bence gerçekten mutlu olmanın sanmakla bir bağı var.
sanmanın ise inanmakla.
ancak inandığı için sanan insanlar ''gerçekten mutlu'' hissedebilirler.
kaç gündür bu başlığa denk geliyorum ve yazmak istiyorum ama başlıkta yer alan ''gerçekten'' ifadesi beni düşünmeye itiyor.
gerçekten mutlu olunan andan bahsediyor başlık. gerçekten diyor.
bazı yazarlar yediği gofreti, gittiği tuvaleti veya basit rutin gündelik mutlulukları dile getirmiş gibi hissediyorum ''gerçekten'' kelimesini yeterince düşünmediklerinden.
gerçekten mutlu olduğum zamanları düşünmeye başladım entry girerken. hayatımda viraj diyebileceğim bir kaç zaman dilimi aklıma geliyor. ya da hayatımda önemli diyebileceğim ilişkiler...
yaşadığım an içinde bana ''gerçekten'' mutlu hissettiren algı sanırım yaşadığım zaman diliminin hep süreceğini sanmamdı. sanmamın nedeni ise sandığım düşüncelere inanmış ya da inandırılmış olmamdı.
yaşadığım şehri ve ailemin yanında olmayı sevmiyordum. ilk girdiğim sınavdan yüksek puan almama rağmen açıkta kalmıştım tercihlerim yüksek puanlı olduğu için ve herkese aslında çok da başarısız olmadığımı anlatmaya çalışmaktan yorulup bir gün tekrar hazırlanmaya karar verdim ve bana tek destek olan içimde yer alan kazanma isteğiydi. ve bu isteği sürekli kazandığımı ve kazanınca neler yaşayacağımı hayal ederek beslemem gerekiyordu. 90'lı yıllardı. dünya şimdiki gibi dışa dönük değildi. dış dünya ile tek bağ haftada bir yayımlanan müzik saatleri, her yerde olmayan mtv ve kaset dükkanları ve siyah tişörtler. şimdiki gibi instagram, ekşi sözlük, twitter gibi ağlar ve istediğimiz zaman istediğimiz insana mesaj atıp konuşamadığımızdan ya da aklımıza gelebilecek şeyleri soramadığımızdan kendi dünyamızda; kendi odalarımızda müzikli molalar verip kazanınca neler yaşayacağımızı ve uzaklarda nasıl yaşayacağımızı düşlüyorduk. her seferinde artık dönmeyeceğimiz bir şehir ve yaşam terk ediyor ve sonsuzluğunda sayısız kürek çekebileceğimiz denizden yollarda ilerliyorduk...
bir gün sınav oldu sonunda ve her zaman yaptığım sonucu yapamasam da son tercihlerimden biri olan istanbul eczacılığı kazandım. tıp yaz diye tutturmuştu annem ve son gece sildim samsun tıpı. iyi ki silmişim çünkü silmesem orası olacaktı ve yaşadığım şehirden ayrılamayacaktım.(öyle düşünüyordum ve halen böyle düşünüyorum)
bir gece ders çalışmam boyunca hep odamın köşesine attığım ve artık dağ kadar olmuş sarı çalışma kağıtları, çözülmüş testler, kitaplar, defterler vs gibi kağıt olan her şeyi babamın arabasının bagajına koydum çuvallara sıkıştırarak. arkadaşlarımızla sözleşmiştik ve onları da evlerinden alıp hep denize girip saçmaladığımız ve genelde ''sadece çok'' mutlu olduğumuz sahile geldik. akşam olmak üzereyken yoldan aldığımız biraları içip ateşi yaktık. denize girdik ve sakin sakin yanan ateşin üzerine gece başlayınca kağıtları ve kitapları attık. çevresine oturduk. ateş sandığımız kadar büyük ve görkemli yanmayınca arkadaşım eline bir sopa aldı ve ateşi karıştırmaya başladı. kitap, defter gibi parçalar bütün olduğundan yanması görkemli olmuyordu ve o karıştırdıkça ve ateşe vurdukça ateş büyüdü. kağıt parçaları ateşe vurunca havalandı ve çıkan rüzgarla uzakta ışıkları yanan şehir samsun'a doğru havada kıpkırmızı bir süre uçmaya başladı. bu görsel şölen çok hoşuma gitti ve ateş karıştırılan sopayı alıp tüm yanan kağıtları havalandırmaya başladım hırsla. ateş iyice büyüdü. yanarak uçan kağıtlar uzakta ışıkları yanan şehre doğru ilerleyip bir süre sonra kendi kendilerine sönerken keşke dedim. keşke yanan kağıtlar tüm kırmızılığıyla sönmeden şehre ulaşsa ve kocaman bir yangın çıkarsa. tüm şehir ileride tam da biz deniz kenarından onları izlerken sabaha kadar yansa alev alev.
gazeteler ertesi sabah şöyle yazardı belki o zaman;
''kitaplarıyla tüm şehri yaktılar.''
gülümsüyordum. hayallerimde gazetelere demeç veriyordum çıkan yangınla ilgili;
''kitapların yakıldığı yerlerde yaşadıkları şehirden nefret eden ve saçma kuralları, zorbalıklarıyla dönmemek üzere gitmeye zorlanmış çocuklar umut doluyor demektir.''
bir gece valizimi hazırladım ve otobüsümle yola çıktım. otobüslerde kahve sigara içilebilen yıllardı ve kulaklığımda en sevdiğim şarkılarla cam kenarı yolculuğumda istersem yüzümü istemezsem dışarıyı gösteren karanlık camdan dışarıda yanından geçtiğimiz ağaçları, dağları ve ışıkları sanki yok gibi olan köyleri izliyordum. sonunda gerçekten gidiyordum. sonunda gidebildiğime biraz şaşkındım. üstelik istediğim şehre gidiyordum. ''mutluydum''. belki ''gerçekten mutlu'' olurdum camdan bakınca gördüğüm sönük köy ışıklarını ya da içinden geçtiğimiz sokakları bomboş küçük kasabaları görmesem. düşünmesem.
sabah ışıklarıyla tekrar kahve istedim ve tekrar sigara yaktım. camımdan dışarıya bakınca uzakta belirmeye başlayan deniz ve ilk kez gördüğüm boğaz köprüsü ile gözlerim açıldı. heyecanlandım. artık gittiğime emin olmuştum sanki ve nihayet kendim gibi insanların bolca bulunduğu ve bana aşkı verecek şehre giriyordum. bir şehir beni olduğum gibi sevmeye hazırdı. yargılamayacaktı. hiç bir şey için kötü hissetmeme gerek yoktu artık. aşk ve zaten yeterince para da kazanabileceğim güzel bir gelecek oradaydı. masmavi suyun üstünden geçerken artık başka bir dünyaya geçtiğimi sanıyordum. o hep hayal kurmamı sağlayan ve çimlere uzanmış mutlu güleç yüzlü broşür insanlarının arasında ben de olacaktım. nihayte bir kalabalıkta fark edilmeyecek kadar sıradan olacaktı farklılıklarım.
''gerçekten mutluydum''
çünkü gerçekten hayatımın en önemli virajını döndüğümü ve artık hiç bir şeyin çok da sorun olmayacağını sanıyordum.
çünkü ancak uzaklarda mutlu olunacağına inanmış, bir şekilde inandırılmıştım.
inanmak sanmamı sağlıyordu.
ve tüm sanmalarım;
aşk, kadınlar, dostluk, müzik, farklılıklara saygı, nezaket, doğruluk gibi çıtalar her gün zımparalana zımparalana inceltilirken ya da bazen çat diye kırılırken ya da bazen birileri tarafından öylesine ateşe atılıp yakılana dek azalarak sürdü.
gerçekten mutlu olduğum zamanlar bazen çok mutlu olduğum zamanlara bazen de mutsuz olduğum zamanlara dönüştükçe yeni çıtalar verdi hayat ve şehir.
her seferinde inandığım yeni şeylerin keşfi ile yeni sanmalara ve yeni zaman dilimlerine, yeni aşklara, yeni işlere, yeni semtlere, yeni şişelere girdim.
çünkü hayat bir çok çıtadan oluşuyor sanmak için inandırıldığımız bazen ''gerçekten mutlu'' hissedelim diye.
bazı anlar,
bazı geceler fotoğraf gibi hafızamda ve o anın fotoğrafı yok. o an çok eğleniyorum bir yerlerde ya da bir kadınla ve yarın olmayacak bir an içinde olmama rağmen bugün elimde bir fotoğraf yok. çünkü yaşadığım gecenin ya da anın hep benimle olacağını sanıyorum. ve nasıl olsa yarın da olacak bir zamanı fotoğraflamaya ihtiyaç duymuyorum. ''gerçekten mutlu'' hissettiğim çoğu anların fotoğrafı yok.
insan anları değil zaman dilimlerini fotoğraflayabiliyor sanırım. ya da o zaman dilimlerinden bir kaç an sıradan.
gözümü kapattığımda ''gerçekten mutlu'' diyeceğim anlarım ile o zaman dilimine ait anlık fotoğraflarım çoğu zaman uyuşmuyor.
gözümü kapatıyoyorum ve çok sevdiğim bazı kadınlar geliyor gözümün önüne.
en son gerçekten mutlu olunan an hangisi idi diye sorguluyorum.
en son hangi sanmalara sahip olmamı sağlayan inandığım bir çıta kırıldı çat diye. ya da yakıldı öylesine.
bir kadınla ve kızıyla beraberdim 4,5 yıldır. bazen iniş çıkış da olsa her şey yolundaydı. çok sevdiğim ve omzumdan bir dakika inmeyen ya da beni hiç yalnız bırakmayan bir minikle günlerim oldukça güzel geçerken evlilik konuşuyorduk ve o' na taşınmamı istemişti. kendi evimi kiraya verip o'na taşındım. taşındıktan tam altı ay sonra bir gece terfi teklifi vs gibi şeylerden bahsedip üçüncü dünya ülkelerinden birine gitmek istediğini söyledi. oradan belki tekrar türkiye ye belki çin'e.
bana sen de gel dedi ama gidebilmem imkansızdı. gitme dedim. gel dedi. kal, sen de gel, gitme, gidicem vs gibi konuşmalar sonunda kavgalara ve yakılan çıtalara, yakılan köprülere dönüştü. bir ocak sabahı evsiz kaldım. eşyalarımın bazılarını bana kızgın olduğu için vermedi. ona yinede kızmadım. canımı yakmak istiyordu. yakıyordu.
kardeşimde oturup kiralık ev bakarken bu nasıl olabiliyor diye düşündüğümü hatırlıyorum.
gözlerimi kapattığımda göcek'te, kaş'ta, yollarda, adalarda, yemeklerde ve her yerde bir minik ve kocaman gülen gözlerle beraber insana ait her duyguyu yaşıyorum ama içimde en çok gülüyorum. çünkü her şey yolunda iken koca iki insanın;
yani sadece bizim değil,
insanların sırf ucuz bir terfi geldi diye ya da para için yıllarını ve kızının çocukluğunu verdiği bir aşkı terk etmeyecek kadar ''insan'' olduğumuza inanmış, inadırılmıştım.
tırnak içine insan yazdım çünkü tam olarak ne diyeceğimi bilemedim. belki vefa, sadakat, söz vermek, aşk, sevgi... olmalı ama bilemedim. insan işte hepsi. sizce de öyle değil mi?
beni bu düşünceye, insan kelimesine yüklediğim anlamlara kim inandırdı?
tüm inançlarım ve düşüncelerim tekrar gözden geçirdim karlı bir sabah kiraladığım eve taşınırken.
elimde kalan çıtalarla tekrar yola çıktım.
''gerçekten mutlu'' hissediyordum.
unutulan replik7 profili
-
en son gerçekten mutlu hissedilen an
-
gelmiş geçmiş en güzel duvar yazısı
en güzel direniş kalbi temiz tutmaktır.
-
çocuk sahibi olunca hayatın kaydığı gerçeği
bazı entry ler vardır. dün düşündüm ama keşke yazsaydım dediğimiz. yazmasak da debe de görünce mutlu olduğumuz. işte bugünün debesi entry beni gülümsetti. çünkü yazmasak da, gitmesek de orda bir entry var uzakta ve o entry bizim entry mizdir.
bu konuda söylemek istediklerim var ama yinede. yazmak istediklerim...
badilerim bilir. sevgilim ve minik kızıyla yaşadım uzun bir süre. evlenmedik.
bir süredir düşünüyorum. çocuk bakmak anaçlık mı, bencillik mi, sevgi mi?
ben çocuk bakmak olarak algılamıyorum olayı nedense. çocuk sevmek olarak algılıyorum. bencillik olarak algılıyorum. daha açık ifade edeceğim, bir saniye. önce keyifli bir kaç şey anlatayım:)
kreşten alıyorum akşam üzeri ve bir minik kreşi hiç mi sevmez? sevmiyor işte. akşam arabamı park edip, yorgunsam kafede bir sigara ve çay içtikten sonra onu alıyorum ve ilk zamanlar hep maruz kaldığım ''siz babası mısınız'' bakışlarıyla kapıda bekliyorum. koşa koşa geliyor merdivenlerden ve sabah giydiği tertemiz beyaz külotlu çorap lekelenmiş. başparmak çıkmış. beni görünce bir gülümseme. gülüyorum ben. hiçbir yorgunluğum kalmıyor. sonra parmağımdan tutup eve yürürken sanki kolum kaç derece sağa sola hareket edebiliyor anlamak ister gibi bir sağa bir sola bir önüme geçer gibi zıplaya zıplaya yürürken dur lütfen falan diyorum. baktım olmuyor sırtımda ilkokul çantası bende onun gibi zıplayarak yürümeye başlıyorum. bir kahkahası var anlatamam. sonra her akşam zıplayarak eve yürüyoruz ve eğleniyorum oldukça. yoldan geçenler gülüyor. hoşuma gidiyor.
gece uyumayınca bazen biz uyuyoruz ama diyerek uyumak üzere odamıza giderdik. hatırlamıyorum ama bazen hasta olup 21:00 de uyumak isterdik işte. annesinin sevgisi farklıydı. anneyi eleştiriyorum sanılmasın. bir gece yatağa geldi ve üfff. keşke birisi bana erimiş kaşar yapsa!! dedi. birisi! öyle eğlendim ki. o kişinin ben olduğumu biliyor. kalkıyorum tek gözümü açıp. erimiş kaşar ve bir kaç şey. ovunçk, ovunçk gibi sesler çıkararak yiyor. o çıkan seslere bakıp gülüyorum.
açmısın diye soruyorum. öyle açımki kafamdan çorba dökmek istiyorum diyor. yemekle hiç arası yok ve açım demesi çok mutlu ediyor. açım dedi. açım dedi...
biz konuşurken hep bizi dinliyor. çok zeki. annesi anlatıyor bir arkadaşına, siyah olanı iyi ki almışım. siyah her şeye yakışır diyor. bir kaç saat sonra biraz uzakta bir markete gidip çıkınca kahve içeceğiz. ben hazırım ve camda sigara içerken bir bakıyorum bizim minik ağlıyor anne offf ya offf derken. pembe mavi çok güzel kıyafetlerini giymiş ve ne oldu diyorum. illa şu siyah koca ayakkabıları giyicem diyor annesi. bakıyorum kocamanlar ve dönüp soruyorum. neden bu botları giymek istiyorsun diye. ağlarken ''çünkü siyah herşeye yakışır'' diyor. kopuyorum. açıklıyorum sonra. iyi ama bu bot diye. giymek istiyor. bırak giysin diyorum annesine. gülüyorum. o da gülüyor. çocuklara soru sorun. herşeyi sorun. hepsinin cevabı var.
bir gün hangi çizgi filmde görmüşse, şemsiye ile çıkmak istiyor yağmurda. yağmur çok ama ve hava ılık değil pek. anneyi de ikna edip tatlı yemeye çıkıyoruz. çıkınca bakıyor ki yağmur durmuş. hıh diyor. bana şemsiyemi ver. öyle bir tonlayıp öyle bir damla yaş çıkıyor ki gözünden. al şemsiyeni agador. hadi uzaklara gidelim diyorum.(agador bir film karakteri ve biliyor) gülüyor. koşuyoruz. anne arkamızdan bakıyor.
bir gece ateşi var. ölüyorum yorgunluktan. çıkıp eczaneye gidiyorum. dönünce şurubunu içiyor. görende kaçkar dağlarından şifalı ot getirdim sanacak beni. öyle mutlu oluyorum.
çok huysuz zamanları vardı. bazen beni deli ederdi ama hep barışırdık. bazen azarlardı hatta beni. bir keresinde günün nasıl geçti diyorum. cevap vermiyor. tekrar soruyorum. cevap vermiyor. sonra bana bağırıyor yaaa sormasana beee diye. biraz sinirleniyorum. susuyoruz. çok güzel susarım ben. bir süre sonra anlatıyor. okulda öğretmeni meğerse... kötü bir gün geçirmiş aslında. anlattığı olay onun boyuna göre büyük. aslında sorduğumda o an büyükler gibi, fena değildi diyerek geçiştirmeyi bilmiyor henüz. bağırıyor sorma diye ve ben aslında ne kadar üzgünmüş, anlıyorum ve sinirlenip sustuğumda düşündüklerim için vicdan yapıyorum.
nerede okudum bilmiyorum;
onların da kötü zamanları var. kötü geçen günleri. bugün hiç erken kalkası onların da olmuyor. sikicem ödevini gibi şeyler onlar da hissediyor biz sikicem projesini derken.
farkında olmasak da robot gibi olmalarını bekliyoruz. her sabah kalkabilmelerini. her soruya sakince cevap vermelerini. ne dersek yapmalarını. karşımızda bir canlı olduğunu unutuyoruz. ben çok sallamamaya çalıştım hep sevimsiz zamanları.
bir gece uyumadan önce hadi bana bir anını anlat diyor. anlatıyorum ama can sıkıntısı geçmiyor. nasıl geldik hatırlamıyorum ama, niye öyle dedin ki diyorum. sen tam bir hayvan dostusun. değilim diyor. öylesin diyorum. yolda gelirken kedi seviyosun, kuş seviyosun,... ama böcekleri sevmiyorum diyor. donakalıyorum. neler sorguladığını fark ediyorum. kavramları sorguluyor. çizgi filmlerde gösterilen ''ideal'' olanı olmaya çalışıyor. yeniliyor bazen. üzülüyor. dünyası kocaman... uyuyakalıyor.
sürekli kedi seviyor. kedi istiyor. annesi kedi bakıyor. cins kedi. nasıl kedi olsun sorusu soruyor annesi sürekli. beyaz olsun. burnu şöyle olsun... başka bir gün yine....
bir gün arabada kedi olsun da, nasıl olursa olsun dedi. kedi satın almamaya anneyi ikna ettikten sonra feci sevimli bir kedi yavrusu görmüştüm bizim kıro tekel bayinde. göz damlası almış. damlatıyor ve aha bu varya çok orospu diyor diğerini gösterip. hep bunun üstünden geçiyor. o küçük olanı bana ver diyorum. al abicim diyor ve kediyi anneyle alıp eve gidiyoruz. kedi el kadar ve kediyi eve bırakıp minik kendisi fark etsin istiyorum. fark ettiğinde pıt,pıt,pıt,pıt diye koşan bir minik. gözleri fırlamış. nasıl mutlu. doğum günü hediyesi. kuzenini arıyor. biliyor musun benim doğum günü hediyelerimden biri canlı. evet evet. canlı kedi. gülüyorum.
bu tip zamanlar çok. bazılarını yazmak istedim. sabahları hep erken kalktım. kahvaltı hazırlardım. bazen halim olmazdı.gerçekten yorulurdum ama beni en çok evin içinde bağırışma olması yorardı. ilk zamanlar nasıl davranacağımı bilemiyordum. psikiyatrise dedim ki, doğal davransam, yani babası gibi, içimden geldiği gibi davransam ne olur dedim?
dedi ki; buna hazır mısın? nasıl yani, hazırım dedim. eğer ona babası gibi davranırsan, istemediğinde mesela dur dersen, sana babasına verdiği tepkileri verecek. sana kızacak.küsecek. oyuncak atacak. sen babası gibi davranılmaya hazır mısın? yani o sana kızdığında, kendini kötü hissetmemeyi başarabilecek misin?
düşündüm. ona ne olursa olsun küsmemem, kişiselleştirmemem gerekiyordu. bazen başaramadım ilk günler. özellikle hayır tavana çıkma gibi şeylere izin vermediğim zamanlarda.
çocuklar için dünya bizim algıladığımız gibi değil. onlar baba kavramını bizim gibi algılamıyor. babası hep olacak ve sen belkide en iyi ikinci arkadaşı olmalısın dedim kendime bir filmden bir repliği düşünerek. çünkü aslında en iyi arkadaş olmak dahi çok sorumluluk ister. biz iyi arkadaştık.
babası iyi bir adamdı ama daha çok görev adamıydı. ctesi alır, parası neyse öder. acil bir durum varsa halleder... ilk günlerde psikiyatrisin çocuğu hafta içi de alın, öğretmenin çocuğu hafta içi de alın uyarılarına pek cevap vermedi. çok bekledi minik. gelmedi. gelsin ve alsın isterdim. biri ile yarışmadığınızda asla sinirlenmezsiniz. ben en iyi ikinci arkadaştım. o babaydı. kedi alacağımızı öğrenince çok kızdı nedense. hastalık kapabilir. gözü kör olabilir. cırmalayabilir gibi şeyler söylemiş. kedi sevmeyi yasaklamış. bir gün merdivenlerde apartmanın kedisini görünce çok korktu minik. sürekli kedi seven bir çocuk bir kaç günde nasıl bu hale gelebildi şaşırdım. o zamanlar sözlükte köpeklerden korkan insanlar, tasmalar falan tartışılıyordu galiba. hayvanlardan korkanlarla dalga geçen entrylere sinirlendim. hayvanlardan korkmak aslında bazen bir ebeveynden korkmaktır yazdım. sonra yendik o korkuyu.(bu olay eve kedi almadan önce oldu)
eve babadan geldiğinde bir saat izin verin dedi psikolog. bir saat bana gıcık davranırdı. iki dünya arasında gidip geliyor ve tekrar bulunulan evin kurallarına ve dünyasına alışması bir saat sürüyor bazen. baba olumsuz şeyler söylüyor bazen ve hep arada kalmış hissediyor. mesela onunla muhatap olma diyormuş ilk zamanlar. sonraları öğrendik. muhatap ne ki? çocuktan ne yapıyoruz falan diye öğrendiğinde bazen sinirleniyor ve sinirlenilen kişinin kendisi olduğunu düşünüyor çocuk. sorumluluk hissediyor daha 5 yaşında. ve bir gün, inanmayacaksınız ama, anlatmadan konuşmayı öğreniyor daha 6 sında.
babaya asla ihanet etmedi. evdeki sevme sıralamasında kediden sonraydım hep sorulduğunda. ama sorulmadığı başka zamanlar da vardı ve hiç önemi yok. bir keresinde anlamıyorum dedi, konu nasıl açıldı hatırlamıyorum. bana dönüp aslında bir kez denese ve oynasa hepimiz arkadaş olabiliriz. ama denemiyor.(babası için dedi)
bir akşam yemekte tartışmamızı dinleyen minik, annesi sorunca en çok kim saçmalıyor diye, bence ikinizde saçmalıyorsunuz ama daha çok sen saçmalıyorsun dedi annesine. koptuk. (sayı olarak bahsediyor. o andan bahsetmiyor. kim daha çok saçmalıyor sayısı)
çok sabrımın bittiği zamanlar oldu. onun gülümsemesi, onun iyi olması, eriyen kaşar, zıplanınca gülen suratlar, kediler vs.. hep beni çok mutlu etti ve hep daha mutlu olmak istedim.
akşamları oynanan oyunlar gidilecek barlardan vs. daha çekici geldi. çok zaman geçirmiştim sokaklarda ve o an minicik bir dünyanın cümleleri içimdeki tüm sevgiyi çoğalttı.
şuraya yazılmış olabilecek olumsuz şeylerin hepsini okumadım ama yazmak istedim bunları. aslında boşanmış bir kadınla evlenmek başlığına, anne ailesinin duruma nasıl yaklaştığını ve çocukları yazacaktım uzunca. yine yazarım bir sabah içimden gelince. demiştim. general olabilecek kadar erken uyanıyorum.
çocuklardan şikayet edilen anlar aslında an. anneler neye sahip olduklarının farkında ama bazen unutuyorlar ve insanlar. çok erken anne olanlar biraz haklı bu arada. çok erken anne olmasınlar. insanların yaşamak istedikleri hevesler var. ama yinede farkındalar.
son diyeceğim şu;
genetik, ırk, din, savaş, gibi kavramları bilmiyorlar. dünya çizgi filmlerdeki gibi.
çocuklar hayatı kaydırmıyor,
el birliğiyle çocukların hayatını kaydırıyoruz.
okuduğunuz için teşekkür ederim. -
kadınların erkekte test ettiği şeyler
önceki gün debe de şöyle bir entry gördüm.
(bkz: #62958240)
femme noir isimli yazarın entry sini okumadım ve yapılan hataya şaşırdım. kendisi psikiyatrist çünkü. sonra gece femme noir in entry sine baktım ve debe entry'sinin konuyu saptırdığını ve yanlış anlamaktan ziyade, yanlış anlamaya çalıştığını düşündüm. sabah mesaj attım kendisine neden kendinizi açıklamadınız diye ve yazar inanılmaz naif bir tutumla beni sessizliğine ikna etti.
o halde ben yazmak için izin istedim;
femme noir isimli yazarın entry'sinde şöyle bir kısım var;
''her insan karşısındakini değerlendirir. bunda bir gariplik yok. ancak bunu test etmek için ortam yaratmaya çalışmak ergenlere özgü bir davranış.''
skeptico isimli yazar arkadaşım ise, kendi debe entry'sine söz konusu kısmın sadece "test etmek için ortam yaratmak ergenlere özgü bir davranış" cümlesini alarak başlamış ve konuyu kadınların erkeklerde test ettiği şeyler başlığından çıkarıp, sosyal ilişkilerde insanların birbirlerini gözlemlediklerini ve femme noir isimli yazarın yanıldığını söylemiş. işte bu davranışa psikiyatri, psikolojik maniplasyon diyor ve meslek içinde kullanımı daha çok maniplasyon olarak geçiyor.
femme noir ergenlerin test ettiği şeyler için ortam hazırlamaktan bahsediyor. ortam hazırlamak! yani kurgulu ortam. karşısındaki insan kıskanıyor mu diye arkadaş gurubunu dahi dahil edilerek yapılan saçma planlar veya çoğumuz yapmışızdır, ebeveynler seviyor mu diye test etmek için yazılıp bırakılan intihar mektupları(keşke birisi gelip böyle bir anısını yazsa) bunlara örnek olabilir.
femme noir her insan karşısındakini değerlendirir, bunda bir gariplik yok demiş zaten. sosyal ortama girince ki konu bu değil, insanlar birbirlerini değerlendirir demiş. debe entry'sinde geçen cümleler gibi bir mühendis başka bir mühendisi değerlendirmez dememiş, değerlendirmek için ortam hazırlamaz, karşılaşmak için kurgu yapmaz demiş.
ve devam etmiş,
yetişkin bir insan test etmez. birlikteliğini yaşar. zamanı gelince ilişki içinde herşey kendisini sınar demiş. kadınlar ve erkeklerden bahsediyor yazar!! başlık belli.
cümle şu; ''bir erişkin, karşısındaki insana dair merak ettiği ve görmek istediği şeylerin sınanacağı vaktin eninde sonunda geleceğini bilir. teste, quize gerek yok, en iyi öğretmen hayatın kendisidir.''
aynı sosyal gözlemleri hepimiz yapmaya çalışıyoruz skeptico gibi. sözlükte gözlem durumu daha da farklı oluyor ve hangi durum karşısında kim içten ya da kim öfkeli, kim kendini paylaşıyor ya da kim ne yazıyor hepimiz gözlemliyoruz.
skeptico isimli yazar arkadaşım konuyu yanlış anlamaktan çok, yanlış anlamaya çalışmış ve cümlenin bir kısmını alarak konuyu sosyal ilişkilere getirmiş. femme noir e haksızlık etmiş ve bu haksızlık yanlış anlama ile değil, maniplasyon ile dile getirilmiş. üzücü olan bu.
ben de maydanoz olduğum için fikir beyan etmek istedim ve soruyorum;
insanları yanlış anlamanızı anlıyorum,
ama neden yanlış anlamaya çalışıyorsunuz?
okuduğunuz için teşekkür ederim. -
seviştikten sonra kaybolan erkek
sorun kaybolmasında değil, öncesinde atılan taklada!!
ben de bu cümleye katılıyorum ama takla tek başına atılmıyor. konuya bir de erkek bakış açısıyla bakalım kimseyi kırmadan. dökmeden. maksat bakış açısı kazandırmak, dimi. maksat ayna olmak.
hayatınızda var olan erkekleri bu tip taklaları atan ve atmayan erkekler olarak ikiye ayırıp, takla atanlardan şikayetçiyim ve atmayan erkekler kıymetlidir gibi bir cümle kuruyorsanız, henüz kendi taklanızın farkında değilsiniz demektir. bu bir domino dansı.
bu konuya döneceğim, ama öncesinde bir hikaye anlatayım.
eskiden, çok eskiden, yazlıklar dutlukların arasına serpişmeye başlamışken giderdik yazın sahile. çadır falan kurardık. otostopla gezerdik. hoş çocuklardık. yani bence. doksanların ne kadar trend davranış tripleri varsa yapıyorduk. buz mavisi kotla üstsüz ve fit dolaşmak, saç uzatmak, gömlekler, kumsala yakılan ateşler, dolunayda denize girmeler, aşık olmalar, unutmalar vs. tüm bunlara hakkımız vardı. ergendik. bir grup vardı kızlardan oluşan. o gruptaki bir kızdan hoşlanıyorum ve akşam sahile, ateşin oraya gelince konuşacağım. zaten hoşlandığımı arkadaşlarıma söylemişim ve bir şekilde kızın haberi var. akşam gelirse o da istiyor demektir yani!
akşam oldu ve kızlar geldi. ben her zamanki triplerimle kıza biraz yürüyelim mi dedim. tabii dedi kız. yürüdük. ateş uzaklaşıyor ve ay bizi takip ediyordu. denizin sesi güzeldi. ben her zamanki cümlelerle kıza senden hoşlanıyorum dedim. her zamanki cümleler!! o zamanlar bir kalıp vardı. aslında her zaman bir kalıp vardır ve kalıpları bir gelip yıkana kadar o kalıp kullanılır. yeni kalıplar bulunur. neyse,
o zaman ki kalıp şu; erkek hoşlanıyorum derdi. kız çok tatlısın gülümsemesiyle biraz yaklaşır ve ben bu konuyu düşünebilir miyim der ve ertesi gün çıkma teklifinizi kabul ederdi. sonrasında geçen zamana orantılı yayılmış el tutmalar ve öpüşmeler olurdu. bazen biraz daha ileri gidilir aşıkmış gibi olunur ve güzel şeyler yaşanmaya çalışılırdı. sonra biterdi. biraz üzülürdün ya da bazen üzülmezdin. sonra, başka bir kıza yürüyelim mi derdin? o da ertesi gün kabul ederdi...
ismi hale idi. senden hoşlanıyorum dedim. kız şöyle bir baktı bana. cümlelerim öyle kalıplaşmış cümlelerdi ki, benden cidden hoşlanıyor musun yoksa derdin cinsellik mi dedi? (seks diyemedi. sanırım onun da kalıpları vardı) derdin cinsellik ise söyle, hoş çocuksun. bu cümlelere gerek yok dedi. ben hebelü hebdi sumani vonskana dedim. kızıl dereli gibi tutturulmuş saçlarına, üzgün ve sinirli bakan gözlerine baktım. yok diyebildim. derdim cinsellik değil.
sonraki günler buluştuk, öpüştük ve denizi dinledik bir kaç gece. kalıp cümleler kurmadım. daha doğrusu kuramadım!! kasıklarından karnına çıkmaya çalışan bir kertenkele dövmesi vardı şortundan görünüyordu. sonra bir gece, sevişelim ama biter dedi. neden dedim? her şeyi yaşamış oluyoruz dedi. sıkılmıştı sanırım ya da onun da atması gereken tripler vardı. bilemiyorum. ama trip atmaya hakkımız vardı. ergendik. neyse, biter dedi. bu söz bana incitici geldi o an. sanırım ondan fazlaca etkilenmiştim şu cümleler yüzünden. daha doğrusu nasıl davranacağımı şaşırmıştım. hayır dedim. kız gitti. ve bitti. arkadaşlarımın yanına döndüm ve her zamanki aşık triplerimle olanları anlattım. bütün yaz benimle dalga geçildi. ilerleyen günlerde olayı anlattığımı duyan hale, acır gibi bakıyordu bana yürürken. yani berbat bir yazdı tamam mı? şimdi gidin lütfen!
hikayem buydu. bu coğrafyada doğuyoruz. bu coğrafyada karşımıza çıkan kitapları, inançları, kadınları, erkekleri okuyoruz. kimi zaman kadınları/erkekleri kendimizi haklı hissetmek üzere değerlendiriyoruz. kimi zaman gerçeğe ulaşmak için. o yaz olanları anlattığım ve açık sözlü olamadığım için utandım ben. bir başkası orospu dedi. ben utandım. bir daha hiçbir şekilde bir kadınla yaşadıklarımı anlatmadım.
bir taşa çarpmıştım. o taşı kendimi yontmak için kullandım. çünkü, asıl taş, kaya, ilkel olan bendim.
yaşadığımız ilişkilerde taklalar atıyoruz. erkeğin belli cümleleri var ve o cümleler yaşanırken bir alışveriş var. alışveriş sadece yazıldığı gibi evlilik ve cinsellik parametresinde atılan bir takla değil. erkek evlilik kozunu kullanmak için romantik taklalar atmıyor. kadınlar da cinsellik kozunu kullanmak için bu taklaları attırmıyor. bu takla beraber atılıyor çünkü kalıplarınız var!!
siz bir erkeğe ya kes şu saçmalıkları, seninle sevişeceğiz zaten, yalan konuşma, gel şurada adam gibi bişiler içelim dediniz mi? hayır. neden? çünkü bu coğrafyada size öğretilmiş ve kafanıza kazınmış bazı şeyler var. kendinize dahi itiraf edemiyorsunuz sadece o anı yaşamak istediğinizi. kendinizin algısıyla, orospu falan olmaktan korkuyorsunuz. gelip buralara, keli şişmanı kim sevecek, adam mecnun du gibi şeyler yazıyorsunuz. oynanan tiyatro sizin aslında kendinize orospu dememeniz için oynanıyor. erkekler aynı coğrafyada kadınlara direk talebim seks der ise kadın gider diye ezberlemiş. aslında öyle değil ama ezberlenmiş. ve bu ilişki yumağına takılmışsınız. birlikte olduğunuz insan sizsiniz. şikayetçi olduğunuz insan sizsiniz. eğer o kalıptan ve tabudan çıkarsanız, birlikte olduğunuz insan da değişecek. bu konu bitecek!
kadınlar istekleri ile değil, çelişkileri nedeniyle tuhaf algılanırlar erkekler tarafından. ve o an bu çelişkilerinizi yüzünüze vurmak istemezler. çünkü sevişmek için içine girilmiş bir domino dansı bu ve yüzünüze söyleseler dahi sevişebileceğinizi, daha güzel olabileceğini tecrübe etmemişlerdir!! onlar için bu da üzücü...
ve yaşadığınız gereksiz bir acı! kadınsınız. erkeksiniz. yaşadıklarınızı değil, yaşama biçiminizi eleştirin! karşınıza çıkan kişiye, söyleyin. şu an hayatımda yaşamak istediğim ilişki şekli bu deyin! saygı göreceksiniz. ama hem yaşamak isteyip, hem kafanızdaki imajlarla ve tabularla mücadele edip, hem belki buradan bir ilişki çıkar gibi şeyler ile boğuşuyorsanız, bu çok üzücü ve yorucu. yapmayın bunları kendinize!
taş olun. yontun. taşa çarpınca kafanızın acısını değil, içinizin acısını ve nedenini düşünün. ve hayat karşınıza çok taş çıkarsın, güzel bir hayatınız olsun:)
sizi seviyorum.
o kadar doksanlar tripleri falan dedik. domino dansı dedik. şuraya konuyla alakalı bir şarkı koyalım.
dimi.
iyi bayramlar. bana tatil başlayınca bayram geliyo da... -
23 adamla yatıp geçmişi boşver senleyim diyen kız
bazı diyaloglar hiç olmaz. mesela şu komutanın odasına vurdum kapıya tekmeyi girdim gibi.ama birileri tarafından üretilir hep. geçmişinde 23 ya da çok kişiyle birlikte olmuş kadın denilince aklıma eğitimini bitirmiş, işi gücü, maaşı yolunda olan 30 üstü kadınlar geliyor. hatta boşanmış ve çocuk sahibi olabilirler. bu kadınlarla tanıştığınızda kendinden bahsetsene dediğinizde kendilerinden bahsederler. eski ilişkilerini sorarsanız eski ilişkilerinden yer etmiş bir iki kişi ya da olay anlatırlar. bazen neden boşandıklarını ya da neden evlendiklerini.
diyelim siz haddinizi aşıp peki kaç kişi oldu diye sordunuz, bence soramazsınız ama hadi sordunuz, sanane derler. geçmişi boşverelim demezler. sanane derler. geçmişi boşverip benimle ol demezler. bu soruyu soranla ne işim olur derler.
yani bazı diyaloglar hiç yaşanmaz.
içinde 23 geçen bir diyaloğa en yaklaştığın an şudur;
bazen bir kadın geçmişimde 23,33 vs kişi oldu der. ve susar. kıskanmanı ve kafayı sürekli neler olduğuna takmanı ister. geçmişi boş verelim demez. aksine o geçmişe takılmanı ister. bazen takılırsın.
geçmişe takılabileceğini hissettiği halde sizinle olmak isteyen kişi 23 kişi oldu ve boş verelim geçmişi demez. geçmişi silip gelir ya da bunu sizden gizler. boş verelim geçmişi der. başlığı açan kişi gibilere daha mantıklı gelir bu kişi. sonuçta 23 ilişkisi olmuş ve bunu çekinmeden söyleyen hayali kadından iyidir.
ve bazen bu insanlar, evlenirler.
evlenirler ama bazı diyaloglar hiç yaşanmaz. -
kadınını oral seks ile uyandıran erkek
(bkz: #61563584)
ahahaha...
dün bu entry'i okuyup kaç kişi sevgilisine ''hayatının'' ahahaha orgazmını yaşatmaya yeltendi merak ediyorum?
yapmayın, söylemeyin şöyle içi boş şeyler.
her şeyi genelliyorsunuz ya. ona bayılıyorum.
birini sabah uyanır uyanmaz bakıp sevecek, tenini öpecek ve sabah oluşan ağız kokusu ve ter kokusuna dahi aşık olmanız durumunda ancak karşı taraf içinizden geldiğini hissederse ve içtenliğinize inanırsa o an çok özel bir ana dönüşebilir.
insanı en mutlu eden şey sonunda çok sevdiği biri tarafından çok seviliyor olmak olacaktır bu oral seks ile gösteriliyor olsa dahi.
içinizden gelmiyorsa ve hissetmiyorsanız yapmayın. kadınlar da salak olmadığı için bunu sadece yine kendi egonuz nedeniyle '' hayatının orgazmını yaşatan erkek'' olmak istediğiniz için yaptığınızı, aslında ortada aşkla oluşmuş bir istek olmadığını anlayıp size sabah sabah deli misin gibi şeyler söyleyeceklerdir.
sonra başka kadınlar çok mutlu oluyormuş, ekşide okudum. sen öküzsün diye gelip buraya entry ler girmeyin.
önce içten olun. sadece aşkla olabilecek davranışlar taklit etmeye çalışmayın.
hala düşününce gülüyorum. her kadına nasip olmazmış bu erkek. vay be. bir de tam boşalacakken en savunmasız halinde ahahaha, en savunmasız hali!!,
boşalırsa hayatının orgazmı ahahaha....
aklıma olabilecek diyaloglar geldi;
1) ımmmmhh. napıyosun sabah sabah aşkım. uyuyorum burada manyak mısın?
2)yaaa ter kokuyorumdur aşkım yapma sabah sabah. yaaa bi dur sabah sabah bu ne?
3)porno izleyip mi geldin sen?
....
gülüyorum ama aklıma biri geldi. yapmayın böyle.
siz bırakın en savunmasız halinde bir kadına hayatının orgazmını yaşatmayı da,
siz en savunmalı hallerinizde bomboş bir entry ile sanki en savunmasız yerinize,
yumruk yemiş gibi hissettiniz mi aylar sonra bir sabah sadece kahvenizi içerken?
ben küfürden hoşlanmam ama debe ye sokacağınız entry'i sikeyim demiş miydim?