"korku bir araçtır". batman'in günlüğünden çıkan bu söz, bir kahramandan değil de iktidarını kaybetmemek için elinden geleni yapmaya hazır bir diktatörün ağzından dökülmüştür sanki. giderek karanlık bir tona bürünen süper kahraman filmleri artık kahramanını da sorgular hale gelmiştir. 2019 yılında ilk olarak joker ile başlayan süreç, "the batman" filmiyle daha da görünür hale gelir. artık kötü ve iyi yoktur. kötüler halka daha sempatik gelirken sözde iyiler ise maskesi parçalanmak istenen ucubelere evrilmiştir. nasıl the dark knight (2008) ve joker (2019) filmlerinde joker karakterleri seyircide büyük bir sempati uyandırabildiyse ve hatta bazı tezlerine destekçi bulabildiyse bu filmde de baş kötü karakter (villain) "riddler" benzer bir motivasyonla filme konmuştur. özellikle filmin sonlarında riddler'in yaptığı konuşmaya hak vermeyenimiz yoktur sanırım.
dünya ne yazık ki riddler'in tasvir ettiği şekilde inşa edilmiştir. zengin bir ailenin oğlunun yetim kalmasıyla hiç kimsenin umursamadığı zavallı bir çocuğun yetim kalması hem gotham'da hem de gerçek dünyada kesinlikle aynı şey değildir. zengin çocuğu bruce wayne'in hikayesi televizyonları süsler ve toplumdan acıma anlamında bir geri dönüş alırken; fakir bir ailenin yetim kalan çocuğu hiç kimsenin umurunda olmayacaktır.
iyilik ve kötülük, sahip olunan güç, para ve konumla birlikte insanlar tarafından farklı şekillerde değerlendirilir. bir zenginin toplam serveti içinde aslında hiç değerinde olan bir parayı bağışlaması o zengini dünyanın en iyi insanı yaparken; bir fakirin sahip olduğunun yarısını bile vermesi onu cömert yapmaya yetmez. aynı şekilde, sıradan birinin işlediği cinayet hem toplum hem de devlet tarafından en ağır şekilde cezalandırılırken; örneğin stalin gibi herhangi bir diktatörün arkasına devletin de gücünü alarak yol açtığı onca ölüm kimilerince destansı bir şekilde anlatılır.
-spoiler-
matt reeves, bu yeni batman filminde tam olarak bu çelişkiyi anlatmaya çalışmış. bu filmde batman ile herhangi bir suçlunun motivasyon anlamında aralarında hiçbir farkın olmadığının altı çok iyi çizilmiş. batman nasıl intikam ateşiyle yanıp tutuşuyorsa, ona silah tutan bir yetim de aynı ateşle kendisine gün yüzü göstermemiş olan dünyayı yakıp kül etmekte beis görmez. peki işin sonunda kim haklı görülecektir? basit suçluları yakalamak haricinde bir şeyi beceremeyen ve gözünün önünde her türlü pis işi yapan devasa bir suç çetesini dahi fark edemeyen bir batman mi; yoksa kendi yöntemleriyle şehrin yozlaşmış ve çürümüşlüğünü ortaya döken riddler mı haklıdır?
matt reeves'in yeni batman'i öncekilerden oldukça farklıdır. ilk olarak batman ve bruce wayne arasındaki belirgin fark bu filmde ortadan kaldırılmıştır. greig fraser'ın film için yarattığı muazzam karanlık atmosfere uygun şekilde hem batman hem de bruce wayne oldukça mat, ciddi ve soğuktur. batman aynı zamanda kırklar ve ellilerin film-noir'larındaki detektifleri de andırmaktadır. aynı o eski filmlerde baş karakterlerin yaptığı gibi bu filmde de batman kendi sesiyle seyirciye olup biteni anlatır. iki yıldır elinden geleni yaptığını söyleyen ama pek bir şey de başaramadığının farkında olan batman gerçekten de başarısız bir kahramandır. bütün şehir, polisinden belediye başkanına suça bulaşmışken batman'in bu olup bitenlerden haberi dahi yoktur. filme giriş yaptığı ve sadece ayak seslerini duyduğumuz o etkileyici sahnede batman yalnızca bir adamı dayak yemekten kurtaracaktır. zaten polislerle olan yakın çalışmasını dikkate alacak olursak batman'in bir polis memurundan pek bir farkı kalmamıştır.
bu filmde batman tahminimce yirmilerinin sonunda ya da en fazla otuzlarının başındadır. sanırım yaşının küçük olması sebebiyle batman bu filmde bilerek kırılgan, ürkek ve birazcık da beceriksiz resmedilmiştir. her ne kadar riddle'ın işlediği cinayetleri çözüyormuş gibi görünse de ona bu süreçte hem alfred ile kedi kadın hem de elindeki teknoloji fazlasıyla yardımcı olacaktır. gerçekten de riddle'ın filmin sonunda dediği gibi batman çok da zeki değildir. zaten alfred'e "zenginlik filan umurumda değil" derken bile ne denli saf biri olduğunu belli etmektedir. sahip olduğu zenginlik sayesinde batman olabilmişken o zenginliği küçümsemesi aslında yirmili yaşların sonundaki bir batman'e yakışacak çocuksu bir tepkidir.
bu filmde ayrıca kutsal ana ve babanın da üstü çizilmiştir. aslında ilk olarak joker filmiyle başlayan süreç bu filmde daha net bir şekilde ifade edilir. batman'in anne ve babası bu filmde birer kurban olmaktan çıkarılıp farklı yerlerde konumlandırılır. batman'in annesi martha, küçük yaşta anne ve babasını intihar ya da cinayetten kaybetmiş ve bu sebeple akıl sağlığını yitirip bir süreliğine hastanede yatmıştır. batman'in babası thomas ise belediye başkanlığına aday olduğu dönemde bir gazetecinin martha'nın geçmişi hakkında haber yapması üzerine şehrin baş kötülerinden biri olan carmine falcone'a başvurmak zorunda kalır. falcone'dan bu gazeteciyi korkutmasını ister; ancak falcone, thomas wayne'e karşı elini güçlendirmek adına gazeteciyi öldürtür. her ne kadar daha sonra alfred, ölmüş patronunu korumak amacıyla "thomas yaptığından pişmandı, zaten polise gidip teslim olacaktı" dese de thomas wayne'in falcone ile iş yaptığı apaçık ortadadır. falcone gibi birine şunu korkut dersen falcone'dan ne yapması beklenir ki.
gotham ise hiç olmadığı kadar pis ve kokuşmuştur. wayne ailesi, falcone tarafından ortadan kaldırıldıktan sonra thomas wayne'in seçim vaati olarak kurduğu yenilenme fonu ve ilk olarak kendisinin fona aktardığı bir milyar dolar wayne sonrası herkesin iştahını kabartacaktır. şehrin uyuşturucu işini elinde tutan maroni, falcone'un polislere verdiği bilgi sonucu aslında yalancı bir operasyonla hapse atılır ve maroni'nin pis işlerine el konulur. onun yürüttüğü uyuşturucu işi bu sefer falcone'un ve şehrin ileri gelenlerinin elinde olacaktır.
şehrin tüm pisliklerini ortaya çıkarmak ise garip bir şekilde batman'e değil, kötü kabul edilen riddler'a nasip olur. bu filmin bir kahramanı varsa o da kesinlikle riddler'dan başkası değildir. riddler, batman'in aksine oldukça zekidir. batman'in elindeki onca teknoloji ve zenginliğe rağmen göremediği tüm kirli suç ilişkisi, fakir olduğu her halinden belli olan riddler tarafından ortaya çıkarılacaktır. ayrıca riddler, batman'in aksine hedefine giderken acımasızdır. fakat hedefinde her daim kötüler vardır. kötülüğe tamamıyla bulaştığına emin olduğu gotham şehrini "mavi, siyah ve ölümle" (deniz gündüzleri mavi, geceleri ise siyahtır. ölüm ise gotham'ın deniz suyuyla boğulacak oluşudur.) özdeşleştirdiği deniz suyuyla yıkayıp temizlemeye çoktan baş koymuştur. onun için seçilecek yeni başkanın "değişim" sloganları da tamamıyla bir zırvalıktır. thomas wayne'in ölümü sonrası nasıl kurduğu yetimhane içindeki yetimlerle birlikte unutulup gittiyse herhangi bir yeni başkan da şehri kurtarmaya yeterli olmayacaktır. zaten yeni başkan adayının da siyahi bir kadın olması ve barack obama gibi değişimi ağzından hiç düşürmemesi tesadüf değildir. obama bir şeyleri ne denli değiştirebildiyse yeni başkan da o kadar başarılı olabilecektir aslında.
hedeflerini dürbünle izledikleri sahneler açısından birbirlerinden hiçbir farklarının olmadığı üstü kapalı bir şekilde ima edilen batman ve riddler arasından belki de bu filmde iyi olan riddler iken; kötü olan batman'in kendisidir. zaten filmin sonunda da görürüz ki şehir suçlulardan temizlenmiş filan değildir. falcone gitmiş yerine penguen gelmiş ve suç sadece el değiştirmiştir. suçluları temizlemede en başarılı isim olan riddler ise garip bir şekilde içeri tıkılmıştır.
-spoiler-
"the batman", karanlık atmosferi, kara filmleri andıran kurgusu ve polisiye filmleri aratmayan hikayesiyle başarılı bir film. zaten cloverfield (2008), let me in (2010), dawn of the planet of the apes (2014) ve war for the planet of the apes (2017) gibi filmleri yönetmiş birinden kötü bir film beklenemezdi. ancak olumsuz yorumları da anlamak mümkün. özellikle aksiyon sahnelerinin fragmanlarda gösterilenlerle sınırlı olması, üç saate yakın süresi, festival filmini andıran çekimleri, batman'in belki de yaşının da genç olması sebebiyle bilinçli bir tercih sonucu toy biri gibi resmedilmesi ve sürekli nolan filmleriyle kıyaslanıyor oluşu filmi kimilerinin gözünde zayıf kılmış. ancak şunu unutmayın ki bundan yıllar sonra da eğer ölmezsek farklı yönetmenlerin ve farklı oyuncuların kendi batman yorumlarını izliyor olacağız. ben her daim farklılıkların barındırdığı güzellikleri görmekten yanayım.
dipnot: elleri ve ayakları batman ve gordon tarafından kelepçelenen penguen'in ismine yakışır şekilde yürüyüşü filmin en hoş ayrıntısıydı.
ozkulu7 profili
-
the batman
-
the irishman
insanı hep en güvendikleri yaralar. şunu iyi bilin ki, en güvendiğiniz kişi, sizin en zayıf noktanızdır.
-spoiler-
hoffa'nın ailesinden sonra bu hayatta en çok güvendiği kişi frank'ti. aynı evin içinde beraber uyuyacak kadar ona güveniyor ve hayatını emanet edebiliyordu. hoffa'yı buluşmak için ikna ettikleri sahnede, hoffa da az çok tahmin edebiliyordu bunların onu aslında öldürebileceğini. o yüzden halka açık bir yerde buluşmak istediğini telefonda frank'a söylemişti. ancak hoffa'nın öldürüleceği yer çoktan seçilmişti. hoffa'yı öldürecekleri evi tutmuş, evin tabanını bile değiştirecek kadar her şeyi ayarlamışlardı. mesele hoffa'yı bu eve çekebilmekti. bunun için de hoffa'nın en çok güvendiği insan, frank devreye girecekti.
dikkat ederseniz eve geçmeden önceki o muhteşem araba sahnesinde hoffa, frank'e geç kaldığı için hiç kızmıyor. film boyunca hoffa'nın bu özelliğini boşuna vurgulamadılar. adam, tony pro gibi arıza bir tipe bile sırf bu yüzden kafa tuttu. sırf geç kaldın muhabbeti yüzünden tony pro'yu kendine iyice düşman etti. ancak, frank onu kırk dakika bekletmesine rağmen frank'e tek kelime etmedi. sadece keşke haber verseydin diye serzenişte bulundu. hatta arabada frank'e silahının yanında olup olmadığını sordu. "bu şerefsizlere güven olmaz" diyordu; ama asıl güvenmemesi gereken kişi yanı başında oturan frank'in ta kendisiydi.
eve girip evin boş olduğunu görünce bir şeylerin ters gittiğini hemen anladı. o an bile frank'e güveni hala yerindeydi. "hadi frank çıkalım buradan" derken, hiç düşünmeden arkasını kaç yıllık dostu frank'e dönüp evden çıkmaya çalışabiliyordu.
ama hayat ne yazık ki böyle bir şeydi işte. arabanın ön koltuğuna oturmayacak kadar birine güvenmeyen frank, hayatta kalırken; arkadaşına gözü kapalı hayatını emanet eden hoffa, arkasını ilk döndüğü an öldürüldü.
-spoiler- -
the irishman
martin scorsese, gerçek hayatta kahramanların nasıl yaşadığını anlatmış. marvel dünyasıyla giriştiği kavgada o da kendi dünyasının kahramanlarını dökmüş ortaya. biliyorsunuz kendisi kısa bir süre önce marvel filmleriyle ilgili olumsuz görüşlerini ifade etmişti. hemen ardından kopan fırtına sonrası ise düşüncelerini yazıya dökme ihtiyacı duydu. iron man filmini baz alırsak 2008 yılından beri kahramanlık filmleri satan bir şirkete üstadın bunca yıl sonra durup dururken laf çakmasının bir sebebi vardı elbet. nedeni tamamen kişiseldi. uzun yıllardır çekmeyi hayal ettiği filmine bir türlü istediği bütçeyi bulamıyordu. sinema salonlarını işgal eden marvel filmlerinin yanında kendi filmine yer yoktu artık. yaklaşık 160 milyon dolar gibi devasa bir maliyete haliyle kimse girmek istememişti. marvel filmleriyle bire on kazanmak varken ne diye hakiki bir sinema filmine para gömeceklerdi ki.
neyse ki scorsese, netflix gibi başka bir küresel şirketle anlaştı. bu arada, bu denli yüksek bütçe istenmesinin sebebi de filmde rol alacak de niro, al pacino ve joe pesci gibi oyuncuların canlandırdıkları karakterlerin gençlik hallerine başka bir oyuncuyu oynatmadan cgi teknolojisi kullanılarak gidebilmekti. peki ortaya çıkan sonuç bunca hırgüre değmiş miydi? tartışılır. ben değmediğinden yanayım. filmin başından sonuna kadar oyuncuların gençlik hallerindeki tuhaflık bariz şekilde hissediliyor. en basitinden hal ve hareketlerinden karakterlerin genç olmadığı anlaşılıyor. konuşmalarından hareketlerindeki yavaşlığa ve hantallığa kadar oyuncuların yaşları saklanamamış. sonuçta 79 yaşındaki al pacino'dan kırk yaşındaki bir adamı canlandırmasını beklemek bilime aykırı. tabi işin bu tarafı filmin nazarlığı sadece. karşımızda, sinemanın özüne inen, gerçek karakterleriyle hayatın acımasızlığını bir kez daha yüzümüze çarpan gerçek bir sinema eseri var.
-spoiler-
marvella ilgili kaleme aldığı yazıda scorsese şöyle bir cümle kuruyor: "sinema -estetik, duygusal ve ruhani- keşifle ilgiliydi. karakterlerle ilgiliydi; insanların karmaşıklığı ve birbirine karşıt ve bazen çelişkili doğaları, birbirlerinin canını yakma ve birbirlerini sevme ve birdenbire kendileriyle yüz yüze gelme biçimleriyle..."
gerçekten de onun filmlerinde karakterler bizden biridir. güvenilmezdirler. goodfellas filminde olduğu gibi sizi gün gelir satabilirler. sürekli birbirleriyle ve özellikle de kendileriyle çatışırlar. bir martin scorsese filmindeyseniz filmin başında kurduğunuz dostluklar ölene kadar devam etmez. asla filme başladığınız gibi kalamazsınız. the departed, casino, gangs of new york, the aviator, the wolf of wall street, raging bull filmleri hep bu tip gelgitli karakterlerle doludur. karakterin yolculuğunun en güzel örneğini değeri pek bilinmeyen bir önceki silence filminde bize göstermişti aslında.
the irishman filminde de üç ana karakter üzerinden izleriz insanlığın trajedisini. tetikçi frank, mafya babası russell ve sendika başkanı hoffa arasında geçen uzun bir zaman dilimini izleriz. ellilerde bir şoför olarak hikayeye giren frank, altmış ve yetmişlerse acımasız bir tetikçiye dönüşecek; fakat doksanların ortasına doğru tek başına kalmış, ailesi tarafından terk edilmiş, kapısını kapatmaya korkan bir hale evrilecektir. mafya, devlet ve sendika üçgeni arasında basit bir tetikçidir o. patronu russell ondan ne isterse yapan, gözünü kırpmadan adam öldüren ve bu uğurda yıllarca arkadaşlığını ve sevgisini kazandığı hoffa'yı arkasını döndüğü ilk an öldürmekten gocunmayan bir insandır. insandır diyorum çünkü son on yıldır beyaz perdeyi işgal eden süper kahraman filmleri yüzünden bu kavramı unutmaya başlamıştık.
çünkü gerçek hayatta kahramanlar yoktur. insanlar özünde korkaktır ve korkutarak ona istediğin her şeyi yaptırabilirsin. gözlerinden ışın çıkaracak kadar güçlü bir varlığın yapacağı en son şey sizi kurtarmak olurdu bunu unutmayın.
-spoiler-
neyse ki sinema daha ölmedi de gerçekleri suratımıza çarpacak filmleri halen izleyebiliyoruz. -
the guardian'a göre 21. yüzyılın en iyi filmleri
yıl sonlarının en güzel tarafı o yılın en iyi film veya dizi listelerinin yayınlanmasıdır. 2019 yılını bitirirken, elimizde koskoca bir on ve yirmi yıllık listeler olacak. the guardian son yirmi yılın ilk 100 listesini yayınlamış bile.
listede bir türk filmi de var. nuri bilge ceylan'ın bir zamanlar anadolu'da şaheserine listenin 38. sırasında yer vermişler.
100) once upon a time in hollywood (2019)
99) bright star (2009)
98) the dark knight (2008)
97) fahrenheit 9/11 (2004)
96) private life (2018)
95) call me by your name (2017)
94) gladiator (2000)
93) you the living (2007)
92) the hurt locker (2008)
91) etre et avoir (2002)
90) eden (2012)
89) the selfish giant (2013)
88) gomorrah (2008)
87) the wind that shakes the barley (2006)
86) no country for old men (2007)
85) burning (2018)
84) tropical malady (2005)
83) the son’s room (2001)
82) stories we tell (2012)
81) fish tank (2009)
80) requiem for a dream (2000)
79) persepolis (2007)
78) ocean’s eleven (2001)
77) lost in translation (2003)
76) ten (2002)
75) philomena (2013)
74) a prophet (2009)
73) love & friendship (2016)
72) waltz with bashir (2008)
71) capernaum (2018)
70) anchorman the legend of ron burgundy (2004)
69) paddington 2 (2017)
68) mr turner (2014)
67) dogtooth (2009)
66) brokeback mountain (2005)
65) happy as lazzaro (2018)
64) the ıncredibles (2004)
63) we need to talk about kevin (2011)
62) waiting for happiness (2002)
61) the souvenir (2019)
60) ted (2012)
59) gangs of wasseypur (2012)
58) wuthering heights (2011)
57) leave no trace (2018)
56) behind the candelabra (2013)
55) russian ark (2002)
54) the social network (2010)
53) fire at sea (2016)
52) amores perros (2000)
51) crouching tiger hidden dragon (2000)
50) before sunset (2004)
49) 24 hour party people (2002)
48) the house of mirth (2000)
47) margaret (2011)
46) volver (2006)
45) 13th (2016)
44) toni erdmann (2016)
43) the wolf of wall street (2013)
42) 4 months 3 weeks and 2 days (2007)
41) the handmaiden (2016)
40) unrelated (2007)
39) meek’s cutoff (2010)
38) once upon a time in anatolia (2011)
37) dogville (2003)
36) a separation (2011)
35) 45 years (2015)
34) l’enfant ( 2002)
33) the royal tenenbaums (2001)
32) gravity (2013)
31) anomalisa (2015)
30) leviathan (2014)
29) nebraska (2013)
28) the tree of life (2011)
27) the grand budapest hotel (2014)
26) yi yi (2000)
25) get out (2017)
24) ida (2013)
23) borat (2006)
22) spirited away (2001)
21) the white ribbon (2009)
20) roma (2018)
19) lincoln (2012)
18) a serious man (2009)
17) the great beauty (2013)
16) the act of killing (2012)
15) shoplifters (2018)
14) white material (2009)
13) far from heaven (2002)
12) son of saul (2015)
11) mulholland drive (2001)
10) team america world police (2004) tıkla
9) zama (2017) tıkla
8) moonlight (2016) tıkla
7) synecdoche new york (2008) tıkla
6) hidden (2005) tıkla
5) in the mood for love (2000) tıkla
4) under the skin (2013) tıkla
3) boyhood (2014) tıkla
2) 12 years a slave (2013) tıkla
1) there will be blood (2007) tıkla
listede get out gibi bir korku filminin yer alması sevindirici; ted gibi geyik bir filmin yer alması ise şaşırtıcı. bunların dışında there will be blood yine her listenin başında yer alacak sanırım. bana göre bu yüzyılın the godfather'ı bu filmdir. bundan seksen sene sonra 21. yüzyılın en iyi filmleri listesinde en kötü ilk beşte yer alacağı garanti gibi.
kaynak -
arya stark
rakibinin en güçsüz olduğu an, rakibin kendisini en güçlü zannettiği ve kazandığına tamamen inandığı andır.
bunu sadece arya gibi yetiştirilmiş ve eğitim almış biri bilebilirdi. ölümü ancak, kendisinin kazandığına inandırarak yenebilirdin. -
game of thrones
-spoiler-
sen yedi krallığın kraliçesi olmaya ant iç. dünyanın onlarca yıl sonra görebildiği üç ejderhanın annesi ol. önünde eğilmeyen lordları ateşe ver, binlerce zengini ağaçlarda sallandır, önünde diz çökmeyen binlerce askeri öldür.
sonra kuzeye adım attığın ilk günün sabahında "kız kardeşlerin beni sevmedi sanırım" diyerek jon snow'a yeni evlenmiş gelin tripleri at. oldu mu şimdi bu?
-spoiler- -
türkiye'nin kaça bölüneceği sorunu
türkiye bölünmez arkadaşlar. öyle üstünkörü laf olsun diye söylemiyorum. gerçekten bölünmez. açıklayayım. şimdi bölünme fantezileri “türk-kürt” ve “dinci-laik” ekseni üzerinden gidiyor. türk-kürt hadi yine bir nebze de ben hiç “dinci-laik” diye bölünen bir ülke görmedim. bilmiyorum varsa, biri yeşillendirsin. dünya tarihinde genelde bölünmeler etnik, mezhepsel ve dinsel tabanlı olur. şimdi gelelim bizdeki duruma.
türkler ve kürtler 2000 yıldır kardeştir, et ve tırnak gibidir gibi bir geyikle başlamayacağım. rakamlarla konuşacağım. şimdi bir ülke bölünecekse iki yolla bölünür. biri iç savaşla (en kötüsü) diğeri de referandumla (en moderni). ben 30 yıldır çıkmamış ve umarım da çıkmayacak bir iç savaşın bundan sonra çıkacağı kanaatinde değilim. şöyle bir ortamda bile insanlar birbirini boğazlamıyorsa (ki boğazlamasın zaten) hiçbir ortamda merak etmeyin boğazlamaz. o halde diğer metoda gelelim. pkk’nın silah bırakıp bölme mevzuunu tamamen siyasal ve rakamsal ele aldığını düşünelim. normal, aklı başında, modern ülkelerde bir taraf bölünmek istediğinde referanduma gidilir ve bölünmek isteyen kesim %50’yi geçmek zorundadır (son olarak ingilterede gördük). peki hdp son seçimlerde %50’yi kaç ilde geçebildi. zahmet etmeyin ben sizin için baktım. tam tamına 12 il (bitlis de %49 aslında ama onu da geçti sayıyorum). bu iller şunlar: tunceli: %56, ağrı: %68, ığdır: %52, diyarbakır: %72, mardin: %68, siirt: %58, batman: %68, van: %65, şırnak: %85, hakkari: %83, muş: %62, bitlis: %50.
burada bir şeye dikkat etmekte fayda var. bu rakamlar türkiye genel seçiminde kullanılan oylar. türkiye bölünsün diye kullanılan oylar değil. peki size soruyorum bu illere türkiye’den ayrılalım mı diye sorulsa sizce kaç il %50’yi geçebilir. elbette kesin emin olamayız ama kabaca %65’i hdp’ye oy veren illeri baz alırsak sadece ağrı, diyarbakır, mardin, batman, van, şırnak ve hakkari yani sadece yedi il evet ayrılalım diyebilir. o da en uç senaryo da. çünkü bölünelim demek hadi pazar günü pikniğe gidelim demek değil. bir daha türkiye’nin diğer tarafında kalan hiçbir ile gidememek, oradaki yakınlarını, akrabalarını görememek demek. istanbul boğazını göremeyecek olmak demek. ülkenin sağladığı hiçbir imkandan faydalanamayacak olmak demek. ne bilim bir hacettepe’de, boğaziçi’nde, odtü’de okuyamayacak olmak demek bölünen insanlar için. demem o ki hdp’nin son seçimlerde en yüksek oy aldığı şırnak da bile ayrılalım mı diye referanduma gidilse inanın %50 geçilemez. zaten pkk’nın bugün hala silahla bir şeyleri başarmaya çalışmasının en büyük sebebi de bu gerçeği biliyor olmaları. ülkeyi bölmek için silahtan başka çareleri yok çünkü.
“dinci-laik” mevzuunda ise akp ve chp’nin baz alınması bana çok komik geliyor. internet başında bu kadar çok oturmanın insan metabolizmasında yarattığı olumsuz etkilerden olsa gerek insanlarda şöyle bir algı görüyorum. akp’ye oy veren kesim dindar, chp’ye oy veren kesim ise dinsiz olur. arkadaşlar gidin bir konuşun etrafınızdaki insanlarla. hayat sadece facebookda yorum kasan arkadaş listenizdeki insanlardan veya ekşicilerden ibaret değil. benim evinden atatürk resmini indirmeyen, yedi nesildir chp’ye oy veren ailem ve akrabalarım beş vakit namazında niyazında tiplerdir (bunu bir meziyetmiş gibi anlatmıyorum bu arada). benim oturduğum apartmanda ölümüne chp’li, atatürkçü “o sürekli dalga geçilen cumhuriyetçi teyzeler” ayda bir toplanıp kuran okurlar.
peki akp’ye oy verenlerin dindar olduğuna emin misiniz? benim izmirli, hayatında camiye gitmemiş bir arkadaşım akp’ye laf atıyorlar diye face’inde arkadaş silmekten arkadaşı kalmadı. adamın yanında akp’yi eleştiremiyorsun bile. daha geçen tanıştığım bir eleman eve artık kadın atamadığından şikâyet ediyordu. ve bu elemanın yanında akp’ye bir iki laf ettim diye beni paralelci olmakla itham etti. adam meğerse damardan akp’liymiş. yine geçen denk geldiğim ellili yaşlarında bir adam akp’yi iyice bir yalayıp sıyırdıktan sonra akşama içmeye gideceğini, istersem benim de gelmemi söyledi.
yani diyeceğim şu ki bu ülke garip bir ülke. sırf bu garipliğinden bile bu ülke bölünemez arkadaş. yani dünyanın en zeki insanları bir araya gelse, on yıl bu ülkede yaşasa, yine şu ülkeyi bölecek bir yol bir yöntem bir usul bulamazlar. hatta aramızda kaynayıp giderler. o yüzden rahat olun. gidin face de filan takılın.