemizde yetersiz olması

    sadece gençlere değil çiftçilik eğitimlerinin şu aşamada, ülkemizde yetişkinlere de verilmesi gerekmektedir.
    modern çiftçilik, gelişmediği sürece işler geleneksel zorluklarıyla devam etmesi, gençleri bu işi yapmaktan da uzaklaştırmaktadır.

    esasen bunu genel olarak tüm ülkeye yaymak gerekli.
    ülkemizdeki zorunlu eğitim sisteminin en büyük sorunlarından birisi de, en tembel ve en iş yaramaz insanı bile hiçbir şey öğrenmeden mezun etme üzerine kurulu olduğu için, mesleki liselerin de yetersiz eğitim ve yetersiz pratikler üzerine kurulu olması maalesef işi sevebilecek insanları da çiftçilikle hiç tanıştırmadan, düz liseden mezun etmeye yönelik.

    eğitimin gençleri yapmak istedikleri mesleğe küçük yaşta kanalize edecek şekilde revize edilmesi gerekli.

    açık öğretim işletme mezunu olmak yerine yada üniversitede karşılığı olmayan bir bölüm okumak yerine mesleki gelişim genç yaşta insanlara aşılanmalı.

    özetle, gençlere bu konuda ben çok kızamıyorum.
    yaşamak istedikleri bir hayat var ve ülke koşulları da belli maalesef.
    ancak şunu öğütleyebilirim;

    başkasının kapısında maaşlı çalışan olarak "eleman" olmaktansa, eğer çiftçilik yapabilecek imkanınız varsa, bu işin okulunu okuyup, eğitimini alıp, köyünüze bilimsel donelerle donatılmış şekilde dönün ve kendinizi sürekli geliştirmeye ve bunları çevrenize yaymaya görev edinin.

    ancak bu şekilde ülkede çiftçilik gelişir ve köylerin çehresi sizin kültürünüzle ancak gelişebilir, vazgeçmeyin.

  • ekrem imamoğlu

    erzurum'da üzerine taş yağarken kendi seçmenini düşünüp,
    "burada bir avuc insan provokasyon yapıyor size zarar gelmesin geriye gidin" diyen, kendi destekçisi gençlere "karşılık vermeyin gençler" diyerek canından ince vatandaşı düşünen geleceğin başbakanı.

    gözlerim doldu izlerken, üzerine taş yağıyor adam kendi canından önce vatandaşını düşünüyor.

    bir diğeri, facetimedan saklandığı yerden milleti ölüme gönderiyordu.

  • manisa'da çekilecek korku filmine isim önerileri

    (bkz: 45 plaka) gerçek bir horror story.
    izmirliler ne demek istediğimi anladı bile.

  • babayla yapılan en keyifli aktivite

    40 yaşıma geldim rahmetli peder öleli 17 sene oluyor.
    kendisiyle çok iyi bir ilişkimiz olmadı.
    gerçi birlikte maça gitmişliğimiz, bira içmişliğimiz, parkta yatmışlığımız bile var.

    ancak nedense benim en unutamadığım anım, 5-6 yaşlarımdayken foça'ya dayımların yanına gittiğimizde, eski foça sokaklarında dolaşırken, "gel hadi balık tutalım" diyerek, gidip bi misina, fırından da biraz ekmek içi alıp, kıyıdaki boş teknelerden birine içine atlayıp balık tutmamızdı.
    yakın arkadaşlarım haricinde, ilk defa da burada itiraf ediyorum bunu ki çok keyif almıştım.

    çok fazla konuşmadık sadece yavru balıkları falan gösterdiğini hatırlıyorum.

    günün sonunda 2-3 tane küçük küçük balık tutmuştuk.
    tuttuklarımızı da akşam yiyeceğim diye tutturmuştum.
    tabii peder bana çaktırmadan kedilere falan vermiş olmalı balıkları, ki akşam yemeğinde etli nohut vardı.
    bu etler balıkların etleri diye kandırmışlardı da öyle yemiştim.

    şimdilerde ise vejetaryenim ama 8 yaşındaki oğlum geçenlerde baba balık tutalım mı dedi.
    bir heveslenmedim dersem yalan olur.
    çünkü üzerinden 35 yıl geçmesine rağmen halâ sanki bir masalmış gibi geliyor o gün bana ve anlamlandıramadığım bir bağ var o günle aramda.
    her ne kadar vejetaryen de olsam, et yemesem de, şimdi oğlumun bu isteği ağır basıyor bende.
    istiyorum ki, ömrü boyunca hatırlayacağı bir anısı olsun bende.

  • tayyip talha sanuç

    tribünler için çok tehlikeli oyuncu.

    kötü oynadığında siktir ol git tayyip diye sövsek, okul açık komple silivri'yi boylar.
    gerçi biz silivri'ye de alışkınız.

  • ezel dizisinin tek cümlelik özeti

    tay sikildiği çayırı özlermiş.

  • calvin klein'in 11 yıllık korkutucu değişimi

    aslında bu durumun sjw ile ilgisi yok.

    "nasıl yok? " diyorsunuz biliyorum. şöyle ki, kapitalizmin işine gelmeseydi sjw, duyar muyar zerre umrunda olmazdı.

    sırf işçi maliyetini azaltmak için az gelişmiş ülkelerde, bombok koşullarda işçi çalıştıran firmalar bunlar.
    umrunda olur mu hiç sosyal duyar bunların. sosyal duyar denilen şey bunlar için reklam aracı.

    calvin klein şöyle düşünüyor; neden sadece kaslı ve güzel kadınları reklam yüzü olarak kullanıp da piyasayı daraltayım ki.
    dünyada milyonlarca, şişman, eşcinsel vs var.
    neden bunlar da benim hedef kitlemde olmasın ?
    neden bunlardan da para kazanmayayım ki ?

    kapitalist markaların da çok da sikindeydi sosyal adalet amk.
    paranın ucunu görsün yarın maskülenin bayrak sallayanı olur.

    durun durun bi de şey geldi aklıma bakın.
    şu petrol şirketleri reklamlara çıkıyor diyor ya " şu kadar kadın istihdam ediyoruz" falan fıstık diye.
    aynı şirket bakıyorsun, okyanustan petrol çıkaracam derken bir sızıntıyla ortalığın ağzına sıçıyor. denizleri, okyanusları, toprağı canlı popülasyonunu mahvediyor.
    yetmiyor bir de bunları protesto eden çevreci örgütlere dava açıyor, şiddet uyguluyor.
    devletlere rüşvet veriyor, çevre raporlarını onaylatıyor falan.

    ama reklamda çok ciciler ve çok duyarlılar çünkü "kadın istihdamı sağlıyorlar".
    bunu da bir de kadınlara sanki bir lütuf olarak sunuyorlar.
    ne yani kadına iş vermiş olmak kadınlara verdiğin bir lütuf mu ?

    yani normalde kadınlara iş vermezdin de iyi hadi keratalar kaptınız yine işi mi diyorsun?
    yoksa erkekleri işe alman gerekiyorken, kayırmacılık yapıp yetersiz olduğu halde mi kadınları işe alıyorsun ?
    eşit koşullarda kadın ve erkeğin yapabileceği işler değil mi zaten, kasiyerlik pompacılık falan ?

    ekstra bir şey yapmıyorsun yani.
    böyle bir de duygusal fon müziği ile vermeler bunu.
    sen önce anasını bellediğin kutupların, okyanusların hesabını ver.

    iş verdiğin kadınları da sanki çalıştırmadan bedavadan para veriyorsun. lütuf sunmuyorsun len tırrek.
    insanlar sana emeğini satıyor, gücünü, zamanını satıyor sen de karşılığında haklarını vereceksin tabii.

    iki yüzlülüğünüze tüküreyim sizin.
    sosyal adaletten yana değil, reklam peşindesiniz sırf.
    kodumunun sinsi sömürücü kapitalistleri.

    özetle sjw, sosyal adalet savunuculuğu vs ile ilgisi yok durumun.
    gölgesini satamayacağı ağacı keser bunlar acımaz.

  • tayyip coffee

    ananızı alıp gidebilirsiniz.

  • koç holding'in 2021 yılı cirosu

    ali koç'a rağmen yapılmış cirodur.

    demek ki " şirketten uzak dursun" diye fenerbahçemize başkan yaptırmışlar.

  • yılbaşı için hiçbir planı olmayan insan

    lan evliyiz zaten, çoluk çocuk var ne planı ?

    yılbaşı zaten cumaya denk geliyor.
    zaten her sene de aynı geçiyor.
    yılbaşı günü yine çalışacağız, aynı saatte işten çıkacağız.
    hanım kek pasta bişeyler yapar.
    gelirken marketten alınacak listesini whatsapp'dan yazar.

    önce metro, otobüs, trafik soğuk derdi çekilir.
    sonra markete girilir.
    market aşırı kalabalık olur.
    bir çok şey bitmiş olur.
    gözün rakıya, voktaya çarpar.
    "lan " dersin "yılbaşı günü de içmeyelim mi amk" sonra kredi kartını hesaplarsın.
    ya siktir et al gitsin dersin.
    fiyatlara bakarsın.
    o arada marketin güvenlikçisi başına dikilir. "yardımcı oliim m beyfendi" der. sinirin bozulur.
    meze reyonuna gidersin, bakarsın talan etmişler.
    neyse kendimiz yaparız mezeyi de dersin.
    kendime rakı almışken, çocuklara da şu büyük çikolatalardan meyve sularından, bikaç abur cubur falan alırım işte.

    muhtemelen sofrayı salondaki masaya kurarız, tv'den eğlenecek bişeyler bulmaya çalışırız ama bi bok bulamayız.
    bir yerde ibo show yılbaşı özel çıkar, bir yerde güldür güldür gibi skeçli bişey, bir yerde bir dizinin yılbaşı özel programı, bir yerde bi yarışma programının yılbaşı özel şeysi...
    hiçbiri uymaz bize.
    zaten çocuklar sıkılır çizgi film açalım derler.
    biz hanımla sofrada rakıyı götürürüz.
    bir yandan onun bunun dedikodusu döner, bir yandan günlük rutin konuşmalar,
    sonra anneanneler, babaanneler, dayılar amcalar görüntülü aranır.
    o an bir burukluk olur işte.
    çünkü 2021'de ailemizden sevdiklerimizden bazı insanları kaybetmişizdir.
    çocukların uykusu gelir mızmızlanırlar.
    çocuklar uyur.
    rakı biter.
    3
    2
    1
    0
    hoş geldin 2022
    senden tek dileğim zararsızca siktir olup gitmen.