dur bakalım lozan'ı bekleyelim. 2023 bir gelsin. belki bir tanesini geri alabilir.
me is why i believe10 profili
-
serdar ortaç'ın son evini de satışa çıkarması
-
behzat ç.
fazla söze gerek yok.
--- spoiler ---
khk ile işinden atılıp, yazdığı bir tweet yüzünden içeri alınmış bir adamın mahallesinde ilgilendiği küçük bir erkek çocuğunu taciz eden çember sakallı bir orospu çocuğu "hacı dede", her şeyi bile bile onun arkasını kollayan muhafazakar mahalleli ve de alayının ağzını yüzünü sikmek isteyen bir cinayet büro amiri...
--- spoiler ---
iyi ki varsınız lan, iyi ki döndünüz. keşke yalnız bunun için sevseydik sizi :) -
ekşi itiraf
şu saatte bademli magnum aşerdim. duramadım, indim aldım benzinciden. oturdum parkta bir banka, yiyorum. minnak bir kedi geldi oturdu yanıma, lokmalarımı sayıyor. "soğuk bu, sen yiyemezsin" diyorum, tınlamıyor. "şekerli dokunur sana" diyorum, oralı değil. gözümün içine bakıyor. aç da bayağı, belli. "bekleyeceğini bilsem çıkar yukarıdan mama getiririm sana ama beklemezsin ki" dedim. o esnada akli melekelerini henüz yitirmemiş herhangi bir insanın hiçbir anlam yüklemeyeceği, benimse "beklemezsem şerefsiz evladıyım" olarak algıladığım bir bakış attı yüzüme. "bekle lan" dedim. geldim bizim kızın mamasından çaldım biraz, indirdim baktım bankta oturmuş bekliyor heves güves :) döktüm yanına, soluksuz yedi canını yediğim. çok net bir ilişki kurduk. istedi, getireceğim dedim, götürdüm, ve yedi. nokta. minnet duymuş gibi gözükme gereği dahi duymadı. tertemiz. ben de bir sigara içtim yanında, geldim sonra...
velhasıl; şu an aşırı keyifli, aşırı huzurluyum amına koyim. bayağı iyiyim böyle, cidden iyiyim. yetiyor bana. sizin sahteler sahtesi varlıklarınızdan, vıcık vıcık samimiyetinizden izole olsun varsın benim hayatım. bana dokunmayın da, ne sikimi yiyorsanız yiyin. sizin o maddiyattan, gösterişten, türlü türlü hesap kitaptan son derece uzak, son derece "gerçek" mutluluklarınız daim olsun. fark ederse kahrolayım... -
kanser hastasına yardım kampanyası
ihtiyaç tamamen giderilene değin gündemden düşürülmemesi gereken kampanya.
geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum. çaylak arkadaşımız iletsin anneciğine, bir sürü evladı var buralarda da. kimse elini çekmez ondan, o da umudunu yitirmesin. bir an önce sağlığına kavuşması dileğiyle hanımefendinin... -
kemal kılıçdaroğlu
şu ülkede meral akşener'le alper taş'ı, canan kaftancıoğlu'yla mansur yavaş'ı, temel karamollaoğlu'yla selahattin demirtaş'ı ortak bir paydada buluşturabilecek tek insan benim bildiğim.
sövmeye, saymaya, "lödörlök vosfo yok"lara devam edebilirsiniz tabii ama, kutuplaştırılmanın bu derece müptelası olmuş bir memlekette birleştiriciliğin son örneklerinden biri olduğunu ve bu birleştiriciliğin ne denli hayati bir rol oynadığını görebilmek de bu kadar zor olmasa gerek. -
24 şubat 2019 manchester united liverpool maçı
43. dakikada kasığımdaki çekme sebebiyle ekran başından kalkmak zorunda kaldığım maç. kedim izlemeye devam ediyor benim yerime. umarım tamamlar 90 dakikayı .s
-
ekşi itiraf
/// delirmediğime dair elimdeki tek veri, deliriyor olduğumu düşünmem. hani delirenler delirdiklerini bilmezlermiş, daha akıllı olduklarını zannederlermiş ya. işte ben zannetmiyorum. henüz. şükür.
hayır n'olmuş yani kendi kendime sesli konuşurken kendi kendime sesli muhalefet ediyorsam, n'olmuş kendi kendime zaman zaman ingilizce konuşuyorsam... hayallerimi de satmadım ya?! (sattı...)
/// sanırım günden güne tahammülsüzleşiyorum. karşısına geçip, yüzünü avuçlarımın arasına alıp, şefkatle yanağını okşadıktan sonra "senin ben derdini sikeyim derdini" diye ölümüne haykırmak istediğim insanlar var mesela tokatlaya tokatlaya. keşke olmasalar. olsalar da yani, böyle olmasalar... yarım gram dengem var, itinayla bozuyorlar. seviyorum da işin kötü tarafı kerataları, ama işte beni çok zorluyorlar. içimdeki albayı tetim tetim tetikliyorlar.
tetim tetim?? :/
31 yıllık birikimin sonunda kazandıra kazandıra bunu kazandırmamalıydım ya dilimize. hiç böyle hayal etmemiştim ben. bir yerlerde bir şeyleri kesin yanlış yapıyorum ama du bakalım...
/// ayığım. ve ben bu başlığa en son ayık geldiğimde kısa winston soft üç milyon iki yüz bin türk lirasıydı, düşün... benim için de enteresan bir deneyim oluyor. ilk başlarda biraz soğuk ama yazdıkça ısınıyorum.
ne bileyim ya, öyle içimden geldi. birbirinden ekşi itiraflarımı yazmam gerekiyordu herhalde. açıkçası hep buraya yazarken içimdeki bir şeylerle yüzleştim ben. ilk defa bugün, yüzleşmemek için yazıyorum. bunaldım. bir insanın bunalması gerekenden çok daha fazla bunaldım. biraz kendi içimden kaçmam, biraz kafa dağıtmam gerekiyor sanırım. bir de "yaz" dendi bana. denmişti yani. bana denilenleri unutmakta da pek mahir sayılmam. yazıyorum işte öyle...
/// devlet bahçeli'yle babamın anne tarafından akrabayız. akrabaymışız yani, ben de çok sonraları öğrendim. babaannem ne zaman bu durumla uzaktan yakından alakalı herhangi bir şey söylemeye çalışsa babam anasına sövülmüşçesine hiddetlenerek konuyu kapattırdığı için ailede pek dillendirilmez ama işte gerçek bu ne yazık ki. böyle olsun istemezdim tabii. hoş değil... size içimin ne kadar derinliklerini açtığımın, ne kadar özelimi anlattığımın farkındasınızdır umarım :(
/// daha önce ilk dört sezonunu 4, beşinci sezonunu 3 ve son sezonunu da 2 kez izlemiş olduğum lost'a başladım geçen hafta. bayağıdır ara vermiştim. farklı zamanlarda farklı şekillerde niyetlendim ama bir sebepten olmadı hep. şimdi oldu, iyi de oldu. epeydir yapmış olmaktan en memnun olduğum şey oldu tekrar başlamak. somutlayamayacağım bir şey var bu diziyle alakalı, bu diziyle kurduğum bağla alakalı... başka herhangi bir şeyin yaratmadığı bir etki yaratıyor üzerimde sadece, onu biliyorum. bayağı bayağı iyi geliyor.
/// “...kadınlarla yattığım yetse ya,
bir de onlarla yattığıma inanmam gerekiyor...
hoşlanmıyorum.”
maksadımı aşmayacaksam eğer söylemek isterim ki, böyle epey sıkıntılı bir mevzuda dahi olsa kişinin turgut uyar'la birebir örtüşen bir yanının olması tuhaf bir tatmin duygusu veriyor. benim kastım kadınlarla alakalı, kadınlarla yatmakla ya da kadınlarla yattığına inanmakla alakalı bir şey değil aslında. ama bu kadınlara mahsus bir şey de değil zaten, her bir şeye uyarlanabiliyor. bir yerden, bir noktadan sonra insanın içinden hiçbir şey yapmak gelmiyor. çünkü hiçbir şeyi yapman yetmiyor, bir de onu yaptığına inanman gerekiyor. ve bu da, yer yer, hiç ummayacağın kadar zor bir hal alıyor. hissetmiyorsun ki, farketmiyorsun... birçok şeyi yapmak için yapıyorsun o yerden sonra, yaşamak için yaşıyorsun. dolayısıyla inanmakta güçlük çekiyorsun. ve hoşlanmıyorsun...
tuhaf biraz. ben de hoşlanmıyorum artık. birçok şeyden. birçok şeyi yapmaktan da, yaptığıma kendi kendimi inandırma gereksiniminden de hoşlanmıyorum. ve birçok şeyi de yapmıyorum. daha edilgen bir role büründüm sanırım. daha okuma, dinleme, anlama, idrak etmeye çalışma odaklı bir rutine soktum kendimi. bir şeyler yapmaktansa; hali hazırda yapılmış olanları repertuarıma dahil etmeyi, onları algılamaya gayret etmeyi, yaşanmışlıkları çözümlemeyi ve sindirmeyi tercih ediyorum mümkün mertebe. düşünülecek, bir yere varılsın varılmasın, üzerine düşünülecek çok şey var. varılacak çok yer de var bu şekilde. ayrıca okunacak çok kitap, izlenecek çok film, dinlenecek çok müzik var. zaten iyi ki onlar var...
/// hiç abartısız söylüyorum; ömr-ü hayatımda beni gerçekten sevdiğim bir insanı güldürmek, gülümsetebilmek kadar mutlu eden, edebilen başka tek bir şey daha olmadı. ve hayatımda güldürerek, gülümsetebilerek mutlu olacağım kadar sevdiğim hiç kimsem kalmadı. fair enough :)
/// birisi geldi. enteresan birisi. ihtimaldi, ve güzeldi. itiraf ediyorum, bir an için ben bile inandım. tam ekşi değil ama, hafif kekremsi bir itiraf bu. öyle kaldı damağımda...
/// kepaze insanlar tanıdım. kepaze insanlara hiç olmayacak, hiç olmaması gereken payeler verdim. kepaze insanlarla kepaze zamanlar geçirdim. harcadım. yeri geldi, onlarla onlar oldum. asla olmamalıydım. yaşamak, kendi boyutlarına karşı körleşmek olsaydı keşke sahiden. ben de sadece kendine körleşen, körleşebilen, başka boyutları, boyutsuzlukları gören ve gördüğünü gördüğü an idrak eden, yok saymayan, inkar ya da hasır altı etmeyen birisi olsaydım keşke. hayatımda ilk kez bu tip bir pişmanlık yaşıyorum sanırım. gündemimde kendine kaydadeğer bir yer edinebilecek çapta bir pişmanlık değilse de, ne bileyim, üzülüyor insan yine de. başka bir şeye değil de, kendinden verdiğine...
/// olağanüstü bir cuma akşamı geçirdim.
-iki gündür yıkanmış halde öylece duran bulaşık makinesini sonunda boşalttım.
-kedi kumu değiştirdim. poşetin altı delikmiş, ben farkedene kadar epey kum dökülmüş, elektrikli süpürgeyi açmak durumunda kaldım.
-sigara almaya aşağı inerken yanıma yarım paket kuru mama alıp parkın çeşitli yerlerine döktüm. ilk gelen kediyi gıdısını kaşıyarak ödüllendirdim. eve geri çıkmadan önce parkta arkadaşına "ananın amı" diyen on yaşlarında bir veledi düzgün konuşması hususunda uyarmayı ihmal etmedim.
-iki defa çay demledim, iki demlik çay bitirdim.
-kucağımda kedimle yarım saat kadar koltukta uyukladım.
-internette sörf yaptım. (evet nete ixir'le bağlanıyorum. icq nickim de searock çünkü aşırı yaratıcı birisiyim) komik videolar izledim, birkaçına göbeğimi tuta tuta güldüm. en iyi ihtimalle ikibinli olduklarını tahmin ettiğim birtakım organizmalarca atılmış çok sayıda "best, bestim, bestimle...", "yıkık", "flörtlerimden biri", "hayattaki şansım", "şöyle şöyle olmuştur. şöyle şöyleyimdir. o sırada annem: bla bla, babam: bla bla, arkadaşlarım: bla bla..." falan gibi birbirinin aynısı sayısız düşük zeka ve sikik mizah içeren tweete maruz kalıp 1992 sonrası doğumu yasaklamayanlara sövdüm.
-iki bölüm lost çaktım. burası zirveye en yakın kısmıydı sanırım gecemin. sesiniz falan duyulmuyordu hiç.
-terasta sigara içerken birden manzara çok asabımı bozdu. çarpık kentleşme ve betonlaşmadan başladım, içeri girerken en son hasan mezarcı'nın anasına sövüyordum. (o noktaya nasıl geldiğim hakkında zerre miskal fikrim yok, laf lafı açtı herhalde)
-makineye çamaşır attım, onlar yıkandı.
-artık gecenin sonlarına yaklaşılmıştı ve böylesi efsanevi bir akşamı noktalamaya yaraşır güzellikte bir son gerekiyordu. intihar haramdı, ben de çamaşırları astım...
özetle, yaşıyorum bu hayatı. yeminle yaşıyorum!
/// biraz fazla yazmışım sanki. kafa şişirdiysem affola. cümleten mutlu geceler... -
ekşi itiraf
bir insan ölünce ne çok şey ölüyor beraberinde...
onunla olan sırlarınız ölüyor mesela. tuhaf. sadece onun bildiği, sadece ona söylediğin sırlar sonsuza kadar yok oluyor. hiçbir anlamı kalmıyor. onun sadece sende olan sırlarıysa zaten artık kalmıyor. onun kendisi sır oluyor, ötesi mi var...
sadece ikinizin anladığı, onunla aranızda olan her bir şey ölüyor. bir tek ona karşı kullandığın bir hitap, söylediğinde bir tek onun anlayacağı bir söz, bir tek onun anlayacağı bir hareketin, bir bakışın... bir tek ona anlattığın, bir tek ona anlatabileceğin şeyler... hepsi ölüyor. hepsi yok oluyor.
beraber kurulan hayaller, beraber yapılan planlar, beraber olmadıktan sonra bir anlam ifade etmediğinden rafa kaldırılan ve o rafta bir daha el sürülmemek üzere tozlanmaya bırakılan milyon tane düşünce, istek, heves...
bir aile ölüyor, bir ev ölüyor, bütün bir geçmiş ölüyor, bir çocuk, bir çocukluk... hatıralardan, rüyalardan başka tutunabileceğin tek bir şey kalmayana dek geriye, her şey ölümüne flu ve ölümüne gerçek dışı, ölümüne hayal meyal olana dek her bir şey ölüyor... için ölüyor.
bir insan ölüyor, bir yerlerde birilerine yine söylemiştim daha önce de, sen burun direği diye bir şeyin gerçekten varolduğunu, gerçekten sızlayan bir şey olduğunu öğreniyorsun. bir insan ölüyor, aradan tam 16 ay geçiyor ve burnunun direği hala ilk günkü gibi sızım sızım sızlıyor...
bir insan, bazen, beraberinde başka bir insanın da bu çarkına sıçtığımın hayatına dair sevdiği, önemsediği, heves ettiği bir dolu şeyi de beraberinde geri dönüşsüzce götürerek ölüyor. ölüveriyor.
bayramın kutlu olsun annem benim, o güzel ellerinden öperim. gözlerinden, yanaklarından, alnından tarifsiz bir hasretle öperim. seni çok özledim. çok özlüyorum... -
ekşi itiraf
ön edit: yazı epeyce uzun olmuş. okumaya niyetlenen ekşi itiraf takipçileri olursa eğer diye, bir fon müziği güzelliği yapayım dedim. ben yazarken defalarca dinledim, siz de okurken dinlemek istersiniz belki:
son
30 yaşındayım. ölümüne sarhoşum.
müsaadenizle az bir iç dökmeye geldim. mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun, nicedir, benim de içim acıyor. ama ben mutsuzluktan söz etmek istemiyorum. dikeyiyle, yatayıyla mutsuzluğu kabullendim. mutsuzum ben. mutsuz olacağım. ama mesela mutsuz, güvensiz, hevessiz, bir hayli eksik de olsa son nefesine kadar onurlu bir hayat süreceğim. 1 gün de olsa 50 sene de olsa... sanırım bir tek bunu biliyorum. nerede olur, nasıl olur, ne şekilde olur hiç bilmiyorum, ama nelerden asla ödün vermeyeceğimi biliyorum. bu, rahatlatıyor. gerçekten. o yüzden mutsuzluktan söz etmek istemiyorum. kendimden söz edeceğim biraz, sonlardan söz edeceğim, şu an neredeysem, içimde her ne var ise onlardan...
30 yaşındayım. hayatımın uzak ara en kötü üç ayını yaşadım.
anneciğim gitti önce. pat diye, birdenbire... öylesine beklenmedikti ki, gözümün önünde olup bitene rağmen son saniyeye kadar öylesine imkansız geliyordu ki gidişi; saatlerdir ümitsizce makinelerle bir şekilde yaşatılmaya çalışılan o kadıncağız son nefesini verip de kuzenim "başımız sağolsun" diyerek yanımıza geldiği esnada biz, kız arkadaşımla beraber havalar ısındığında annemi kadıköy'de nereye götüreceğimizin, ona nerede ne yedireceğimizin, 10 gün sonra gideceğimiz filmi daha sonra internetten bulup anneme de izletmenin falan planlarını kuruyorduk bir alt katta. öylesi uzaktık bağıra bağıra gelmekte olan bu sonuçtan. uzak durmaya çalışıyorduk. e kabullenemiyorsun ki, inanamıyorsun... bekliyorsun öyle sadece. içinde yok olmak bilmeyen bir umutla bekliyorsun. ve sonra başın sağoluveriyor işte birdenbire... yapacak tek bir şey kalmıyor. zifiri bir karanlıktan başka geriye tek bir şey kalmıyor.
sonra... sonrası tufan. yepyeni, hiç bilmediğim ve bilmek istemediğim, birdenbire bana sunuluvermiş bir hayata adapte olma çabası bir yana, annemin acısı, üzüntüsü, yangını zaten apayrı bir yana; henüz şokunu ve travmasını dahi atlatmaya fırsatım olmamıştı ki yepyeni şoklara, yepyeni travmalara sürüklendim. terk edildim, ilişkim bitti. bitmesi değil mesele, her şey biter. bunu yeterince öğrenecek kadar uzun zamandır bu canına yandığımın hayatındayım. ayrıca her ne olursa olsun annesini yeni kaybetmiş bir insan için "aşk acısı" olarak adlandırılabilecek o şey biraz tali, biraz ikincil kalıyor haliyle. dolayısıyla travmayı yaratan bitişi değildi, bitiş şekliydi. 15 ayımı verdiğim insanın birdenbire gidiverişi değildi neye uğradığımı şaşırtan, gidiş şekliydi. uzun uzadıya yazmaya, fazla detaya girmeye gerek yok. zaten pek bir sik bildiğim ettiğim de yok açıkçası. buna layık görülmedim çünkü. ilişkimin bittiği bana söylenmedi, gerek duyulmadı. bana en son söylenen aramızda herhangi bir problem olmadığıydı, sonra bir süre konuşma çabalarım reddedildi, sonra da bir gün ekşi sözlüğe yazılan bir entry vasıtasıyla terk edildiğimi öğrendim. ne hoş değil mi, ne şık... :)
haliyle anlamakta çok güçlük çektiği hususlar oluyor insanın. 15 ayını paylaştığın, bütün o zaman boyunca acı tatlı milyon tane an, milyon tane anı paylaştığın, derdini, sıkıntını, üzüntünü, acını, acıların en büyüğünü, mutluluğunu, geceni, gündüzünü, ruhunu, bedenini, yatağını, evini paylaştığın, hayatını paylaştığın insana; tüm o süre boyunca bırak bir yanlış yapmayı, ciddi bir problem yaşamayı falan, sana tek bir kötü söz dahi söylememiş olan, senin de tek bir kötü söz söylememiş olduğun, her bir şeyi gayet güzel bir şekilde yaşadığın insana bunu neden yaparsın ki? "bunu" derken bırakmaktan, ayrılmaktan bahsetmiyorum. o ansızın gidişin o tuhaf zamanlamasından dahi bahsetmiyorum. kimse kimseyi ne sonsuza kadar sevmek zorunda, ne de eğer içinde bir şeyler bittiyse karşısındakinin özel bir durumu var diye gidişini ertelemek zorunda, kimseden böyle beklentilerim yok zaten. fakat öyle o şekilde gitmek? karşıdakini bırak bir sebep sunmayı, bir açıklama yapmayı, bir "ben gidiyorum" diyecek kadar dahi kaale almamak... onca zaman sonra tek bir söz etmeden öylece çekip gitmek ve anında hayatına olduğu yerden devam etmek... bu çok garipti işte, çok zordu. bunu anlayıp kabullenmek, buna inanmaya çalışmak çok ciddi bir yük oldu gerçekten. çok fena çöktü. hayatımda bu kadar aşağılandığımı, küçük düşürüldüğümü, bu kadar yok sayıldığımı hatırlamıyorum.
bekledim, çok bekledim. sustum, durdum ve bekledim. dönmesini falan değil asla, ki zaten dönmesi için bir sebebi yoktu. istediğim de o değildi. ama onca şeyin yaşandığı o evde geçirdiği herhangi bir saniyede, herhangi bir anda bir şey olacak, bir şey bizi çağrıştıracak, "ulan ben neden böyle bir şey yaptım? neden bu şekilde yaptım?" diye kafasına dank edecek de, doğrudüzgün bir konuşma yapacağız en azından diye bekledim. bu kulakların o dudaklardan son güne, son ana kadar duymuş olduğu milyon tane şeyi çoktan boşvermiştim de, "biz her şeyden önce çok iyi iki arkadaşız" diyen insanın; arkadaşça değilse bile, insanca bir bitişi hakettiğimizi düşünmesini bekledim. olmadı. sonra o bekleyiş de bitti... her şey bitiyor :)
anında kabullenip yoluna bakmanı bekleyenler oluyor ciddi ciddi bu tip durumlarda. özünde seni düşünüyor oldukları için tabii ki. ama o işler öyle olmuyor işte... hele benim durumumda, hiç olmadı. yapamadım. anacığım ona şallar, patikler şunlar bunlar örmemiş, daha da neler örmeyi, neler yapmayı planlayıp heves güves bana anlatmamış gibi yapamadım. anacığım hastalanıp o ziyarete geldiğinde onun arkasından annem bana, "hiç öyle erkek arkadaşımın annesi rahatsızlandı, gitmem gerekiyor gibi bir düşünceyle, bir görev olarak gelmemişti biliyor musun oğlum? gerçekten içinden gelerek gelmişti. bana çok uzun zamandır kimse bu kadar içten sarılmamıştı." dememiş gibi yapamadım. ben anacığımın ardından onun hatıralarını da kendimle beraber ona teslim etmemişim gibi yapamadım. yapamadım işte. annemin gidişiyle birleşmesi çok içinden çıkılmaz bir hale soktu bu çirkin süreci. ama işte oldu, bitti sonuç olarak. geriye keşkeler kaldı bir tek...
keşke bir şeyler yaşanmış olduğu seviyede sonlandırılabilseydi. yine bitseydi de, ne bileyim en azından birazcık olsun dürüstçe bitseydi, asgari insaniyet zeminine yakın bir yerlerde bitseydi. bana, benim ona olan duygularıma, bağlılığıma, benim ona tutunuşuma zerre kadar duymadığı aşikar olan saygıyı en azından kendi geçmişine, kendi yaşanmışlığına, kendi sözlerine, kendi karakterine, duruşuna duyuyor olsaydı da, o saygının çizeceği makul bir çerçevede bitseydi. en savunmasız, en gardı düşük anımda en beklemediğim yerden vurmasaydı. keşke...
keşke benim o kadar özel bildiğim, "ailem" dediğim, aramızdaki şeyin çok fazla özel ve güzel olduğu sanrısıyla onca zaman hayatımı paylaştığım insan, onca güzel hatıranın başrolü olan insan, benim annem öldüğünde yanıbaşımda olan, ben ömrümce annemin ölümünü her düşündüğümde gözümün önünde ilk canlanacak şey olan insan; kendine, bana ve bize daha düzgün, daha yakışıklı bir son çizebilmeyi reva görseydi. hayatı boyunca kime ne hissederse hissetsin o güveni duymaya, o bağlılığı hissetmeye, hissettirmeye, o hesapsızca en içini açabilmeye, o sorgusuzca en içine alabilmeye bir daha asla cesaret edemeyecek bir adam bırakmasaydı ardında. hem de yok yere... keşke...
gidişine dair elimdeki tek somut veriyi, o mevzubahis entrysini satır satır, cümle cümle belki milyon kere okuyup da her okuduğumda hala ondan nefret edemiyor olduğum için kendimden nefret etmeseydim... bu; ne demek olduğu idrak edilebilecek, kıymeti bilinebilecek bir şey olsaydı. keşke...
30 yaşındayım. basit sevmeyi bildim ben hep.
basit, temiz, net, olduğu gibi, olduğu kadar... sevmeyi, sevdiysem söylemeyi, sevdiysem kendimi adamayı bildim. savaşmadan sevişmeyi bildim, onu seçtim. çırılçıplak... çarpıştıracak egolara ne sahip oldum, ne onları karşımdakinden öncelikli tutmayı bildim, ne herhangi bir ilişkinin ya da ayrılığın kazananı/kaybedeni olmayı önemseyecek bir yapım olabildi. o oyunu hiçbir zaman ne kazandım ne de kaybettim... çünkü o oyunu, oyunları hiçbir zaman oynamadım ben. sadece bütün benliğimle sevmeyi bildim. keşke böyle olmasaymışım mesela... başka türlü bir adam olsaymışım. öyle olmanın makbul olduğunu, öyle olmanın "kazandığını", öyle olanların "kıymet"inin bilindiğini, öyle olanların kalabildiği yerlerde bana yer olmadığını biliyorum. hepimiz biliyoruz. öyle olmamanın en zor zamanında hiç var olmamışçasına yok sayılmak gibi bir sonuca varmasına şaşırmıyorum. hiçbirimiz şaşırmıyoruz. dünya belli, olan biten belli, malzeme belli.
30 yaşındayım. annemi köpekler gibi özledim.
doksandördüncü günümü bitirdim yokluğunda. bir bakışını, bir gülüşünü, bir buruk tebessümünü, şu an burada olsa edeceği tek bir lafı, yanımda alıp vereceği tek bir nefesi bile... her bir şeyini tarifsizce özledim. bir ay kadar sonra evi de sonsuza dek kapanacak, haliyle koskocaman bir sayfa da... oğlunun ve kocasının onun ardından ite kaka, kırık dökük yürütmeye çalıştığı, tamamen ona ait ritüeller de yok olacak. her bir şey bitti, bitiyor. sonlanıyor. "ayşe hanımın evi" de bir daha var olmamak üzere sonlanacak. ve ben onun olduğu, sırf o olduğu için bana ev olan her bir yeri ömrümce köpekler gibi özleyeceğim.
30 yaşındayım ve hayatımın uzak ara en kötü üç ayını yaşadım.
ve de öyle ya da böyle, geçti o üç ay, çıktım oradan. ne kadar eksilmiş, parçalanmış, yaralanmış, hasar almış, hırpalanmış, canı yanmış bir şekilde çıktığım apayrı bir mevzu ama, sonuç itibarı ile çıktım işte. tekrarı yok, eşi benzeri yok, daha kötüsü yok, daha beteri yok... yok. artık ben on gün sonra da ölsem, dünyaya kazık çakıp domuz gibi sağlıklı bir şekilde yüz sene de yaşasam bir daha bu kadar kötü bir dönemi olmayacak geriye kalan hayatımın. bu geride bıraktığım üç ay kadar kötüsünü bir daha yaşamayacağım, ve yaşadığım bu üç ayı da ömrüm oldukça unutmayacağım.
"dibe vurmadan çıkılmaz" sözünü klişe bulurum. zaten kastım o değil, ki herhangi bir yere çıkıp çıkmamak da açıkçası sikimde değil. sadece dibe vurduğunu bilmekten bahsediyorum. dibi, en dibi görmüş olmaktan bahsediyorum. ötesinin olmamasından... sondan bahsediyorum.
30 yaşındayım. son damlamı akıttım. bundan ibaret...
hadi eyvallah. -
tarkan'ın bir türlü unutulmamasının sebebi
(bkz: unutmamalı)