4 dolarken arabayı satıp 10.000 tane almıştım, şimdi 300 dolar oldu, hesaplarsan 40.000 dolar yatırdım, 3 milyon dolarım oldu. bu entriyi beyenenler arasından 3 kişiye birer tane hediye etmeyi planlıyorum.
kwisatz haderach7 profili
-
litecoin
-
kanzuk
1-faşist, ekşi sözlük'teki değişikliklere gelen tepkileri görünce küplere bindi. etrafında ona doğruyu söyleyecek tek bir kimse kalmadı.
2-en çok eski yazarların eleştirmeye başlaması canını sıktı. kurmaylarına "otisabi'yi halledin" dedi. kurmaylar tutuşmuş durumda.
3-adminler devamlı anket sonuçları koyuyor önüne. sinirden masayı kırdı. "yeni tasarımı sike sike kabul edecekler" deyip duruyor.
4-entry silinmesini engellemek için 2 dakika kuralını bulan embesili terfi ettirdi.
5-hukuk fakültesinde kullanıcı sözleşmesini tek taraflı değiştirmesinin hukuka aykırı olmayacağını öğretemeyen hocaları dava etmeye hazırlanıyor
6-yakında ekşi şeyler'de paylaşılacak yazı bulamayacağından korkuyor. kurmaylarını manava yolladı ve limon istedi. (tamam kötüydü bu...)
7-sözlük bitiyor. moral motivasyonları sıfır. ne yapacaklarını bilmiyorlar. sözlüğü kaosun içine attılar, tek dertleri iktidarlarını korumak. -
osman pazarlama
-hadi hadi çabuk, geç kalıyoruz
+daha vakit var, acele etmeyelim
otoparka girip güzel bir park yeri bulduk, neşe içerisinde sinemaya yürüdük.
deadpool'u izleyecektik. çocuklar fragmanını görmüş, okuldan da 1-2 kişi seyredip övünce, götürmeye karar verdim.
bilet kuyruğu çok uzundu. ekranlarda diğer fimlere baktım, arkamdaki çiftin konuşmalarına kulak misafiri oldum -önemsiz bir konuydu-, ve sıram geldi.
-deadpool'a iki çocuk, bir büyük lütfen.
görevli kız, çocukların yaşını sordu. 15 yaş sınırı varmış, bu yanımdakileri içeri alamazlarmış. daha önce de yaş sınırı olan filmlerden tecrübem olduğu için, "yok, bunlar girmeyecek, başka çocuklar girecek" diye yalan söyledim ve biletleri aldım. itiraf edeyim ki, çok salakça bir yalandı.
belki kötü bir ebeveyndim ama uyanıktım. fragmanı ben de izlemiştim. çok da kötü değildi. ayrıca çocuklar tv'de, ipad'te, playstation'da, okullarda çok daha beterlerine maruz kalıyorlar. en kötü ihtimal, "sıkıntılı" sahnelerde gözlerini kapatıyorlar. onlar da tecrübeli.
gişeden içeri girmeye çalışırken, görevli farketti ve tüm çabalarıma rağmen bileti hoop elimden kapıp yardımcı olmaya çalıştı. tabii ki hangi film olduğunu görünce yaş sınırını hatırlatıp içeri alamayacağını söyledi. "bakın, sorun olmaz, o kadar kötü değil ben bu filmi izledim" diye dil döktüm ama yemedi. "hadi bırakıver geçelim nolcak" diye burhan altıntopluk yaptım, onu da yemedi şerefsiz.
kasaya geri döndüm, insanların protestosu altında aralardan kaynayıp biletimi iade etmek istediğimi söyledim kasiyer kıza. bileti aldığım kişi değil, onun yanındakine gittim tabii ki.
bileti aldığım kasaya yönlendirildim anında; o kız da tabii demet akalın tarzı "tıpış tıpış ayağıma geleceksin" tavrıyla gülümsedi ve "beyfendi, ben size söylemiştim yaş sınırı var diye, kusura bakmayın iade alamayız" dedi.
"hacı be, şşş hadi be.. ya hacı ya.. şşş hadi değiştir şunu be.." diye yavşaklık yaptım fakat umursamadı.
müdürle konuşmak istediğimi söyledim. popcorn dahil 70 tl vermiştim ve neden paramı burada bırakaydım. müdür geldi ve popcorn dahil 70 tl argümanımı sundum ama hatanın bende olduğunu söyledi. çok istersek bugün izlemek üzere başka film seçebileceğimizi, ama iade yapamayacaklarını söyledi.
başka film falan değil, deadpool ya da iade istediğimi söyledim. ardından, iade sebebimin yaş sınırı değil, evden gelen ani telefon olduğunu söyledim ama "deadpool olsa girerim" şeklindeki yaklaşımım, inandırıcılıktan epey uzaklaştırdı beni.
bütün bunları niye anlatıyorum? çünkü bilin istedim: direndim.
yalancılık, kötü ebeveynlik, çocuklara kötü örnek olma, manipülasyon, yavşaklık gibi her türlü adiliği yaptım. çünkü başıma geleceği biliyordum. çünkü sırada beklerken, yaş sınırının sıkıntı olmayacağı iki filmin oynadığını görmüştüm: ormanlı sincaplı bir animasyon ve osman pazarlama.
deadpool'a giremeyince, paramızı geri de alamayınca, o kadar gelmişken hayalkırıklığı yaşamasınlar diye, kasadaki kıza tekrar sordum, peki hangi filme girebileceğimizi.
sincaplı ayılı animasyonu söyledi, bizimkiler "neee?? hayatta olmaz, noob muyuz biz!!" diye kendilerini yerlere attılar. (bu arada noob: loser gibi bir şeymiş)
diğer alternatif olan osman pazarlama'yı sununca, düşündüm: şahan'ı pek sevmesem de, geçmişte beni güldürmüşlüğü var... beyaz şov'da beyaz'ı keklemesini unutamam. siyasi (?) duruşu, berbat filmleri falan bir yana, şişman ve sevimli bir figür, en azından çocuklar bakıp bakıp gülerler... 70 tl'm boşa gitmemiş olur. "sinemaya gitsinler ve kötü film de görsünler ki iyinin değerini anlasınlar.. hem popcorn da yeriz" gibi hafif argümanlarla, biletleri değiştirdim, osman'ı aldım.
içeri girdik ve aklıma şeytani bir fikir geldi. deadpool'da salonun yarısı boştu. nasılsa salona girerken artık kontrol yoktu, film henüz başlamamıştı. bir şekilde çaktırmadan deadpool'un oynadığı salona girebilirdik.
dahiyane planımı çocuklara anlattım.
bunun dürüst bir hareket olmayacağını, efendi efendi osman pazarlama'ya girmemiz gerektiğini söyledi 8 yaşındaki velet. "bu kimin çocuğu lan, benim olamaz" diye düşünüp, çıkışta dna testi yapmak üzere planlar kurarken popcornumuzu, ice tea'mizi almış, koltuğumuza kurulmuştuk. sinema kompleksinde o gün 5 salonda birden bu film oynamasına rağmen, üçte ikisi doluydu ve yarısı çocuk ila ergendi salonun.
film başladı. abartmıyorum, 2 dakika sonra homurdanmaya başladı bizimkiler.
şahan "küfretmesene lan orospu çocuğu" diye espri yapıyor, salon yıkılıyor. bizimkiler "bu ne ya?" diye gözlerini havaya kaldırıyor.
şahan osuruktan bahsediyor, bizimkiler boş boş bakıyorlar perdeye.
20 dakika sonra "baba çıkalım mı" demeye başladılar. biraz daha şans vermelerini, belki komik bir şeyler olacağını söyledim. hay kafama sıçayım. "çok kötü baba yaa..." diye diye başımın etini yediler.
giderek daha kötü olmaya başladı. hayır, hadi deadpool'a giremedik de, bu çok mu faydalı acaba çoluk çocuğa?
yarım saat sonra salondan ayrıldık, tam ekşici piçler gibi.
güle oynaya arabaya gittik ve bu filmi hafızamızdan sildik. eve gidene kadar osman taklidi yaparak alay ettik kendi çapımızda.
gizli gizli gurur duydum çocuklarla, demek o kadar da fena yetişmiyorlar. -
maaşı 5 bin tl ve üzeri olan erkek veritabanı
dünden beri şu başlığa bakıp kafamı sallıyorum. görgüsüzlük, pespayelik diz boyu. aşağıladığınız akp zihniyeti sizi ne hale getirmiş la?!
burada maaşını yazarak "hatun kaldırmaya" çalışan ucubeler, maaşını ifşa ederek tavlamayı başarabileceği kadın gibi birisini hak ediyor. nasıl bir zavallı olman lazım ki, böyle bir kadını layık görüyorsun kendine?
seni ilginç kılabilecek tek özelliğin, gelirin mi?
olm sabahtan akşama küfür ettiğiniz araplar, ortadoğulular gibisiniz lan.
bir de gaz veriyor, "çok mesaj geldi" diye, mal. ben hala inanamıyorum, burada "yüksek" gelirini bildirip de davetkar mesaj alan birisi olabileceğine.
bir diğeri de maaşını yazıp göz kırpmış ";)" yapmış. çapkın ha?
yazmayın şuraya maaşınızı bilmemneyinizi. aşağılamayın kendinizi bu kadar. biraz gururunuz olsun lan. yaşar usta yaptınız beni abv. -
baba
sanırım kardeşlerim ve ben, baba açısından dünyanın en şanslı insanlarıyız.
temel ihtiyaçları saymıyorum bile. bugün mutlu olmayı becerebiliyorsak, babamızın bize verdiği özgüven sayesindedir.
özgüven, güvenle başlar. güven de ailede, babayla başlar.
babam, hiç bir zaman verdiği sözü tutmamazlık etmemiştir. her zaman desteklemiştir bizi. klişe mi? evet. ama uzun vadede,hayatta faydası olan temel unsurlardan birisi.
her babanın yaptığı gibi, çocuklarının önceliğini gözetmiştir hep.
bir akşam pirzola yiyorduk. ben çok açtım ve kendiminkileri hızla bitirmiştim. babam daha yeni başlamıştı. benimkilerin bittiğini görünce, tabağındakileri bana vermiş, "aç değilim pek" demişti.
çok şaşırmıştım. daha 10-11 yaşındaydım. dünyanın en güzel yemeğiydi ve bir gram tattıktan sonra bana vermişti. hiç olmazsa bir tanesini bitireydi ya?
"baba olunca anlarsın" denilen anlardan biriydi benim için. aynısını ben yapıyorum çocuklarıma, her seferinde de aklıma o pirzolalar geliyor. onlar da yapacak kendi çocuklarına ve dünya daha iyi bir yer olacak.
ilkokulda pinokyo bisikletim vardı. komşumuzun oğluna ortadan vitesli polo bisiklet alınmıştı. hayran olmuştum o bisiklete.
bir akşamüstü, çocuk bisikletiyle önümüzden geçerken "lütfen biraz bineyim, hadi bir tur ver" diye peşinden koşuyordum. çocuk da piç, vermiyor. o sırada babam gelmiş, farketmedim. bizi izlemiş. ertesi gün, maddi imkanları zorlayıp -kimbilir neyden feragat etti-, yepyeni gıcır gıcır polo bisikleti önüme getirdi.
duygularını göstermeyi sevmez; ağladığını hiç görmedim. bir kez, ablamın düğününde gözü yaşarmıştı sanırım. bir de, ben yatılı okulu kazandığımda, gitmeden bir gece evvel epey içmişti. yatarken çok ağlamış, annem söylemişti yıllar sonra.
1 sene yatılı okudum ben, hazırlıkta (11 yaşa tekabül ediyor). haftasonları teyzemlere, anneannemlere gidiyordum. ailemi ise 15 tatilde gördüm sadece.
bir haftasonu, olgunlaşma sürecinin sancılarını çekerken, babam çıktı geldi. nasıl sevindim anlatamam. kongre mi ne artık, bir toplantı için izmir'e gelmiş, efes otelinde kalıyormuş. haftasonu da kalacakmış, beni yanına aldı.
efes harabelerine tur düzenlenmiş, otobüsle tura katıldık. sonra gece otelde kaldık, aynı yatakta. patrick swayze'nin kuzey güney dizisi vardı tv'de, onu izledik. gündüzki otobüste görevli tur rehberinin komik sesiyle alay ettik güldük biraz, ve uyuduk. sanırım hayatımın en mutlu günlerindendi.
bana 3 kere tokat attığını hatırlıyorum.
ilkinde, 5-6 yaşlarımda kola istiyorum diye tutturmuştum. o almamakta inat ettikçe, ben daha çok istedim. sonra birden "gerçekten kola istiyor musun?" dedi. heyecanla evet evet diye atladım. "al sana kola" diye suratıma hafif bir tokat attı. nasıl ağladım, nasıl ağladım.
sonraki yıllarda, "gerçekten kola istiyor musun?" lafını aramızda bir espri haline getirdik ve bu travmayı böylece atlattım. bir şey için ısrar ettiğimde, "gerçekten kola istiyor musun?" derdi, gülüşürdük. hala da yapar bunu.
kuzenime yurtdışından bir oyuncak almıştı. daha bir kaç gün vardı amcamlarla görüşmeye, ve oyuncağı kaldırmışlardı paket halinde.
oyuncağı çok merak ediyordum. buldum ve açtım, 8 yaşın getirdiği heyecanla. nefisti, oynamaya başladım. babam yakaladı ve bir tokat attı. hakkımdan fazlasını almaya çalıştığım içindi bu; çünkü bana da oyuncak getirmişti aslında. komşunun tavuğu komşuya kaz görünmüştü halbuki.
geçen sene bu olayı anlattığımda hatırlamadı, "eh eh iyi yapmışım, sen de ellemeseydin" dedi. eh, bunca yıl sonra affettim ben de.
son tokat ise, 9 yaşımdaydı. babamın o zamanlar en büyük eğlencesi, arkadaşlarıyla briç oynamaksa, ikinci en büyük hobisi, bahçeyle uğraşmaktı. ağaçlar dikmiş, biberler sebzeler yetiştiriyor, sofraya taze şeyler getirmenin gururunu yaşıyordu.
indiana jones filminin gazına gelen bendeniz, babamın diktiği gencecik söğüt ağacından sarkan ince bir dalı çekerek, kendime kırbaç yapma hayaliyle yanıp tutuşuyordum.
gözüme kestirdim bir dalı, ve çektim. ağacın gövdesi çıt dedi kırıldı. akşam babam gelince vaziyeti anladı ve aylardır büyütmeye çalıştığı söğüt ağacını kıran oğluna tokadı bastı. haksızdı diyemem, de çok acıdı be baba.
bunu da hatırlattım geçen yıl, hatırlamadı ama kırbaç olayına çok güldü.
her zaman dürüsttür peder. gereksizce, kendine zarar verircesine dürüst.
nasihat vermezdi pek bize. sonradan anlıyorsun, aslında adamın tüm hayat tarzı, yaşayışı, olaylara bakışı birer nasihatmış. kelimelere gerek yokmuş, ona bakmamız yetiyormuş.
bu yaşıma geldim, her geçen gün değerini daha çok anlıyorum. her gün ya konuşur, ya mesajlaşırız.
çok ince bir espri anlayışı var. biraz bana bulaştıysa ne mutlu.
küçükken ablamla bana, komik bir hikaye anlatırdı. isimlerimizi hafif değiştirir, örneğin zeynep yerine zehra, mehmet yerine mahmut, ikimizi o hikayenin kahramanı yapardı.
hikayeye göre, 2 küçük çocuk, tren yolculuğunda bilmedikleri bir şehirde mola veriyorlar. sonra treni kaçırıyorlar ve çocuklar o şehirde bir şekilde yollarını bulup, maceralar yaşayıp, hedeflerine varıyorlar.
çok hoşumuza giderdi, hep anlattırırdık.
yıllar sonra anladık ki, meğer kendi başına gelmiş bu olay! 14 yaşında almanya'ya, abisinin yanına giderken belgrad'da mola vermiş tren. istasyona çıkıp bakayım derken, treni kaçırmış ve 1 hafta istasyonda yatmış. sonra bir şekilde para bulup, almanya'ya gitmiş.
yine biz küçükken, hikmet şimşek'le pazar konseri vardı trt'de. çok sıkılırdık haliyle, izlemek istemezdik. peder de uzanır koltuğa, o konseri izlerken uyuklardı.
bir gün bizi çağırdı ve koltuğa uzanmamızı söyledi. konser başlamıştı. gözlerinizi kapatın dedi. bir tepedesiniz, çimenler var. aşağıda çok güzel manzara var, hayal edin. klasik müziği sevdirmeye çalışıyordu.
hiç bir zaman tam manasıyla sevemedim klasik müziği, ama ne zaman rahatlamak istesem, o tepeyi ve manzarayı hayal ederim.
trompete merak salmıştım bir yaşta. gitti bir yerlerden 2. el trompet aldı, 100 dolar vermiş. doğu alman malı, weltklang.
3-5 denemeden ve komşu şikayetinden sonra kaldırdım trompeti. hala 100 dolar borcum olduğunu söyler durur.
5 ayrı ülkede çalışmıştı. çok çalışkandı. gece kaçta yatarsa yatsın, erkenden kalkar, traşını olur işe giderdi. banyodan çıkınca, buharlar gelirdi arkasından hep.
benim bugün sık sık şikayet ettiğimin aksine, bir gün bile işten şikayet etmemiş, gocunmamıştı. bir gün sordum, en iyisi hangi ülkede çalışmak? güldü. en iyisi hiç çalışmamak dedi.
bizi hiç bir şeyden mahrum bırakmamaya çalıştı. aynı zamanda, zengin falan olmamasına rağmen çevresine hep yardım etti.
biz çocuklarını hiç ayırmadı, ayırmaz. hepimizin ihtiyaçlarını bilir, ona göre muamele eder.
düşünüyorum da, ben başka biri olmayı isteyebilirdim, ama babamın başka biri olmasını asla istemezdim. onun olduğunun yarısı kadar baba olabileyim yeter bana.
bize hayat verdi, sonra içini güzel anılarla doldurdu. başka ne ister ki insan? -
5 ağustos 2015 ak-saray maceram
bürokraside bir işimi halletmek için ankara’ya gittim. muhatabım, işi takip eden kişinin ofisinin yeni yapılan bir binada olduğunu söyledi ve kıkırdadı. “gülecek bir şey varsa bize de söyle, hep beraber gülelim” dedim, çünkü muhatabım milli eğitim bakanlığı kökenliydi. sonra ağzındaki baklayı çıkardı; iğrenç herif çiğnemiş çiğnemiş paramparça etmiş baklayı.
“toparlan, ak-saray’a gidiyoruz” dedi. heyecanlandım. döpiyesim yanımda değildi, hemen ramsey’e uğradık ve bana takım elbise aldık. ramsey’de ısrarcı olmamı anlamayan muhatabıma “belki koridorda şakalaşırken tayyip bey’e rastlarız, takımı ramsey’den aldığımı görürse hoşuna gider” dedim, “gerizekalı mısın?” dedi.
toparlanıp giyinip ak-saray’a geldik. girişi, beklediğim kadar ihtişamlı değildi. iki tane yeniçeri kıyafetli adam, kimliklerimizi istedi, arabanın camından verdik. bir tanesi bagajı açtırıp arama yaparken, diğeri elindeki kılıçlı aynayla arabanın altında bomba araması yaptı.
otoparka girdik ve arabadan çıktık. binaya girerken tekrar bir arama yapıldı. dedektörden ben geçerken öttü. polis memuru “abi, kuş ötüyor sende eheh” diye salakça bir espri yaptı. “terbiyeni takın, sen bu devletin bir memurusun, ağır ol” diye içimden geçirdim.
işimizin düştüğü kişinin odası, uzun bir koridorun sonundaydı. sağa sola, selçuklu askerlerine falan baka baka yürüyüp, odaya girdik.
adam bizi ayakta karşıladı, oturduk çay kahve lokum faslından sonra derdimizi anlattık, bize yol gösterdi sağolsun.
lokum midemi bozmuştu. izin isteyip wc’ye geçtim. aslında midem bahaneydi, tuvalet kapakları gerçekten altından mı yapılmıştı, merak ediyordum.
tuvalet boş gibiydi. en sondaki kabine girdim, wc’lerin altın falan değil, bildiğin koçtaş klozeti olduğunu tespit ettim, küçük abdestimi yapıp çıktım. ellerimi yıkarken, yanımdaki kabinin kapısı açıldı.
yüzümü çevirdim, şok.
bu, o’ydu….
-hoş geldin, dedi.
hala şoktaydım. kamera şakası mı diye sağa sola bakarken, elini uzattı. ellerim ıslaktı. o da wc’den yeni çıkmış, kimbilir taharet almıştı. yine de nazik olmaya çalıştım:
-hoşbulduk… şimdi o taharetli elinizi mi sıkayım yani, diye gülümsedim.
gülümsememe mahçupça karşılık verdi. yanımdaki lavaboda ellerini sabunlarken, sohbete devam ettik:
-nasıl buldun sarayı?
+gayet güzel, beklediğimden daha mütevazi
bunu dediğimde, kafasını kaldırdı:
-nee? nasıl ya? olm milyar dolar harcadık buraya, nereye mütevazi? aklını alırım senin!! nöbetçiler, yakalayın!!
panik olmuştum. elimdeki kağıt havluyu ağzına tıkadım, tuvalet fırçasıyla sertçe başına vurdum.
bayılmıştı!
aklımı toparlamaya çalışıyordum. müthiş bir plan yaptım 12 saniyede.
cebimde traş bıçağı taşırım hep, rahmetli ninem “bir erkeğin yanında her zaman 3 şey olmalı, traş bıçağı, çakmak, üçüncüyü unuttum” derdi. (alzheimer)
traş bıçağım yanımdaydı. hala baygınken, yüzünü sabunladım ve bıyıklarını traş ettim. saçlarının yanlarını da sıfıra vurdum. hayko cepkin’e benzemişti.
kravatını ve ceketini çıkartıp, gömleğinin kollarını kıvırdım ve ayağa kaldırdım. hipster gibi oldu.
sarhoş birini taşır gibi, yanımda yürütmeye başladım. allah’tan tam baygın gibi değildi, ayaklarını oynatabiliyordu.
koridora çıktım; yürümeye başladım. karşıdan gelenler garip garip bakıyor, kolumdakinin kim olduğunu anlamıyorlardı. “eh eh biraz fazla kaçırdı ayranı” diyerek yanlarından geçiyordum, gülüyorlardı.
otoparka indim, arabanın bagajına attım.
hızla çıktım ak-saray’dan. arkadaşımı yoldan arayıp acilen çıkmam gerektiğini, akşama görüşeceğimizi söyledim.
şu anda oteldeyiz. ellerini ayaklarını ve ağzını bağladım. bana bakıyor, arada su falan istiyor, veriyorum.
napıcam bilmiyorum: (((( -
güllaç
maaşımı yeni almıştım. markete girip sucuk ve beyaz peynir aldım. kasaya doğru giderken güllaç gördüm. paketlenmiş, evde yapmalık kuru güllaçtı. anacığımın yaptığı güllaçtan yemeyeli epey olmuştu. gurbetteydim 2 yıldır, dışarıda da hiç yememiştim. ramazandır dedim, yüksek fiyatına rağmen hemen aldım.
evde torbaları boşaltırken güllacımı gördüm, mutlu oldum. yemekten sonra sıra ona gelecekti. ancak paketi okurken farkettim; malzemeleri almayı unutmuşum! süt, gülsuyu, tozşeker, hiçbirisi yok evimde.
ertesi gün almaya karar verdim.
okuldan sonra çok yorulmuştum; türk marketi yerine evimin yanındaki alman marketine gittim. yanıma listeyi almayı unutmuşum; zaten gülsuyu da yoktur alman marketinde.
eve gittim; güllaç kutusunu dolabın en üst rafına koydum. garip bir mutluluk hissettim.
sonra sınav haftası başladı; sabaha kadar ders çalışıyor, acıkınca hazır pizza yapıp, dinleniyor, ve ders çalışmaya devam ediyordum. arada güllaçla gözgöze geliyor, güllacı sınavlar bitince kendime vereceğim bir hediye olarak görüyor, için için seviniyordum.
sınavlar ve ramazan bitti; arkadaşlarımı çağırdım eve. tüm malzemeler hazırdı; birisi gülsuyu, diğeri fındık getirmişti; toz şeker ve süt bende vardı. sütü ısıtmak için ocağı açmaya yeltendiğimizde farkettik; haftalardır hiç kullanmadığım ocak arızalıydı. sadede hazır pizzaya yüklenmek, okuldaki sınavlarımı geçmeme yardımcı olmuş, ancak ev erkekliği ve obezite sınavlarından kalmama yol açmıştı.
güllacı o gün de yapamadık, tekrar dolabın üst gözüne yerleştirdim. bir şekilde sevinmiştim olmadığına, alışmıştım dolaptaki o umarsız, mütevazi varlığına.
dönem tatilinde türkiye'ye geldim. anneme güllaç yapması için yalvardım. annem güllacın ramazan tatlısı olduğuna, aynı pide gibi, ramazan dışında yapılmasının geleneklere aykırı olduğuna dair sosyolojik bir ders verdikten sonra sonra beni sütlaçla teselli ederken, babam da eliyle "çok lezzetli" anlamına gelen parmakları birleştirme hareketi yapıp "ramazanın gülü, gülü" diyerek annemi destekliyordu.
almanya'ya dönünce ilk iş, dolabı açıp güllacım orada mı diye baktım. sanki nereye gidecekse, orada duruyordu.
ertesi hafta iş için başka bir şehre gidecek, 1 ay orada kalacaktım. artık bol bol vaktim olur, orada yaparım diyordum. ancak giderken o telaşla yanıma almayı unuttum.
bir mevsim daha geçti. sonra 2 yıl daha. her dolabı açtığımda vicdan azabı gibi bana bakıyordu güllaç. hızla dolabı kapatıyordum, son kullanma tarihine daha vardı ve elbet yapacaktım o güllacı.
bu şekilde tam 3 sene geçti, okul bitti. evden taşınma vaktim gelmişti. eski eşyalarımın hepsini arkadaşlara verdim. buzdolabında ve dolaplarda yarım kalan gıdaları da komşulara dağıttım. güllaç hariç.
güllaca sarıldım, öptüm, kokladım. plastik bir kutunun içindeki nişasta yufkasıyla ne kadar duygusallık yaşanabilirse, o kadar duygusallaştım. ve apartmanın önündeki çöp bidonuna attım güllacı.
o gün bugündür, her güllaç yiyişimde aklıma gelir o hazır paket. hüzünlenmem de. 12 mark vermiştim, ona yanarım. keşke arasına kıyma falan koyup börek yapsaydım.