ben akcaburgazli yekta10
profili

  • türkçe dirty talk cümleleri

  • zeki ve yetenekli kişilerin başarısız olma nedeni

    kısacık hayatlarını başarı peşinde koşarak çarçur edemeyecek kadar zeki olmaları. niye başarılı olasınız ki? hiç sorguladınız mı bunu mesela? zeki insan sorgular çünkü.

    tanıdığım en zeki insan odtü mezunuydu. muhabbeti aşırı iyiydi. her cümlesinde paradigmam kayardı. hepimiz sıraya girerdik gelsin de yedirelim içirelim yeter ki otursun şeref versin masamıza diye.

    hiçbir zaman çalışmadı. çalışmaya gerek görmedi. ne istese geldi zaten. biz vasatların bir ömür para biriktirsek tadamayacağımız zevkleri ona bir alo dese tattırmaya hazır dostları vardı.

    hayatının bir senesini hiçbir şey yapmadan, sadece duvarı izleyerek geçirdiğini söylemişti.

    evet zeka ve yetenek abartılıyor ama başarı onlardan da daha fazla abartılıyor bence. olmayan şeylere hayıflanmak yerine elinizde olanların keyfini çıkartın işte. herkes zeki olacak yetenekli olacak başarılı olacak diye bir şey yok. keyfinizi kaçırmayın. zaman akıyo gidiyo valla moruk.

  • içindeki çocukla aran nasıl

    göster bakalım pipini ablalara diyorum bi çıkarıyor ablalar şok

  • ciddi ilişki istemiyorum takılalım diyen kadın

    aslan yürekli bir bacımdır.

    fakat "vay kaşar, vay orospu!" diyemeyecek kadar cilalanmış bireyler olduğumuz için, geçerliliği yirminci yüzyılda kalmış külüstür bir antikapitalist jargona sarılıp "tüketim toplumunun ve neoliberal sermayenin kölesi" ya da çağımızda kabul gören daha parlak (ve tamamen bilimsel ve tabii ki yani kesinlikle yargılayıcı olmayan) bir psikanalist jargona uygun olarak "bağlanma sorunlarına ve/veya kişilik bozukluklarına sahip kişi," gibi ithamlarla yaftalarız onu.

    bir tık daha az cila görmüş tipler de türk melodramasıyla harmanlanmış neoromantik bir jargonu izleyerek "öff ıssız adam tripleri" ile onun gerçekliğini sindirme ya da "sen sevilmekten korkuyorsun alper," gibi çözümlemelerle onu ondan iyi tanıdığını iddia etme yoluna başvururlar.

    peki kendi tecrübemizi meşru kılabilmek için başkalarının tecrübelerini aşağılamak zorunda olduğumuzu bize kim söyledi? zorba olmadan yaşamanın hiçbir yolu yok mu?

    bence var. başkalarını anlamaya çalışmak yerine yalnızca kendimizi ifade etmemiz gerektiğini savunan iflah olmaz bir solipsist olduğumu biliyorsunuz ama bu da biraz güç geliyor sanırım; sonuçta bu kadına yafta yapıştırmak yerine "olsa dükkan senin ama benim bedenim takılmacaya olumlu cevap vermiyor; benim daha güvenli bir çerçeveye ihtiyacım var, kusura bakma bacım ama i don't trust like that" gibisinden şeyler söylemek, bir anlamda soyunmak* oluyor ve biz çıplak kalınca cimciklenmekten korkuyoruz çünkü çıplak kalanı cimciklemeye alışmışız. komşuluk ilişkilerinin değişmeyen kaidesidir: kapısını çaldığımız elbet kapımızı çalacaktır.

    hiçbiri sermayenin, amarikanın, israyilin, ataerkinin ya da bunların bir denginin oyunu değil; içinde yaşadığımız söylemsel cehennemi biz, böyle, hep beraber inşa ediyoruz sevgili hanımlar ve beyler.

  • sözlükçülerin en az 2 kez bitirdikleri dizi

    (bkz: sıfır bir)

    herhalde altı - yedi kere falan bitirdim. en iyi türk dizinlerinden biri olduğunu düşünüyorum.

  • kitaplarla kadınların ortak özellikleri

    ikisini de izinsiz çoğaltmak yasaktır.

  • erkekler kapatılsın

    şu haliyle espriden öteye gitmesi mümkün olmayan ve altında fazlasıyla cinsiyetçi metinlerin barındığı talep.

    hani erkekliğin doğal bir nane değil, bütünüyle dişiliğin yadsınması üzerine kurulu bir yapı olduğunu söyleyen lacancı analizlerden yola çıkıp bir şeyler anlatsanız katılacağız bile ama bu şekliyle harbiden çok çiğ ve çok çirkin be arkadaşlar, üzüyorsunuz bizi.

    bakın empati çok zor bir şey değil aslında ama cinsiyetler arası ilişkiler duygusal yoğunluğu en yüksek ilişkileri içerdiğinden bu noktada çuvallıyoruz genelde. yine de karşı cinsin bu tarz metinleri okurken nasıl hissedebileceğini anlamak konusunda özellikle başarısız oluyorsanız şunu yapabilirsiniz: "kürtlük kapatılsın" diye bir başlık açın, metindeki "erkek"leri "kürt", "kadın"ları "türk", işte "iyi dost"u "iyi vatandaş" falan olarak çevirin ve çıkan sonuca bakıp bunun ırkçı bir metin olup olmadığı konusunda dürüstçe bir özeleştiriye girişin. hatta isterseniz metni paylaşın ve olacakları izleyin. üzülmeyin, düzgün kürtler üzerlerine alınmamaları gerektiğini biliyor olacaklar*

  • binali yıldırım'ın hiç de fena biri olmaması

    ancak insan seçemeyen, insana yabancı birinin inanabileceği durumdur.

    yalan söyleyerek iş gören, yalanı açığa çıkınca da "söylemeye mecburdum", "öyle icap etti", "şartlar öyleydi" gibi acizlik göstergesi ifadelerle kendini savunmaya çalışan insanlardan uzak durun.

    kötülük zayıflıktan doğar.

    iyi niyet, kötü niyet ancak insanın içinden görebilen bir varlık için anlamlıdır. insanlar iş görürken niyete değil amele bakmalıdırlar. iyi niyetle söylenmiş yalan bir anlam ifade etmez; yalan yalandır.

    siyasette yalan siyasetçiler arasında olur, devletler arasında olur; bir siyasetçi kendi toplumuna, milletine yalan söylüyorsa bunun adı yozlaşmadır.

    imamoğlu da "dört kameramanın işine son verilmiş" deyip sonrasında kıvırtabilirdi ama bunun yerine "böyle bir duyum aldık, açıklama bekliyoruz" diyerek yalandan kaçındı. peki sözcü gazetesi ne yaptı? sırf daha sansasyonel diye "dört kameramanın işine son verildiğini söyledi" diye haberleştirerek yozlaşmışlığını sergiledi. mesela alın işte size örnek; neyden uzak durmanız gerektiğini görün.

  • buluşulan erkeğin kibar çıkması

    (bkz: afedersiniz kibar)

  • suriyeli sığınmacılar

    türkiye'de olanları uluslararası literatürde syrian guests olarak geçer. mülteci* olarak değil sığınmacı* olarak adlandırılma sebepleri basit: çünkü mülteci statüsünde değiller. her ne kadar türkiye, cenevre sözleşmeleri'ni imzalayıp mülteci statüsünü tanımış olsa da, bu maddeye coğrafi sınırlama şerhi düşmüştür. bu şerhe göre türkiye'ye sadece ve sadece batı'dan gelen sığınmacılar mülteci statüsündedirler. doğu'dan gelenlerin statüsünü belirleme imtiyazı türk hükümetine aittir.

    peki bu statü farkı neyi değiştiriyor?

    birincisi, bu insanların ne oranda ve ne sürede kabul edilecekleri keyfiyete biniyor. 2011'den beridir türkiye, suriye'ye açık kapı politikası* uyguladı. haliyle dünya tarihinin en büyük mülteci alımı gerçekleşti. sadece yasal göçmenlerin sayısı iki milyona ulaştığında ise bu açık kapı politikası gevşetilmeye başlandı. bugün bildiğim kadarıyla her önüne gelen sınırdan alınmıyor. hükümet isterse hiç kimseyi de almayabilir; statü farkı bu keyfiyeti sağlıyor. dahası ve çok daha önemlisi, bu statü farkı sayesinde türk hükümeti istediği an sığınmacıları ülkeden çıkarabilme yetkisine sahip.

    ikincisi, bu statü farkı, konvensiyonda belirlenmiş ve daha sonra da hem birleşmiş milletler hem avrupa birliği tarafından genişletilmiş mülteci hakları hususunda keyfi bir tutumu mümkün kılıyor. yani mesela türkiye suriyeli sığınmacılara çalışma izni vermek zorunda değil. nitekim çoğunlukla vermiyor da. ya da mülteci kamplarının yeri normalde sınırdan bir hayli uzakta* olmak zorundayken türkiye'deki kamplar direk sınırın dibinde. buna da kimse karışamıyor.

    peki bu kamplar ne durumda?

    çoğunlukla hatay, gaziantep, kilis gibi sınır kentlerinde bulunuyorlar. bazısı da osmaniye ve adıyaman gibi sınıra görece uzak noktalarda. her ne kadar ürdün ve lübnan gibi ülkelerin kamplarından katbekat daha iyi durumda olsalar da, alelacele açılan bu kamplarda büyük altyapı eksiklikleri bulunmakta ve bu kamplarda kalanların en çok şikayet ettiği konu da bu. ikinci şikayet sebebi ise yemeklerin çoğu zaman yenilebilir durumda olmaması. kamplarda birçok kez gıda zehirlenmesi vakası yaşandığını da not düşelim.

    neden bu kamplarda kalmıyorlar?

    sığınmacıların %85'inden fazlası kamplarda yaşamıyor. sebebi ise kampların dolmuş olması. ciddi beslenme ve konaklama sorunları olsa da kamplarda kalabilen sığınmacılar kendilerini şanslı sayıyorlar. kamplarda kalamayan sığınmacılar ya sokaklarda yaşıyorlar ya da birkaç aile birleşip varoşlarda bir eve çıkıyor ve sadece kirayı karşılamak için yasadışı işçi olarak ne iş varsa orada çalışmak zorunda kalıyorlar.

    sekiz yüz lira maaş?

    şehir efsanesi. sadece yüz liralık kızılay gıda kartı veriliyor. bu da aynı kredi kartı gibi. nakit değil. bununla kira ödeyemezsin ya da kılık kıyafet alamazsın.

    haliyle yaşamlarını geçindirebilmek için tek olanakları çalışmak. biz türklerin bile iş bulamadığı ya da karın tokluğuna çalıştığı bir ekonomik belirsizlik ortamında bu suriyelilerin, dil bilmeden ve ellerinde bir çalışma izni bulunmadan ne tür işlerde çalıştıklarını da siz düşünün artık. suriye'de doktorluk, mühendislik yapan adamlar burada amelelik yapıyorlar. türk amelesinin aldığı yevmiyenin dörtte birine razı olmak zorundalar, o da iş bulacak ve işe alınacak kadar şanslılarsa tabii. birçoğu onu bile bulamadığından dileniyor. şimdiye dek organize suça pek de fazla bulaşmamış olmaları şaşırtıcı dahi sayılabilir.

    memleketlerinde paraları yok muydu bunların?

    sığınmacıların büyük bir kısmı halihazırda alt gelir grubundan. orta sınıfın cebindeki para ise türkiye'de geçer akçe değil. 75 suriye poundu 1 türk lirasına eşit ve haliyle geldiğiniz anda cebinizdeki para buharlaşmış oluyor.

    avrupa macerası?

    sığınmacıların önemli bir kısmı türkiye'den yunanistan'a, oradan macaristan'a, oradan da herhangi bir kuzey avrupa ülkesine gitme macerasına giriyor. kendi cümleleriyle söylersek, türkiye'de hayat pahalı ve geçinmek imkansız. bunun üstüne kazanamadıkları mülteci titrinden ötürü kıçlarına tekmenin ne zaman basılacağı da belli değil ve suriye'deki iç savaş bitmedikçe geri dönmek istemiyorlar.

    ege bölgesi'nden yunan adalarına lastik botlarla geçiriliyorlar. genelde bin, bin iki yüz lira gibi bir ücretten bahsedilse de bu ücret ortalama botlar için. daha düşük ücretlerle de geçirilenler oluyor. geçenlerin hepsi sığınmacı değil; doğrudan suriye'den gelip türkiye'de durmadan avrupa'ya geçenler de var, hatta kuzey afrika'dan, doğu afrika'dan, ırak'tan falan gelip geçenler de var. sebebi basit: akdeniz'den açılmak, ege'den açılmaya göre hem çok daha riskli, hem çok daha pahalı.

    bodrum otogarında uyuyan suriyeliler bu botların gelmesini bekleyen alt sınıf sığınmacılar. izmir basmane'deki otellerde kalanlar da biraz daha orta sınıf sığınmacılar. hemen hepsi botların yanaşmasını bekliyor. sabahın köründe gizlice yola çıkıyorlar. alt sınıfın ve orta sınıfın bindiği botlar ayrı; çünkü ödenen ücretler farklı. alt sınıf, yirmi kişilik botlara balık istifi kırk elli kişi bindiriliyor. haliyle bu botların önemli bir kısmı batıyor. kıyıya vuran suriyeli göçmen çocuk ceseti de bu botlarla yunanistan'a açılıp botu devrilen sığınmacıların akdeniz'de yok olup gitmemiş cesetlerinden sadece biri.

    yunanistan'a türkiye'den ayda elli bine yakın sığınmacı kaçak giriş yapıyor. özellikle kos adası ufak bir suriyeye dönmüş durumda. yunanistan'ın ekonomik durumu da ortada, "avrupa'nın enayisi biz miyiz?" moduna çoktan girmişler, bu adamları hiçbir şekilde istemiyorlar. haliyle bazen batan botlardan düşüp de boğulmak üzere olan sığınmacıları kurtarmaya dahi çalışmadıkları oluyormuş. ancak dediğim gibi; bu sığınmacıların çoğu yunanistan'da kalmıyor, avrupa'ya yayılıyorlar. türkiye üzerinden yola çıkıp avrupa'nın çeşitli yerlerine dağılan sığınmacıların sayısı da yüz binlerle ifade ediliyor.

    not: kişisel araştırmalarımın ürünüdür. hatalı bir içerik bulursanız uyarmaktan çekinmeyin.