neptun savascisi13
profili

  • 2 çocuğu sma'dan ölen ailenin 3. sma'lı çocuğu

    ekleme:

    sma tedavisi hakkknda daha ayrıntılı bilgi geldi.

    (bkz: #127961599)

    ekleme 2:

    ailenin sağlıklı 2 kız çocuğu var. sırf erkek de olsun diye 5. çocuğu yapmışlar resmen.

    https://www.gazeteduvar.com.tr/…cagri-haber-1507935

    ekleme 3:

    miran'a hayat ol kampanyasında çalınan paraları ünsal arık anlatıyor.

    https://youtu.be/rjwbslwc2ay

    22:30'da başlıyor.

    2. video

    https://youtu.be/fmdwb3_jxra

    bakın güzel kardeşim, genetik tarama diye bir şey var artık. çocuk yapmadan evvel bunu yaptırabiliyorsunuz, riskleri görebiliyorsunuz. hadi genetik tarama yaptırmadan ilk çocuğu yaptınız, sma'lı doğdu. hastalığı öğrendiniz. eminim doktorlar ikinciyi yapmamanız hususunda sizi uyardı. ama yetmedi 2.'yi de yaptınız ve o da sma'lı doğdu. ikisi de öldü. üçüncüyü ne demeye yaptınız arkadaş? "önceden bu hastalığı bilmiyorduk." demişler. nereye bilmiyordunuz? kimse size ilk iki çocuğunuzun niye öldüğünü, bunun önüne nasıl geçeceğinizi anlatmadı mı? bir değil, iki değil, üç çocuk! üçü de sma'nın pençesinde. bu şekilde ardı ardına sma'lı çocuk yapan ilk aile de değiller, son da olmayacaklar. instagram'daki kampanyalara bakın, çoğunun abisi ablası aynı hastalıktan vefat etmiş. bu kadar yardım kampanyaları düzenleniyor, deli paralar toplanıyor, bu paralar nereye gidiyor? çocukların akıbeti belli değil ki zaten bu tedavi de kalıcı değil, en fazla 5 yıl falan uzatıyor ömrü. sizce gerçekten bilinçsiz mi bu ebeveynler, ahmak mı yoksa bu işi rant kapısına mı dönüştürüyorlar?

    haber burada

    --- spoiler ---

    2 oğlunu sma'dan kaybeden çift, 3. kez aynı acıyı yaşamak istemiyor: "murat'ın kaybedecek zamanı yok"

    ığdır'da 2,5 ve 1,5 yaşlarındaki iki oğlunu 2 yıl arayla spinal muskuler atrofi (sma) hastalığı nedeniyle kaybeden sakine ve yaşar koç çifti, 3'üncü çocukları sma'lı 13 aylık murat'ta da aynı acıyı yaşamak istemiyor. murat'ı yaşatmak için 4 ay önce ankara'ya taşınan aile, yardım kampanyası başlattı. sakine koç, oğlunun tedavisi için gerekli olan 2 milyon 250 bin doların yüzde 42'sinin toplandığını söyleyerek, "önceden bu hastalığı bilmiyorduk ama şu an tedavisi var. biz bu maliyetin altından kalkamıyoruz. gözümü güne açtığımda murat’ı kaybetme korkusuyla yaşıyorum" dedi.

    ığdır merkezde yaşayan sakine ve yaşar koç çifti, 2015'te 2,5 yaşındaki oğulları muhammet'i, 2017'de ise 1,5 yaşındaki oğulları ibrahim'i sma hastalığı nedeniyle kaybetti. ölen 2 çocuklarının acısı daha dinmemişken, çiftin 13 aylık bebekleri murat'a da bir yıl önce sma teşhisi konuldu. aile, ığdır'da tedavi imkanları olmadığı gerekçesiyle 4 ay önce ankara'ya taşınıp, murat'ı yaşatmak için yardım kampanyası başlattı. sosyal medyadaki kampanyaya birçok ünlü isim destek verirken, 100'e yakın kişi de kampanyada çalışmak için gönüllü oldu. ancak murat'ın tedavisi için gerekli olan 2 milyon 250 bin doların yüzde 42'si toplanabildi.

    'zamanla yarışıyoruz'

    sakine koç, oğlunun tedavisinin bir an önce yapılmasını isteyerek, "murat, ölümcül bir hastalık taşıyor. ığdır'da tedavi imkanları olmadığı için ankara'ya taşınmak durumunda kaldık. 4 aydır ankara'dayız. murat için kampanya başlattık ancak kampanyamız ağır ilerliyor. kampanyamızın şu an yüzde 42 dilimindeyiz. murat'ın hastalığı çok hızlı ilerliyor bir an önce bu tedaviye ulaşması gerekiyor. bunun için de kardeşlerimizden destek bekliyoruz. bu tedavinin 2 yaşın altında yapılması gerekiyor. 12 kiloyu aşmaması lazım. murat 8,5 kiloda ve 13 aylık. zamanla yarışıyoruz. aksi takdirde murat'ın hayatı toprak olacak. tedavisi varken murat yaşasın, normal çocuklar gibi o da rahat nefesini alabilsin" dedi.

    'murat'ı kaybetme korkusuyla yaşıyorum'

    murat'ı kaybetme korkusuyla yaşadığını belirten koç, "büyük oğlum 2,5, küçük oğlum da 1,5 yaşında vefat etti. önceden bu hastalığı bilmiyorduk. ama şu an bir tedavisi var. maliyeti çok yüksek, biz bu maliyetin altından kalkamıyoruz. türkiye'de olan iğnenin 5'inci dozunu aldık. 6'ncı dozu için başvurduk. bu ilaç sadece hastalığın seyrini yavaşlatıyor ama hastalık aynı ilerliyor. murat'ın vücudu gevşemeye başladı. sırtında kamburlaşma oluştu. bir an önce bu tedavinin yapılmasını istiyoruz. gözümü güne açtığımda murat'ı kaybetme korkusuyla yaşıyorum. oğlumun tedavisi var ve bu ilaç da oğlumun hakkı. biz yüzde 40 dilimine milletimizin sayesinde geldik. yüzde 100’e de milletimizin sayesinde geleceğiz" diye konuştu.

    'murat'ın kaybedecek zamanı yok'

    kampanyada ilerleme kaydedilemediğini belirten yaşar koç ise, "çocuğum fiziki tedavi alsın diye ankara'ya taşındık. oğlumuz için bir kampanya yürütüyoruz. 11 aydır bu sürecin içindeyiz. kampanyamız diğer bebeklere göre hiç ilerlemedi. halkımızın sayesinde yüzde 42'ye geldik. biz istiyoruz ki yüzde 100'e onlar sayesinde olalım. çünkü murat'ın kaybedecek zamanı yok. eğer biz şu anda 100 bin kişiye ulaşırsak, 100 bin kişi 100 tl bağış yaparsa murat'ın kampanyası bugün biter, yarın ilacına kavuşur. benim tek istediğim, herkes kendisini bizim yerimize koysun. çok zor bizim için. bizim tek istediğimiz, devletimiz ve milletimiz bize sahip çıksın" dedi.

    --- spoiler ---

    ayrıca ek kaynak (tedavi, ilaç vs hakkında bilgiler)

    https://smabenimleyuru.org.tr/…kca-sorulan-sorular/

    ayrıca

    (bkz: sma için toplanan paranın yok olması)

    ekleme:

    sma tedavisi hakkknda daha ayrıntılı bilgi geldi.

    (bkz: #127961599)

  • kırmızı oda (dizi)

    dizi evet pek çok konuda farkındalık yaratıyor ancak bunu çok yanlış şekilde yapıyor. toplumsal patolojilerin derinine, kökenine inmiyor. cinsiyetçi tutumları çok yüzeysel ele alıyor. kültürel kodların zaaflarıyla zafer kazanabileceği alanlarda savaşıyor, gerisinden kaçınıyor.

    aşırı katolik hristiyan bir bakış açısı egemen anlatıma. veya bizdeki şıha şeyhe hocaya gidip el almak, muska yaptırmak, okutmak gibi. ayrıntı yok, bilgi yok. doktorlar ruhani lider gibi, rahip gibi geleni kutsuyorlar. anlatın, dinleyeyim... ah, çok üzüldüm vah vah. güç içinde. hayat sana kocaman bir armağan. haydi yoluna devam et. safi gaz.

    danışan günah çıkarmaya gelir gibi doktora geliyor. 3-4 seans sonra sonuç mükemmel. danışanın hayatını değiştirmek adına ne yaptığı doğru dürüst işlenmiyor, tabii herhangi bir şey yapıyorsa. şükürcü, teslimiyetçi, kaderci, gizemci anlayış. zerre bilimsel temeli yok.

    işte bu yüzden bu dizinin benim gözümde sinek avlayan ışıldaktan farkı yok. umut, umut, sevgi, hayat, enerji, kader, gelecek...

    sadede gel, ne nasıl olacak?

    "kendini sev."

    bravo, bu kimsenin aklına gelmezdi! hasta kendini sevemiyor zaten, sorun orada.

    "kendinize hediyeler alın, kendinizi şımartın."

    çarşıdan üç etek, iki ceket alıp kendinizi şımartmak tüm travmalarınızı iyileştiremez, onu da unutun ayrıca. alya mıydı neydi, sadece saç baş düzeltmekle, cicili bicili yeni kıyafetler almakla sorunlar çözülmüyor.

    eee daha sonra?

    "yaşadıklarının yaşanması gerekiyordu."

    hangi tıp fakültesinde böyle bir ders var acaba? kimin hayatında neyin yaşanmasının neyin yaşanmamasının gerektiğine hükmetmenizi sağlayan hangi dersti, kaç kredilikti?

    "yaşadığın her şeyin anlamı var. inan buna."

    hayır, yaşadığı her şeyin bir anlamı olup olmadığını sen bilmiyorsun. bunu danışan keşfedecek tabii doğru dürüst bir terapi süreci yürütecek olursanız. sen de ona destek olacaksın. yaşadığı her şeyin bir anlamı olup olmadığına danışan karar verecek. yaşadıklarının ne anlama geldiğini danışan kendisi yorumlayacak.

    "bunların yaşanması gerekiyordu." denecekse de bunu sen demeyeceksin, danışanın diyecek. sorgulayıp isyan edip değişim için harekete geçecekse bu yine "kendini sev, hayata sarıl..." diye romantik sözlerle olmayacak; bu süreç uzun ve çetrefilli olacağı için destek hatlarını güçlendirmesine, gerektiğinde kullanabileceği teknikleri öğrenmesine yardımcı olacaksın.

    senin işin o koltukta oturup "bazen hayatta şöyle böyle..." diye beylik lâflar etmek değil. vaaz vermek değil. karşındaki hasta cehennem gibi bir hayatın içinden çıkıp gelmişse "hayat bize bir armağan... :)))" diye sahte gülücükler saçamazsın. danışanın kendi hayatını armağan olarak değil, yok yere çekmek mecburiyetinde kaldığı bir mahkumiyet olarak görüyorsa ve yaşantısı, koşulları da bu kanaatini destekler nitelikteyse onun hislerine, düşüncelerine saygı göstereceksin.

    geçmişi kabullenmek geçmişle sorgusuz sualsiz barışmayı gerektirmiyor. bir insan, geçmişinden nefret ediyorsa o insanı sorgulamadan, ilahi bir affedicilikle geçmişini kabullenmeye, teslimiyete mecbur edemezsiniz. affedecekse bile bu güce 3. - 4. seansın sonunda sahip olmasını bekleyemezsiniz.

    ikarus kuş tüyünden kanatlara sahip olunca uçabilmişti, ancak gökyüzünde uzun süre süzülebilmesini sağlayacak materyal bilgisinden yoksun olduğu için onları bal mumuyla yapıştırıp yola çıkmıştı. güneşe yaklaşınca da bal mumu erimiş, ikarus da yere çakılmıştı.

    burada da böyle. sadece gaz verme var. doğru yön yok, doğru araç yok. doktorun her dediğini tekrar ediyor olmaları hastaların doktorun dediği her şeyi gerçek anlamıyla benimsedikleri anlamına gelmez. başkasının götürüp getirdiği adresi mi yoksa kendi başınıza bulduğunuz adresi mi daha kolay öğrenirsiniz? bu da o hesap. danışan sözde kendisini keşfetmeye geliyor, ama onun yerine bu işi doktor yapıyor. danışan da zerre itiraz etmiyor. doktorun hiçbir tahmini de yanlış çıkmıyor. doktor değil, kâhin sanki.

    hastalar gömlek düğmesinden, çanta fermuarından daha hızlı çözülüyor. daha ilk bölümden şeceresini döküp bebekliğinde çocukluğunda ne var ne yok anlatmaya başlıyor. can kurban zaten böyle danışana. çünkü geneli şimdiki dönem evde/işte/okulda/toplumda yaşadığı yüzeysel sorunları en az 5-6 seans gündeme getirip direnç göstermeyi tercih ediyor. nerede böyle konuşkan, samimi hasta?

    doktor ne sorsa danışanı/hastası hemen cevap veriyor. direnç gösterip lâfı dolandırma, konuyu değiştirme girişimi bile yok. böyle hastayla terapi yürütmek için okul okumaya da gerek yok aslında. bu kadar saf, bu kadar edilgen kişilikler zihinsel engelli falan değilse hiçbir insan için mümkün değil zirâ.

    danışan anlatıyor, doktor dinliyor. 3-4 seans sadece bu ve hop sorunlar çözüldü. alya mıydı neydi misal onda da çok ciddi dissosiyatif eğilimler vardı; ama 3-4 seans boyunca sadece geçmişinde yaşananları anlattığı için her şey çözüldü. oysa gerçek hayatta ne sorunlar bu kadar çabuk tespit edilip dile getirilebiliyor, ne de psikolojik rahatsızlıklar, bozulmuş yemeği kusar gibi
    sadece doktora travmaları anlatmakla hop diye çözülüveriyor.

    işte bunun tehlikesi çok daha sinsi. 21. yüzyıl modern dinleri. ışık içimizde, güç içimizde; onlara ulaşmak için 5 kitaplık 10 dvd'lik setimizi satın alın, toplantılara katılın, derneğimize bağış yapın, videolarımızı beğenip paylaşın ışığı herkese yayalım vs. sanki psikoterapi sahnesi değil, isa peygamber şifa dağıtıyor. duygusal sağaltım değil bu. umut veriyor; ama o umudu uzun süre verimli bir şekilde devam ettirecek bilgiyi vermiyor. mum ışığını güneş diye pazarlıyor.

  • müge anlı ile tatlı sert

    program hem stüdyodan hem olay yerinden (kazı ekibi) canlı yayınlanıyor.

    az reklam alıyor, aldığı reklamlar turkuvaz medya grubu yayınlarının reklamı (sabah, minika çocuk dergisi, idefix, d&r, a radyo vs.). başka reklam yok. kadınların yoğun televizyon izlediği saatte ne bir deterjan reklamı, ne bir margarin reklamı, ne de tencere tava reklamı var.

    saat 10.00'da başlayıp 13.00'e kadar yayın akışında olan program reklamlar çıkarılınca 2 saat 23 dakika kadar sürüyor. toplam reklam süresi 47 dakika falan. üç saatin yaklaşık 2,5 saati dolu dolu yayınlanıyor.

    elbette bu programın da bir saati var. 13.00'te atv öğlen haberleri kuşağı yayınlanıyor.

    program son reklam kuşağına giriyor, reklam kuşağının tam ortasında kemiğin bulunduğu haberi geliyor, reklama ara verilip bu haber canlı yayınla seyirciye aktarılıyor ve zaten saat 13.00'e üç dakika falan kala müge anlı mecburen "yarın devam edeceğiz." diyor. iki dakika reklamdan sonra da haberler başlıyor.

    bunu bilmeyen ekşici de üç kuruşluk aklıyla "reyting için yarın devam ederiz..." dedi, diyor.

    yahu be adam/be kadın! kemiğin kime ait olduğunu o program bugün değil 2,5 saat, 5 saat de yayınlansa öğrenemeyecekler. o kemik insan kemiği mi, kurbanlık dana kemiği mi, bunun anlaşılması için illa ki adli tıbba gönderilecek, analiz edilecek.

    program hayır işi değil ki? o programda çalışan müge anlı'sından tut, çaycısına, rahmi abi'den tut, ışıkçısına kadar herkes ekmeğinin peşinde. 10 yıl reytingi düşünmeden böyle bir program nasıl ayakta kalır, yüzlerce kapanmış dosya nasıl çözüme kavuşturulur?

    türk kanallarındaki en faydalı 10 programdan biri müge anlı ile tatlı sert'tir. ben bu program başladığında 16 yaşındaydım, şu an 26 yaşındayım. çocukluğumda sabah kuşağında gelin-kaynana, ahu tuğba-meriç erkan, ünlüler mandırası, sabah şekerleri falan vardı. ahu tuğba - meriç erkan haricinde ki (onlar da baya komikti, o yıllarda 13-14 yaşlarındaydım) hiçbirini seyretmedim, seyretmem.

    müge anlı da başından beri takip ettiğim bir insan değil. sabah saatlerinde ya evde olmam ya da o saatlerde uyurum. ama buna rağmen kadının başarıları, sosyal sorumluluk projelerine ön ayak oluşu ortada.

    bu programda ne katiller, ne tecavüzcüler, ne dolandırıcılar yakalandı. aileler-çocuklar kayıp evlatlarına-ebeveynlerine kavuştu. himmet aktürk'ün tecavüz edip öldürdüğü ırmak cinayetinin işlendiği günlerde yine kaybolan bir çocuk müge anlı ve haberlerin etkisiyle ailesine geri teslim edildi, kaçıran adam/kadın her kimse bu programın yarattığı toplumsal baskıyı bir tehdit olarak hissedip çocuğa zarar vermeden aileye teslim etti.

    bu ülkede polis yok mu, avukat yok mu, savcı yok mu... var. ve o insanlar da her sabah bu programı yakından takip ediyor, 10 yıldır müge anlı ve ekibiyle koordineli çalışıyor, programda gerçekleşen itiraflar, beyanlar tutuklamalara, aramalara teşvik ediyor.

    kaldı ki bu program televizyonda yayınlanması hasebiyle sadece türkiye'de değil, dünyada da izleniyor. atıyorum 15 yıl önce kaybolmuş, hala bulunamayan bir çocuğun ailesi programa katılıyor. o mahallede oturan, sonradan yurtdışına taşınmış bir komşu programı görüp telefonla bağlanıp "ben ahmet'i en son şurada şununla görmüştüm." diye ifade veriyor. devletin polisinin, savcısının yurtdışındaki tanığı bulup da konuşturma ihtimali nedir, her yıl yüzlerce çocuk kayboluyor ve baya bir kısmı da çözülmeden kapanıyor.

    muadilleri gelin kaynanaya yemek yaptırırken, 90lardan kalma pörsümüş ünlülerin instagram hesaplarındaki resimleri memleket meselesiymiş gibi tartışırken bu kadın pek çok insana umut olmaya devam ediyor. o nedenle o güzel çenenizi başka güzel şeyler için kullanabilirsiniz.

  • mehmet ali erbil

    ülkenin tescilli trollüdür. bu adamın programına konuk olarak, izleyici olarak katılan herkes de bunu bilir. adamın sokacağı lafların, edeceği tacizlerin farkındadır. bunu bilerek, bile isteye programa katılırlar, katılmıştırlar. kadın delisi olduğu, seksomanyak olduğunu yedi cihan bilir, adam bunu saklamaya da gerek duymaz. patavatsızdır, dilini tutamaz, zaten bundan da para kazanır. red kit de dahil olmak üzere pek çok seslendirme çalışması vardır. iyi bir oyuncudur. özel hayatında ekranlardan farklı olarak sert ve asabi bir insandır. kariyerine tiyatroda devam etse bugün adını sanını bilmeyeceğimiz, haaa o şu ses değil mi, diyeceğimiz bir tiyatrocu olmaktan öteye gidemeyecekti. o tam tersi cüretkarlığını ve cesaretini zekasıyla birleştirip türkiye'yi trollemeyi tercih etmiştir.

    kadını metalaştırıyormuş. bu adamın ekranların tahtına oturduğu 90ların sonu 2000lerin başında o kadınlar bu adamın programına çıkıp beş dakikalığına ünlü olmak için kendini yırtıyordu. adamın parası için yaşına, başına, tipine bakmadan kaç kadın evlendi boşandı bu adamdan nafakalarını yiyor. adam sokaktan geçen alelade bir insanı taciz edip metalaştırmıyordu, bizzat bunu talep eden ünlü olmak için yırtınan çakma mankenler, oyuncular, şarkıcılar kendisini buna malzeme ediyordu.

    siyasilerle arası iyi olsa bugün atv'nin demirbaşı olur, haftada en az iki akşam program yapardı. ne evet ne de devam demiştir. hülya koçyiğit gibi tügvalarda falan prim peşinde göremezsiniz. apolitiktir. zira ülkenin siyasetinin ne mal olduğunu bilir. gezi parkı eylemlerinde üç beş nara atsa, barış bildirgesine imza atsa, atilla taş gibi twitter'dan sağa sola sallasa bugün kadını metalaştırıyor, şaklaban herif dediğiniz adamı yere göğe sığdıramazdınız. tam tersi "erdoğancıyım, millet devam diyor, ölümüne evet reis." falan deyip üçüncü hava limanı açılışında şov yapsa bu sefer de aktroller nihat doğan, uğur ışılak gibi serserilerde olduğu gibi bağrına basardı.

    bu adam ne sağcı ne solcudur, tam trolldür. allah şifa versin.

  • lösev'in canım kardeşim reklamı

    eminim yaşasalardı ertem eğilmez de, tarık akan da, halit akçatepe de bu reklamdan gurur duyarlardı. zira bu insanlar 1970'li yıllarda bu filmi çekerken toplumun gözardı edilen varoşlarını, yoksulluğu, çaresizliği, adaletsizliği resmetmek, halkı bilinçlendirmek istemişlerdi. tarık akan ve halit akçatepe'nin başrol olduğu filmde adile naşit, kemal sunal gibi dev oyuncular konuk oyunculuk yapmışlardır. öyle bir filmdir canım kardeşim. lösev'in kuruluşunda bu filmin biraz olsun etkisi varsa bile eminim vardır, bu değişiklik bu filmi en uygun şekilde onurlandırmıştır.

    zira o insanlar bu filmi kahraman'lar ölmesin diye çektiler, insanlar çaresizlikten delirip para için kanını satmasın, at yarışlarında para kaybetmesin, şark kurnazının birine inanıp da almanya'ya gideceğim diye dolandırılmasın, eşeklerini kasaplara satmak zorunda kalmasın, lokantalara, restoranlara girmeye çekinmesin, çoluğunu çocuğunu mutlu etmek için hırsızlık yapmak zorunda kalmasın diye çektiler. bu ekipten halit akçatepe ve tarık akan lösev'in şimdiki yıllarına, lösemi ve kansere karşı bilincin arttığına şahit olabildiler. bu reklam filmi onlar vefat etmeden önce çekilseydi eminim mutluluktan ağlarlardı.

    yok duygu sömürüsüymüş, yok esere saygısızlıkmış. 21. yüzyıl modernizmi sizi o kadar paranoyaklaştırmış ki ağzınıza sakız etmişsiniz bir sürü cümleyi, kopyala yapıştır her yere aynı şeyi söylüyorsunuz. lösev nedir, amacı nedir, çalışmaları nelerdir bir düşünün. reklamı çeken banka değil, online alışveriş sitesi değil, bisküvi cips markası değil, tekstil markası değil; sivil toplum kuruluşu. amaç gayet güzel, çalışma gayet başarılı. ama yok, klasik ekşici ya, "buram buram duygu sömürüsü", "eserin içine etmişler." demeden rahat edemeyecek.

    tarık akan'ı* oğlu barış zeki üregül canlandırmıştır. başarılı bir reklam kampanyasıdır.

  • gazi olduklarını bilmiyorduk bize terörist demeyin

    bir insanın terörist olması için illa dağa çıkmasına, askere kurşun sıkmasına, paçavra açmasına yahut bank asya'da hesabının bulunmasına, cemaatle bağlantılı olmasına gerek yok. benim için toplumun huzurunu bile isteye bozan her şahıs vatan hainidir, teröristtir. ha dağa çıkmışsın askere kurşun sıkmışsın, ha otobüste bomba patlatmışsın, ha hükümete darbe yapmışsın, ha yolda kendi halinde seyreden sade vatandaşa durduk yere saldırmışsın. benim gözümde farkı yok.

    oğlunuz bal gibi terörist teyzeciğim.

  • slim fit faşizmi

    sadece erkekler için değil, kadınlar için de aynı durum geçerlidir. ha bizdekine slim değil, skinny diyorlar da aynı sonuçta.

    bu modaya göre 55 kilonun üstünde olamazsın, suç.

    boyun uzun, ama zayıfsan göbeğin açıkta kalacak çünkü uzun giymek bol giymek demektir, bedenine tam otursun istiyorsan göbek açıkta kalacak.

    kadının bacağı olamaz, bacağının kemiği olabilir, baldır, basen bunlar yasak, bunlar varsa lütfen bir köşede sessizce ağla ve öl.

    xxl kaban almış olman kolunun ondan geçebileceği anlamına gelmez, hangi bedende olursan ol kolların fidan dalı gibi olmalı.

    etikette 40 yazıyor olması onu 40 bedene göre kesip diktiğimiz anlamına gelmez, iki beden küçük düşüneceksin. 40 yazıyorsa bil ki 36'dır.

    çocuk kıyafetinin bir tık daha büyüğünü üretiyoruz beğenmiyorsan köyüne dön ve şalvarınla oturup ağla.

    ulan yemin ediyorum insanı aşağılık kompleksine sokan iğrenç bir moda bu. giymek isteyen yine giysin, ama insanlara dayatmayın şu naneyi.

    bu moda yüzünden erkekler kadın gibi, kadınlar ise çocuk gibi giyinmeye mahkum ediliyor. aynı moda anlayışı çocuklara da 30 yaşında yetişkin kıyafetleri dayıyor, üç yaşında bebeler takım elbiseyle, abiyeyle geziyor. böyle bir kafa karmaşası olamaz. kimse yaşına, kilosuna, cinsiyetine uygun giyinemiyor!

    internetten pantolon alıyorum, bon prix'nin bedenleri gerçekten de o beden. tavsiye ederim.

  • kız kardeşin down sendromlu bebeğini aldırması

    kamu spotlarında, kitaplarda, broşürlerde zihinsel engelliler genelde en fazla 16 yaşa kadar olan çocuklardan seçilir. genelde de 4-5 yaşlarında sevimli down sendromlu çocuk fotoğrafları oldukça popülerdir.

    kimse o resimleri gördükten sonra "bu çocuk elli yaşına gelince ne olacak?" diye sormaz. "neden çevremde hiç yaşını başını almış saçına ak düşmüş kerli ferli bir otizmli, down sendromlu, zihinsel engelli görmüyorum?" demez. sanki bu çocuklar on beş yaşına kadar yaşıyor, on beşinden sonra da mucizevi bir şekilde dünyadan yok olup gidiyorlarmış gibi bir algıları vardır.

    ben o çocuklar 15 yaşından sonra ne oluyor size anlatayım.

    eğitim için kurum bulamıyorlar, devletin sevk ettiği kurum sayısı sınırlı, yetersiz ve kontenjan çok az. sırada bekliyorlar. çalıştığım ilkokulda 2002 doğumlu birinci sınıfa kayıtlı bir erkek öğrenci var, hem bedensel hem zihinsel yetersizliği var bu çocuğun ve senelerdir 1-c sınıfına kayıtlı. daha yönlendirilmesi bu ay yapılmış ve yine senelerce sıra bekleme olasılığı var. dağ başında şehirde değiliz, dünyanın sayılı metropollerinden istanbul'dayız ayrıca.

    kurum bulsa bile orta ve ağır düzey zihinsel engelliler yoğun eğitimle dahi çok yol katedemezler. beyin kimyaları normal ve normalüstü zekaya sahip bireylerinkinden farklı çalıştığı için epilepsiyi andıran krizler geçirebilirler ve bu krizler genelde senelerce öğrendiği her şeyi unutturucu niteliktedir, bu arada öğrenmekten kastım ışığı açıp kapamak, pantolon çıkarmak, kuantum fiziği falan gelmesin aklınıza. en temel özbakım becerileri, okuma yazma, sayma falan aklına getirme bunları.

    tek amacı devletten para kopartmak olan, özellikle varoş mahallelerde kapı kapı dolaşıp kendisini dershaneymiş, etüt merkeziymiş gibi tanıtan, cahil aileleri kafalayıp ihtiyacı olmayan çocuklara bile zorla zihinsel engelli raporu aldırtan, eğitim verdiği çocuk başına devletten prim alan özel eğitim rehabilitasyon merkezi gerçeğini zaten hiç tartışmayalım bile. haftada maksimum iki defa gidilebilen bu yerler adamakıllı eğitim vermezler, tek düşündükleri paradır, maksimum kırk dakika ayırırlar. gerçekten ihtiyacı olan çocukların sürekli ve rutin bir eğitim alması gerekirken haftada bir iki defa yarım saatliğine gelip aldığı eğitim ne kadar kalıcıdır sizin takdirinize bırakıyorum.

    zaten 18 yaşından sonra yaş problem olur. çocuk erkekse onca rapora, sicile rağmen bir de sizi askere çağırırlar, çocuğu da alıp milletin içinde rezalet çıkara çıkara çocuğun zihinsel engelli olduğunu bir de teğmen abilere kanıtlamak zorunda kalırsın. belli bir yaştan sonra kurum bulamazsın. zaten çocuğun on iki yaşından sonra aldığı eğitimin de bir süre sonra bir anlamı kalmamaya başlar. artan rahatsızlıklar, artan kırmızı reçeteli ilaçlar, anlam verilemeyen hastalıklar derken o broşürlerde gördüğünüz sevimli çocuklar otuz yaşında delilere dönerler.

    ha bir de en kötüsü o çocuk büyürken sizin yaşlanmanızdır. yaşıtlarınız torun severken siz hala otuz kırk yaşında bir bedendeki bebeğe bakmak zorundasınızdır. üstelik siz de altmışı, yetmişi görmüşsünüzdür. antidepresansız tek gününüz geçmez. en yakınım dediğiniz kardeşler, akrabalar hep toz duman olmuştur, hiç elleşmezler. muhtemelen aileniz dağılmıştır. baba ya da anneden biri karşı tarafı suçlayıp kaçmıştır. sinirleriniz harap olmuştur. ömrünüzün yarısından fazlasını vefa ettiğiniz halde hiçbir sonuç alamamak, elinizdeki çocuğun hala kundaktaki bebekten farksız oluşu sizi yıpratır. ne o yılları geri alabilirsiniz ne çocuğunuzu düzeltebilirsiniz. bir ömrünüz vardır ve yarısı boşa gitmiştir. evet, ağır oldu. ama gerçek bu. boşa gitmiştir. çabanız, fedakarlıklarınız hiçbir sonuç vermemiştir. harcadığınız yıllar hiçbir işe yaramamıştır. kimse size altın madalya falan takmamıştır kendinizi heba ettiniz diye. hiç öyle "ay ben onun gülüşüne kurban olurum..." edebiyatına girmeyin. yaşamadan kamyoncu edebiyatı kasmayın.

    bu ülkede 50 yaşında zihinsel engelli yok mu, var? nerede mi, en yakın ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde ilaçla uyutuluyor sürekli. görmüyorsun, çünkü ebeveynleri öldü, akrabaları uğraşmadı.

    hiç arabesk takılmayın, ülke gerçekleri bunlar. üstüne para verseler bir saat bakmayacağınız çocukla sırf aranızda anne/baba - çocuk bağı var diye her şeyi göze alabileceğinizi zannetmeyin. bir insanın başka bir insanı hem deli gibi sevmesi hem bazı zamanlar onun hakkında "acaba doğmasaydı, acaba hastalanıp ölseydi... mutlu olur muydum?" diye düşünmesi ve akabinde pişman olup vicdan azabından gebermesi hiç kolay değildir. dedim ya bilip etmeden sallamayın güzel kardeşim.

  • cristiano ronaldo'nun eşcinsel olması

    (bkz: bundan bize ne olması)

  • ülkemizdeki tatil bölgelerine pasaportla girilmesi

    utanmadan "bizim yaptığımız konsept hiçbir yerde yok." açıklaması yapılan uygulama.

    bir düşün niye yok acaba...

  • league of legends tbf'nin yaran tanıtım videosu

    iki takımın elemanlarının da ya aşırı kilolu ya da aşırı zayıf olduğu gözlerden kaçmamaktadır.

    saatlerce bilgisayar başında oturmanın vücut için ne kadar sağlıksız olduğunu gösteren kamu spotu tadında bir videodur.

  • otoparkta öldüresiye dövülen kadın

    kadınlara ibretlik dersler barındıran bir olay.

    evlenene kadar size sahte sahte gülümseyen, en ufak olayda hasetliğini çaktırmadan belli eden erkeklerden uzak durun.

    en ufak olayda hır gür çıkaran, size sürekli hakaret eden, hatta olayı şiddete kadar götüren siniri geçince "seni o kadar seviyorum ki kendime hakim olamıyorum." gibi über saçma savunmalar yapan adamlardan uzak durun.

    en ufak başarınızı baltalamak için elinden geleni yapan, sebep olarak yine sizi aslında çok sevdiğini, hayal kırıklığına uğramanızı istemediğini söyleyen insanlardan uzak durun.

    arkadaş çevrenizi kıskanan, sürekli arkadaşlarınızı size kötüleyen, arkadaşlarınızla bir şeyler yapmak istediğinizde bunu çeşitli sebeplerle baltalamaya çalışan, sizi arkadaşlarınızdan koparmaya çalışan adamlardan uzak durun...

    hafiye gibi sosyal medya hesaplarınızı, telefon rehberinizi, mesaj kutunuzu, e-postalarınızı karıştıran, sürekli "bu kim, şu sana niye mesaj attı, bunu nereden tanıyorsun, o fotoğraftaki kim, bu senin yazdığın şeyi niye beğendi?" diye size hesap soran, yanlış bir şey yapmadığınızı bildiğiniz halde kendinizi suçluymuşsunuz gibi hissettiren insanlardan uzak durun...

    ben zannetmiyorum bu adamın evlenene kadar yumoş panda gibi takıldığını. eminim evlenmeden önce bir arıza çıkaracağının sinyallerini vermiştir. işte biz kadınlar bağırıp çağırmayı, itilip kakılmayı, hakarete uğramayı aşk zannettiğimizden, romantik bulduğumuzdan, medya bunu bize böyle pompaladığından böyle erkekleri hırçın, ama romantik sanıyoruz.

    "aslında beni sevdiği için yapıyor."
    "söz verdi bir daha yapmayacak."
    "evlenince geçer."
    "çok kıskanç ya ondan."
    "iş bulamıyor ondan sinirli."
    "benim ondan fazla kazanmam gururuna dokunuyor..."
    "o benim ilkim, onu bırakamam..." gibi savunmalar işte sizi bu noktaya getiriyor.

    ha hırsızın hiç mi suçu yok, elbette var. ancak iş bizde bitiyor. biz böyle hanzoları tepemize çıkardığımız müddetçe bu adam seni beni sokağın ortasında da vurur, zerre pişmanlık hissetmez. bizim böyle insanlara en başta prim vermememiz gerekiyor. medya sağ olsun her gün aşiret dizilerinde bu adamların bir tık altı romantik ve maço erkek diye millete pompalanıyor. sevgilisinin kıyafetine karışıp ona buna bağıran adamlar namuslu etiketiyle meşrulaştırılıyor. bu erkek figürlerinin gayet normal olduğu düşüncesiyle büyüyoruz. karşımızdakinde bir arıza olduğunu hissetsek dahi sürekli bahaneler buluyoruz, örtmeye uğraşıyoruz.

    siz siz olun böyle ruh hastalarını iyi tanıyın. bunlar yılan gibidirler, yüzünüze gülerler. arkanızdansa her türlü işi çevirirler. hevesinizi baltalamak için her haltı yaparlar. çünkü sizin mutlu olmanızı, başarılı olmanızı çekemeyecek kadar komplekslidirler. sizden başka hiç kimsenin ona katlanamayacağını iyi bildiklerinden sizden de kopamazlar. yani efendinin kölesine muhtaç olduğu gibi size muhtaçtırlar. sözde çok delikanlıdırlar, astığım astık kestiğim kestik takılırlar, ama en ufak ayrılma lafında hüngür hüngür ağlar, diz çöküp yalvarırlar, çocuk gibi olurlar. yüzüğü takana kadar her ayrılma girişiminizde yalvar yakar olan bu adam yüzüğü taktıktan sonra asıl yüzünü gösterir. siz artık onun malısınızdır, sizden kopamaz, sizden ayrılamaz. artık size istediği her haltı yapabilir. yüzüğü takana kadar saman altından su yürüterek yaptıklarını yüzünüze karşı yapmaktan çekinmez olur. bıyık altından söylediklerini bağıra çağıra küfür ede ede söylemeye başlar. "ayrılacağım artık senden..." dediğinizde hüngür hüngür ağlayan, sizi çok sevdiğini iddia eden o adam ölüm tehditlerine başlar. çünkü bu hanzoların kafasında resmi nikah kıymak size mal gibi sahip olmak demektir. bir kere sahip oldular mı sülük gibi yapışırlar, asla bırakmazlar.

    bu tipleri iyi tanıyın, önleminizi alın. atılan tokatları, edilen hakaretleri, yapılan çirkeflikleri "beni çok seviyor..." diye sineye çekmeyin...

  • mendil satan suriyeli çocuğu tokatlayan esnaf

    en büyük suçlu esnafı o raddeye getiren polisler ve onlara suriyelilere hiçbir şey yapmamalarını öğütleyen devlettir.

    o suriyeli çocuk oraya bugün ışınlanmamıştır. ailesiyle, yedi sülalesiyle mendil satmak, gelenin geçenin bacağına yapışmak, etrafı kirletmek, hayvanlara zarar vermek, etrafta yarıçıplak dolaşmak, parkın ortasına yapmak, gürültüden milleti kaçırmak şeklindeki medeniyete uymayan davranışlarıyla oranın halkını ve esnafını çileden çıkarmışlardır.

    suç ne o esnafın ne de çocuğundur. suç onların ülkesine borazanla girip düdükle kaçan, onları avuç avuç ülkeye alıp sokağa salan devletindir. esnafa kızmadan önce bizzat onlara kızın. bu kadar berbat bir mülteci politikasından sonra kimsenin suriyelilere tahammülünün kalmaması normaldir.