renseignements5
profili

  • fazıl say'ı üst düzey besteci ve piyanist sanmak

    fazıl say'ın türkiye'deki en önemli piyanisti ve besteci, dünyanın gıpta ile baktığı, klasik müzik çevrelerince el üstünde tutulduğu sanrısıdır. david helfgott veya lang lang isimleri gibi olduğundan fazla biri olarak konumlandırılmaktadır. kötü bir besteci veya piyanist olmasa da üst düzey olmadığını düşünüyorum ve klasik müzik ile ciddi anlamda ilgili çoğu insanın da böyle düşündüğünü görebiliyorum.

    piyanist ve bu işlerin içinde yıllardır bulunan biri olarak konuşuyorum. bu işlerin içinde az çok olan veya klasik müziği yoğun olarak dinleyen kişiler de fark etmiştir fazıl say'ın abartılma durumunu, başka kişilerin yazdığı entryleri de referans verecem gerekirse.
    ne yalan söyleyim cem adrian'ın vasat bir vokalist olması başlığındaki entrymde fazıl say'a hafiften dokundurduğum zaman gelen tepkiler ve küçümsemeler -müzikten anlamadığıma dair- üzerine yazıyorum bunu biraz da. fazıl say'ın otorite ve dokunulmaz kılınmasını saçma bulunuyorum açıkça. besteciliği sinan akçıl ile değil, modern ve geçmiş klasik müzik bestecileriyle karşılaştırarak bunu diyorum. piyanistliğini eleştirken baz aldığım isim ümit besen değil günümüz ve geçmişin büyük piyanistleri. yoksa günümüz tırt pop bestecileri ile kıyaslarsak tabii daha iyi fazıl, ama amacım onu üçüncü ligdeki demet akalın ile kıyaslamak değil, birinci ligde lidermiş gibi davranılıyor madem, biz de ona göre kıyaslamamızı yapalım: yani klasik müziğe girince işler değişiyor, keçinin olmadığı yerde koyuna abdurrahman çelebi derler durumu yaşanıyor bir nevi.

    öncelikle sert ve net bir girizgah ile başlayacam: sergey rahmaninov, josef hofmann, ignaz friedman, leopold godowsky, walter gieseking, artur schnabel, harold bauer, heinrich neuhaus, egon petri, percy grainger, wilhelm kempff, wilhelm backhaus, edwin fischer, benno moiseiwitsch, mischa levitzki, myra hess, elly ney, guiomar novaes, marcelle meyer ,alfred cortot, josef lhevinne, simon barere, olga samaroff, eileen joyce, ricardo vines, samuil feinberg, vladimir horowitz , sviatoslav richter, dinu lipatti, shura cherkassky, arturo benedetti michelangeli, arthur rubinstein, glenn gould, vladimir sofronitsky, emil gilels, clara haskil, claudio arrau, jorge bolet , samson françois, maria yudina, solomon, gyorgy cziffra , john ogdon, rudolph serkin, samson françois, lazar berman, grigory ginzburg, clifford curzon, vlado perlemuter, annie fischer, eunice norton , william kapell, tatiana nikolayeva, friedrich gulda, earl wild, zoltan kocsis, gunnar johansen, halina czerny-stefanska, alfred brendel, grigory sokolov, alicia de larrocha, martha argerich, cyprien katsaris, idil biret, livia rev, daniel barenboim, maurizio pollini, ruth slenczynska, maria joao pires, radu lupu, stephen hough, andrei gavrilov, ingrid haebler, hüseyin sermet, cecile ousset , nelson freire, garrick ohlsson , krystian zimerman, andras schiff , leon fleisher, angela hewitt , moriz rosenthal, vladimir de pachmann, ignacy jan paderewski, arthur de greef , alfred grünfeld, emil von sauer, raoul pugno, mieczyslaw munz, dirk schafer, leff pouishnoff , walter rummel , agnelle bundervoet, michael von zadora, robert lortat, rudolph ganz, marcel ciampi, marie novello, david saperton , ervin nyiregyhazi , blanche selva, zbigniew drzewiecki...
    caz dendiğinde söyleyebileceğimiz devler bill evans, art tatum, bud powell, herbie hancock, thelonious monk, mal waldron, ahmad jamal, red garland, herbie nichols, cedar walton, chick corea, joe zawinul, mccoy tyner, john lewis, george russell, misha mengelberg, duke ellington, bobby timmons, horace silver, kenny drew, hank jones, keith jarrett, alan broadbent, michael weiss, ketil björnstad, lennie tristano, oscar peterson, nat king cole (kendisi vokalistlik yapmadan önce piyanist idi, triosu falan var buna eleştiri getirenlere), michel petrucciani...

    bu piyanistlerden kaçını biliyorsunuz ? daha önce kaçını dinlediniz ? özellikleri nelerdir ? kaçını duydunuz ?
    bir piyanist de olarak ben bu bütün büyük piyanistlerin her kaydını dinlememişimdir neredeyse, bu konuda yüzlerce kitap okudum, piyanistler ile konuştum (idil biret'ten tut alfred brendel'a kadar), organizasyonlarda bulundum. bunları söylüyorum çünkü öyle konu ile alakasız biri değilim. en azından çoğu insan gibi 3 5 piyanist bilip fazıl say'ı göklere çıkarmıyorum. maalesef insanımız bunu çok yapıyor, çünkü haspam ödül alan herkesi göklere çıkarmayı iyi biliyor. neyse.

    öncelikle olayı daha netleştirmek için şimdi çok temel ve basit bir noktaya girecem. klasik müzik dinleyicisini basitçe 8 kesime ayırabiliriz:
    *1- yarı zamanlı klasik müzik dinleyicisi.
    klasik müziğe özel bir ilgisi yoktur ama duyduğu zaman da kaçınmaz. filmlerden veya çeşitli yerlerden duyduğu zaman hoşuna gider. klasik müzik dinliyorum iddiasında bulunmaz. çok az da olsa aklına gelirse klasik müzik konserine gidebilir. dönem dönem bu sevdaya kapılıp gider. isimleri karıştırır, kim sağırdı gibi çerez bilgileri unutabilir. hiçbir zararı yoktur, kendi halindedir.
    *2- çömez klasik müzik dinleyicisi.
    klasik müzik hoşuna gitmektedir, sık sık dinler. ama klasik müziğin uçsuz bucaksız olduğunun ve başlangıç seviyesinde olduğunun da farkındadır. bu işe ilgilidir, öğrenmek ister. konserlerde ne yapılır ? hangi besteci hangi döneme ait ? bu gibi bilgileri edinmeye başlamıştır. belli başlı eserlere takıntı derecesinde sevgi besler. film müziği bestecilerini de klasik müzik sanmak gibi bazı yanılgılar içerisinde olabilir, doğaldır. bu evre kişinin ilgisi ve çabasına bağlı olarak zamanı değişse de herkesin bir dönem yaşadığı bir evredir.
    *3- popüler klasik müzik dinleyicisi.
    klasik müziğe oldukça ilgili fakat bu derin sularda sığ kulaçlar atabilen kesimdir. piyasadaki popüler eserleri, bestecileri, festivalleri, yorumcuları takip eder sürekli. beethoven'ın 9. senfonisini değil 9. senfonisinin dördüncü bölümünü çok sever genelde. şehrine gelen övgü ile söz edilen isimleri itina ile dinler, konserlerine gider çalacağına bakmaksızın (bkz: solist dinleyicisi). richard strauss, richard wagner, gustav mahler, arnold schoenberg, paul hindemith gibi bestecileri sıkıcı ve anlamsız bulur genel olarak. ama klasik müziği hatim ettiğini düşünür. dört mevsim, johann strauss'un valsleri gibi yapıtları çok sever. fazıl say, david helfgott, andre rieu, andrea bocelli, lang lang gibi yorumculara bayılır. yeni yıl konserlerini kaçırmaz. anlaşılması kolay ve popüler şeyleri sever kısacası. çoğunluk budur, klasik müzik dinliyorum diyen çoğu kişi işin en popüler ve vasat şeylerini bilir genel olarak. başka yazarların entrylerinden de nasıl bir şey olduğunu daha iyi anlayabilirsiniz, örneğin: (bkz: #57422946) (bkz: #25696534) (bkz: #57415309) (bkz: #44844906) (bkz: #23710769)
    *4- göstermelik klasik müzik dinleyicisi.
    klasik müziği statü aracı olarak görür. tam olarak anlamasa da entelektüel görünmek ve prim yapmak için klasik müzik dinlediğini söyler. konserlere de gider, dostlar bizi görsün maksadıyla. ama burada samimi bir dinleme söz konusu değildir.
    *5- ilgisiz konservatuar öğrencisi dinleyicisi.
    klasik müziği ders olarak görür, sıkıcı bulabilir, ilgili değildir fazla. ilgisizlikten dolayı bilgili değildir çoğu konu hakkında. popüler klasik müzik dinleyicisi kıvamında olur çoğu zaman.
    *6- derin klasik müzik dinleyicisi.
    artık çoğu besteciyi iyice kavramış ve zamanla kavrayacak olan, birçok büyük piyanisti fark eden ve eserleri yorumdan yoruma ayırmayı becerebilen kimselerdir. richard wagner, anton bruckner, robert schumann ve alban berg gibi pek genele hitap etmeyen bestecileri de özümseyebilmiş, beethoven veya chopin gibi anlaması herkesce pek de kolay olmayan son dönem eserlerini de dinleyebilen, çok az dinlenen charles-valentin alkan gibi bestecilerden de haberdar olan dinleyici kesimdir. vladimir horowitz, sviatoslav richter, arturo benedetti michelangeli, arthur rubinstein, glenn gould, wilhelm kempff gibi piyanistleri sever genel olarak. eserleri tek bölümden değil tamamını dinlemeyi sever. besteceilerin biyografilerini vesaire okumuştur muhtemelen. azınlıktır.
    *7- virtüöz klasik müzik dinleyicisi.
    klasik müziğe aşırı ilgi duymasının yanında nota okumayı, armoni okumayı, enstrüman çalmayı, beste yapmayı bilen ve klasik müzik aşığı kimselerdir. teorik ve pratik olarak derin klasik müzik dinleyicisinden bir adım önde olduğu için daha iyi farkına varabilir bazı şeylerin. zamanla klasik müzik veya diğer müzik türlerini dinleyerek kendini geliştirmiştir.
    *8- klasik müzik icracısı, eleştirmeni veya bestecisi
    işin içinde doğrudan olan kişilerdir. hobi olmaktan çıkmıştır klasik müzik onlar için.

    eğer ki biraz gözlemle yapacak olursak görülecektir ki fazıl say'ın saygı uyandırdığı kesim sözünü ettiğim ilk beş kesimdir. kendisini göklere çıkaran kesimse 3. kesim olan popüler klasik müzik dinleyicisidir çoğu zaman, bu kesim dediğim gibi fazla piyanist veya besteci bilmez bu yüzden de önüne en çok çıkan ismi farklı bir konuma sokar, karşılaştıracak fazla kimse de bilmiyordur. diğer sözünü ettiğim derin klasik müzik dinleyicisi veya eleştirmeni tarafından hiç de öyle saygı duyulan, göklere çıkarılan bir kimse değildir. işin gurmeleri için burger king'ten farksızdır.

    ---- piyanist ve besteci fazıl say'a eleştiri, peşin bilinçsiz yargılar---

    ** türkiye'de kendisinden iyi başka isim mi var ?
    alfred cortot ve wilhelm kempff gibi iki efsane piyanistten özel ders almış, birçok efsane orkestra şefi ile beraber konserler vermiş idil biret kendisinden çok daha saygı duyulan ve üst düzey bir piyanisttir. yine fransa'da özel olarak eğitim görmüş hüseyin sermet veya gülsin onay gibi piyanistler de kendisinden daha üst düzey bir piyanisttir. ama fazıl say hepsinden daha ünlüdür çünkü ünlü olmanın kriteri en iyilerden olmak değildir.

    ** fazıl say neden bu kadar çok konuşuluyor o zaman ?
    çünkü babası ahmet say'dır, nazım gibi popüler oratoryoları ve fenerbahçe için bestelediği marşlar vardır, hande ataizi gibi kişiler ile medyatik ilişkileri olmuştur, politik olarak faal olmuştur, piyano festivalinden kovulmuştur, arabesk yavşaklığından utanıyorum gibi söylemleri ile gündemden düşmemişliği de vardır da vardır. türkiye'de sanatından çok konuşulan şeyler hep başka şeyler olmuştur genelde. sürekli üstüne gelindiği için koruma içgüdüsü de baskın çıkmıştır, çoğu konuda mağdur edilmiştir ama bu bir gerçek -sansür vesaire-.
    ama klasik müzikte popüler olan iyidir damgası işlemiyor maalesef. yapıtları ve konserleri ile değil de bambaşka konularla gündem olarak özellikle !

    ** x yarışmasından ödül aldı, birinci oldu, ee daha ne ?
    fazıl say'ın ödül aldığı yarışmaların çapı hakkında bir bilginiz var mı ? kaç tane konuşulan büyük bir piyanist çıkarmışlar sizce ? cannes film festivalinde verilen ödüller ile kıyada köşede kalmış festivallerin verdiği ödüller nasıl bir değilse benzer şey klasik müzik ödülleri için de geçerlidir. örneğin uluslararası fryderyk chopin piyano yarışması gibi bir prestjli yarışmada dereceye giren piyanistler büyük çapta şöhrete ve kariyere sahip olmuşlardır, bu tarz önemli bir yarışmadan derecesi vesaire yok kendisinin. mesela 1994 yılında kazandığı söylenen "genç konser solistleri avrupa yarışması" varmış, şuan devam edip edilmediği bilinmeyen hiçbir prestiji olamayan bir yarışma, "genç" vurgusuna da dikkat edelim, daha piyasaya girmemiş isimler arasında yapılan yüzlerce yarışmadan sadece birini kazanmış yani kendisi, kıyrıtık bir üniversitenin yaptığı kısa film yarışmasını kazanan bir yönetmen gibi bir durum bu da aşağı yukarı. bunun dışında günümüzde yarışmaların çeşitliliği o kadar artmıştır ki hepsi farklı kriterleri göz önüne alıp ödül verebilir. yani bu ödül mevzusuna takılmayın. böyle yerlerden hep derece ile ayrılmış ama hiçbir şey olamamış nice icracı var piyasada.

    ** ama o kadar iyi eleştiri her yerde...
    ciddi birinden iyi yönde bir eleştiri gösteriniz ? popüler dinleyici kitlesine yönelik çıkan dergilerin yaptığı olumlu yorumları bir kenara bırakırsınız ciddi klasik müzik ortamlarında iyi eleştiriyi bırak eleştiri yapmaya dahil tenezzül etmiyorlar. iki dakikalık bir google taraması ile mesela bir eleştiri göstereyim size, 5 yıldız üzerinden 1 yıldız aldığı beethoven'ın üç piyano sonatına yaptığı bir albüm eleştirisi, yerden yere vurulmuş:
    "first thing, he's got to stop vocalizing. every time the music gets going, fazil say starts groaning, moaning, singing, or, worst of all, sniffing. that right there is enough to put his recordings out of contention. next thing, say has to stop jumping the downbeats, pushing the tempos, clipping the rhythms, and exaggerating the dynamics. after that, he has to switch repertoire. sure, he can play the all notes in the finale of the "appassionata," the "waldstein," or the "tempest" at supersonic speed, but for all the actual musical content of his performance, he might as well be working an adding machine. and the slow movements? forget it. say can't help nudging the tempo, bending the phrases, and ultimately sentimentalizing and trivializing beethoven's deepest emotions. say should try liszt or scriabin: they'd be perfect together. but even in liszt and scriabin, if he's going to groan, moan, sing, and, worst of all, sniff, say's never going to make a listenable recording. naïve's sound is true, all too true."
    klasik müziğe gönül vermiş kişiler benzer şeyleri düşünüyor diyebilirim. sözlükte bile klasik müzikten az çok anlayan kesim kendisini yerden yere vurmaktadır, örneğin: (bkz: #21789471) (bkz: #43648231) (bkz: #44804652). örnek verdiğim entry yazarlarına bakın sözlükte neredeyse sırf klasik müzik üzerine yazan, iyi anlayan kişiler. yani demek istediğim tek düşünen ben değilim, işin derinine girmiş kişiler farkında bu durumun az çok.

    ** yurtdışında çok ünlü, konserler veriyor, çok popüler.
    öncelikle bunun klasik müzikte bir kıstas olmadığını bilmeniz gerekiyor. sandığınız kadar ünlü değil ama ünlü olsaydı da bu bir kıstas değil, özellikle klasik müzik söz konusu olunca. klasik müzik dağıtımcı şirketleri ve konser organizasyon şirketleri klasik müziği herkese ulaştırmak (asıl amaç daha çok para tabii) amacıyla belli başlı isimlerden star yaratıyorlar, özellikle klasik müziğin gelenekselleşmiş yanlarından uzak olan nispeten fazla derinliği olmayan isimleri. amaç herkese ulaştırmak. lang lang, david helfgott, maksim mrvica gibi gibi. bu kişiler klasik müzikle alakası olmayan insanları kazandırmayı amaçlama maksadıyla -basit olmalarından ve şovmen yanlarından ötürü- pohlanıp durulur. yani günümüzde popülerlik kazandıran şey kalite değil herkese ulaşabilirliktir. pop müzikte de nasıl zamanında en çok satan isimler michael jackson, pink floyd, the beatles gibi kaliteli isimlerken günümüzde justin bieber'lara evrildiyse benzer durum klasik müzik için de geçerlidir. 70'lerde ünlü olan piyanist ile 2000'lerde ünlü olan piyanistler arasında büyük bir fark. fazıl say da türkiye için benzer bir şeyi ifade ediyor, bugün idil biret'i ücretsiz açık hava konserinde çaldırtsan insanlar sıkılıp gidecekken fazıl say için aynı şeyi söyleyemeyiz onu getirtsek insanlar dinler çünkü klasik müzikte kalite arttıkça dinleyici düşebilmektedir çoğu şeyde olduğu gibi.

    ---- piyanistliğine ve besteciliğine eleştiri ----

    ** piyanistlik repertuarı aşarı dar **
    genel olarak beethoven, mozart ve bach ekseninde kalmıştır, ki onlarda da tüm eserlerinden ziyade başlıca bazı eserleri repertuarındadır. dünya çapında bir piyanist için (!) oldukça komik bir repertuar. arada gershwin'den veya liszt'ten falan da birkaç eser var tabii ama çok çok yetersiz. öğrenci misin sen ? adam ama besteci demeyin, sonradan besteciliğe kaydı.
    mesela idil biret'in repartuarı (buraya kopyalasam entrymden uzun olacak: http://www.idilbiret.eu/en/?cat=9 . ki kadın mesela chopin'i "tüm solo piyano parçaları" diye es geçmiş tek tek yazmamış, çok geniş bir repartuar, fazıl say'ın repartuarı idil biret'in 100'de 5'ine denk geliyorsa iyidir bence ki sanmıyorum.

    ** yalan yanlış bilgilerle insanları kandırıp kendini yüceltme **
    fazıl say'ın sürekli başvurduğu bir teknik. bir eseri çalmadan önce kitlesine o eser ile ilgili bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde yanlış bilgi vermeyi görev edinmiş sanırım kendisi. işin içinde kendini yüceltme de olduğu için bilinçli yapıldığını düşünüyorum. örneğin, zamanında ludwig van beethoven'ın oldukça zor hammerklavier sonatını çalmadan önce eserin zorluğundan bahsetmiş sonra da tamamen atmasyon bir biçimde bu eseri dünya'da halihazırda 5 veya 6 kişinin bu eseri çalabildiğini, onlardan birinin de kendisinin olduğunu belirtmiş, nereden baksan elde kalan bir şey söylemiş. eser çok zor evet ama youtube bile yazsanız yüzlerce farklı piyanistin kaydına ulaşabilirsiniz, fazıl kendini yüceltmek adına bazı şeyleri çarpıtmaktan geri durmuyor. mesela geçen günlerde yinelediği bir yanlış daha: (bkz: #57514580)

    ** ikinci sınıf piyanistlik birinci sınıf şovmenlik **
    öncelikle ilk başlarda saydığım isimlerle fazıl say'ı kıyaslamamız mümkün değil, piyanistliğinde ciddi kusurlar görülür. bazen güzel fikirlerle yola çıksa da bütünde problem yaşar. şov için yaptığı ağlama numaralı, elleri havalara kaldırma, sallanıp durma gibi hareketler zaten kötü olan tonunu tamamen mahvediyor, önemli olan içerik değil sunuş ve paketleniş oluyor, insanlar o hareketleri görüp kendisinin eseri "yaşadığını" düşünüyor ama aslında bazı şeylerden ödün veriyor bunu yaparken. farklı olacağım diye yaptığı gereksiz saçma hareketlerle eserlerin özünü bozması da cabası. glenn gould takidi pozlar kesmek ve çalmaya çalışmak insanı glenn yapmıyor maalesef. cümleleme ve nüanslardaki zayıflık diğer prof piyanistlerle karşılaştırınca çabucak belli olmakta. klasik müziğin popçu piyanisti desek yeridir kendisine. cümleleme ve nüanslarda zayıflık her kaydında belli olmakta diğer isimlerle kıyaslayınca.

    ** çağdaş bir besteci değil **
    klasik müziğin günümüz hatta geçtiğimiz yüzyılın anlayışından oldukça uzakta bir besteci olduğu aşikar. aslında daha da büyük bir problem var, bestelerinin çoğunun klasik müzik olup olmadığı bile şaibeli bence.

    ** dizi/film müziği mi yoksa klasik müzik mi ?
    her klasik müzik formunu, işleyiş biçimini ve enstrümanlarını kullananın klasik müzik olmadığı bir gerçek. john williams, hans zimmer, yann tiersen gibi bestecilerin bugün klasik müziğe dahil edilmemesinin başlıca sebepleri var. fazıl'ın film müziğini andıran çok fazla bestesi var, kumru ya da istanbul senfonisi gibi. bunun dışında diğer yerel müzikler ile klasik müziği birleştiren béla bartók, george enescu ve györgy ligeti gibi bestecilerin yanına yaklaşamadığı da açık. armonik ve polifonik olarak ve eserlerini işleyişi klasik müzik standartları için çok zayıf. günümüzde ve ileride önemli bir klasik müzik bestecisi anılmayacağı görülmektedir şuan.

    **çalıntı eser**
    evet, brahms senfoni no. 3'ten yapıtğı çalıntıyı da unutmuşum ekleyim buraya, bu kekre dünyada :) daha detaylı bilgi için (bkz: #44804498)

    ----------
    kısacası kendisi kötünün iyisidir. iyilerin iyisi değildir. eleştiren bu yüzden eleştiriyor. işin klasik müzik boyutu olduğu vakit fazılı kıyaslamamız gereken piyanistler bar piyanistleri değil ya da kıyaslanması gerek besteciler pop bestecileri değil, bizzat klasik müzikteki isimler olması gerekir. o ligde de fazıl say'ın çok bir numarası yok bunu demek istiyorum. ahmed adnan saygun, cemal reşit rey ve ulvi cemal erkin türk bestecileri de var türkiye'de. hüseyin sermet, gülsin onay, idil biret gibi piyanistler de var.

    burada aslında fazıl'ı klasik müzik çerçevesinde eleştirince diğer isimlerin yanında zayıflığı görülüyor, ama iş popüler klasik müzik ise o işte iyidir, ona lafım yok. ama işin derinliklerinde olmayıp 50'den fazla besteci veya piyanist sayamayacak konumda olanların fazıl'ı derece büyütmesi ve eleştirileri "siz anlamıyorsunuz" diye savurması olmuyor pek. dinleyen dinler buna lafım yok kesinlikle; ama klasik müzik standartlarında birinci sınıf, üst düzey bir piyanist ya da besteci derseniz orada durun derim sadece.

    -----------------------

    edit: bu başlıktan dolayı çoğu sözlükçünün gözünde bozuk psikolojili, dikkat çekemeye çalışan zavallı, narsist, fazıl'ı kıskanan, zamanında fazıl tarafından zarar görmüş, ak partili, türk düşmanı, piyano çalıp ünlü olamayınca kafayı yemiş ağır işssiz bir yazar olarak birkaç şey daha ekleyim:

    yazı stilimin egoist, ukala, snob, kinci bir tarafı olduğunun da farkındayım ama ben ekşi sözlük yazarlarının tavrından dolayı bu tavrı takındım; onları kendi silahları ile ayna tutup vurmaktı niyetim. beni ırgalayan fazıl, cem, esaretin bedeli, pink floyd, fadime falan filan değil, hiçbiri ile hüsumetim yok gerçekten; benim eleştirip değinmeye çalıştığım onları bilinçsizce yücelten ve putlaştıran kesimdir, ve konularımı bu kesimin putlaştırdığı şeylerden özenle seçiyorum. ekşi elitistliği ve yukarıdan bakma mevzusu öyle bir hale geldi ki kendi beğenisi dışındaki kişi muhakkak cahildir pozisyonunu aldı. cem adrian'ın yedi oktav sese sahip olmadığını somut verilerle kendimce açıkladığım bir yazımda cem adrian'ın sesinin 7 oktav olduğu safsatasının muhtemel başlangıç kaynağı olan fazıl say'a da dokundurdum diye ne müzik cahilliğim ne de küstahlığım kaldı. sürekli gördüğüm bir olaydı bu zaten sonra da dayanamadım.
    sözlükçülere göre eğer herhangi biri esaretin bedelinden hoşlanmazsa sinemadan zerre anlamıyordur hatta recep ivedikçidir kesin, pink floyd sevmiyorsa serdar ortaç fanıdır, fazıl say'a eleştiri getiren ya sağırdır ya da sığır gibi gibi. halbuki her eleştirinin kaynağı cahillikten kaynaklanamayacağı bilgiden de kaynaklanabileceğini görmesi lazım bu arkadaşların, bu nedenle bazen abartı derecede bilgimi gösterebiliyorum, çünkü bunlar eleştirelemez konumda değiller birçok şey gibi ve eleştiren herkes sandığın gibi bilmeyenler değil.

    ayrıca "fazıl say dünyanın en büyük piyanisti, sadece beş piyanist biliyorum ama bence öyle" diyen birine kimse bir şey demezken; "fazıl say dünyanın sayılı piyanistlerinden biri değildir" tandanslı bir entry girince kıskanç, iş bilmez, psikolojisi bozuk oluyorum. halbuki ikisi arasında çok fark yok, hatta bence benim yazdığım daha az ego içeriyor özünde. "çok fazla piyanist biliyorum benim dediğim doğrudur!" kafasıyla yazmadım o piyanistleri, en azından fazıl'ı birileri ile karşılaştırabilecek kadar bilgimin, ilgimin ve farkındalığımın olduğunu göstermekti niyetim. yoksa 10 tane piyanist sayamayacak insanlar gibi bu iyi bu kötü demiyorum. idil biret de dahil türk piyanistlerinin hiçbiri birinci ligde değil belki ama fazıl bizim türk piyanistleri arasında bile en iyi olması şaibeli bir durum.

    son olarak; elma ile armutun karşılaştırılamayacağının farkındayım yani, vallahi bak :) ben x piyanisti ile y piyanistini karşılaştırmıyorum, daha iyidir de demiyorum. ama bir bütün olarak bakıyorum ve fazıl'a üst düzey piyanist denmesinde sıkıntı buluyorum, belli gerekçelere dayandırıp bunu söyledim sadece. siz fazıl'a türkiye'nin hatta dünya'nın en iyi piyanist - bestecilerinden biri diyorsunuz ama kimleri baz alarak söylüyorsunuz bunları ? bak benim baz aldıklarım belli ve en azından az veya çok bir şeyler bilip konuşuyorum, ya sen 10 piyanist saymakta zorlanacak arkadaşım neye göre en iyiyi belirleme haddini görüyorsun kendinde ? ben en azından iyi kötü bir şeyler bilip de konuştuğumu düşünüyorum.

  • cem adrian'ın vasat bir vokalist olması

    şan eğitimi de almış bir piyanist, besteci ve soprano saksofoncu olarak söyleyebileciğim realite.

    bir insan beğenebilir kendisinin vokal tarzı ona bir lafım yok ama öyle bir noktaya koydular ki kendisini.
    son zamanlarda sürekli duyuyorum cem'in oktavı şöyle, böyle efsane bir vokalist, türkiye'de değeri bilinmiyor ama başka yerde olsaydı dünya çapında olurdu, karşılaştırabilecek kimse yok, işte gerçek sanat bu, adamda hem kadın hem zenci erkek sesi var, ses telleri normal insana göre 3 kat uzunmuş vesaire gibi içiboş söylemleri. üstelik biri kendisine en küçük bir eleştiri getirse "müzikten anlamıyorsunuz" vari çıkışlar da gözüme batıyor. bu her şeyin en iyisinden anlayan arkadaşlara birkaç sözüm olacak, onlar için yazıyorum biraz da yoksa cem mem ilgilendirmez beni ama bilmediğiniz konularda ahkam kesmeyin sadece.

    * birinci paradoks: sesi 7 oktav veya 5 oktav değil.
    öncelikle oktav nedir ? kalın do'dan ince do'ya kadar olan 8 notalık ses dizisi oktav denir. standart bir piyanoda 7 oktav vardır, yani 8 notalık ses dizisinden kalından inceye doğru 7 oktav içerir. en kalın oktav yani birinci aralık diye anılır. en kalın sesin ikinci aralıktaki mi ise (e2) ve çıkartabildiğin en ince ses beşinci aralıktaki mi (e5) ise senin sesin üç oktav olur, beş değil çünkü oktav sayımı birinci aralıktan başlar, çıkabildiğin en ince ses değildir, çıkabildiğin en alçak (kalın) nota ile en yüksek (ince) nota arasındaki mesafedir basitçe. daha somut bir örneklendirme yapacak olursak: freddie mercury'nin stüdyoda ulaştığı en ince ses 6. aralıktaki mi'dir yani e6 (bir konserde f6'ya çıktığı da söyleniyor). fakat bu onun sesini 6.3 oktav yapmamaktadır, çünkü başta da dediğim gibi, oktavın belirlenmesi için çıkarabildiği en kalın sese de bakmamız gerekir. kayıt altına alınanlar arasında en alçak nota da ikinci aralıktaki fa'dır, yani f2. f2'den e6'ya uzanan ses aralığı var, yani 4 oktav bir sese sahip.
    vokalistler arasında ölçülebilen en yüksek oktava sahip erkek 6 oktavdır, adam lopez isimli şahsiyettir, en alçak notası eb2 en yüksek notası eb8. çıkabildiği yerler o kadar ince ki yunus balığının sesini ya da ıslığı andırır bir noktadan sonra. daha fazla ölçülmüş olanlar var fakat onlar vokalist değil.
    cem adrian hakkında söylenen 7 oktav veya 5 oktav muhabbeti ise safsatadan ibaret. kendisini çok iyi bilmediğimden verilen linklerden falan 2 saat civarı dinledim kendisini, bu şekilde bir yorum yapacam. "kedi gibi mıyavlıyor" ve "sesi 7 oktav " gibi söylemlerinin çıkmasının nedeni bilinçsizce kafa sesi ile falsetto çok kullanıyor olması (kafa sesi ve falsetto sanılanın aksine farklı şeylerdir), her şeyden önce bu iki teknik ile çıkardığınız sesler oktava dahil edilmez, sanıldığı kadar zor rastlanır değildir ve duyulanın aksine o kadar yüksek notalar değildir, buna sonra değinecem ayrı maddede. dinlediğim süre zarfınca öyle çok alçak veya yüksek notalara çıkmamış cem adrian, 2.0 ve 3.5 oktav gibi bir aralığı var diyebilirim. standart bir vokalistin de buna yakın olduğu söylenebilinir zaten. ses aralığı belli şartlarda daha genişleyebilir ama şarkılarda kullandığı ses aralığı sanıldığı kadar bir uçtan diğer uca falan değil. tamamen kandırmaca vari şeyler. sesini çok inceymiş "gibi" ya da çok kalınmış "gibi" bir aldatmaca söz konusu. bilinçsiz insanlar da bunları afiyetle yiyor.

    * ikinci paradoks: fazla oktavın olması iyi bir vokalist yapmaz.
    cem adrian'ın oktavı 5 üstü olsaydı bile bu onu iyi bir vokalist yapmaya yetmezdi.
    şöyle bir güzel bir anektod vereyim: piyasaya ilk çıktığı zamanlarda piyanoda inanılmaz derecede hızlı ve fazla oktav (bu oktav ile vokaldeki oktav alakasız) kullanan vladimir horowitz'e bazı piyanistler octavian lakabını takmışlardı ama moriz rosenthal horowitz hakkında "he is an octavian, but not caesar." demişti. aynı şey muhabbeti vokal oktavına da çevirebiliriz fazla oktavınızın olması ya da oktavınzı ustaca kullanmanız sizi octavian yapar ama sezar yapmak için yeterli değildir.
    4 oktav üstü vokale sahip isimler bile oktavının 1 2 cıvarını kullanır genel olarak, yani 2. aralıktan 6 aralığa çıkan bir vokalist genel olarak 3 ve 5. aralığını kullanır.
    ayrıca sesin limitlerini zorlamaya çalışmaya gerek de yoktur zira, belli yerlerde seslerinin esnekliğini gösterirler, en alçak ve en yüksek sesinizın civarına hızlaca gidip gelmek çok zordur ve muhtemelen zarar verir sese. zaten daha çok süslemek için kullanırlar. hani bazı piyanistler vardır, önünde 88 tuş olduğu için hepsine basma zorunluluğunda hisseder kendini ve aşırı çalar, ama aslında bu bilinçsiz ve yetersiz tekniğin anlaşılmaması için yapılan abartmaktadır çoğu zaman, cem'in de durumu bu, vasat ve kalitesiz vokalini böyle kapatmaya çalışıyor. dışında yüksek veya alçak notalarınızı nasıl kullandığınız da önemlidir.
    oktavın fazla olması efektif ve doğru kullanıldığı taktirde vokaliste büyük avantaj sağlayabilir ve iyi bir vokalist olmasında katkıda bulunacağı da bir gerçektir fakat bu bir gereklilik değildir. madonna'nın oktavı aretha franklin'den fazla olsaydı yine daha iyi bir vokalist diyebilir miydik ? veya adam lopez'in oktavının yüksekliğine karşın piyasadaki çoğu önemli vokalist ile karşılaştıralamayacağı da açık. çünkü önemli olan kendi tarzını, ruhunu, ses rengini ortaya koyabilmek çoğu zaman. yani kısacası oktavın fazla olması iyi kullanıldığı taktirde pozitif bir etkisi vardır ama bu bir gereklilik değildir, az oktavlı biri çok oktavlı birinden çok daha iyi bir vokalist olabilir. pavarotti'nin de oktavı o kadar yüksek değildir misal.

    * üçüncü paradoks: kafa sesi ve falsetto'nun sanıldığı kadar zor olmaması ve cem adrian tarafından kötü kulanması.
    kafa sesi ve falsetto'nun oktava dahil edilmediğini, sanıldığı kadar nadir görülen ve zor bir teknik olmadığını başta belirtmiştik.
    cem adrian'ın dinleyiciler tarafından kız gibi ses çıkarabiliyor söylemlerini başlatan ince sesleri çıkarmak için kullandığı teknikler çok zor veya bulunamaz değildir. piyasadaki aşağı yukarı her türlü vokalist bunları yapabilmektedir ama bu kadar abartıp göze sokmazlar genelde, gerektiği yerde kullanırlar. bu arkadaş ise bilinçsiz bir biçimde sürekli kullanıp da kullanmaktadır. işin bilmeyenlerini büyülemektedir ama aslında işin bilenleri tarafından eminim ki yorucu ve kötü kullanıldığı fark edilmektedir. bu noktada, bu tekniğin nasıl efektif, iyi derecede ve kaliteli kullanılabilindiğini bazı isimlere bakarak görebiliriz:
    freddie mercury, prince, michael jackson, brian wilson, philip bailey, barry gibb. gibi gibi...
    sanıldığı kadar zor bulunan veya yapması zor bir olay değildir, üstelik cem adrian bunu oldukça kötü yapmaktadır, yukarıdaki hiçbir isimle karşılaştıralamayacak kadar. oldukça amatör ve göze sokar şekilde.

    * dördüncü paradoks: taklit içeren, karakteristik bir sese sahip olmaması.
    iyi bir vokalistin kendi tarzını ve ses rengini bulması gerekir, cem adrian ise çoğu zaman taklite başvurup duruyor. örneğin milletin öve öve bitiremediği, "hem zenci sesi hem de kadın sesini bir arada çıkarabiliyorrr" vari söylemlerle yücelttiği 2004 tarihli summertime yorumuna bir göz atalım: ray charles ve janis joplin çakması bir vokal göze çarpıyor, en iyi taklit yarışmalarına katılsa derece elde edebilirdi muhakkak ama birinci olacağını sanmıyorum. zenci vari yaptığı çakma vokal bile tam olmamış, başarısız bir taklitten öteye gidememiş. bu işin nihat doğan taklidi yapan tayfadan bir farkı yok bana kalırsa, hiçbir orijinallik ve mükemmeliyetçilik yok, tamamiyle amatörce sergilenmiş. piyasada ünlü olan çoğu vokalistin geçmişten etkilendiği birileri olmuştur muhakkak, michael jackson mesela james brown'dan ya da freddie mercury little richard'dan oldukça etkilenmişti ama zamanla kendi orijinal vokal tarzlarını otuturdular ve orijinalliği sağladılar, vokalleri bambaşka noktaya gedi. robert plant'ın vokali de büyük ölçüde steve marriott'tan araktı ama ona bile taklitçi diyemezdik çünkü üstüne bir şeyler kattı. cem adrian ise bir şey katmak bir yana çok şey götürüyor taklitlerinden. bu zenci gibi ses çıkarmak falan sanıldığı kadar zor değil, üstelik bu düşük seviyede.

    * beşinci paradoks: amatör ve teknik olarak zor değil.
    evet, zor olması gerekmiyor ama öyle bir algı oluştu ki... vokalle alakası olsun ya da olmasın bugün herhangi biri aretha franklin, david bowie, queen, led zeppelin, deep purple, michael jackson, prince, the beach boys, judas priest gibi isimlerin şarkılarını söylemeye kalksa oldukça zorlanır çoğu yeri es geçer; hatta tarkan, zeki müren gibi isimlerde bile bunun geçerli olduğunu söyleyebiliriz. fakat aynı şeyin cem adrian için geçerli olduğunu sanmıyorum çünkü eğitimsiz birinin bile söyleyebileceği bir tarzı ve kolaylığı var, çünkü adam amatör ve vokal tekniklerinden bir haber. çıktığı notalar ve çıkış şekli öyle zor değil. birkaç röportajını okudum adam daha önce defalarca konservatuara girmeye çalışmış ama hiçbirine girememiş, kulaktan kalmış çünkü. şimdi suçu eğitim sistemine ve jüriye atacağımıza cem'e de atmayı bir düşünebilirdiniz belki. vokal zor olmasa da güzel olabilir ama burada demek istediğim öyle müthiş bir vokalist olmaması.

    * altıncı paradoks: "türkiye'de anlaşılmıyor dünyaca ünlü olurdu başka yerde olsaydı" safsatası.
    size şunu söyleyim, amerika gibi bir ülkede doğup büyseydi türkiye'de olduğu kadar bile ünlü olamazdı. türkiye için marjinal kaçsa da tarzı amerika gibi yerlerde kendisi ayarında yüzlerce binlerce kişi vardır. siz dünyaca ünlü olmayı bu kadar kolay mı sanıyorsunuz bu arada ? kendine has orijinal müthiş bir ses rengi yok, sahnesi yok, karizması yok, dans yeteneği yok, farklı bir tarzı yok, bestecilik yeteneği yok, farklılık yaratabileceği çok şey yok.

    * yedinci paradoks: "ama fazıl say kendisini ortaya çıkardı, o da mı anlamıyor ?"
    öncelikle fazıl say anlayıp anlamadığı her şeye burnunu sokmayı çok seven bir tip. lanse edildiği kadar büyük bir piyanist veya besteci de değil dünyada ama bu konumuz değil. cem'in bu noktaya gelmesinde fazıl'ın payı büyük, "hmmm demek fazıl övüyor o zaman hakkaten iyi" düşüncesine sahip binlerce insan olduğuna eminim.

    ayrıca kendisi o ses türkiye benzeri yarışmalara laf atmış. gören de müzik piyasasının çok temiz olduğunu sanacak. eleştirdiği şeyler piyasada zaten var, o durumdan çok mu farklı, bunu prim yapmak için söyüyorsun herhalde ama aynı bokun laciverti zaten müzik piyasası, orada yarışan kişiler albüm çıkarmaya çalışsa müzik şirketlerine gidip neler yaşayacak bir bilginiz var mı ? ne anlaşmalara imza atacak ? komple müzikle uğraşmayın amatör kalın en iyisi söylediklerini destekleyenler.

    sözün özü: vasat bir vokalist; taklit içeren, kendine has tarzı olamayan, öyle iyi bir ses rengi olamayan, teknik bilemeyen vesaire. ama adama laf atmıyorum aslında tebrik ediyorum aksine. böylesine amatör kişiliksiz bir vokalden kendini "vokal ilahı" konumuna ulaştırmayı başarabilmiş bir adamı tebrik etmeyecem de kimi edecem yahu ? böyle devam. 500 yıllık teknikleri, funk ve diskonun kimliği vokal tarzını berbat yapmasına karşın ülkesinde kendi ile özdeşleştirmeyi başarmış bir adamdan söz ediyoruz. insanların süs niyetine kullandığı vokali sesine zarar verici bir biçimde kullanıyorsun bu arada ama, dikkat et.

    edit: fazil say'a dokundurdugum icin bazilari uzulmus ve beni muzikten anlamamala itham etmis. simdi kendimden bahsetmetmeyim fazla ama konser veren prof bir piyanistim. yuzlerce piyanist dinledim sizin hayatiniz boyunca duymadiginiz tarihte, bu konuda yuzlerce kitap okudum, dergilerde yazdim. klaisk muzik cevresince hicbir ciddi alinan elestirmen tarsfindan ovgu ile soz edilemez fazil say, klasik muzigin gostermelik dinletlyecisi tarafindan dinlenir ama isin bilenleri tarafindan ciddi alinmaz. aldigi oduller de bos odullerdir, is populere ve odullere kaldiysa lang lang dunyanin iyi piyailnistidir ama bu na guler herkes. klasik muzikte populer olan iyi degildir. ayrica idil biret, huseyin sermet, gulsin onay gibi muhtemlen dhaa once duymadiginiz turk piyanistlere de bir goz atmanizi dilerim. dunyada en saygin piyanistler bunlardir turk olup yurtdisinda yasyaan biri olarak soyleyim size.

  • antalya'da aslında turizm yapılamaması

    evet, türkiye'nin turizm başkenti sayılan antalya'da aslında turizm yapılmadığı gerçeğidir. son zamanlarda yaşandığı söylenen de (2016 turizm krizi) turizm krizi değil "otelcilik" krizi olması gerekir. işin içinde acenta gibi birçok dal barındırsa da özü budur: otelcilik. acenta bunun bir kolu, destekleyicisi konumunda.

    gerçek turizmin özünde kültürel bir alışveriş, yeni bir yeri tanıma ve toplumsal bir iletişim yatar. antalya'ya eskiden gelen turistler çevredeki tarih yerlerini, kaleiçi gibi destinasyonlarını, doğal güzelliklerini, antalya'ya has kültürleri görüp gezerdi. oraya özgü eşyaları satın alırdı ve gelen turist ciddi anlamda çok zengin kimselerdi, geldiği zaman ciddi miktarda her yere para bırakıyordu, ekonomik olarak tüm ülkeye katkıda da bulunuyordu. fakat antalya'da her şey dahil sisteme geçildiğinden beri bu işin boyutu değişmiştir.

    geçenlerde yapılmış bir araştırmaya denk gelmiştim; antalya'ya gelen turistlerin çok çok büyük bir bölümü otelin dışına çıkmıyordu bile, tüm zamanını otelde geçiriyordu ! %80'den fazla kişi. yani, yabancı kişi havalimanından alınıyor, otele götürülüyor ve orada kalıyor sonra tekrar havalimanına götürülüp gidiyor; evet her şey bu. antalya destinasyonuna mı geliyordu yoksa sadece otele mi gelmiş oluyor ? otellerin içeriğine gelirsek oradaki otellere gitmiş biri olarak diyebilirim türk kültürüne ve antalya kültürüne dair genel olarak hiçbir bir şey yok. avrupaya gidip döner yiyen türk kafası misali uygulama yer etmiş, gelen turistin hoşuna onların ülkelerindeki şeyleri verelim mentalitesi hakimdi. otelden dışarı çıkmıyor; oradaki animasyonlarla, denizle, yemekle ve odada vaktini geçiriyor gelen turist sadece.

    işin özüne bakarsak kaliteli, belli bir entelektüel seviyedeki, zengin yabancıların günümüzde türkiye'ye tercih etmemesi çok doğal, çünkü yapılan tanıtımlarda otellerin ucuzluğu üzerine genel olarak. bu tarz insanların amacı "yeni bir kültür" tanımak olmuştur her zaman.

    günümüzde antalya'ya gelen turistin böyle bir kültür alışverişi içerisinde olduğunu söyleyebilir misiniz ? antalya ve türkiye'ye dair ne öğrenip ne tanıyor ? hangi insanlar ile iletişim halinde ? bir türk yemeğini tatmadan, osmanlı'ya ya da antik yunanlara ait bir şey görmeyen, myra veya şelaleri görmeden giden milyonlarca sözde turist...

    bu turistler antalya'ya değil sadece otele geliyorlar ve başka bir şey görmeden gidiyorlar. ne bir şehir içine çıkıp alışveriş yapıyorlar ne de herhangi bir türk tanıyorlar, bunun farkına varmak gerekiyor. bunun adı turizm midir yoksa otelcilik mi ? bu turistlerin suçu değil, yapılan politikanın bir sonucudur. eski turist rehberleriyle falan ya da yerli işletme ile biraz konuşursanız görürsünüz 20 30 sene önceki farkı, eskiden gelen turistler dönemin en zengin işadamları vesaireydi, çünkü o tarz insanlar yeni bir kültür tanımak istiyor. fakat günümüzde gelen turist cahil ve fakir, sadece ucuz olduğu için antalya'ya geliyor.

    buna turizm diyebilir miyiz gerçekten ? geçenlerde fark etmiştim bu durumu daha iyi. yurtdışında bir kadın ile konuşuyordum, laf türkiye'den açıldı:
    fransız: ben türkiye'ye gittim iki yıl önce.
    ben: aa nereye gittin ?
    f: antalya'ya, çok güzel ve ucuzdu.
    ben: aa x yerini, c yerini, d yerini gördün mü ? müzeye gittin mi ? antalya usulü piyaz ya da kebap yedin mi ? falezler ne kadar da güzel değil mi ?
    f: hayır aslında, oteldeydim görmedim. yoktu onlar.

    evet aşağı yukarı buna benzer bir diyalogtu yaşamıştım kadınla. sözde antalya'ya gelmiş ama antalya'ya dair en küçük bir şey bilmiyor, görmemiş ! böyle bir turizm anlayışı olur mu ? buna turizm denilebilir mi ? her yer otel olmuş, turizmden tek anladıkları da para ve otelcilik türk turizm duayenlerinin görebildiğim kadarıyla. kusura bakmayın ama bu turizm falan değil, bu derece kültürden ve iletişimden kopuk şeye turizm denemez. adamı antalya diye bilecek'teki bir otele götürsen haberi olmayacak neredeyse. ama antalya'ya geliyorlar evet. biz turizm yapıyoruz evet. antalya dünyanın ve türkiye'nin turizm başkenti evet... turizmden anladığınız bu mudur ? antalya ve türkiye'den izlole bir şekilde konaklamak olsa olsa ne olur bulamadım ama turizm olmadığı ve gelenlerin de turist olmadığı açık.

  • the shawshank redemption'ın çok abartılması

    sinema bilgileri imdb top 250'deki 80 sonrası çekilen filmlerden ibaret olanların the shawshank redemption'ı en iyi sinema filmlerinden biri sanmasından ötürü doğan abartmadır. en iyi filmlerden biri değildir, genel beğeniye en çok uyan güzel bir filmdir. bu tarz bir tartışmaya normalde girmem, girmemim sebebi bunu belirttiğin zaman dahi ekşi sözlük'te tepkiyle karşılaşma durumu ve kimsenin analiz etmemesi. gayet güzel filmdir, ama genel beğeni en iyi film demek değildir, başka faktörlere de bakmamız gerekir en iyi filmi belirlemek için.

    bana -ve birçok eleştirmene- kalırsa, "dünyanın en iyi filmi" hatta "dünyanın en iyi filmlerinden biri" etiketini alan bir filmin bu yükümlülükleri üzerinde taşıyabilmesi için belli başlı gerekliliklere sahip olması gerekir. bu tüm sanat dalları için de geçerlidir. mesela beethoven senfoni no. 9 klasik müzik tarihinin en büyük yapıtlarından biridir, neden ? çünkü döneminin üzerinde, hala etkisi devam eden, yeni şeyler sunan, birçok besteciyi etkilemiş, geçmişten farklı, orijinal, sadece müzikle ilgilenleri değil toplumu etkilemiş, formun üzerine çıkmış, yaşam ve insan üzerine bir anıttır, bu yüzden kimse tutup da yadırgamaz en büyük eser denmesine. yine aynı şekilde charles baudelaire'nin les fleurs du mal eserine veya rembrandt van rijn'in gece bekçilerine benzer "en büyük yapıt" söylemini söylerseniz kimse kolay kolay bir şey diyemez çünkü beethoven'ın 9. senofinisi için müzikteki anlamına eşdeğer güçtelerdir.

    sinema dünyasında da böyle bir aramaya girişsek the shawshank redemption bu yakıştırmayı ne kadar hak eder ?
    başta da dediğim gibi, "dünyanın en iyi filmi" hatta "dünyanın en iyi filmlerinden biri" etiketini alan bir filmin bu yükümlülükleri üzerinde taşıyabilmesi için belli başlı gerekliliklere sahip olması gerekir, öznel bir hitabı kadar nesnel bir gücünün de olması gerekir.
    bu film bu gerekliliklerin hiçbirini tam manasıyla karşılamıyor. ekşi sözlükte gereksiz yere putlaştırılan şeylere hatta dünya çapında benzer bir konumda olması nedeniyle bunu tek tek incelemek istedim.

    sinema için sözünü ettiğim gereklilik nelerdir, öncelikle onlara bakalım:

    * müthiş bir yönetmenlik örneği mi ?

    * efsane bir oyunculuk mu içeriyor ?

    * kusursuz, çoklu alt metne haiz ve orijinal bir senaryoya mı sahip ?

    * yönetmenleri etkilemiş mi ?

    * sinema ve diğer sektörleri etkilemiş mi ?

    * sinemaya bir yenilik (teknolojik vesaire) getirmiş mi ?

    * zamanında sosyokültürel bir etkisi olmuş mu ?

    * zamanının ötesinde mi ?

    * çok mu sanatsal ?

    * çok mu felsefi ?

    * çok mu orijinal ?

    * çok mu yaratıcı ?

    * farklı unsurlarda da kusursuz mu ? (soundtrack vesaire)

    bir filmin "en iyiler" kervanına katılabilmesi için bence bu gibi kriterlerden çoğunu karşılaması gerekir. bu film ise bence hiçbirini tam manasıyla karşılamıyor. halbuki karşılayan başka filmler var sinema sanatında. şimdi her kriteri tekrar tekrar daha detaylandırıp inceleyelim:

    * müthiş bir yönetmenlik örneği mi ?
    frank darabont iyi bir yönetmenlik çıkardığını söyleyebiliriz ama a sınıfı bir yönetmen olmadığı gibi bu filmde a sınıfı yönetim yok. darabont'un uzun metrajlı sadece 4 filmi var ve sadece iki tanesinin önemli olduğunu söyleyebiliriz (biri bu diğeri de the green mile), ama yine de film sayısı bir yönetmenin iyi olup olmadığını göstermez. andrey tarkovski, ingmar bergman, federico fellini, robert bresson, françois truffaut, krzysztof kieslowski gibi yönetmenlerin çektiği en basit sahne bile bir resim tablosunu ya da psikoloji romanı etkisi uyandırabililir; karakterin düşüncelerini ve duygularını dışavurumunun kusursuzluğu ve düşsel analtımı ile etkilenebilirsiniz. ya da daha popüler ve günümüze yakın yönetmenleri ele alalım; david lynch, tim burton, quentin tarantino, martin scorsese gibi gibi; beğenmeyebilirsiniz ama hepsinin kendi tarzı ve karakteristik bir çekim anlayışları vardır, kamera açılarından kullandıkları müziklere veya dekorlara kadar filmlerinde birçok yerde kendi imzaları vardır. frank darabont ise böyle bir yönetmen değil. filmin yönetimi iyi olsa bile atıyorum alfred hitchcock gibi bir yönetmenin filmi ile karşılarştırmak güçtür, gülerler.

    * efsane bir oyunculuk mu içeriyor ?
    büyük bir filmi büyük yapan etmen senaryo ve yönetmen ile oyunculardır. başröl tim robbins, yardımcı rol morgan freeman. ikisi de rollerinin hakkını vermiş, buna bir şey diyemem, iyi de oyuncular. fakat "dünyanın en iyi filmi" unvanını alan filmde ikonik bir oyunculuk beklememiz de hakkımız. 1928 tarihli la passion de jeanne d'arc filmindeki maria falconetti'nin jeanne d'arc rolü,on the waterfrontdaki marlon brando'nun oyunculuğu, smultronstället'te eski deha yönetmen victor sjöström, lawrence of arabia'daki lawrence rolü ile peter o'toole, dr. strangelove'da tam birbirinden farklı tam 3 karakteri oynayan peter sellers, sunset blvd'da gloria swanson, one flew over the cuckoo's nest ve the shining'de farklı şekillerde deliren jack nicholson, der untergang'de hitler'i canlandıran bruno ganz vesaire örnek çeşitli ikonik oyunculuklardan bazıları. bu filmde ise bunlara eşdeğer bir oyunculuk söz konusu değil.

    * kusursuz, çoklu alt metne haiz ve orijinal bir senaryoya mı sahip ?
    filmin senaryosu stephen king'in 1982 tarihli rita hayworth and shawshank redemption romanına dayanıyor, senaryonun bir roman adeptesi olması "en büyük film" bazında baktığımız zaman - hane olarak değerlendirebiliriz ama bunu bir kenara bırakıyorum çünkü senaryo belirtmeliyim ki sandığınız kadar orijinal değil, daha önce benzerleri çekildi. un condamne a mort s'est echappe (1956), escape from alcatraz (shawshank redemption buradan bayağı bir beslenmiş) ve the great escape (1963) bazı ünlü örnekler. temeller ve bazı detaylar bu filmlerden alınma. filmin senaryosunda olup da bu filmlerde de olan fazlaca detay var. ki şahsi görüşümüme göre atıyorum un condamne a mort s'est echappe çok daha kaliteli bir filmdir esaretin bedelin'den ama neyse girmeyelim bunlara.
    esaretin bedeli birden fazla altmetin barındırsa da çok güçlü olduklarını düşünmüyorum, çok daha yönlü ve çeşitli senaryoya sahip filmler var. ve tabii orijinal olan.

    * sinema teknolojisine katkısı olmuş mu ? (özel efektler)
    hayır. ama aynı dönemlerde çıkan forrest gump, jurassic park gibi filmlerin böyle bir etkisi bulunuyor.

    * yönetmenleri etkilemiş mi ?
    büyük ölçüde hayır. elbette etkilenen isimler olmuştur ama büyük çapta ve isimlerde değildir. kimi filmler vardır her yönetmeni etkilemiş, geleceğe yön vermiştir. örneklemeye üşendim şuan.

    * sinema ve diğer sektörleri etkilemiş mi ?
    hayır. kimi filmler sinema dahil tüm diğer sektörleri etkiler ama bu filmde böyle bir şey söz konusu değil. mesela etkileyenlere örnek: star wars.

    * zamanında sosyokültürel bir etkisi olmuş mu ?
    hayır. kimi filmler vardır; dönemin moda algısını, beğenilerini, müzik zevklerini, trendlerini, ilgilerini tümden etkileyebilen; ama bu filmde böyle bir şey söz konusu değil. etkileyenlere örnek: jurassic park (dinozor çılgınlığı) veya rear window (grace kelly'nin giydiği v yaka kostüm kadınlar arasında çok popüler olması)

    * zamanının ötesinde mi ?
    hayır. filmin çıktığı 1994 yılından 22 sene geçti belki bu değerlendirmeyi yapmak o yüzden doğru olmaz, fakat 90'lardaki filmlerden fazla bir şey sunmuyor. zamanın ötesi denilen film o yıllarda kimsenin çekmeyi akıl edemeyeceği ve günümüzde bile şaşırtabilecek şeyler olmalı. örneğin 1927 tarihli metropolis.

    * çok mu sanatsal ?
    sanattan ne anlaşıldığına göre değişir. fakat bir tarkovski, bunuel ya da godard filmi kadar sanatsal olmadığı gayet açık.

    * çok mu felsefi ?
    hem hayır hem evet. holywood filmleri için derin bir film olduğu söylenebilinir ama uzakdoğu, avrupa ve rus sinemasına ile karşılaştırdığımızda sığ bir filmdir, felsefi derinliği yoktur. az çok düşünüp sorgulayan birinin bu filmden çıktıktan sonra derin düşüncelere dalacağını düşünmüyorum.

    * çok mu orijinal ?
    benzer filmlerin olduğunundan bahsetmiştik.

    * çok mu yaratıcı ?
    hayır. bize yeni bir dünya yaratmıyor ya da jean cocteau vari şiirsel bir masal dünyası da yok.

    * farklı unsurlarda da yeni bir şey sunuyor ya da diğer büyük filmlerden önde mi ? (soundtrack vesaire)
    hayır.

    işte bu sebepten abartılmış bir filmdir. iyi güzel filmdir ama sinema tarihine damga vurmuş, kusursuz, yönetmenleri etkilemiş, yön vermiş aynı zamanda izleyeciye de hitap eden onlarca film varken esaretin bedeline "gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri" yakıştırması yapmak yersiz oluyor... böyle bir şey için öznel beğeni yetersizdir.

    edit: kimsenin zevkine laf ettiğim veya daha bilgiliysem daha zevkliyimdir de gibi bir söylem içerisinde değilim. çok bilgili olup zevk sahibi olmayan nice insan var, onlardan biri ben de olabilirim pekala. demek istediğim oldukça yalın ve basit: bir filmin en büyük olarak anılabilmesi için genel beğeninin yanında farklı faktörlere bakmanın da gerekliliği, ve bu doğrultuda baktığımızda esaretin bedeline "en büyük film" yakıştırmasının yersiz olması. en güzel film ile en iyi film farklı şeyler. imdb'i genel olarak en beğenilen filmleri listeliyor ister istemez, fakat nesnel bir bakışla en beğenilen film en büyük film olmuyor, kısacası demek istediğim bu.

  • böcek öldürüp hayvanseverim diyebilme riyakarlığı

    hayvan veya canlı sevmeyi sevimlilik ve büyüklük kıstasıyla ele alanların yaptığı riyakarlıktır.

    öncelikle biri bana hamamböceği ile bir köpekle tavşanla kelebek arasındaki farkı açıklayabilir mi ? ben açıklayım: hamamböceği küçük iğrenç görünümlü bir hayvandır, bu yüzden öldürülmesinde bir problem yoktur, değil mi ? hamamböceği öldürdüğü için birinin linç edildiğini veya yerildiğini şuana dek görmedim, bir kez dahi. fakat iş farklı bir canlının canına kast etmeye ya da zarara uğramaya geldiğinde (örneğin köpek, kedi, kelebek, kuş gibi daha büyük ve sevimli hayvanlar) kıyameti koparmayı biliyor insanlar ve hayvanseverim diye gezebiliyor; işin komiği bundan övünç de duyabiliyor. ancak özünde böcekler ile köpekler arasında bir fark yok, fark beyninizde yalnızca. (böceğin hayvan olduğundan bihaber bir sürü yazar varmış, vah vah)

    böcekleri katledip de şu hayvanseverim ayaklarına yatmayın, hepsi birer canlı ve biyolojide böcekler de hayvan grubu içerisinde yer alır.

    sivrisinek seni uykundan mı etti ? kutu vasıtası ile al pencereden dışarı at, ama nerede ! senin o çok değerli uykunu böldü, o zaman ölmeli. ama aynı şey farklı bir canlıya farklı biri yapsa linç etmeyi de iyi bilir bu kişiler.

    ikiyüzlülüğünüzden tiksiniyorum bu yüzden. bence kediyi alıp öldüren birinden hiçbir farkı yok böcek öldürebilen birinin.

    edit: "koruma içgüdüsü" ile bunu savunanlar olmuş. sineklerin sıtma taşıma ihtimali vesaire. afrika'da mı yaşıyorsunuz yahu ? avustralya'da falan yaşıyorsunuz da evinize tarantula falan mı giriyor nedir ? seni öldürebilecek tehditkar bir böceği öldürmende sakınca olduğunu ben de düşünmüyorum, çok zehirli akrep gördüğün zaman gerekirse öldürürsün de. benim burada altını çizdiğim riyakarlar "keyfi öldürmeler" içindir. "keyfi". dışarı atabilecekken veya kaçabilecekken öldürmeyi seçmen. hatta işkenceler etmen (bkz: böcek öldürme teknikleri). seni tehdit eden hangi canlı olursa olsun (insan, ayı, bakteri) kendini korumak için gerekirse öldürürsün de, doğanın kanunu bu, oncelik sensindir. bu ayrı bir durum. çarpıtmayalim. evine giren böcegin seni bu derece tehdit mi ediyor ?

    edit 2: utanarak, gelen bazı eleştirelere bianen...
    böcek hayvan mıdır ? biyoloji dersi 101.

    evet hayvandır. hatta insan da hayvandır. hayvanlar çeşitli sınıflandırmalar ve çeşitli anadallara ayrılır. böcekler de eklem bacaklılar şubesinden hayvanlardır. böceği bakteri ile bir tutan olmuş. bakteri ise hayvan değildir; mikroorganizmadır, ki onları öldürüp öldürmemek elimizde değildir. böcek hayvan mı ya da bakteriyi de hayvan gibi ele alan ilkokullu ekşi yazarlarına bilgilendirmedir.