debauchee59
profili

  • istanbul üniversitesi'nde amfiye giren vatandaşlar

    ben istanbul üniversitesi gibi boğaziçi gibi büyük üniversiteler için endişelenmiyorum.
    beni asıl endişelendiren anadolu'nun ücra köşelerindeki fakülteler ve myo'lar.

    bakın ben üniversite yıllarım haricinde yaklaşık 5-6 yıl kadar da, kampüslerde kitap sattım.
    bildiğiniz o kitap stantları açıp, taksitle kitap satan tayfadandım.

    denizli çivril'den, konya hadim'e, mersin mut'dan, diyarbakır ergani'ye kadar bir çok irili ufaklı ilçenin meslek yüksek okullarında kitap sattım.

    o okulların önünde, cıstak cıstak şahinlerle, son ses müzik açıp ellerinde biralarla, küpeli gençler "lan olm ibne misin" diyen, oraya okumaya gelen kızlara salça olan dallamaları çok gördüm.

    hatta keşke sadece bununla sınırlı kalsaydı.
    o uzun saçlı küpeli çocukların dayak yediklerini, sırf sevgili olup el ele tutuşan gençlerin sözde ilçenin namusuna laf getirdiği gerekçesiyle, (gerçekte ise kendileri o kızlarla birlikte olamadıkları için) çok dayak yediklerini gördüm.

    hatta göz koydukları kızlara nasıl musallat olduklarını, dünyayı o kızlara nasıl dar ettiklerini bizzat gördüm.
    hele ki eğer okuldaki kızlardan biri bunlardan biriyle sevgili olma gibi bir hataya düşmüşse ve sonra da ayrılmaya kalmışsa yaşadıkları eziyetleri, yedikleri dayakları anlatamam.

    ilçe emniyetinde, jandarmada tanıdıkları oldukları için de bu "yerel halk"ın serserilerine hiçbir şey olmuyordu.

    zaten biraz arşivi tarayıp da, kadın cinayetlerine bakarsanız bir kısmı öğrenci olan kızların, fakülte çevresinin dışındaki, gençler veya esnafla yaşadıkları ilişkilerden ancak ölünce ayrıldıklarını görebilirsiniz.

    tabii şimdi bu entrymin üstüne bana mesaj atıp, "serseriyle takılmasınlar o zaman", "para yerken iyiydi di mi", "onlar da sevgili olmasınlar" vs gibi yazacak gençler var biliyorum.
    şimdiden bu gençlere peşin cevap vereyim; söylemde haklı olabilirsiniz ama pratikte maalesef o işler öyle yürümüyor, dahası öldürülmeyi de hak etmiyorlar.
    bu tiplerin nasıl yapışkan, ısrarcı, tehditkâr olduğunu maalesef iyi bilirim çünkü çok defa gördüm.

    hatta hemşerim olan bir kız vardı. onunla konuşmuştum, "önümde iki seçenek var ya okulu bırakacağım yada en azından 1 ay kadar onunla belki olur belki olmaz diye deneyeceğim" demişti.
    bense sakın demene okulu bırak evine dön bir daha hazırlan demiştim ama "2 yılımı çöpe atamam" diyerek, ısrarcılığa dayanamayıp kabul etmiş.
    1 ay sonunda ayrılmak istediğinde, dayaklar yemiş, saçları yolunmuş, ailesini öldürmekle tehdit edilmişti. çareyi 3. sınıfta okulu bırakmakta bulmuş yine yakayı sıyıramayınca memleketinde başkasıyla nişanlanmakla ve eğitim hayatını bitirmekte bulmuştu.

    konuyu örneklerle fazla uzattığımın farkındayım dostlar ancak bunlar gerçekten olan ve yaşanmış şeyler.

    o yüzden benim endişem, büyük okulların büyük kampüsleri değil, yerel halkla iç içe olan küçük kampüsler için.
    burada öğrenci güvenliği diye bir şey kalmamıştır artık.

    hoş büyük üniversitelerde de yerel halktan ziyade siyasi provokasyonların artacağını, çatışmaların olacağını, büyük olayların ve kavgaların sebebi olacağını düşünüyorum bu olayların.

    amaç yerel halkın bilgiye ulaşmasını sağlamaksa eğer, buna önce yerel halkın en büyük uyuşturucusu olan tv'lerden başlayın.
    sabah akşam cinayet, tecavüz haberlerini elinde çekirdekle izleyen, akşamları ülkede her şey muhteşemmiş gibi yada 3. kattan düşen kedi, minnoş çocuk haberleri gibi haber bültenleri, yada ağalı vurmalı kesmeli diziler yerine insanları gerçekten bilgilendirecek içerikler oluşturun.

    evinde müge anlı izleyen emine teyze zaten o kampüslere gitmez.
    kampüslere gidecek olanlar ya "karı-kız" ayağına gidecek olan apaçiler yada provokasyon yapacak olan bir yerlerden talimat alan troller olacaktır.

  • kademeli emeklilik sistemi

    insanlar kademeli emekliliği 60-65 yaşlarına kadar bu ülke şartlarında çalışamayacaklarını bildikleri için kendilerine bir güvence olarak istiyorlar.

    yoksa bugünün şartlarında 10-15 bin tl emekli maaşıyla yaşayamayacaklarını kendileri de biliyorlar.

    kendimden örnek vereyim; 40 yaşındayım normal şartlarda 4.5 sene sonra 7.000 günüm ve 25 yıl hizmet şartım dolmuş oluyor.
    ancak yaşı beklersem 60 yaşımda emekli olabiliyorum.

    60 yaşıma kadar nerede nasıl çalışacağım, sağlığım, fiziki durumum ve psikolojim el verecek mi çalışmaya?
    60 yaştan bahsediyoruz.

    4,5 sene sonra emekli ol deseler de zaten olmam.
    çünkü çocukların okulu, ev kredisi, günümüz koşulları vs ile emekli maaşı zaten yetmez.

    emekli olmayı ancak 55 yaş civarına geldiğimde düşünebilirim belki.
    en azından o yaşa geldiğimde, çocuklarım büyümüş, üniversiteyi bitirmiş bir işe girmiş olurlar diye düşünüyorum.
    insan ömrü zaten en fazla 70 yıl, kalan 15 yılımda da dinlenip, eşimle birlikte yaşlanıp biraz kafa dinlemeyi umut ediyorum.

    ancak şu anki koşullara göre 55 yaşımda işsiz kalsam, 60 yaşımda emekli olabileceğim için 5 sene boyunca belki de işsiz ve maaşsız kalacağım.

    gençleri de anlıyorum, bizim emekliliğimizi sırtlamak istemiyorlar ama bizi siz finanse etmiyorsunuz.
    hatta biz fazla verip az alacağız, yıllardır sgk'ya ödediğimiz yüksek vergiler daha elimize geçmeden kesilirken, şu anki şartlara göre alacağımız ücretler devede kulak kalacak.
    yani esas bizim elimize geçmeden kesilen haklarımız çarçur edildi.

  • üç spor izleyicisinden ikisinin kaçak maç izlemesi

    bu ülkede futbolun gelişmemesinin sebeplerinden birisi de yayıncı kuruluşlar ve şifreli maç yayınlarıdır.

    1983 doğumluyum bizim çocukluğumuzda maçlar trt'de yayınlanırdı.
    öyle bir futbol aşkı vardı ki içimizde, gündüz maçları için okulu asar evde oturur maç izlerdik.

    bizim kuşağa sor hangi takımlı olursa olsun, fener'in, gs'nin,bjk'nin, ts'nin o dönemki kadrolarını ezbere sayar, yetmez bir de üstüne alakasız bir takımdan hiç akla gelmeyecek oyuncuları hatırlar anlatır.

    şampiyonlar ligi star tv'deydi, cumartesi günleri şampiyonlar ligi özel programı olurdu, tüm maçların özetleri, golleri, istatistikleri çıkardı.

    hafta içi, şampiyonlar ligi maçlarını izler izleyemeidklerimizi de hafta sonu takip ederdik.
    real'in, milan'ın, manchester'ın efsane kadrolarının halâ unutulmama sebebidir.

    şimdilerde, şampiyonlar ligi maçlarını geçtim, tuttuğu takımın maçlarını izleyen de çok az.

    hani başlıkta diyor ya 3 spor izleyecisinin 2'si kaçak diye.
    şimdiki futbol izleyicisi eskinin de 3'de 1'i kadardır.

    konuşuyoruz mesela gençlere diyorum hangi takımı tutuyorsun falanca takımı diyor.
    ama adam maçları izlememiş.
    twitter'da 0,5 hızda pozisyon izlemiş, oradaki yorumları okumuş, "hakkımız yendi" diyor.
    yada sevdiği futbolcu gol atmış, sosyal medyada sadece golü izlemiş.

    maçın özetini izleyen insan sayısı bile çok az. kaldı ki, özetler zaten bombok.
    maç hakkında zerre fikir vermiyor. 3 dakika bir şey.

    yani, eskiden izleyiciye değer veriliyordu. şimdi ise müşteriye.
    futbol sevmeniz, spor sevmeniz, izlemeniz, takip etmeniz, fan olmanız, taraftar olmanız bunların zerre umrunda değil.
    umurlarında olan tek şey, parasını verip müşterileri olmanız.

    zaten bu yüzden kaçak yayın kaçak yayın diye kendilerini yırtıyorlar.

    hiç "ucuz yapın herkes alsın" da demeyin.
    çünkü ucuz olur ve herkes alırsa, bu sefer de futbol mesela kitlesel olarak izlenmeye başlayacak.
    daha çok insan izleyecek ve doğal olarak bu bozuk düzeni daha çok insan eleştirmeye başlayacak.
    ve eleştiri arttıkça, düzenin değişim isteği artacak.
    kitlesel eleştiri, akabinde düzen değişikliğini getirecek ve bazı paşazadeler koltuklarından ve rantlarından olacak.
    o yüzden de, müşterileri olsun ama belirli kesim parasını verip alsın istiyorlar.

    kaçak diye tabir ettikleri internet yayınlarını istememe ve aforoz etmeye çalışma nedenleri de; insanların artık bu yayınlara daha kolay ulaşabilmeye başlaması.

    eğer bedava ve ucuz şekilde izlenmeler artarsa, hem müşteri kaybına uğrayacaklar, hem de kitleler izlemeye başlayıp, bunları sorgulamaya başlayacak.

    o yüzden bunlara twitter'da, ekşi sözlükte besledikleri ve onların peşine takılan troller lazım ki, kaos ortamından faydalanıp, maçı izlemeyen yada 0,5 yavaşlatılmış pozisyonları sosyal medyada izleyip birbirini yiyen insanlar lazım ki, eleştirilme ve sorgulanma sırası kendilerine gelmesin.

    çünkü onlar için rant yayınlardan değil, oyuncu transferlerinden, kulüplerim içini boşaltmaktan, bahislerden akıyor.

    izleyen, takip eden, ilgilenen ve sorgulayan kitleler bunların işine gelmez.
    bakmayın; 3 spor izleyicisinin 2si kaçak izliyor diye veryansın ediyormuş gibi göründüklerine.

    onların amacı; o diğer ikisinin de izlememesi ve böylece daha kolay rant götürebilmek, sömürebilmek.

  • metalcilerin satanist sanıldığı karanlık dönem

    reha muhtar'ın, cırtlak sesi ve ıslak dudaklarıyla show tv'de reyting uğruna harcadığı gençliktir.

    bu muhtar yüzünden, alsancak kilise sokağında kimseye zararımız olmadan demlenirken, kendimizi ekip otosunda bulmuştuk.

    karakolde "suphanikeyi biliyon mu len" soruları ile darlayan ve terörle mücadeleye göndermekle tehdit eden polislere; "abi ben orhan gencebay da dinliyom", "2 yaz kur'an kursuna gittim" gibi ikna edici cümlelerimizin fayda vermemesini ve umutsuzca yaranma çabalarımızdan bugün dahi utanıyorum.

    halbuki ben o kadar da metalci değildim yani.
    metallica metalcisiydim ben.
    bira şarap içerken, durduk yere fişlendiğimiz dönem oldu.

  • somali'nin çin'deki 100m koşusuna gönderdiği atlet

    yıllarca adı açlık, sefalet ve kıtlıkla anılan somali'nin bu algıyı değiştirme çabası olsa gerek.

    aklıma başka saçma bir fikir gelmiyor çünkü

  • gençlerin çiftçi olmak istememesi

    ziraat sektöründe çalışıyorum.

    gençlerin neden çiftçi olmak istemediğini ilk elden gözlemleyebiliyorum.
    çiftçilerle iletişimde olmam ve sosyoloji mezunu olmam özellikle köy sosyolojisine ilgim olması sebebiyle çok rahat neden sonuç ilişkisi kurabiliyorum.

    peki gençler neden çiftçilik düşünmüyorlar ?

    1-) köyde büyüyen çocuklar küçük yaştan itibaren işe koşulur.
    yani hayvan güderler, tarlada çalışırlar, pis işlere küçükten alıştırılırlar.
    şehirdeki yaşıtları yazın tatil yaparken, köydeki çocuklar tarladadır.
    çiftçi olmak istememe nedenlerinin başında bu gelir.
    ağır ve zor işlere küçük yaştan itibaren koşulduğu için genelde sevmezler.

    2-) internetin farklı hayatları sunması.
    bu çok büyük faktörlerden bir diğeri.
    sosyal medya özellikle instagram farklı ve lüks hayatları sunduğu için, özellikle gençler şehir hayatının daha zevkli olduğunu düşünüp, küçük yaştan itibaren şehir hayatına özenerek büyürler ve köyden kurtulmanın yollarını ararlar.

    3-) köy hayatının sıradanlığı
    özellikle şehir dışında eğitim almış çocuklar, tekrar köye geri döndüklerinde maalesef şehir hayatını özlerler ve köy hayatının sıradanlığına tekrar alışamazlar.

    4-) veraset ile malların çoklu bölüşülmesi
    köylerde aileler genelde çok çocuklu olmakla birlikte, aile büyükleri öldüğünde mallar kardeşler arasında bölüşülür ve kardeş sayısı ne kadar fazlaysa, şahıslara o kadar az mal kalır.
    eğer aile içerisinde birlik yoksa, az olan topraktan yada mallardan elde edilen gelir kişiyi tatmin etmez.

    5-) ülkenin tarım politikasının olmaması, girdi maliyetlerinin yüksek olması yüksek risk

    özellikle ailenin toprağı azsa, risk çok daha büyük demektir.
    ülkemizde de çiftçinin lehine olan bir tarım politikası olmadığı, maliyetlerin ve riskin yüksek olması kârlılığın az olması nedeniyle, gençler aileden kalan tarlaları kiraya vererek, kendisi sabit maaşlı bir işe girmeyi tercih ederler.

    6-) çiftçiliğin kurumsallaşmaması

    ülkemizde çiftçilik halâ anam babam usulü geleneksel yöntemlerle devam etmesi, çiftçiliğin gelişmesi önündeki en büyük engellerden biridir.
    gelişmeyen iş ve geleneklere bağlılık nedeniyle çiftçiler işlerini ticari mantıkla yapmamaktadırlar bu da kazancın az olmasına, işin sadece "amelelik" olarak kalmasına sebep olduğundan belli bir zaman sonra maalesef insanları yıldırır.

    7-) büyük arazilerin olmaması
    yabancı ülke belgesellerinde gördüğümüz gibi büyük arazilerin olmaması ve tarımın küçük arazilerde yapılması, az önce belirttiğim gibi kurumsallaşamamaya sebep olmaktadır.
    bu da, üretimin gelişmemesine yeni şeylerin denememesine sebep olmaktadır.
    yeniliğin olmadığı yer, gelenekselleşmeyi getirmekte, bu da uzun vadede mesleki körelmeyi getirmektedir.

    8-) çiftçilik eğitiminin ülkemizde yetersiz olması

    sadece gençlere değil çiftçilik eğitimlerinin şu aşamada, ülkemizde yetişkinlere de verilmesi gerekmektedir.
    modern çiftçilik, gelişmediği sürece işler geleneksel zorluklarıyla devam etmesi, gençleri bu işi yapmaktan da uzaklaştırmaktadır.

    esasen bunu genel olarak tüm ülkeye yaymak gerekli.
    ülkemizdeki zorunlu eğitim sisteminin en büyük sorunlarından birisi de, en tembel ve en iş yaramaz insanı bile hiçbir şey öğrenmeden mezun etme üzerine kurulu olduğu için, mesleki liselerin de yetersiz eğitim ve yetersiz pratikler üzerine kurulu olması maalesef işi sevebilecek insanları da çiftçilikle hiç tanıştırmadan, düz liseden mezun etmeye yönelik.

    eğitimin gençleri yapmak istedikleri mesleğe küçük yaşta kanalize edecek şekilde revize edilmesi gerekli.

    açık öğretim işletme mezunu olmak yerine yada üniversitede karşılığı olmayan bir bölüm okumak yerine mesleki gelişim genç yaşta insanlara aşılanmalı.

    özetle, gençlere bu konuda ben çok kızamıyorum.
    yaşamak istedikleri bir hayat var ve ülke koşulları da belli maalesef.
    ancak şunu öğütleyebilirim;

    başkasının kapısında maaşlı çalışan olarak "eleman" olmaktansa, eğer çiftçilik yapabilecek imkanınız varsa, bu işin okulunu okuyup, eğitimini alıp, köyünüze bilimsel donelerle donatılmış şekilde dönün ve kendinizi sürekli geliştirmeye ve bunları çevrenize yaymaya görev edinin.

    ancak bu şekilde ülkede çiftçilik gelişir ve köylerin çehresi sizin kültürünüzle ancak gelişebilir, vazgeçmeyin.

  • ekrem imamoğlu

    erzurum'da üzerine taş yağarken kendi seçmenini düşünüp,
    "burada bir avuc insan provokasyon yapıyor size zarar gelmesin geriye gidin" diyen, kendi destekçisi gençlere "karşılık vermeyin gençler" diyerek canından ince vatandaşı düşünen geleceğin başbakanı.

    gözlerim doldu izlerken, üzerine taş yağıyor adam kendi canından önce vatandaşını düşünüyor.

    bir diğeri, facetimedan saklandığı yerden milleti ölüme gönderiyordu.

  • manisa'da çekilecek korku filmine isim önerileri

    (bkz: 45 plaka) gerçek bir horror story.
    izmirliler ne demek istediğimi anladı bile.

  • babayla yapılan en keyifli aktivite

    40 yaşıma geldim rahmetli peder öleli 17 sene oluyor.
    kendisiyle çok iyi bir ilişkimiz olmadı.
    gerçi birlikte maça gitmişliğimiz, bira içmişliğimiz, parkta yatmışlığımız bile var.

    ancak nedense benim en unutamadığım anım, 5-6 yaşlarımdayken foça'ya dayımların yanına gittiğimizde, eski foça sokaklarında dolaşırken, "gel hadi balık tutalım" diyerek, gidip bi misina, fırından da biraz ekmek içi alıp, kıyıdaki boş teknelerden birine içine atlayıp balık tutmamızdı.
    yakın arkadaşlarım haricinde, ilk defa da burada itiraf ediyorum bunu ki çok keyif almıştım.

    çok fazla konuşmadık sadece yavru balıkları falan gösterdiğini hatırlıyorum.

    günün sonunda 2-3 tane küçük küçük balık tutmuştuk.
    tuttuklarımızı da akşam yiyeceğim diye tutturmuştum.
    tabii peder bana çaktırmadan kedilere falan vermiş olmalı balıkları, ki akşam yemeğinde etli nohut vardı.
    bu etler balıkların etleri diye kandırmışlardı da öyle yemiştim.

    şimdilerde ise vejetaryenim ama 8 yaşındaki oğlum geçenlerde baba balık tutalım mı dedi.
    bir heveslenmedim dersem yalan olur.
    çünkü üzerinden 35 yıl geçmesine rağmen halâ sanki bir masalmış gibi geliyor o gün bana ve anlamlandıramadığım bir bağ var o günle aramda.
    her ne kadar vejetaryen de olsam, et yemesem de, şimdi oğlumun bu isteği ağır basıyor bende.
    istiyorum ki, ömrü boyunca hatırlayacağı bir anısı olsun bende.

  • tayyip talha sanuç

    tribünler için çok tehlikeli oyuncu.

    kötü oynadığında siktir ol git tayyip diye sövsek, okul açık komple silivri'yi boylar.
    gerçi biz silivri'ye de alışkınız.

  • ezel dizisinin tek cümlelik özeti

    tay sikildiği çayırı özlermiş.

  • calvin klein'in 11 yıllık korkutucu değişimi

    aslında bu durumun sjw ile ilgisi yok.

    "nasıl yok? " diyorsunuz biliyorum. şöyle ki, kapitalizmin işine gelmeseydi sjw, duyar muyar zerre umrunda olmazdı.

    sırf işçi maliyetini azaltmak için az gelişmiş ülkelerde, bombok koşullarda işçi çalıştıran firmalar bunlar.
    umrunda olur mu hiç sosyal duyar bunların. sosyal duyar denilen şey bunlar için reklam aracı.

    calvin klein şöyle düşünüyor; neden sadece kaslı ve güzel kadınları reklam yüzü olarak kullanıp da piyasayı daraltayım ki.
    dünyada milyonlarca, şişman, eşcinsel vs var.
    neden bunlar da benim hedef kitlemde olmasın ?
    neden bunlardan da para kazanmayayım ki ?

    kapitalist markaların da çok da sikindeydi sosyal adalet amk.
    paranın ucunu görsün yarın maskülenin bayrak sallayanı olur.

    durun durun bi de şey geldi aklıma bakın.
    şu petrol şirketleri reklamlara çıkıyor diyor ya " şu kadar kadın istihdam ediyoruz" falan fıstık diye.
    aynı şirket bakıyorsun, okyanustan petrol çıkaracam derken bir sızıntıyla ortalığın ağzına sıçıyor. denizleri, okyanusları, toprağı canlı popülasyonunu mahvediyor.
    yetmiyor bir de bunları protesto eden çevreci örgütlere dava açıyor, şiddet uyguluyor.
    devletlere rüşvet veriyor, çevre raporlarını onaylatıyor falan.

    ama reklamda çok ciciler ve çok duyarlılar çünkü "kadın istihdamı sağlıyorlar".
    bunu da bir de kadınlara sanki bir lütuf olarak sunuyorlar.
    ne yani kadına iş vermiş olmak kadınlara verdiğin bir lütuf mu ?

    yani normalde kadınlara iş vermezdin de iyi hadi keratalar kaptınız yine işi mi diyorsun?
    yoksa erkekleri işe alman gerekiyorken, kayırmacılık yapıp yetersiz olduğu halde mi kadınları işe alıyorsun ?
    eşit koşullarda kadın ve erkeğin yapabileceği işler değil mi zaten, kasiyerlik pompacılık falan ?

    ekstra bir şey yapmıyorsun yani.
    böyle bir de duygusal fon müziği ile vermeler bunu.
    sen önce anasını bellediğin kutupların, okyanusların hesabını ver.

    iş verdiğin kadınları da sanki çalıştırmadan bedavadan para veriyorsun. lütuf sunmuyorsun len tırrek.
    insanlar sana emeğini satıyor, gücünü, zamanını satıyor sen de karşılığında haklarını vereceksin tabii.

    iki yüzlülüğünüze tüküreyim sizin.
    sosyal adaletten yana değil, reklam peşindesiniz sırf.
    kodumunun sinsi sömürücü kapitalistleri.

    özetle sjw, sosyal adalet savunuculuğu vs ile ilgisi yok durumun.
    gölgesini satamayacağı ağacı keser bunlar acımaz.

  • tayyip coffee

    ananızı alıp gidebilirsiniz.

  • koç holding'in 2021 yılı cirosu

    ali koç'a rağmen yapılmış cirodur.

    demek ki " şirketten uzak dursun" diye fenerbahçemize başkan yaptırmışlar.

  • yılbaşı için hiçbir planı olmayan insan

    lan evliyiz zaten, çoluk çocuk var ne planı ?

    yılbaşı zaten cumaya denk geliyor.
    zaten her sene de aynı geçiyor.
    yılbaşı günü yine çalışacağız, aynı saatte işten çıkacağız.
    hanım kek pasta bişeyler yapar.
    gelirken marketten alınacak listesini whatsapp'dan yazar.

    önce metro, otobüs, trafik soğuk derdi çekilir.
    sonra markete girilir.
    market aşırı kalabalık olur.
    bir çok şey bitmiş olur.
    gözün rakıya, voktaya çarpar.
    "lan " dersin "yılbaşı günü de içmeyelim mi amk" sonra kredi kartını hesaplarsın.
    ya siktir et al gitsin dersin.
    fiyatlara bakarsın.
    o arada marketin güvenlikçisi başına dikilir. "yardımcı oliim m beyfendi" der. sinirin bozulur.
    meze reyonuna gidersin, bakarsın talan etmişler.
    neyse kendimiz yaparız mezeyi de dersin.
    kendime rakı almışken, çocuklara da şu büyük çikolatalardan meyve sularından, bikaç abur cubur falan alırım işte.

    muhtemelen sofrayı salondaki masaya kurarız, tv'den eğlenecek bişeyler bulmaya çalışırız ama bi bok bulamayız.
    bir yerde ibo show yılbaşı özel çıkar, bir yerde güldür güldür gibi skeçli bişey, bir yerde bir dizinin yılbaşı özel programı, bir yerde bi yarışma programının yılbaşı özel şeysi...
    hiçbiri uymaz bize.
    zaten çocuklar sıkılır çizgi film açalım derler.
    biz hanımla sofrada rakıyı götürürüz.
    bir yandan onun bunun dedikodusu döner, bir yandan günlük rutin konuşmalar,
    sonra anneanneler, babaanneler, dayılar amcalar görüntülü aranır.
    o an bir burukluk olur işte.
    çünkü 2021'de ailemizden sevdiklerimizden bazı insanları kaybetmişizdir.
    çocukların uykusu gelir mızmızlanırlar.
    çocuklar uyur.
    rakı biter.
    3
    2
    1
    0
    hoş geldin 2022
    senden tek dileğim zararsızca siktir olup gitmen.

  • internetsiz ev kalmasın diye arayan numaralar

    2 yıldır düzenli olarak psikiyatriste gidiyorum.
    depresyon ve sinirlilik hal mevcut ve yenmeye çalışıyorum bu olumsuzluğu..

    şimdi diyeceksiniz ki, "konuyla ne alakası var?"..
    okuyun okuyun devam edin.

    prozac ile başladığım mücadalemde prozac + efexor olarak devam ettim.
    iyi giden gelişmelerden sonra efexor'u bıraktım, günde 2 adet prozac ile devam ediyordum.

    geçen hafta da, randevum vardı psikiyatriste kontrole gittim.
    artık belki de ilacı günde tek sefere düşürür sonra da yavaş yavaş bırakır normal hayata dönerim diye konuşuyorduk ki,

    telefonu sessize almayı unutmuşum bi numara aradı açtım; "internetsiz ev kalmasın diye" başlayan cümle tamamlanmadan kapattım.
    doktora dönüp tebessüm ederek, " özür dilerim sessize almamışım" dedim.
    ki bir daha aradı.
    meşgule attım.
    telefonu sessize almaya çalışırken bir daha aradı.
    "anasını avrdını siktiminin, yapacağnz işi sikeym " diye dişlerimi sıka sıka telefonu komple kapattım.

    doktora döndüm sonuç;
    "bence biz biraz daha bu şekilde devam edelim ilaçlara, henüz bırakmayalım"...

    sizin ben internetinizi de telefon hattınızı da sikeyim.
    sağlam girdiğim doktordan hasta çıktım sayenizde amnakoduklarım.

  • klozete oturup işeyen erkek

    ev ortamında ben ve 2 oğlumun dahil olduğu grup.
    dışarıda klozetlerin steril olmadığını düşündüğümden ayakta işeriz ama evde oğullarıma da oturarak çiş yapma alışkanlığını kazandırdık.

    çünkü bu medeniyettir.
    sağa sola şor şor işeyen ve her yere çiş sıçratan kaba adamlardan olmasını istemiyorum çocuklarımın.

  • filtre kahve ve kruvasan ile kahvaltı yapmak

    sözlükte bu eylemi yapan bu kadar çok insan olduğuna şaşırdım açıkcası.
    "hayatı mu bu kadar çok seviyonuz yoksa böyle düşer belki diye umut edecek kadar mı malsınız anlamadım amk" dedirtmiştir.

    "dayı şurdan bir kaşarlı, bi zeytinli ver de siktirip gidelim" diyen insanlarız lan biz.
    gelip burda bize tatava yapmayın.
    adam üşenmemiş bir de foto çekip, sözlüğe atmış amk.

    edit: eleman fotoyu silmiş. ekran görüntüsü vs alan varsa yollasın da yalancı durumuna düşmeyelim.

  • 17 yıl önceki lise görüntüleri

    gerçekten muhteşem görüntüler.
    öncelikle ülkenin neresine giderseniz gidin, okul formatı hep aynı.
    videoyu görünce hepimizin lan burası bizim okul mu diye kendine sorduğuna yemin ederim ama ispatlayamam.

    -bir diğeriyse her sınıfta, her okulda bulunan şu sırayı darbuka olarak kullanıp inanılmaz ritim tutanlardan en az 1 tane olması.
    -o gürültüde ders çalışmaya çalışan bir ineğin olması
    - olayla alakasız takılanların olması
    -eğlenceyi abartarak şımaranların olması
    -sabote ederek kendini ön plana çıkarmaya çalışanın olması
    -olayın akışına kendini bırakıp eğlenenler....
    ve hepimizin yaşadığı buram buram ergenlik.

    ayrıca sınıfa gelip de, öğrencileri uyaran, güler yüzlü hocalar yok artık.
    ya medrese hocası gibi gelen, siyasi militan görünümlü hocalar var yada hayat mücadelesi veren, her ay sonunu hesaplayan bıkmış, bezgin hocalar yada sallabaşı al maaşı diyenler.

    öğrenciler de eskisi gibi değil, bundan 20 yıl önce okuduğum lisenin önünden geçtim.
    çocukların elinde telefon, hepsinin boynu önde telefona bakıyorlardı.
    hepsi sessiz çıt çıkmıyordu.

    şu görüntülerdeki çocuklar, okulda eğlenen son nesildi bence.

  • çocukken baba eve getirdiğinde mutlu olunan şeyler

    (bkz: fıstık)
    bizimki pek eve uğramazdı.
    uğradığında da elinde siyah poşet içinde 4-5 tane bira, 2 paket uzun samsun olurdu.
    bazen o siyah poşetin içinde fıstık olurdu.

    kapıdan sallana sallana, elinde poşet ağır alkol ve sigara kokusu ile girdiğinde, elindeki torbaya kitlenirdik.

    aslında elinde torbayla gelmesi bir bakıma iyiye işaretti. torbasız gelse, annemin elinde günlük kazancı vs varsa döverek alacak ve kumara gidecek demekti.

    siyah torbayla geldiyse, en azından tv'nin karşısında yere oturacak, çakmağıyla efes tombulu açacak, önüne kül tablasını koyacak, yanına uzun samsun paketleri ve en sonda da fıstık torbasını koyacak demekti.

    pek az yemek yerdi. zaten çöp gibi bir adamdı. bünye olarak zayıf ama psikopatlıkta ağır bir abiydi kendisi.

    bazen annem siniyle akşam yemeğinde yediklerimizden önüne koyar, sofra bezinin üstüne dizlerini kırıp, eğilerek höpürdete höpürdete yalap şap yerdi.
    asla bitmezdi o tabaktaki yemeklerin hepsi.
    mutlaka biraya da yer kalması gerekirdi.

    yemesi içmesi bitince yine yerde koltuğun kenarına yaslanır, yüzü tv'ye dönük sigarasını yakar, birasını açardı.

    genelde ilk bira bittikten sonra bizle biraz sohbete başlardı. sohbet dediysem dersler nasıl falan filan değil. genelde kendini anlatırdı.
    bazen de annem laf atardı "ee naptın" bugün falan gibi.
    sanki birkaç gündür evde yokmuş gibi değil de, sürekli bizleymiş sanki bozuk bir aile düzenimiz yokmuş sanki varı yoğu kumarda, meyhanede, birahane yememiş gibi.

    benim gözüm ise fıstıklarda olurdu. bazen şeffaf yumurta poşeti gibi poşetlerin içerisinde, bazen de kese kağıdında gelirdi o fıstıklar.

    bense en çok kese kağıdında gelenleri severdim. çünkü kese kağıdında geldiyse, o fıstıklar sıcaktır demekti.

    kül tablasının yanındaki fıstıklara uzanır, içlerinden alabildiğim kadar alır, kenara çekilirdim. görmezden gelirdi. sonra annem alır kardeşime falan uzatırdı.
    kardeşim genelde istemezdi.
    bense hemen çabucak yiyip fıstıklar bitmeden bir kez daha avuçlama derdinde olurdum.
    ikinci kez seğirtip de, biraz fazla alırsam, "höst len meze bu" derdi.
    kendine kadar alırdı çünkü.
    "az al az", "yavaş ye lan boğulacan" derdi. işte o zaman yediğim bütün fıstıklar boğazımda kalır, gözlerim buğulanır, kendimi zor tutardım.
    keyfi yerindeyse de hiç ses etmezdi.

    şimdi düşünüyorum da, deli gibi çerez sevmemin, hatta yemekleri hızlı hızlı yemenin, içki içerken mezeyi bol bol hatta bazen açmış gibi çalakaşık yememin altında da acaba bunlar mı yatıyor?

    hep böyle kasvetli ortam da olmazdı. bazen neşeli olurdu, eğer o gün kumarda falan kazanmışsa, yada çok nadir kumara gitmeyip direkt eve geldiyse, gün içerisinde hoşuna giden bir şey yaşadıysa.

    ama o siyah torba hep elinde gelirdi. ve biz de beklerdik acaba bize ne getirdi diye. torbanın içine kitlenir kalırdı gözlerimiz.
    ama tarife genelde hep aynıydı 4 bira, 2 paket uzun samsun. bazen fıstık, bazen de tavuk..

    çikolata olsun isterdik, dondurma olsun isterdik her çocuk gibi.
    alamayacağından değil çünkü işin kötüsü ne biliyor musunuz?
    bu adamın işi buydu.
    kantini vardı.
    başkalarına çikolata, gofret, sandviç satıyor ama eve gelirken çocuklarına bir parça çikolata getirmek yerine kendine bira ve sigara almayı ihmal etmiyordu.

    hep derim.
    17 yaşımdan 21 yaşıma kadar küs ve kavgalı, 21 yaşımdan 23 yaşıma kadar ise bir baba oğuldan ziyade, onun için bir suç ortağı bir arkadaştım.
    ben 23 yaşımdayken de öldü zaten.

    yine hep derim ki;
    ......ve ben babamı yaşattığı tüm kötü anılara rağmen öldüğünde affetmiştim.
    sonra ben baba oldum ve baba olunca anladım ki, evlat bambaşkaymış.
    şimdi iş yerimde, çocuklarımsız bir doğum günü pastası bile yesem boğazımda kalır.

    o yüzden baba olduktan sonra, babama olan affediciliğim yerini çok daha büyük bir kızgınlığa bıraktı...