volkan gungor8
profili

  • 25 haziran 2018 muharrem ince'nin attığı tweet

    kendisine ahmed arif'in anadolu şiiri ile cevap vermek istiyorum;

    --- spoiler ---

    bilmeni mutlak isterim,
    duyuyor musun ?
    öyle yıkma kendini,
    öyle mahzun, öyle garip...
    nerede olursan ol,
    içerde, dışarda, derste, sırada,
    yürü üstüne - üstüne,
    tükür yüzüne celladın,
    fırsatçının, fesatçının, hayının...
    dayan kitap ile
    dayan iş ile.
    tırnak ile, diş ile,
    umut ile, sevda ile, düş ile
    dayan rüsva etme beni.
    gör, nasıl yeniden yaratılırım,
    namuslu, genç ellerinle.
    kızlarım,
    oğullarım var gelecekte,
    herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
    kaç bin yıllık hasretimin koncası,
    gözlerinden,
    gözlerinden öperim,
    bir umudum sende,
    anlıyor musun ?
    --- spoiler ---

    ahmed arif

  • adalet yürüyüşü güzergahına tezek dökülmesi

    --- spoiler ---

    ey iman edenler! allah için hakkı kollayıp gözetleyenler olun!
    bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi adaletsiz davranmaya asla
    itmesin. (maide 8.)

    --- spoiler ---

  • 7 aralık 2015 can dündar'ın köşe yazısı

    bizim saray

    aralık ayazı ağır demir kapının aralığından soğuk nefesini üflemeye başladı.
    alafranga tuvaletin deliği, konuştukça kötü kokular yayan bir gardiyan ağzı gibi, bu toplama kampının içinde biriken pisliği yayıyor etrafa...
    kalın beton duvarların ardından bekçi düdükleri işitiliyor; içerde florasanın biteviye ıslığı...
    soğuk.

    gündüz güneşi bile avluya uğramadan geçiyor; bina öylesine itici...
    havalandırmanın ışığı, pencerenin kahverengi parmaklılıklarında parçalanıp soluk gölgeler halinde hücremin zeminine vuruyor.
    asık suratlı çıplak duvar, sarışın bir kuyu sanki...
    duyduğu tüm sesleri büyütüyor:
    su, çağlayan gibi çınlıyor; kapı çarpması, gök gürültüsü...
    yalnızlık da çoğalıyor o kuyuda, özlem de...
    umudu yitirirsen, kapana kıstırılmış bir sıçan gibi içine kapanıp orada ufalanman işten bile değil...
    hele adaletsizliğin tesellisini imanda arayanlardan değilsen...
    iyi ki hayal kurmayı öğretmişsin kendine...
    havalandırma lambasından ay ışığı, florasan ıslığından yavuklu soluğu yapmayı biliyorsun.
    ayazı, kokuyu, tecridi unutup semada aniden peydahlanan kuş sürüsüyle kanat çırpabiliyorsun.
    ve üşüdüğünde haklılığınla ısınabiliyorsun.
    asıl saray burası işte... içinde haram yok.
    odalar küçük, yürekler büyük...

    gündüz

    değerli yalnızlık

    sabah 08.00...

    hücremin gri hoparlörü her sabahki buyurgan sesiyle haykırıyor:
    “tutuklu ve hükümlülerin dikkatine... sabah sayımı yapılacaktır, sayım düzeni alınız.”
    bu, silivri’nin geleneksel kalk borusu...
    az sonra bir infaz koruma mangası gelip kaçıp kaçmadığımı kontrol ediyor. gayet kibarlar... avluya açılan kapıyı açıp “allah kurtarsın” diyerek gidiyorlar.
    şimdi oda büyüklüğündeki havalandırmada, 9 adıma 5 adımlık gökyüzünün altında volta atabilirsin.
    tabii yine tek başına...

    ***

    yıllar önce “yalnızlığa alışmalı” diye bir yazı yazmıştım. ondan beridir alıştırdım kendimi, yalnızlığı severim. ama buradaki, tecrit; hem de ağır bir tecrit...

    24 saat hücremizde tek başımızayız.
    erdem, hemen yanımdaki hücrede yatıyor. kapısı kol mesafesinde.. ama görüşmemiz yasak. tecrit o kadar sıkı ki avukat görüşüne giderken bile, karşılaşmayalım diye önce birimizi içeri alıp sonra diğerimizi götürüyorlar.
    dar koridora açılan demir kapının üstünde cep telefonu büyüklüğünde bir gözetleme deliği var. ayak parmaklarının üzerinde yükselip birkaç saniye el sallamak mümkün oluyor ancak...
    gardiyanlarımız ve avukatlarımız dışında kimseyi görmememiz isteniyor anlaşılan. peşinen cezalandırma...
    okuduğum tutsak hatıralarını geçiriyorum aklımdan: hiçbirinde böyle ağır bir tecritten bahsedildiğini hatırlamıyorum.
    belki guantanamo’da vardır.

    ***

    vakit bol ya; falımı okudum sabah:
    “sosyal ortamlara gireceksiniz” diyor. “değişik organizasyonlar devrede” olacakmış. “farklı arkadaş grupları hayata bakış açımı genişletecek”miş.
    bunu okurken demir kapının göğüs hizasındaki bölmesi açılıyor. sevimli bir görevli “ekmek” diye sesleniyor. bir ekmek geçecek büyüklükteki bölmeye eğilerek giriyorum “sosyal ortamlara”...
    hayata bambaşka bir açıdan bakıyorum.

    15 yıl önce f-tipi cezaevleri inşa edilirken ölüm orucuna yatan devrimci tutsakları anımsıyorum. bir grup aydınla birlikte bayrampaşa’ya arabuluculuğa gitmiştik. son nefesini vermeye hazırlananları yaşamaya ikna etme derdindeydik. kalabalık koğuşlarda kalıyorlardı. devlet onları 1-3 kişilik hücrelerde tutmak istiyordu. direniyorlardı. “tecrit, yaşarken ölmektir” diyorlardı.

    o direniş, katliamla bastırıldı. ve tecrit zindanları açıldı.
    insana dokunmanın, toprağa basmanın, yorgana sarılmanın yasak olduğu tutsakların çıplak pencerelerden sürekli gözetim altında tutulduğu bu toplama kampının beton duvarlarında o direnişin sloganı kazılı adeta:
    “tecrit ölümdür!”

    ***

    fakat neyse ki üç kadim dost refakat ediyor bana yalnızlığımda:
    tanışma sırasıyla, kalem, kitap ve televizyon...
    yazıyor, okuyor, izliyorsun.
    sabah gazeteler geliyor; dost kalemlerin satırları su serpiyor yüzüne, yüreğine...
    ekranda, sevdiklerin seni savunuyor; coşuyor, avunuyorsun.
    yürekli milletvekilleri, cesur avukatlar gelip koluna giriyor. diriliyorsun.
    dışarıda (bkz: umut nöbeti)nde yoldaşların var;
    sıcaklıkları vuruyor zindana, ısınıyorsun.

    kapalı görüş günü eşin, oğlun, kalın camın ardından gururlu gözlerle bakıyor, umudun dilinde konuşuyor; tuzla buz oluyor cam, hasretin hararetinden; canlanıyorsun.
    ve ekmeğin geldiği bölme yeniden açıldığında “can dündar”... mektubun var” müjdesini işitiyorsun.
    yok, telefon faturası filan değil... mektupsuz geçmiş yılların acısını çıkarırcasına, onlarca mektup yığılıyor odaya... onlarca sarıyor, kucaklıyor, öpüyor seni...
    her gelen dost, yazılan her satır, her konuşan dil, aynı sırrı fısıldıyor:

    yalnız değilsin.

    soğuk tecrit, sevginin harında eriyor.

    “işte” diyorsun; “işte.. asıl bu, değerli yalnızlık...”

    http://www.cumhuriyet.com.tr/…3995/bizim_saray.html

  • 4 aralık 2015 can dündar'ın köşe yazısı

    güçlüler suçlu suçlular güçlü

    bugün 4 aralık...
    tan matbaası’nın basılışının üzerinden tam 70 yıl geçti.
    70 yıl önce bugün dönemin tetikçi kalemleri “kalkın ey ehli vatan” manşetiyle çıkardılar gazetelerini...
    1945 sonuydu.
    savaş bitmişti.
    demokrasiye geçilecekti.
    ama “komünistler”, fırsattan istifade gazete çıkarıyor, muhalefet ediyor, yazıp çiziyordu. üstelik chp’den kopan bazı “dp’li hainler” de onlara destek veriyordu.
    hepsine iyi bir ders vermek, iktidarın gücünü göstermek gerekiyordu.
    teknik üniversite’de sınıflar basıldı. öğrenciler kışkırtıldı. polis yolları açtı.
    türkiye komünist olmayacak sloganlarıyla öfkeli gençler tan’a yönlendirildi.
    baskının detaylarını o anda tan binasında olan nail çakırhan’dan ve bazı baskıncılardan dinlemiştim.
    önce binayı kuşatmışlar, sonra da basıp ne var ne yoksa kırıp dökmüşlerdi.
    daktilolar pencerelerden atılmış, kurşun harfler yerlere saçılmış, matbaa -gençlerin arasına karışan sivil görevliler yardımıylaparçalanıp kullanılamaz hale sokulmuştu.
    niyetleri, gazeteyi çıkaran sertel’leri yakalayıp yanlarında getirdikleri kırmızı boyalarla boyadıktan sonra yollarda gezdirmekti. neyse ki sertel’ler baskını önceden haber alıp kaçmıştı.
    türk demokrasisinin açılış sahnesiydi bu...
    türk sağının doğum yeri...
    türk basınının boğazındaki ilk düğüm...

    ***

    bilin bakalım o baskından sonra kimler gözaltına alındı.
    doğru bildiniz:
    sertel’ler...
    gazeteleri basılan zekeriya sertel ve eşi sabiha sertel, yazdıkları eski yazılardan suçlanıp tutuklandı. aylarca hapis yattıktan sonra ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar.

    türkiye, şaibeli bir seçimle, sol kolu sakatlanmış halde demokrasiyi karşılarken sabiha sertel
    sürgünde öldü. zekiye sertel, ancak 30 yıl sonra dönebildi ülkesine...
    ya saldırganlar?
    bir yağmacı ordusu gibi gazeteyi basıp tahrip edenler?
    yıllar önce yaptığım “o gün” belgeselinde, o dönem teknik üniversite öğrencisi olan süleyman demirel’in de baskıncılar arasında olduğunu öğrenmiştim.
    kendisi de yalanlamamış, “ama ben yürüşe katıldım, baskına katılmadım” demişti.

    ya turgut ve korkut özal?
    ya necmettin erbakan?
    sadece izlemişler miydi?
    katılmışlar mıydı?
    acı gerçek şu:
    tan baskınından 2 cumhurbaşkanı, 1 başbakan çıktı.

    ***

    ağır suçluları tedaviye aldıklarında “bize çocukluğunu anlat” diyorlar ya, 70 yaşındaki sicili kabarık demokrasimize çocukluğunu anlattırsak lafa ilk vukuatı tan baskını ile başlayacaktır.

    o gelenek bugün hürriyet’i basarak kendine davutoğlu’nun sağ koltuğunda yer açan boynukalın’ları doğurdu... iktidara giden yolun, muhalif gazete kapılarında bozgunculuktan geçtiği, 70 yıllık bir imha geleneği yarattı.
    demokrasiyi beşikte sakatladı.
    gazeteler kâh vandallarla, kâh vergi memurlarıyla, kâh yargı mensuplarıyla kuşatıldı, esir alındı.

    o günden beri suçlular güçlü, güçlüler suçlu...

    http://www.cumhuriyet.com.tr/…u_suclular_guclu.html

  • 1 aralık 2015 can dündar'ın köşe yazısı

    acemi casus;

    erdem’le silivri’ye getirildiğimiz gece, ilk kayıtta hangi suçtan tutuklandığımızı sordular:

    “terör mü, adi mi?”

    arkama yaslanıp derin bir nefes aldım:

    “casusum ben” dedim, ciddi bir edayla...

    muhataplarımda yarattığı hayretle karışık hayranlığın keyfini sürdüm.

    iyi de... sorsalar hangi ülkenin casusu olduğumu, bilmiyordum. bilsem, oranın bir casusuyla bir köprü üzerinde takas edilmemi isteyeceğim; ama söylemediler.

    işin kötüsü, elde casus olduğumu gösterebileceğim bir kanıt da yok.

    hâkimin kararına bakılırsa, acemi bir casus olduğum için, ele geçirdiğim belgeyi hemen alıp gazetede manşetten vermiştim. o da yakaladı tabii...

    eldeki tek kanıt bu...

    adalet biraz ağır işlediği için, 6 ay sonra fark etti bu durumu...

    “şu misafirler gitsin ben sana gösteririm” diyen dayakçı baba gibi, g20’nin bitmesini bekledi.

    ve misafirler gider gitmez “delilleri karartmamam için” tutuklanmama karar verdi.

    o gün gazete 100 bin basılmıştı. demek 100 bin delil var.

    bunları acilen karartmam lazım.

    ilk gece bir plan yaptım:

    bizim casusluk şebekesine bir mektup yazdım:

    “derhal bu gazeteleri bulup manşeti bir keçeli kalemle çizin, karartın.”

    bunu yazıp kâğıdı turna şeklinde katladım, gökyüzüne fırlattım.

    ama acemilik işte; mektubum tellere takıldı.

    şimdi, silivri cezaevi’nin dikenli tellerinde sallanan bu turnadan dolayı, “delilleri

    karartmaya çalışmak”tan ayrı ceza yerim kesin...

    hoş mektup tele takılmayıp gazeteye ulaşsa da el yazım pek kötü olduğu için talimatımı okuyamayacaklardı muhtemelen.

    ilk yolladığım mektupta, “sevdiğim kırmızı kalemimi yolladılar” diye yazmıştım.

    gazetede “kırmızı valizimi” diye çıktı. o günden beri “şifreli mesaj verdiğim” zannıyla odamda kırmızı valiz aranıyor.

    ***

    ikinci günümde “ıslah olmam için” psikolog karşısına çıkardılar. âdettenmiş.
    içeri giren herkese uygulanan bir anket yaptılar. zarif bir küçük hanım ve anketörler, “sizi suça kim itti” diye sordu.

    “annem” dedim:

    “daha bebekken bana kitap okumaya başladı. bir de ilkokul öğretmenim... bana yazamayı öğretti.”

    “çıkınca suç işlemeye devam edecek misiniz?”

    “öyle görünüyor. içeriden bile yazıyorum, baksanıza...”

    bir de kütüphaneden don kişot kitabı istediğimi duyunca, teşhisi koydular sanırım.

    ***

    adliyede mahkemenin kararını beklerken tecrübeli iki eski mahkûm, celal doğan ve celalettin can, koridorda volta atma kursu veriyordu bana.
    celalettin, “tempolu yürüyeceksin. aslolan, karşıdan yürüyenin yolunu kesmemek” diyordu.

    şimdi silivri’deki hücremin küçük havalandırmasında tek başıma volta atarken, kulaklarını çınlatıyorum.

    “karşıdan gelen” yok.

    o omuz omuza volta atılabilen, kalabalık koğuşlu cezaevlerinin yerini f tipi katı bir tecrit aldı çünkü.

    voltada bile yalnızsın.

    neysi ki havalandırmanın ortasında bir mazgal var. oraya seslenirseniz, kanalizasyondan sesiniz şehre ulaşabiliyor.

    acemi bir casus olarak bunu 2. gün keşfedince ilk denememi yaptım, mazgala doğru eğilip fısıldadım:

    “midas’ın kulakları... pardon mit’in tır’ları silah taşıyor.”

    casusunuz silivri’den bildiriyor.

    ***

    neyse, bu kadar ajanlık yeter.

    henüz kâğıdım yok. bu satırları yazdığım “ihtiyaç istem fişi” de tükenmek üzere...

    kalan tek sayfaya ihtiyaçları yazıp kantinden ısmarlamam lazım.

    alaturka tuvalet için maşrapa...

    kış hazırlığı için kapı bandı...

    yer temizliği için vileda...

    hangi sıvı deterjan daha iyi acaba?

    önceki gün merkel, hollande gibi 28 avrupa liderine mektup yazdığım kâğıda hela pompası siparişi yazmak da varmış hayatta...

    zormuş bu casusluk işi...

    neyse, yine de hırsızlıktan iyi...

    silivriden selam-sevgi...

    http://m.haberdar.com/…yazdi-acemi-casus-h7845.html

  • 21 ekim 2015 ahmet altan'ın köşe yazısı

    ahmet altan' ın haberdar adlı internet sitesinde yazdığı üçüncü köşe yazısı;

    anarşi

    ankara’daki korkunç bombalamayla ilgili, daha sonra geri çekmek zorunda kaldıkları yasaklama kararına şöyle bir göz attınız mı?

    o yasaklama kararını veren yargıç, olayın “eleştirilmesini” de yasaklıyordu.

    bir yargıç, bu ülke tarihinin en korkunç terör saldırısını 78 milyon insanın “eleştirmesini” yasaklama cüretini gösterebiliyordu.

    devletin izlediği, bütün telefon konuşmalarını dinlediği, sabahleyin kendilerini ve insanları öldürmeden önce nerede kahvaltı ettiklerini, kahvaltıda ne yediklerini bile bildiği adamlar gelip ankara’ nın göbeğinde bombaları patlatacaklar ve bizim bunu eleştirmemiz bir yargıç tarafından yasaklanabilecek.

    tabii ki yasağı kimse dinlemedi.

    dinlemez de…

    fransız devriminin en genç ve en sert liderlerinden biri olan saint-just’ ün ünlü lafını biraz değiştirerek söylersek:

    “anarşi silahların değil, yasaların patlamasıdır.”

    böyle bir olayda “eleştiriyi” yasaklamaya kalkmak “yasaları patlatır” ve büyük bir yargı anarşisine yol açar.

    üstelik akp iktidarının başımıza musallat ettiği “yargı anarşisinin” tek örneği bu değil ki…

    hükümeti zor duruma düşürecek her olaya yayın yasağı getiriyorlar.

    neden yayın yasağı getirdiklerinin hukuki bir açıklaması yok.

    tek açıklaması, akp iktidarını korumak.

    roboski’ ye yayın yasağı, suruç’a yayın yasağı, mit tırlarına yayın yasağı, diyarbakır saldırısına yayın yasağı, ankara’ya yayın yasağı, reyhanlı’ya yayın yasağı, star gazetesinin sahiplerinden birine mafyanın düzenlediği saldırıya bile yayın yasağı.

    bir cübbe, bir kürsü, dört jandarma, yargıcı yargıç, yargıyı yargı yapmaya yetmez.

    yargının gücü, toplumun yargıçlar tarafından verilen kararların “adil ve tarafsız” olmasına inanmasındadır.

    bu inanç kaybolduğunda ortada yargı da kalmaz, yargıç da kalmaz.

    bugün türkiye’de, akp’nin muhaliflerine yavşak diye küfreden yargıç var.

    insanlık tarihinin en kutsal mesleklerinden birinin üyesi bu adam ve mesleğinin hiç bir kuralına uymadan seviyesizce küfrediyor.

    bir başka yargıç facebook sayfasına “uzun adama hayran olduğunu” hiç çekinmeden yazıyor ve karşılığında bir kürsü sahibi oluyor.

    bu kararlar ve bu yargıçlar yüzünden türkiye’de büyük bir yargı anarşisi yaşanıyor.

    akp’yi ya da cumhurbaşkanını eleştiren bir yazıdan sonra bu yargıçlardan birinin karşısına götürülseniz “adil” bir şekilde yargılanacağınıza inanır mısınız?

    ahmet hakan’ı dövenleri serbest bırakıp, bir twit attı diye bülent keneş’i tutuklayan yargıdan söz ediyoruz.

    bülent keneş tutuklanacağı için “mutlu olduğunu” açıkça dile getirebilen savcılardan söz ediyoruz.

    erdoğan, kendisini başkan yapacaklarını sanarak pkk ve apo’yla görüşürken onun bütün adamlarının pkk’yı ve apo’yu istedikleri gibi övmesine ses çıkarmayan ama erdoğan’ın başkan olamayacağını anlayıp savaş açmasından sonra aniden tavır değiştiren ve pkk terör örgütü değildir diyen diyarbakır barosu başkanı tahir elçi için “yakalama kararı” çıkaran bir adalet anlayışı var karşımızda.

    doğrudan erdoğan’a bağlı bir hukukçu grubuyla karşı karşıyayız.

    onunla birlikte tavır değiştiren bir yargı bu ülkeye adalet getirebilir mi, bu toplumun saygısını kazanabilir mi?

    akp, kendi gücünden ve siyasi varlığından çok daha büyük boyutta bir hasar yaratarak yargıyı mahvetti.

    paraları “sıfırladıkları” gibi yargıyı da sıfırladılar.

    bugün yargıyı medya dinlemiyor, kararın adaletsiz ve hukuksuz olduğunu görüp, “ben bu kararı dinlemiyorum” diyor.

    bunun bir adım sonrası halkın “ben de dinlemiyorum kardeşim” demesidir.

    17 aralık'ta ayakkabı kutularıyla, para sayma makineleriyle yakalananları serbest bırakıp, bu adamları yakalayanları “darbeci” diye hapse atan bir yargıya kim neden güvensin?

    kimse güvenmiyor.

    sadece yargıya değil artık devletin hiç bir kurumuna güvenmiyor halk.

    şu ankara’da insanları öldüren canlı bombalara bir bakın.

    bu adamlar adıyaman gibi küçük bir kentte, bir çay ocağında ışid’e nefer yazılıyorlar ve bunların eylemlerini kimse önlemiyor.

    bu ışid’ciler, hdp’lileri ve solcu muhalifleri onar onar, yüzer yüzer öldürüyor.

    niye bu insanları yakalamadılar?

    başbakan’a göre, “canlı bombaları kendilerini patlatmadan önce yakalamaları hukuka aykırı” oluyormuş.

    siz, makineli tüfeklerle çocuk yuvasını basmış bir iktidarsınız, siz makul şüphe diye gazeteci tutuklatmış bir iktidarsınız, siz bir twit attı diye sedef kabaş’ın evine terör polislerini göndermiş bir iktidarsınız…

    iş, ışid’cilere gelince mi eliniz kolunuz bağlanıyor?

    ben size basit bir soru sorayım.

    o adıyaman’daki çay ocağı pkk’ya ait olsaydı ve pkk’ya asker toplasaydı, o çay ocağını kuranı da, işleteni de, oraya gidip asker yazılanı da bu devlet yakalar mıydı, yakalamaz mıydı?

    hadi pkk’dan da vazgeçtim.

    o çay ocağı, cumhurbaşkanının paralel adını taktığı cemaat’e ait olsaydı, yakalarlar mıydı yakalamazlar mıydı?

    hepimiz biliyoruz ki yakalarlar, analarından emdikleri sütü burunlarından getirirlerdi.

    ışid’cileri neden yakalamıyorlar peki?

    çünkü ışid, onların muhaliflerini öldürüyor, onların muhalifleri arasında terör yaratıyor.

    onun için ışid büyük bir koruma şemsiyesi altında varlığını sürdürüyor.

    iki polisi vurduğu için pkk’ya savaş ilan eden, bize operasyon yapılmazsa biz ateş açmayacağız diyen pkk’ya operasyonlar düzenleyen bu iktidar, 102 insanı öldüren ışid’e bir “operasyon” düzenledi mi, ışid mevzilerini bombaladı mı?

    hayır.

    neden?

    nedeni basit, ışid seni başkan yaptırmayacağız demedi.

    ışid’i bombalamak hdp’nin oylarını belki azaltır türünden bir ümit yaratmıyor bu iktidarda.

    ışid sadece muhalifleri öldürüyor.

    üstelik ışid, 102 insanı bombalarla paramparça ettikten sonra başbakan çıkıp, “o patlamanın ertesinde yapılan araştırmalar oylarımızın arttığını gösteriyor” diyor.

    ışid öldürsün, akp oy kazansın.

    100 insan ölünce bir puanlık oy kazandıysanız, durmayın devam edin, diğer bombacılara bin kişi öldürtün, 10 puan kazanırsınız, bir milyon insan öldürtün ülke tapusuyla size geçsin.

    bu kafadaki insanlar neden ışid’e dokunsunlar?

    onların tek bir derdi var, ne olursa olsun iktidarda kalmak ve başkanlık sistemi dedikleri kanlı bir diktatörlük kurmak.

    siyasetlerinin, operasyonlarının, yargılarının tek hedefi bu amacın gerçekleşmesine yardım etmek.

    akp, siyaseten iktidarda kalamayacağını, iktidarda kalamazsa da yargılanacağını biliyor.

    iktidarda kalabilmek için deliliğe varan bir panikle şiddetten medet umuyor.

    taraf gazetesi’nin yalanlanmayan haberine göre bunun için “çiftliklerde” silahlı milisler yetiştiriyor.

    hitler’in sa’ları gibi onları iktidarda tutacak birlikler oluşturuyor.

    ve, bu ülkeyi bugüne dek kimsenin yapmadığı gibi bölüyor, nefrete boğuyor.

    düşünün, konya’daki milli maçta, bir kalabalık, üstelik de allah’ın adını anarak, ankara’da ışid’in öldürdüğü kurbanları yuhaladı.

    öldürenleri değil, ölenleri, masum kurbanları yuhalayan bir insan grubu.

    bunu yaparken “rahim ve rahman” allah’ın adını kullanan, dindar olduğunu söyleyen bir kalabalık.

    her toplumda böyle “ölülerden bile nefret edecek” kadar gözü dönmüş maraz grublar vardır.

    büyük ve şık otellerin çöpleri olduğu gibi, her toplumun da böyle maraz grupları bulunur ama onlar ortaya çok çıkamazlar, yasalar, gelenekler, “ayıp” duygusu, yargının ve yöneticilerin tepkileri bu “çöp”ün varlığını görünmez bir şekilde sürdürmesine yol açar.

    akp, bu marazlı azınlığı, toplumun çöpünü, otelin girişine yığdı, stadyumlarda bağırır hale getirdi.

    akp’nin asıl seçmen kitlesi, dininin “hayırla yad ediniz” dediği ölüleri böyle vicdansızca yuhalayan kalabalık değil, bu hastalıklı, nefret dolu insanlar değil.

    ama akp, artık bütün siyasetini bu maraz kalabalığa uygun bir şekilde sürdürüyor, onların dilini kullanıyor, onların nefretini kendine bayrak yapıyor.

    muhaliflerini “düşman ve hain” ilan ediyor, silahlı birlikler yetiştiriyor, ışid’in yolunu açıyor, muhaliflerin bombalanmasına göz yumuyor, güneydoğu’da küçücük çocukları kafalarından vuruyor, şehit ailelerini “karaktersizlikle” suçluyor, yargıyı akp’nin “hukuk ve propaganda” kolu halinde kullanıyor.

    bütün bunları da iktidardan düşmemek ve bir adamı “başkan” ilan edebilmek için yapıyor.

    o adamın “başkanlıktan” ne anladığını da oturduğu altın tahtlardan görüyoruz zaten.

    maaşını halkın verdiği, sarayının parasını halkın ödediği, sırtındaki ceketi vergileriyle halkın aldığı adam, halka patronluk taslamak, halkın padişahı olmak istiyor.

    sen bizim “hizmetlimizsin”, senin paranı bu halk veriyor, senin patronun bu halk, sen nasıl bu halka hükmetmeye kalkabilirsin?

    sen nasıl, bir azınlığın sırtından bu ülkeyi ölümlerle bölüp, padişahlığını ilan ederek, çoğunluğu tahakküm altına almayı aklından geçirebilirsin?

    bunu aklından geçiriyor…

    ve bunun için şiddetten medet umuyor.

    akp iktidarının devamı, bu ülkenin korkunç bir şiddet batağına batması, ışid’çi bir terörün suç ortağı olması, silahlı milislerin ortalığı haraca kesmesi, ölüleri yuhalayan hastalığın ülkeyi kökünden koparıp parçalaması anlamına gelecek.

    bu partiye oy vermeyi düşünenler gerçekten böyle bir ülke mi istiyor?

    ya da ülkenin o hale gelmeyeceğini mi düşünüyor?

    ankara’da parçalanan insanlara bakın, gazetecileri dövenleri serbest bırakıp twit atanları tutuklayan yargıya bakın, “yavşak” diye küfreden yargıçlara bakın, elini kolunu sallayarak dolaşıp bombalarını muhalif gösterilerde patlatan ışid’cilere bakın, çiftliklerde yetiştirilen milislere bakın, cumhurbaşkanının kendisini eleştirenleri “terörist”
    ilan eden konuşmalarına, oturduğu altın tahta, yaşadığı saraya bakın.

    bir istikrar, bir huzur, bir ümit görüyor musunuz?

    hırsız bir iktidar, bu ülkeye istikrar getirmez.

    bombaları, ölümleri, parçalanan vücutları, ölüleri yuhalayan bir hastalığı getirir sadece.

    türkiye’yi, allah'ın adını anarak ölüleri yuhalayan hastalıklı bir anlayışın yönetmesini istiyor musunuz?

    muhaliflerin bombalarla parçalanmasına göz yuman insanların yönetmesini istiyor musunuz?

    istiyor musunuz gerçekten?

    bu iktidar sizi de, geleceğinizi de, ülkenizi de mahvedecek.

    kurtulun bu insanlardan.

    kendi geleceğiniz, ülkeniz ve çocuklarınız için kurtulun.

    ahmet altan / haberdar

    http://www.haberdar.com/anarsi-makale,407.html

    twitter.com/ahmetaltan2015

  • 7 eylül 2015 hdp açıklaması

    bu acıyı durdurmalıyız...

    türkiye hızla bir felakete sürükleniyor. yangın alev alev büyüyor. her geçen saat, her geçen gün toplumda kapanması zor yaraların açılmasına, büyük bir kutuplaşma ve ayrışma yaşanmasına hepimizi yaklaştırıyor.

    her gün, her saat, hangi üniformayı taşırsa taşısın gençlerimiz, siviller ve çocuklarımız bu toprakların değerleri, canları, bu ülkenin geleceği ölüyor. 6 eylül’de dağlıca’da, cizre ve sur’da yitirdiğimiz tüm canlara allah’tan rahmet, ailelerine ve halklarımıza başsağlığı, yakınlarına sabırlar diliyoruz.

    bu acıyı daha büyük felaketlere sürüklenmeden durdurmalıyız. hala ‘400 vekil alınsaydı böyle olmazdı’ sözlerini sarf edebilen bir yaklaşımla; cizre’yi ablukaya alan, vekillerimize ateş açan bir anlayışla bu ülkenin yönetilmesi ve şu anda gittikçe derinleşen sorunların çözülmesi mümkün değildir.

    bir kez daha ve acil çağrı yapıyoruz. eller tetikten derhal çekilmeli, silahlar susturulmalıdır. karşılıklı çatışmasızlık hali sağlanmalı, operasyonlar durdurulmalı, diyalog ve müzakere ile sorunların çözümü doğrultusunda adımlar atılmaya başlanmalıdır. konuşarak, müzakere ederek çözemeyeceğimiz hiçbir konumuz yoktur ve olmamalıdır. meclis derhal olağanüstü toplantıya çağrılmalı, demokratik siyaset yoluyla sorunlara çare aranmalıdır.

    kin ve nefret kusmak yerine, bu felaket sarmalından çıkışın yollarını hep birlikte bulmak zorundayız. halkın yoksul çocuklarına sadece ölümü reva gören, annelerin barış düşüne kan sıçratan savaş politikalarına teslim olamayız. kaybedilecek zamanımız kalmamıştır. bu yaşananlar bir oyun değildir, geri dönülemez bir noktaya gelmeden durdurulmalıdır.

    koşullar ne kadar zor olursa olsun barışta, eşitlikte ve kardeşlikte ısrar etmek dışında her yol acılarımızı derinleştirecektir.

    hepimizin başı sağ olsun...

    hdp merkez yürütme kurulu

    7 eylül 2015

    http://www.hdp.org.tr/…/bu-aciyi-durdurmaliyiz/6316

  • cemaat chp hdp pkk dörtlüsü