aslına bakarsanız insanın kendine uygun sporu yapmasının çikolata yemekten veya en değer verdiği şeyi başarmaktan farkı yok. bu bile motivasyonu fazlasıyla sağlıyor. yaşayan ve canlı kaslar ile kemikler de cabası.
spora başlamadan önce:
vücut, abuk subuk tembelliklerine devam etmek ister. yatmak, oturmak, keyif yapmak vb...
tembellik ve hantallık tüm vücuda yayılmış...
ayaklar, sıkılgan bir kedi gibi kaprisli bir şekilde sporun yolunu tutar. ayak bilekleri hafiften ağrımaktadır. bu kaprisli ayaklarla spor nasıl yapılacaktır?
"bugün spordan kaytarsa mıydım acaba?"
sporda:
vücut, hantallığı üzerinden hemen atmaya başlar.
kaprisli ayaklar 8 eğimi 5-6 hızda kedi gibi tırmanmaktadır.
hız ve nabız artmaya başlar. vücut uyum sağlamıştır artık.
kaslar, ağırlıklarla dans ediyor. kas hareketleri senkronize ve hep daha fazla istiyor.
nabız 150'yi birincilikle geçiyor...
vücutta bir parti var. kaslar, kemikler, beyin ve ruh hep birlikte göğe yükseliyor.
baştan çıkarıcı adrenalin, en güzel kıyafetlerinden biriyle sahneye çıkıyor.
nabız, 160 sınırını geçiyor...
tüm hormonların tanrıçası adrenalin, diğer herkesi bu dansa davet ediyor. o adrenalin sınırların zorlanması, başarmak, savaşmak ya da kaçmak, limitleri yükseltmek, kendini aşmak, fiziksel olarak güçlenmek, korkularını yenmek ve korkularıyla yüzleşmek, bağımsızlık, özgüven ve aslında yaşam demektir. diğer hormonları da tetikleyen güç. yükselen adrenalin iç ve dış görüyü güçlendiriyor. kalbi ve beyni uyarıyor. hafıza ve beyin güçleniyor. endorfin, serotonin, dopamin... her biri başka bir dans tutturarak pırıltılı kıyafetleriyle piste çıkıyor. dumanlar, ışıklar, gaz ve toz bulutları, karanlık ve aydınlık, renkli spotlar altında ara ara çakan gök kuşakları. östrojenler, testosteronlar ve hatta tüm azlı çoklu veya dönüşümlü hormonlar da orada. tüm kaslar, hormonlarla birlikte calışıyor; hücreler bile dans ediyor. evet, dışarıdan yaptığımız bir spor seansı; ama içte büyük bir parti var ve herkes orada... maestro adrenalin, her şeyi yönetiyor. adrenalin, endorfinle birlikte ettiği dansla birlikte iç yapıdaki her şeyi, ters giden her şeyi düzeltiyor. depresyon, öfke, sinir, stres, korku ve üzüntü gibi vücut için yıkıcı unsurlar temizleniyor ve kapı dışarı ediliyor. adrenalin, vücuda gençlik ve yaşam aşılıyor. vücut ve sistem güçleniyor. endorfin ve adrenalinle birlikte depresyon, sinir, üzüntü, acı, korku ve öfkeyi yok ediyorlar. birlikte dans ederken ayakları altında eziyorlar onları. endorfin vücuttaki hastalıkları tedavi ediyor. büyüme hormonu ve prolaktin ise el ele verdiğinde kas ve kemikler onarılıyor, istenmeyen ve fazla yağlar yıkıma uğruyor. yumuşak dokular, kaslar, kemikler ve iç organlardaki hücreleri destekliyor, hücreler yapılanıyor ve çoğalıyor. spor ile salınan antioksidanlar, onarım ve savunma düzeylerini artırıyor. hücre düzeyinde onarımlar. hasarlı hücreler onarılıyor.
spor sonrası...
ayaklar ve bacaklar bir şehri yürüyerek aşacak kadar hâlâ güçlü; fakat evin yolunu tutuyor.
akciğer kapasitesi ve kalbin sınırları genişliyor. bu büyük partiden sonra, vücuda tatlı bir yorgunluk yayılıyor. herkes, görevini yapmış halde evine gidiyor. sakinler, dairelerine çekildi. tatlı bir uyku hali ile vücut, serotonin ve endorfinin tadını çıkarıyor. oksitosin ve dopaminin sohbetini dinlerken gülümsüyoruz. bir spor seansı ile birlikte vücut savunması, direnci ve limitleri yükseldi. sonra ise endorfin ve serotonin saçlarımızı okşarken dinlendirici bir uykuya dalıyoruz. bütün bir vücut, yatak yokmuş da havada yatıyormuş gibi, yerçekimi bile yok sanki. gereksiz her şey, bize ağırlık yapan her şey spor esnasında atıldı.
sonrası da özellikle adrenalin, serotonin ve dopaminin tadını almak ve bırakmak istememek. güzel bir etkinliğin, dozunda ve sınırlarını bilen bir bağımlılığa dönüşmesi...
uzmanlar, ağırlık ve şiddet bakımından 'hafif' ve 'orta' düzeyde yapılan sporun tüm sistemi desteklediğini bildiriyor. sporda önemli olan, kendine uygun olan sporu seçmek. eğer bir şüphe varsa veya belli bir hastalık veya yaş faktörü göz önüne alınarak doktora danışılmalı, doktorun tavsiye edeceği sporu, doktorun tavsiye ettiği süre kadar yapmalı. hormonların cömertliğinde aşk birinci sırayı kimselere ve başka hiçbir şeye kaptırmıyorsa da spor, hormonların cömertliği konusunda kesinlikle ikinci sıradadır. hatta bazı hormonlar söz konusu olduğunda, spor birinci sıradadır.
adrenalini daha da çok yükselten sporlar: rafting, dağcılık, base jumping, bungee jumping, paraşütle atlamak, kayak, motosporlar, sörf, arazi/dağ bisikletçiliği, serbest dalış vb gibi tehlikeli ve ekstrem sporlar. tabi güvenlik önlemleri alınarak.
beautiful judgement6 profili
-
spor yapmak için gerekli motivasyon kaynağı
-
kına gecesinde 11 farklı kıyafet giyen gelin
estetik, eğlence ve gündelik hayattaki güzel giyim eksikliği sorununa benziyor.
birkaç yıl önce katıldığım bir düğünde, düğün salonu teyzelerinin bile gelinlerden aşağı kalmayacak şekilde giyindiğini görünce, aslında milletçe eğlenmeye, güzel giyinmeye, süslenip püslenmeye büyük bir açlık içinde olduğumuzu fark ettim. siz 11 farklı kıyafet giyen bu gelini eleştiredurun, ben katıldığım düğünde birkaç kere kıyafet ve ayakkabı değiştiren hanımefendiler gördüm. biri, kuaförünü de yanında getirmişti ve gelinin odasında, giydiği diğer bir kıyafete göre saç ve makyaj yaptırmıştı. saatler ilerledikçe rahatça dans edebilmek için yine şık olmakla birlikte biraz daha sade bir giysi tercih edip altına daha alçak topuklu ayakkabı giymişti. ilk kıyafetine göre topuz olan saçlarını da, diğer elbisesine göre açtırmıştı.
sokağa çıkıyoruz. binalar, binalar, binalar... iğrenç gri binalar. apartman ve beton çöplüğü. ucuz, çirkin ve zevksiz giyimler. gerek gelenekler yüzünden, gerekse de mevcut dinin baskıları nedeniyle kadınlar hanımefendi denilecek şekilde güzel ve şık giyinemiyor. hiçbir zaman, elbiselerimizi tamamlayan güzel ve şık şapkalar takamadık. 1700-1800'lerde avrupa kadınlarının giydiği o kabarık elbiseleri sokakta giyemedik. dans partilerimiz ve balolarımız olmadı. maskeli balolarımız falan hiç olmadı. topuklu ayakkabılara karşı kadınlar hâlâ soğuk. şehirlerimizdeki yapılanma çirkin. erkekler sakallı, bakımsız ve beyefendi gibi giyinmiyor. böyle olunca kadınlar da iyice salıyor. erkekler bu haldeyken kadınlar kimin için güzel, zarif ve bakımlı olacak değil mi? kadınlar kime ve niye gülümseyecek?
evlilik ise bu toplumun ayak bağı. cesur olanlar dışında, kadın olsun-erkek olsun tüm genç insanlar evlenene kadar ailesiyle birlikte yaşıyor. evlenince ise evli olduğu insanla, evlilik için kurulmuş evde yaşıyor. yani bir evden çıkıp başka bir eve giriyor. bu arada, bu evi de kendi zevklerine göre dayayıp döşeyemiyorlar. evliliği boyunca orgazm olamamış bir sürü mutsuz teyze, kaynanalar, bu konuda deneyimli olduklarını, doğruyu yanlışı iyi bildiklerini öne sürerek gelinin her zevkine müdahale ederler. sonuç olarak gelin kendi zevkini ifade etmek adına, beğendiği bir tencere takımını bile alamaz. aldığı tencere takımı ya kendi annesinin zevkidir ya da kaynanasının ya da başka bir yakın kadının; çünkü bu kadınlar da evlenirken beğendiği eşyaları alamamışlardı ve bu nedenle, kendi zevklerini ifade etmek adına bu tip düğünleri fırsat olarak görürler. sonuç olarak evlenecek kadın şanslıysa gelinliğini, kına gecesi kıyafetini seçebilir. nişan, düğün, kına gecesi vb gibi törenlerde giyeceği giysileri seçebilir. gerçi buna bile fikir beyan eden densiz kadınlar olur, neyse. açıkçası evlenecek çoğu kadın gelinlik, nişanlık, kına gecesi kıyafeti başka bir şey seçemez. eşiyle birlikte olacağı gece giyeceği iç çamaşırı ve gecelik takımlarını bile seçemiyorlar. bu gecelik ve iç çamaşırı takımlarını "beyaz", "ekru" veya "pudra pembesi" renklerinde almak zorundadırlar. seksi siyah takımlar mesela "cızzz"dır. işte böyle büyük bir baskı. bu iğrenç toplum böyle yapıyor. evliliğinizi, yeni evinizi, eşinizle sevişeceğiniz ilk geceyi bile daha evlenmeden burnunuzdan getirip sabote ederler.
işte 11 kıyafet değiştirmek bunun patlaması. videodaki kadının zeki bir havası var. yüksek olasılıkla bir çeşit absürt protesto gibi ya da intikam gibi. müstakbel eşi, bu kadını bir kez olsun, bu kadının buna benzer kıyafetler giyerek dans edebileceği ve süslenip püsleneceği bir dans partisine götürmemiştir. hanginiz sevgilinizi dansa götürdünüz ki? hepiniz sorun kız arkadaşınıza, sevgilinize, eşinize, hatta 30 yıllık evli olduğunuz eşinize veya annenize bile sorun:
şöyle bir partiye katılmak için can atar
dürüstlerse bunu söylerler. zaman içinde iyice sindirilmiş ve artık hayalleri veya benliği bile kalmamış kadınlardan iseler, tabi ki "istemezdik." derler. sizde bunun yalan ya da umutsuzluk olduğunu bilin; düğün-nişan salonları tam aksini söylüyor çünkü.
işte ergenlikten itibaren evlenene kadarki zamanda şöyle bir dans partisine katılamadıkları için, bir düğün, nişan, kına gecesi töreni olacağı zaman zıvanadan çıkıp iyice dağıtıyorlar. dolayısıyla yaptıkları çoğu şey epey abartı olabiliyor.
demek ki geleneksel olan her şeyden uzaklaşma zamanımız gelmiş artık. o aptal ve rüküş düğün salonlarında evlenmemeliyiz. o salonu kiralamak için tonla para harcamaya ne gerek var? yaşamınız boyunca belki iki ya da üç kez göreceğiniz insanlar için? öyle abartı gelinlikler ve nişanlıklar giymemeliyiz. toplumun, anne-babaların, akrabaların ve çevrenin etkisinden kurtulmalıyız. dünyaya bir kere geliyoruz. istediğimiz elbiseyi giyip dans edemeyecek miyiz? evlenirken de kendi beğendiğimiz mavi koltuk takımı yerine annemizin, kaynanamızın veya bilmem kim teyzenin beğendiği kahverengi, fitilli kadife ve kolçakları siyah deri koltuk takımını almak zorunda değiliz. bundan kimse memnun değil artık. yaşamı boyunca cesur olamadığı, kaderci olup baskılara hep boyun eğdiği için kendini, kendi zevklerini ifade edememiş, yüksek olasılıkla evde kalma korkusundan sevmediği bir erkekle evlenmiş ve yaşamı boyunca kocasıyla sevişmek istemediği gibi, sevişse de orgazm olamamış teyzeler, otuzbirci amcalar mutlu olsun diye hiç de eğlenmediğimiz düğünleri ve kına gecelerini yapmaya devam mı edeceğiz? herkes nasıl istiyorsa öyle evlensin. mesela ben evlenirsem nikah şahidi bile istemeyeceğim. neden doğanın ve yıldızların şahitliğinde, gecenin ay ışığında bir kumsalda evlenmeyeyim ki? bana ne tüm âdetleri kokuşmuş ve kendisi de çürümüş toplumdan!
size bir sır: yaşam cesurların kıçını kollar ve hayallerini gerçekleştirir.
bence bu gelini eleştiriyorsanız, sizlerde benim geldiğim aşamaya nihayet gelmişsiniz artık. sizler de istiyorsanız:
böyle güzel gelinlikler giymiş
şu şekilde eğlenerek
şöyle mesela
şöyle zarif gelinleriniz olsun
bu gelinlerle ve damatlarla şöyle evlenmek
galiba bir evlilik devrimi gerekiyor artık. bence evliliklerin 3-5 yılda bitmesinin nedeni bile bu. sürdürmeye çalışılan tüm bu âdetler, gelenek ve görenekler bizlere yalnızca bir yük ve gerçekten son kullanma tarihi sona ermiş. evlenme tarzımızda yeniliklere ihtiyacımız var. bırakınız teyzeler de kanepelerde balina gibi yatan kocalarıyla, akşamları, gıygıy da gıygıy müzikli o kötü ve arabesk yerli dizileri izlerken şişmanlamak yerine dansa gitsinler. böylece daha az kalp krizi geçirirler.
gerçi onlar da haklı sayılır. aşksız evlilikleri gizlemek için en şatafatlısından büyük büyük törenler gerekir.
bu arada, neden bilmem, videodaki kadına sempati duydum. mavi elbiseli hali ve dansı çok sempatikti. sanki her şeyi açıklıyordu.
aksi haldeböyle gelinlerle yola devam
kader değiştirilebilir bir şeydir.
bu sene esaslı bir cadılar bayramı partisi yapıp güzelce giyinip bolca dans edelim.
not: umarım linkler açılıyordur.
not 2: hepinizi seviyorum
edit: açılmamış olabileceğini düşündüğüm linki düzelttim. -
türkiye'deki sevgisizliğin ve nefretin nedeni
güzelliğin yok denecek kadar az olmasının sonuçlarından biridir.
sevgisizlik ve nefret, çirkinliklerden beslenir. türkiye, pek çok bakımdan çirkinlik içinde. istanbul, ankara, izmir gibi büyük şehirler başta olmak üzere genel olarak şehirler düzgün, estetik değeri yüksek yapılara sahip değil. genel olarak bozuk şehirleşme, estetikten yoksun ve yayılmacı eğilimli gecekondulaşma, yol ağlarının kullanışsızlığı ve bozukluğu, son yeni nesil 'bilmem ne şehirlerin', 'bilmem ne evlerinin' dahi zevksizlik anıtı gibi yükselmesi, insanların hayatından güzelliği alıp götürmekte.
sanatın ilk izleri, mö. yaklaşık 40.000-35.000 yıl öncesine dayanıyor. yani yontma taş devrine. bu da homosapiens'in ortaya çıkmasıyla ilgili. mağara yazıları homosapiens'in sanattaki ustalığını kanıtlıyor. homosapiens ortaya çıktığında, az gelişmiş neandertal insanlar da var; ancak homosapiens'in sanattaki ustalığına karşın neandertal insan, varlığını sürdüremiyor ve kesin olarak soyu tükeniyor; çünkü sanatın varlığı, aynı zamanda daha yüksek zekâ anlamına geliyor. homosapiens sanatla uğraşıyor. dünyanın pek çok yerindeki mağaralarda, yontma taş devri'nden kalma sanat eseri değeri taşıyan kalıntılar bulunuyor. homosapiens, neandertal insanları gibi yok olmamıştı; çünkü o güzelliği yorumlama araçlarından biri olarak sanatı keşfemişti. mağaralarda - ki insanlık buzul çağını mağaralara sığınarak atlatmıştı - hayvan tasvirleri, erkek yüzleri ve kadın görüntüleri vb. çiziliyor ki resimlerin yanında soyut işaretler de bulunuyor. uzmanlar, bu soyut işaretlerin "imza" olduğuna karar veriyor. yalnızca mağara duvarı resimleri değil, kemikten veya taştan ev süslemek amacıyla yapılmış küçük eşyalar da bulunuyor ve kadın süsü olduğu düşünülen takı değerinde eserler de.
homosapiens, başarıyor. küçük eşyalar ve duvar resimleri yerini, zamanla görkemli yapılara, gösterişli şehirlere bırakıyor ve birbirinden ilham alınarak mimari harikası eserler veriliyor. örneğin: venedik'teki san marco bazilikası, bizanslı mimarlar tarafından havariyyun kilisesinden(on iki havari kilisesi) esinlenerek tasarlanmış. bizanslı mimarlara ilham veren havariyyun kilisesi, ne yazık ki istanbul'un fethi ile korunmuyor ve harap durumda olduğu gerekçesiyle yıkılıp yerine fatih camisi ve külliyesi yapılıyor.
san marco'da kendini belli eden gotik mimari ise sonrasında daha da gelişerek güzelliği kavranabilir kıldı. o zaman avrupa'da krallar, papa, kent halkı, rahipler sınıfı kısaca hemen herkes, kendi olanakları dahilinde adeta "güzelliği keşfettik, koşun gelin." diyerek inşaat coşkusuna katıldı. yaratıcı atılım durdulamıyor ve bu bir yükselme. böylece güzelliğin doruk noktası olan rönesansın da temelleri atılıyor.
şehirler güzelleştiğinde yalnızca şehirler güzelleşmez. kadınlar da erkekler de çocuklar da hayvanlar da güzelleşir. herkes ve her şey güzelleşir. güzellik ise ilham verir. bütün o gotik yapılar inşa edilirken eminim, kadınlar daha güzel giyinmeye ve güzelleşmeye başlamıştı. erkekler de belirli bir stil sahibi olmuştu. evler ve insanın uğradığı her yer de güzelliğe adanmıştı. güzel kıyafetler, güzel parfümler, güzel evler, güzel ev eşyaları... insanlar, sanatla birlikte güzelliğin değmediği bir tek yer kalsın istememiştir. sonunda ise güzel müzikler, güzel edebiyat eserleri, güzel tablolar, anıtlar ve hepsinin birbiriyle ahenkli etkileşimi gerçekleşmiştir. tabi bütün bu güzelliklerin içinde insan da güzel olacaktır. sevgi dolu, kendini seven insanlar.
sanat ve güzellik bir taşın üzerinde de kavranabilmeli. bir kaldırım taşında bile ifade edilebilmeli. türkiye'de insanlar, baktığı her yerde, en kalitesizinden yapılar görüyor ve göz okşayıcı yapılardan mahrum. çirkin apartmanlar, daracık ve pek de temiz tutulmayan sokaklar her yerde. ağaçlar ise vahşileşmiş şekilde kesiliyor ve kimsenin sesi çıkmıyor. istiklâl caddesi'nin eski halini beğeniyorduk; çünkü hem tarihi yapılar ve binalar hem de ağaçlar vardı. bunlar gözlerimizden beynimize ve sonra kalbimize uzanıyordu ve bu da aslında bir ruhtu, ruhu olanlar için.
güzellik, homosapiens'in neandertal insana karşı kazanmasını sağlamıştı. biri, var olmuş ve bugüne kadar gelmiş; diğeri ise tamamen ortadan kalkmıştı.
özellikle büyük şehirlere bakmak gerekir. insanlar bir yerden başlamalı. mimari yoksa hiç olmazsa kendinden ve kendi evinden başlamalı.
çoğu kadın ve erkek, güzelliği istiyor; ancak güzellikte 'hazıra konmak' da istiyor, yani güzelliğin zenginlikle mümkün olabileceğini ya da doğuştan geldiğini düşünüyor. güzellik, evet, doğuştan geliyorsa da sonradan da kısmen elde edilebilir. güzel giyinmek ve stil sahibi olmak için ille de çok para gerekmez. oysa insanlar, güzel ve stil sahibi olarak giyinmenin çok para gerektirdiğini düşünür. aslında bu yalnızca tüketmeye adanmışlıktan kaynaklanan bir başka zevksizlik örneği. yaşadığımız şehirler görsel bakımdan çirkin olunca insanlar neredeyse pijamayla sokağa çıkacak hale geliyor. hemen herkes, özel bir kıyafet aramaksızın mağazalarda bulabildiklerini üzerine geçiriveriyor. bir stil oluşturulamamış; çünkü sanat yok, güzellik yok ve ilham yok. insanların yaşadığı evler daha da içler acısı. ev mobilyaları, o sene hangi mobilyalar modaysa o. sanat zevki ise koltuğun kolluğuna dantel bir örtü sermek ya da kütüphane olarak kullanılacak alanı biblolarla dolduracak kadar. deli s.ki gibi evler... bu devirde hâlâ balkona asılan çamaşırları saymıyorum bile.
insanların hayatında güzellik olmadığı için, elde edilebilecek güzellik paranın varlığına bağlandığı için sevgisizlik de nefret de giderek artmakta. hemen her gün, spor yaparken piknik veya mangal yakmak için deniz kenarına koşan insanlar görüyorum. kadınların da erkeklerin de ellerinde bim veya bakkal poşetleri. gerekli malzemeler, hazırlanan yiyecek-içecekler bu poşetlere doldurulmuş. poşetin içinden belli olan veya görünen küçük tüpler. bu insanlar, güzel bir piknik çantası almayı akıl edemiyorsa güzellik yok demektir. o zaman piknik niye var? onu da anlamak zor. anlıyorum da yazmayayım şimdi.
skinny jeansleri ve pantolonları ise herkes giyiyor. evet, moda ve çok da çirkin bir moda; ancak kimse ilk gördüğü mağazaya girmek zorunda değil. güzel ve özgün kıyafetler arayınca bulunuyor. herkes birbirine baksa, aynı pantolonları görür. yani siyah skinny pantolonlar. güzellik paranın varlığına bağlanınca kadınlar ancak daha çok parayla daha güzel olacağını düşünüyor, bu nedenle zengin koca avına çıkıyor; erkekler de ancak zengin olunca güzel kadınları elde edebileceğini düşünüyor ve o zaman da içi kadınlara karşı nefretle doluyor. emek vermeden "hazıra konmak" da böyle bir şey. sonuç ise kaos, sevgisizlik ve nefret.
bütün bunların nedeni de güzellik ve sanatın olmaması. aksine türkiye'de yükselen arap hayranlığı eğilimi ve islam dininin de pek çok bakımdan yetersizliği ile her türlü güzellikten de estetikten de hatta ve hatta zekâdan da giderek uzaklaşılması. e, tabi sakalı, cübbeli, kokan adamlara bakıp mı ilham alacaksınız yoksa pardösülü ve tesettürlü kadınlara mı? ya da kilim desenli bilmem ne oğulları apartmanı? yerlerdeki çöpler ve ağızdan, burundan çıkmış şeyler? sokak ağzıyla konuşan siyasetçiler? piknikçilerin, mangalcıların taşıdıkları bakkal poşetleri? sahillere her türlü estetikten yoksun olarak yayılmış insanlar? estetikten yoksun arabalar ve akıllı telefonlar? sosyal medya ağlarında küfürler? birbirinin aynısı giyinen ve aynısı yaşayan insanlar? davul - zurnalı düğünler? bele kırmızı kurdele bağlanarak içine edilmiş gelinlikler? arabesk müzik? kalitesiz televizyon programları? zevksiz ve tıpkı insanların giyimi gibi stilden yoksun evler?
insanlar yüzlerinde daha fazlasını isteyen mutsuzlukla dolaşıyor. bu arada o "daha fazla" her şey olabilir. en iyisinden en kötüsüne. -
kocasına sabah uyandırmadan git diyen kadınlar
büyülenmek, güç zehirlenmesi, "ne oldum delisi olmak", "buldumcuk" olmak konusunda başarılı(?) biridir.
ana fikir şu: "ben öyle olmayacağım."
bilmezsiniz. bir-iki kuşak önce başladı bu. bir-iki kuşak önceki genç kadınlar annelerinden, annelerinin yetersizliklerinden, annelerinin - kendi bakış açılarına göre - erkeğin kölesi olmayı yüceltmesinden, annelerinin giyimlerinden ve hayata bakışlarından, annelerinin sözlerinden, annelerinin başlarına gelenleri sessizce kabullenmesinden, hatta ve hatta annelerinin babalarına yaptıklarından tiksiniyordu. bu tiksinti o kadar büyüktü ki artık nefret boyutuna ulaşmıştı. tüm bu genç kadınların nefret ettiği üç şey vardı:
* anneleri,
* babaları,
* anne ve babalarının evlilikleri.
onlara göre dünya değişiyordu. gerçekten de yabancı filmler, ülkeye daha sık gelmeye başlamıştı. reklamlar muhteşem, çok güzel ve kendine değer veren kadınlardan bahsediyordu. taşralı kadın tiplemeleri sert ve dahası alay edilerek eleştiriliyordu. mağazalar, harika kıyafetler satıyordu. makyaj ise bir sanat haline gelmişti. serbestlik başlamıştı. bu genç kadınlar iş hayatına girebiliyordu. yeterli tahsili olmasa, eğitimi olmasa, yabancı dili olmasa, bazı meziyetleri olmasa bile tezgâhtarlık(satış temsilciliği) veya sekreterlik(telefonlara bakıp çay-kahve taşımak) yapabiliyordu. bu işlere karşılık bile, çok çok yüksek olmasa da o mağazadaki kıyafetleri alacak, o makyaj malzemeleri ile kendi yüzlerinde sanat icra edebilecekleri araç-gereç-boyaları alacak parayı kazanabiliyorlardı. emin olun, bu genç kadınlar hiç evlenmezdi.
parayı kazandıkça anne ve babalarından daha çok tiksinmeye başladılar. nefret artık öyle yüksek bir boyuta ulaştı ki bu genç kadınlar para kazanabilecekleri hemen her işe sıcak bakabilirdi. babalarının gün sonunda ter kokan bir şekilde eve gelmesi, yumruğunu masaya "yemek!" narası eşliğinde vurarak, ellerini bile yıkamadan yemek istemesi, annelerinin ise aynı anda yemek hazırlamak için etekleri zil çalarak, evin içinde dört dönmeye başlaması, sonunda bu faslın, sabahki kahvaltıya kadar devam etmesi bu genç kadınları, erkeklerden de evlilikten de tiksindirmişti.
bu masal değil ya da kötü bir masal. babalarından ve annelerinden nefret eden ve onlara beddua eden, aynı zamanda kardeş olan dört tane kız tanımıştım. o zamanlar, hemen hemen bütün genç kadınlar benzer davranışlar gösteriyordu. çalışmak onlar için her şeyden değerliydi. anahtar kelimeler de şunlardı:
"ben öyle olmayacağım!"
"ben evlenmeyeceğim!"
"ben evlensem bile böyle bir evlilik yapmayacağım!"
sonunda kahvaltılar ve akşam yemekleri en büyük nefret unsuru oldu. bütün bu genç kadınlar, babalarının hışmından, ev içinde estirdiği terörden; annelerinin ise ezikliğinden dolayı önce kahvaltılardan, sonra da akşam yemeklerinden nefret etmişti; çünkü o zaman, babalarının gazabını ve annelerinin zavallılığını yeniden yaşıyor, hulk'ın öfkesinden yeşil bir deve dönmesi gibi, öfke içinde kendilerini devleştiriyorlardı. bu hulk öfkesi, sabah kahvaltısı ve akşam yemeklerine alerji ortaya çıkardı. bunlar en nefret ettikleri şeyler oldu; çünkü erkeğe hizmet etmek anlamına geliyordu. o zaman annelerini hatırlıyorlardı ve o kaderi istemiyorlardı.
"ben öyle olmayacağım!"
seks neden vardı? yani bu genç kadınlar sabah kahvaltısı hazırlamayı küçüklük sayıyor, akşam yemeklerini ise iş bölümü haline getirmeye çalışıyor. seks ise hâlâ var. herhalde, anne ve babalarının yatak odasındaki hallerini görmelerinin mümkün olmamasındandır.
ne var ki tiksindikleri, nefret ettikleri anneleri; bu genç kadınları destekleyen ilk kişilerdi. kızlarının para kazanmasını ve ekonomik özgürlük sahibi olmasını istiyorlardı. bu genç kadınlar da her şeyin başında, annelerinden destek alarak yola çıkmıştı. tezgahtarlık ve sekreterlik; avukatlığa, doktorluğa, mühendisliğe kadar ilerledi. genç kadınlar, başarmıştı. annelerinin ezik gölgesinden kurtulmuştu. yalnız bir problem vardı:
evlenmek gerekiyor! çoğu genç kadının özgür bir hayata parası hâlâ yetmiyor ve yetse de yalnızlık hâlâ var. para, her şeyi sağlayamıyor.
emin olun bu genç kadınlar evlenmezdi.
madem evlenmek gerekiyor, o halde evliliği katlanılabilir hale getirmek gerekecek. kahvaltılar ve akşam yemekleri ise bir çeşit tabu düzeyine yükseldi. ne zaman ki evlendikleri erkeğe kahvaltı veya akşam yemeği hazırlamak gerekecek, kendilerini köle olarak görme kaygıları ve kompleksi isyana dönüştü; çünkü bu, bundan böyle bir gen bilgisiydi. o zaman feminist söylemler işe yaradı. "hayat müşterektir." sözü dillerinden düşmedi, sonuna kadar benimsendi. katlanılabilir evlilikte balayı veya normal tatiller için olsun yurt dışı tatilleri şart koşulacaktı. böylece hem annelerinin intikamı alınıyor hem de anneleri gibi olmuyorlardı. "ben öyle olmayacağım!" sözünü de tutmuş oluyorlardı.
bu defa da evlilikleri yürümedi. mutsuz evlilikler, hızlı boşanmalara gitti; çünkü bu genç kadınlar ve sonra da onların kızları, engel olamayacakları şekilde erkekleşmeye başlamıştı. erkekleşmek, yalnızca bir erkeği mutfağa sokmak değildi, aynı zamanda bir erkeği sevmekten ve ona emek vermekten de mahrum kalmaktı. kadınlığın gösterilebileceği tek şey de yalnızca seks olarak yetersiz kalıyordu, bu ise iki taraf için de yeterli değildi. o zaman da daha korkunç bir şey oldu: sevgi ve aşk bir kenara atıldı. kadınlar, bundan böyle paranın peşine düşebilirdi. böylece, iki sorunu birden çözmüş oluyorlardı. hem annelerinin, büyük annelerinin lanetinden kurtuluyorlar hem de erkeği sevmek duygusu ile yüzleşmek zorunda kalmıyorlardı. o zaman da erkekler zor durumda kaldı; çünkü para, zenginlik, statü veya şöhret daha değerli hale geliyordu. kadınlar artık paralı, statülü, zengin veya kendi çapında şöhretli erkekleri tercih ediyordu. bu erkeklerle evlenmeleri için de aşka gerek yoktu. aşka gerek olmayınca da kahvaltı hazırlamaya veya akşam yemeği hazırlamaya gerek olmayacaktı.
erkeklerin hatası ise kendilerini sevmeyen ve âşık olmayan kadınlarla evlenmeleri oldu. parayla kadın satın almaya kadar vardı bu iş, hatta potansiyel eşlerine fahişe değeri biçecek kadar. aslında hesaplar örtüşüyor, diğer bir deyişle "eden buluyordu."
masal sona erdi.
yoğun çalıştığı halde kocasını mutfağa sokmayan, sabahları kocasından önce uyanıp kahvaltı hazırlayan, akşam yemeğini ise kocasının gelmesinden az önce hazırlayan bir kadın tanımıştım. kocasını çok seviyordu ve âşıktı. ne var ki her şekilde aldatıldı. yirmi beş sene sonra da kocasına boşanma davası açıp boşandı.
öte yandan sabah kahvaltısı hazırlamamak için evden mahsus kocasından erken çıkan ve aynı zamanda akşam yemeği hazırlamaktan kurtulmak için de eve kocasından sonra gelen bir kadın da tanımıştım.
yalnızca insanların kendisini bulması gerekiyor. kadının kadın ve erkeğin de erkek olması gerekiyor. bakarsanız erkek ve kadınlarda yüzdeler var artık. %70 erkek, %30 kadın olan erkekler; %80 kadın, %20 erkek olan kadınlar gibi. marka tescili alıp üzerimize yüzde kaç erkek ve kadından oluştuğumuzu yazabiliriz sanırım. ne de olsa ilişkiler de aşktan çok alışverişe çıkmaya benziyor. aslında zamane kadınları kadar zamane erkekleri de sosyalizmin yıkıldığı sovyet sosyalist cumhuriyetler birliği'nin kapitalizmle "ne oldum delisi" hali olan rusya kadar vahşi.
kahvaltı, akşam yemeği ve insanın âşık olduğu kişi için yaptığı diğer her şey, insanın âşık olduğu kişiyi fazladan görmesidir, emektir ve aşktır diyerek yazıyı sonlandırıyorum. -
türk halkının cahil kalma nedeni
rönesans'ın dışında kalmasıdır.
dünya, rönesans'ı yaşayabilenler ve yaşayamayanlar şeklinde ikiye ayrılıyor. bugünkü dünyanın temelinde rönesans (sonrasında reform ve sanayi devrimi) var.
rönesans akımına katılanlar, bugünün en ileri medeniyetleri. katılamayanlar ise belli. o zamanlarda buna dahil olamayan osmanlı (dolayısıyla türkiye), orta doğu ve asya ülkeleri, yani en geri olanlar...
japonya, atom bombası travmasıyla açığını kapatabildi. türkiye içinse kurtuluş savaşı ve sonrası bir şanstı; fakat değerlendirilemedi.
siz hâlâ insan beynini, kadın veya erkek diye ayırmaya devam edin. erkeğin kadının elini sıkmasından (el sıkışmak), kadının görevinin erkekleri doğurup yetiştirmek olduğundan bahsedin.
türban ve pardösüler, kara çarşaflar, burkalar gibi bez parçaları kadar yer tutun bu hayatta ve bunu destekleyin. yaşamayın ve yaşamadığınızı da fark edemeyin. başka bir halt beklenemez zaten. -
ve bağlacından önce virgül kullanmak
dil bilgisi yanlışıdır. ve bir bağlaç olduğu için halihazırda virgül görevi görmektedir. ve'den sonra virgül kullanan kişi, iki tane yan yana virgül kullanmış ve hiçbir zaman var olmamış bir noktalama işareti elde etmiş olur.
öte yandan:
"ve bağlacından önce virgül kullanan bir tarafa dursun; ama, fakat, çünkü bağlaçlarından önce noktalı virgül kullananlar çok daha fazla."
demiş bir süser. bu süser, hiç olmazsa yazdığının bilgisini google'dan kontrol ediverseydi; çünkü kutsal bilgi kaynağında yanlış bir bilgi vermiş durumda.
ama, fakat, çünkü, zira, lâkin, ancak, ne var ki gibi cümle başı bağlayıcılarından önce muhakkak noktalı virgül kullanılır; çünkü kurulan iki ayrı cümle olmasına rağmen, cümleler arasında anlamca bağ bulunmaktadır. uzun bir cümle kurulacağı için ve anlam karışıklığına neden olmamak için araya gelmesi gereken noktalama işareti, (;) noktalı virgüldür.
örnek:
onu sevmiyorum; ama bana karşı çok ilgili, beni çok seviyor.
bu pantolonu beğenmedim; çünkü beni şişman gösterdi.
bu konuyu araştıramadım; ancak kısa zaman içinde vakit ayıracağım.
beni de davet ettiler; fakat bitirmem gereken bir işim var.
onu görmeye gidecekti; zira onu çok özlemişti.
ankara'ya bugün gidecektim; ne var ki hava koşulları nedeniyle uçak seferleri iptal edildi.
doğru yazım şekilleri ve noktalama işaretleri, bu örneklerde olduğu gibidir.
saygılarımla.