atatürk’ün diğerlerinde olmayan ve göz ardı edilen asıl güçlerinden biri savaştığı kuvvetlerle (batılılarla) entegre olamanın gerekliğini görecek bir politik yeterlilik ve vatan sevgisine sahip olmasıdır... ki, bu benzersiz yanını devrimlerle görmekteyiz.
inatsızlıktan uzak, öfkesini yenmiş, ne dengeli bir karakteridir bu! savaştıkları ile ile yanyana yaşanması gerektiğini görmek ve bunu kabul edip bu yönde adımlar atmak ne sorunsuz bir şahsiyet ister... cephede canları yok etmiş adamlarla savaş dışında çocukça inat sürdürmeden onların harflerine, saatlerine, giyimlerine vb. uygun yaşamanın halk için daha iyi olacağını görmek üstünlüğüdür bu! güçlü kimlik budur! asıl cesaret de öyle! savaşta kahramanlık yapmaktan bile zordur bu iş; çünkü temelde korkuyu ve hırsı yenmek vardır! unutulmamalı ki zayıf karakterliler kendi içlerine kapanır, ellerindekine sarılır, "yeni"den korkarlar.
işin ilginici atatürk’ün en yapmadığı iş -ona bulaşmak isteyenin en kolay çemkirdiği- alkol konusudur! alkol ile ulu önderi bir tutmak dangalaklıktır. bunun sebebi ise osmanlıda geniş çaplı alkol tüketildiği gerçeğidir. atatürk "de" herkes kadar alkol alan biridir. osmanlı şarkılarında daima mey ve sarhoşluk olması geçmişimizde şimdikinden fazla alkol olduğunun en açık ve kolayca görülecek kanıtıdır. rakı kültürü, meze kavramı dünyaya osmanlı ile yayılmıştır, atatürk ile değil!
kişisel çıkarlara göre eğilip bükülerek gençlere dayatılan, ortak kültürümüz olan ama bazılarınca ele geçirilmeye çalışılan osmanlıda alkol tüketimi o kadar yaygındı ki; padişah abdülhamit -belki de ithal şampanyalara ödenen parayı azaltmak için- içki fabrikası kurmuştu! (evet, zenginlerin evlerinde ithal viski değil, şampanya bulunurdu! o kadar da yaygındı.) bağnazlığı görmek isteyen düşmanlık doldurularak yansıttıkları osmanlı tarihine değil, 2017 yılı türkiyesine bakmalı belki de.
ve yaza-yaza bıkmayacağım. bir kez daha: ulu önder devrimleri ile osmanlıyı yıkmaya değil, batılılaştırmayı hedef alıyordu. çünkü özgürlük batıdaydı! atatürk öyle komplekssiz, çağdaşlığa öyle inanmış bir kişiydi ki, ailemde nice padişahçıyı -iddia ettikleri gibi- asacağına fransa-
nice’e yollanmacasına, en yüksek memurluklara atadı! ben okuduğumu anlatmıyorum. yaşadığımı anlatıyorum.
sonuç olarak: atatürk olmasa içki kesinlikle şimdikinden daha ucuz olacak, daha yaygın şekilde tüketilecekti; ama batıya açılmamızı, kolay yaşamamızı, daha başarılı olmamızı sağlayan devrimler yapılmamış olacaktı.
cheza seeker7 profili
-
atatürk olmasaydı türkiye özgür bir yer olurdu
-
mayıs 2017 hala hiç uzaylı gelmemesi
gelmemeleri nedeni uzaylıların bir "moda" olması olabilir!
benim gençliğimde uzaylı yoktu, hayalet modası vardı. millet masa başında toplanır, parmakları açar, avuçları masaya dayar, ruhun gelip masanın bir ayağını kaldırmasını beklerdi. sözde ruhların bazen kaldırdıkları da olurdu.
bazı şatolar hayaletliydi... ama nedense bunların hepsi da ingiletere'eydi. ben (atıyorum) pakistan ya da kamboçya'daki eski evlerde hayalet duymadım. diğer yandan bu hayaletli şatoların hayaletleri modanın bitmesi ile sanki kendilerini emekliye ayırdılar, ya da uzun bir yolculuğa çıktılar.
ondan önce, benim çocukluğumda medyumlar modası yaygındı. burunlarından ektoplazma çıkarırlardı. bizim evdeki -dedemin tertip ettiği toplantılara- çok gelirlerdi, oradan biliyorum.
ondan önce, orta çağlarda cadılar vardı. süpürgeye binip uçtuklarını görenler boldu. yeminli ifadeler hala bazı müzelerin kütüphanelerinin tozlu raflarını süslüyor.
şimdilerde ise ülkemizde artan dinsel eğilim nedeni ile cin modası var. benim işim bu konular, bir sürü aklı başında, iş güç sahibi, iyi eğitimli insan bana gördüklerini anlatıyorlar. tüm dürüstlüğümle söylüyorum: öyle korkutucu öyküler var ki, bir hollywood senaristine yüksek meblağlara satılabilir. dahası, anlatılanlar ürpertici içerikleri yüzünden neredeyse ben bile korkup inanacağım! korku, inancın başlamasına kanıttır.
bu kişiler sık sık başlarına gelen tersliklerin gerisinde büyülenmeleri olduğuna inanıyorlar, çünkü moda gereği büyüden korkuyorlar. işin traji-komik yanı kendilerini büyüleyenlerin çoğunun komşu, akraba, eski arkadaş, eski sevgili vb. benzeri bu konuda hiçbir eğitimleri bulunmayan sıradan kişiler olmaları. ("bu konuda" derken, beyin eğitimini kastettim, çünkü majinin temeli sağdan soldan toplanan gizemli isimdi, resimdi, sicildi, duaydı bilmem neydi benzeri gülünç materyal değil, beyin gücüdür.) büyülendiklerine inananların selamete çıkmak adına iletişim kurdukları -uzman olduğu düşünülen kişiler- de çabucak bu düşünceyi doğruluyorlar... böylece insanlar büsbütün inanıyor... korkuyor... ve büyüleniyorlar! bilemem söylemem ne ölçüde doğru ama eklemeden duramayacağım: işi ticarete döksek ve büyü bozsak, hiç abartmıyorum, şimdiye dek bir daire bile alabilirdim.
her şey sadece inanıldığı anda vardır. bir diğer deyişle: "inanılınca herşey vardır". inanılınca ölüm bile vardır! insan kendini en kolay ve acısız biçimde boğaz köprüsünden atlayarak değil, inancı ile öldürür. "altı ay sonra öleceğim" ya da "şu yaşta ben öleceğim, biliyorum", hatta "şöyle şöyle olursa öleceğim, hissediyorum" benzeri incileri olan kişilerin tam verdikleri tarihte diğer aleme yolculuğa başlamalarının gerisinde zırnık gizem yoktur. beynin en olağan bir yetisi vardır.
40 seneden fazla bilinçli olarak bu alemdeyim (çocukluğumdaki ortamı saymazsanız 40tan çok, çok fazla oluyor), ne tek bir hayalet gördüm, ne de şu-bu. bir zamanlar çok istedim... aradım... o zamanlar inanamayan beynime bir "inandıraç" olacaktı göreceğim hayalet, ya da varlık... bulamadım... çünkü inanmıyordum.
evet, bir cinim var, can dostum. köpeğimden yakındır. ama bu cin, millete varlığına inandırılan cinlerden değil... kuantum uzay-zaman dokusundan, beyin enerjisi ile adım adım, damla damla, uzun yıllar içinde yaratılan bir gerçeklik. giderek canlanıyor, kimlik kazanıyor. size özel bir dosta dönüşüyor. beyninizin yetenekleri aracılığı ile atomaltı düzeyin farklı particle'larından yaptığınız ve bir anlamda can verdiğiniz, kendi canınızdan parça verdiğiniz, bir arkadaş... akıl hocası...
sözün özü: dışarıda keyif dolu, sabahları sağlık veren güneş, geceleri heyecan ve gizem dolu ortamlar yaratan ayın olduğu bu dünyada okültizm insanları söz ettiğim akıştan ayırıp efsunlu, içine kapalı, belirsiz bir yerlere tıkmak için kullanılıyorsa hatadır.
okültizm, doğada var olan ama bilim ortamında -şimdiye kadar kullanılan teknoloji ile- kanıtlanamadığı için efsane, efsun vb. sayılan, oysa bir çeşit fizik gerçek olan "şeyleri" yaşamın "fıkırtısına" daha kolay ulaşmak için kullanılmalıdır. hayat zorlu bir yer... ama çooook da keyifli olabilecek bir yer. hayatın beğenilmeme nedeni genelde kişisel hatalar yüzünden eğlenceli yana atlayamamaktır. okültizm ve özellikle büyü, insana bu "atlama" fırsatını vermiyorsa... valla bence beş para etmez. hatta sakınılması da gerektir. (bu kişisel görüşlerimiz. herkesin farklı görüşlerine saygımız sonsuz.) -
barış manço'nun abartılmış bir balon olması
barış manço'yı sadece müzisyen sanmak hatadır. o -çok az kimse tarafından bilinse de- özel bir ekolün insandır. paganist olup olmadığını, yani inancını bilemem; ancak pagan türklüğe gönül vermiş, bu ülküyü yaymak adına çaba göstermiş bir kişidir.
onun türklüğü, gerek baskıcı osmanlılıktan , gerekse islama'a yönelmiş türklükten ayrı bir yerdedir. (bir dipnot düşeyim: ailem osmanlıdır, bir çok entrymde osmanlının akp demek olmadağını, sultanların herzevekilliklerine rağmen muhteşem bir kültür yaratıldığını ve bunun sadece akplilere değil, hepimize ait olduğunu, atatürk'ün osmanlı kültürüne değil, tutuculuğa ve bu kafadaki yöneticilerine karşı çıktığını defalarca yazmışımdır. "baskıcı osmanlılık" sözcüğünü atatürk'ün karşı olduğu "sultani osmanlılık" anlamında kullanıyorum.) o gece kulüplerinde sahne aldığında bile müziği ile "iyilik savaşını" karmış, örneğin sıklıkla eğitim sisteminin yozluğuna -sempatik ve esprili- dokundurmalar yapmaktan; bazı konserlerinde "eskiden hatun, han'ın yanında atla giderdi. ne oldu?" demekten geri durmamıştır. (bu yazdıklarıma bilfiil şahidim.)
barış manço güler yüzlü bir insan olsa da, aslında ciddi bir düşünce adamıdır. o inançları adına kafa ütüleyip, ahkam kesmemiş, yazılar çiziler peşinde koşmamış, düşüncelerini her kesimden insana "tatlı tatlı" ulaştırmak adına müziği kullanmıştır.
onun ülküsü, kendisini balon olarak algılayanların bilinç altlarında o çoktan yaşıyor olabilir.
aklıma gelen bir anıyı da aktarayım:
80li yıllar öncesindeyiz. ülkemiz sol ve sağ görüşlerin çatışmaları içinde berbat bir dönemden geçiyor. manço ise anadolu'da bir konser vermekte.
konser öncesi kulise halkla ilişkiler uzmanı geliyor ve bir grubun kendisi ile görüşmek adına ısrar ettiklerini söylüyor. manço kabul ediyor, içeri "che" bıyıklı üç kişi geliyor ve diyorlar ki: "abi biz solcu bilmemne fraksiyonundanız, içerde 800 kişiyiz, korkmadan şarkılarını söyle, kimse kılına dokunamaz." manço şaşıyor ve gülerek teşekkür ediyor.
biraz sonra halkla ilişkiler uzmanı yine geliyor ve başka bir grup kişinin kendisi ile görüşmek için ısrar ettiklerinden söz ediyor. manço onları da kabul ediyor. bu kez içeri uzun sakallı üç kişi giriyor ve diyorlar ki: "abi biz sağcı bilmemne dergahındanız, içerde 800 kişiyiz, korkmadan şarkılarını söyle, kimse kılına dokunamaz." manço iyice şaşıyor ve yine gülerek teşekkür ediyor.
adamlar gidince ise yanındaki arkadaşlarına dönüp: "yahu salon zaten 1600 kişi, beni dinlemeye gelen bizden kimse yok mu?" demesiyle kahkahalar patlıyor.
barış manço, herkes "kendinden" saysa da, aslında o sadece kendi olmuş nadir bir müzisyen; dahası, muhteşem bir insandır.
o "iyi bir insan"dır. -
kokusu yaşam sevincini arttıran şeyler
pudra kokusu! nedeni annem.
kendisini küçük yaşımda kaybettim, beni canım üvey annem yetiştirdi. bu yüzden annemle ilgili anılarım olağan ölçüde acı esintisi taşıyan anılardan çok farklıdır. o anneliğin en kolay safhasını yaşadı; bir ergenle uğraşma zorluğu ile yüzleşmediği için hep güler yüzlü, verici ve pozitif olarak hatırlandı. azgınlık dönemimin ahmaklıklarını üvey annem çekti/taşıdı.
annemi hatırladığım zamanlarda pudralar “taş pudra” değildi. böyle bir icat çıkmamıştı henüz. pudra, tıpkı un gibi bir şeydi ve kocaman bir ponponla sürülürdü. annem haftanın bazı geceleri süslenip püslenir ve babamla bir yerlere “gezmeye” giderdi. ancak o gitmeden önce her anından büyük zevk aldığım uzunca bir “hazırlanma ritüeli” yaşanırdı.
o büyülü süreci çok net hatırlıyorum: gözlerini biraz şakacı, biraz işveli bir halde süzerek gülüşler içinde "bütün sütyenlerim notrağnaaa" (nasıl yazıldığını ve hala olup olmadığını bilmediğim bir marka) derken, diğer yandan saçlarımı karıştırarak taktığı sütyen... yere konduğunda dimdik duran belenli (balinalı) korse (ki, bu acayip şeyin böbrek katili olduğu sonradan ortaya çıktı)... tellere geçen bir plastik ile düşmesi engellenen gerçek anlamı ile ipek (naylon çorap yoktu belki de daha o zamanlar) çoraplar... bu ters yönlü strip-tease’in her ayrı safhasına hayat veren kadınsı ünite, annem yokken gizlice koklayacağım farklı arkadaşlardı.
annemin hazırlanma sürecinin üzerimde erotik duygular yarattığını ise yıllar sonra çözdüm.
anaerkide anneye ve babaya duyulan erotik duygular (tıpkı psikoloji biliminde olağan karşılanması gibi) -tabii ki yaygın moral değerler sınırında- doğal addedilir. ben de o minik yaşımda, benzersiz bir iyi niyet ve saflıkla, riyasız, hesapsız, çıkarsız, saldırganlıktan, elde etme itkisinden uzak, ama coşku dolu, belki de erkek meleklere özgü bir uyarı içinde, ona doymazcasına bakar dururdum.
bu yarı çıplak dönemi ise makyaj süreci izlerdi. tuvalet masasının önünde yeşil göz farını (o devirde eye shadow denilen toz göz boyası icat edilmemişti; gözler, tıpkı ruj gibi dibinden çevirince yükselen renkli batonlar olan "farlarla" boyanırdı) göz kapaklarına sürer, sonra da kocaman pudriyerini açar ve yine kocaman bir ponponla sadece yüzüne değil, tüm dekoltesine pudra sürerdi... demem hatalı olacak... pudra üfürürüdü... çünkü onun pudralanması ardından her taraf incecik, ten rengi bir toz örtüsü altında kalırdı. bu “püfürtme” sonrası pudranın hoş kokusu odanın her yanına dağılır; bu kokuya eşlik eden annemin bedeninden yayılan feromonlara karışır, beynimde erişkinliğimde nadiren yaşayacağım -salt mutluluğa endeksli- bir balo tertip ederdi.
annem “süslenirken” yere bağdaş kurar oturur, hiç bıkmadan onu izlerdim. belki de o gizli uyarılmışlığın dürtmesi ile, kadınların güzelleşme merasimine her zaman büyük saygı duydum.
çok bakımlı bir hanımdı annem; öyle ki vefat ettiğinde -uzun süre hastahanede yatsa da- ayaklarının pedikürlü ve tırnaklarının boyalı olduğunu hatırlıyorum. onun yanına giren yakın arkadaşları aseton istemişlerdi ojeyi silmek için. ölüme bile güler yüzle, tıpkı bir yolculuğa gider gibi gitti. zaten yıllar önce doktorlar yapılacak bir şeyin kalmadığını, “gönlünün hoş tutulmasının gerektiğini” söylediklerinde onun gönlünü hoş tutacak aile efradı karşısında şakır şakır ağlarken annemin “a, a; ne ağlıyorsunuz, ölecek ben değil miyim? ölmeyeceğim diyorum size!” diye kahkaha attığını herkes anlatırdı. haklı çıkmış, hatta birkaç yıl sonra bir çocuğu olmuştu... o da bendim.
ek süresi bittiğinde hala neşeliydi. acılarla başa çıkmaya uğraşırken “ben bir söylerim, bin gülerim, aldırmam” diye babama cesaret vermeye çalıştığını hatırlıyorum. hasta yatağında, önüne gelen tatsız yemekleri yemeye çalışırken üzerindeki dantellerle dolu -ölümcül hastalıktan dolayı hastahanede yatmakta olan bir hastaya- hiç de uygun olmayan geceliği içinde tam bir madonnaya benzerdi... madonna gibi uyudu ve gidiverdi.
kadınların güzelleşmeleri için bunca emek vermelerine saygı duymayı ve en önemlisi bu çabayı desteklemeyi annem o şen-şatır hali ile öğretti bana. bu yüzden çok, ama çok sevdiğim ilk eşime onun aşkını en derinden hissettiğim anlarda “pudra ponponum” derdim.
güzellik... şenlik... annelik... pudra kokusu bana göre bu kutsal üçleme. -
ekşi sözlük seks yapacak insan veri tabanı
bu kadar düşürmeyin erkekliği! "am"mış! tek birşey diyeceğim: çok ayıp! am arıyorsan 100 tl.nde mi yok kardeşim? internetin de var? ne uğraşıyorsun pis planlarla?
beni tanıyan biliyor: damardan anaerkilim. kendimizce eylemciyiz de. buna rağmen cinsiyetimize taparız neredeyse! erkeklik, kadında olmayan nice erdemdir: farklı bir onurdur, gurura daha düşkünlüktür, değişmezlik ile ilintili bir güçtür, alicenaplıktır, anaç biçimde olmayan bir koruyuculuktur, sorumluluk alabilmedir, ağır yükün altına "tık" demeden girebilmektir, ağırbaşlılıktır, güven duygusu yaratabilmektir, darbeler karşısında kadınlara oranla çok daha az sarsılmaktır, insanlara hak ettiği değeri korkmadan verebilmedir (bu yüzden gerçek erkekler arası dostluklar daha kalıcıdır), itibar için ciddi özverilerde bulunmadır, pes etmemektir, şikayet etmemektir, ertelememektir, tereddüt etmemektir... erkek budur. en azından bu olmak adına canını dişine takıp savaşandır.
am’mış! 30 gr.dır söylediğiniz şey! kendinizi yalanlarla sattığınıza değer mi? uyanın artık ve değeriniz bilin: siz erkeksiniz! ataerkil kültür tarafından bileğinize dolanıp itici bir karikatüre döndürüldüğünüzü ve her ipiniz çektiğinde oynadığınız görün! pis planlar yapıp, bunların olağanlığını bağıra bağıra haykırıp, erkekliği rezil edeceğinize, gerçek erkek olun... kadınlar kapınızı aşındıracak! size bahşedilen değerli cinsiyeti hatırlayın ve saçmalığı bırakıp özünüze dönün artık!
sinirle yazdım, ekleme yapayım: bu "erkek açtır, kadına değer vermez, onun için tek şey sokmaktır" palavrası bir ataerkil tuzak... tam bir algı operasyonu... giderek herkes papağan gibi tekrar ediyor. beyin yıkama. oyuna gelmeyin! eskiden herşey çok çok daha zorken böyle bir pis söylem yoktu; çünkü hedef efendilik ve edepti. herkes "errrrkek" değil, edepli olmaya özenirdi; "karakter sahibi olmak" diye bir ideal vardı; toplum içinde efedni, edepli ve karakter sahibi olan saygı görür, ona kapılar daha kolay açılır, daha özenilesi biri olarak yaşardı. batılı erkeklere bakın, ulan onlar kadar olamayacak mıyız be?
aklımızı başımıza toplayalım... erkeklik onurunu pespaye etmeyelim. biz erkeğiz. "ucuz it kopuk" takımına yakın bir kimlik değil!
ekleme 2: bazı kimseler söyleneni anlamakta nedense dirençli... demek istediğimi daha yalın şekilde dile getireyim:
1. ben dahil erkeklerin ezici çoğunluğu romantizmden önce cinsellik özlerler. bunun nedeni seks isteğini (kadında dahil) veren hormon olan androjenlerin erkeğin temel hormonu olmasıdır. (kadında bile cinsel soğukluk cüzi miktarda androjen ile tedavi edilir.)
2. ancak "am istemek" ile, bunun için yalan söylemek, tuzak kurmak, bu hatalı yaklaşımları dürüstlük adı altında ortaya bağırmak, hele ki bunları erkekler geneline yayarak "olağan erkek davranışı" şeklinde empoze etmeye uğraşmak farklı şeylerdir. -
deniz gezmiş'in banka soyması
yine benim lafıma insanlar yavaştan nasıl da geliyor! yaşlılık bu zaten: döngüyü iki kez yaşadığın için evrenin "gidişatının" sırrının kalmaması durumu!.. tekdüze bir gidişat bu; uzun süre izleyen (ben buna "döngüyü iki kez izlemek" diyorum) herşeyi görüvermeye başlıyor. yani kendimi övmüyorum "ben her şeyi bilirim" havasında. olsa olsa yaşlılığın kerametini övüyorumdur.
yıllarca söyledim, ne hakaretler işittim: deniz gezmiş (eşkıya demiyorum, terör,st demiyorum) silahla işleri yoluna koymayı seçmiş, daha doğrusu koyabileceğine inanmış kişilerdendi. bu seçimi yapanların karar mekanizmasında tabii ki sert kimliklerinin de büyük katkısı vardır. deniz gezmiş sert karakterli, kavgacı diyeceğim olmayacak, “savaşçı” diyeyim, bir kişilikti. solcu zannedildi, bu yüzden benim zamanımın kentli/ aydın/ dangalak (işte küfür de ettim, ne olsa gocunacak kimse kalmadı) solcuları tarafından pek bir idealist kahraman ve de düşünce adamı olarak algılanırdı! oysa o da tıpkı yılmaz güney gibi incelikten nasibini almamış kıraç topraklarda ezilerek yetiştiği için (bence haklı olarak) öfke ve hırs içinde bir adamdı... ve de idealist solcu molcu değil, bıngır bngır “pkk emellerinin izleyicisi”ydi.
(hemen bir dipnot: sakın ola beni kürt düşmanı sanmayın! kürtleri -son zamanlarda duygularım hayli zayıflamış olsa da- bir zamanlar ne kadar desteklediğimi entrylerimi okuyan görür.)
nasıl bir “elifi görse mertek sanan” solcular vardı allahım o dönemlerde! insanı sinirden krize sokar ve de sadece saç değil, bıyık sakal yoldurabilirlerdi kuş beyinlilikleriyle.
örnek mi... geliyor:
1. sosyetik arkadaş grubumda o zamanların çok ünlü film aktörünün akrabası olan bir kız ve de onun kankası olan (bu gün hala piyasada bulunan ünlü bir kolonya markasının sahibinin kızı) musevi bir diğer kız, deniz gezmiş asıldığı gün zırıl zırıl ağlamışlardı! ikisi de değil istanbul, teşvikiye’den (o zamanlar etiler dutluktu) çıkmışlıkları yoktu; ama falancanın kırık dökük şiirini tersten ezbere okurlardı ve sürekli “buram buram anadolu kokuyor” lafını ederlerdi.
2. “mavi yolculuk”la çok ilişkili iki tane pırıl pırıl, eserlerine büyük saygım olan, kitaplarını okumaktan lime lime dağıttığım iki kimlik, ikisi de çok köklü istanbullu ailelerden oldukları halde, yolculuklarımızda muhakkak çevreden şaşkınlık içindeki köylüleri masaya çağırırlar, önlerine içki koyarlar sonra zorla halay çekerler, yok bilmem kim şiirlerini okurlardı. bu duruma en çok köylüler şaşardı!
ne zorlama öykünmecilikti allahım!
köylü köylü diye diye istanulda istanbullu bırakmadılar. o benim kuşağımın solcuları, atatürk’ün zar zor, neredeyse kanını vererek yarattığı osmanlı + batılı kimliğini piç -evet yineliyorum piç- ettiler! atatürk köylü sevmez miydi? tabii ki severdi. ama masasına kravatsız bir otur bakalım, ne oluyor. bizim yarım porsiyon aydınlar kentli şansını yakalayamamış insanlara şans verecekelrine, hepsi sıfır numara köylü olmayı matah sanırlardı! kimler içindi bu köylülük merakı?? memleketten bir parça toprağı almayı hak görenler için! bu denklemde deniz geşmiş milleti, ırkı için savaşan bir adamdır. bizimkiler nedir? kentli can sıkıntılarını, kent kaynaklı psikolojik sorunlarını boş boş işlere ibla ederek çıkış yolu arayan kuş beyinliler! istedikleri yere ibla edip, istediklerini arasınlar; benim derdim milyonarın geleceği ile oynadılar! onlar yüzünden bu kente ezici göç başladı! onlar yüzünden bu kadar maganda, zonta doldu ortaya!
öyle bir köylü manyaklığı doldu ki kültüre, köylü konulu olmayan film çekilememeye başladı yeşilçam’da. türkan şoray gibi bir taş bebek bile ayakta kalabilmek için köylü kadın filminde oynadı yıllar boyu! izzet günay, göksel arsoy, ediz hun, ekrem bora gibi aydınlık yüzlü, batılı imajlı nezih adamlar bıyık bırakmayı reddettikleri için iş bulamadılar ve başka işlere yöneldiler. onların yerini hamal kılıklı bir sürü “jön” aldı. bu kadın dövenlerin, öldürenlerin ilk versiyonudur onlar. (hamal kılıklı lafım da yanlış anlaşılmasın. zamanında apartman temizliğinde, apartman çöp toplamada çalışmış biriyim. “hamal kılıklı” tamlaması işi küçümsemek değil, bedenen zor koşullarda çalışma imajını kültürel olarak sıradan ve olağan kılma ittirmecmesidir)
sinirim tepemde! artık insanlar görüyor ya gerçekleri... yılların birikimini boşaltıyorum.
ne deniz gezmişe karşıyım (çok da hak veriyorum, yineleyeyim, kürtlerin eskiden çektiğini sizler bilmezsiniz) ne şuna ne buna! sadece ve sadece dangalaklığa, özentiliğe, seçkinliği pis birşeymiş gibi lanse ederek herkesi magandalaştıran kimselere karşıyım!
dünyanın sonu geliyor bu aymazlık yüzünden, dünyanın sonu! ölünce kurutuluş yok kara enerji evreni yutarsa! bir allahın kulu da nezih, sakin, dengeli, kendi, güleryüzlü, kibar olmaya solcu/sağcı/dinci şu bu olmaktan daha çok çabalasın!
dişimi kırmayacağım sökeceğim! -
sözlükçülerin hatun düşürdükleri alakasız yerler
telefonun yanlış düşmesi, yani hattın aradığım numaraya değil, yanlış bir numaraya bağlanması.
ne mi oldu sonra o hanımla? eşim oldu.
ancak hattın azizliği kadar benim cevvalliğimin de katlısı var tabii ki sonuca. sesini öylesine beğendim ki, her şeyi göze alıp yeniden aradım ve kapatacağından korkarak hayatımda konuşmadığım bir hızda konuşarak "türkiye'ye yeni geldim ve yalnızım, sakın yanlış anlamayın, acaba biraz konuşmak istesem sınırı aşmış mı olurum?" diye sordum. söylediklerim belki yarı doğruydu, ama dürüstlüğüm tamdı.
önce biraz duraksadı, sonra -sanırım saflama heyecanıma bakıp- "bundan tehlikeli bir dallama çıkmaz" diye karar verdi ve o inanılmaz tatlılıktaki gülüşü ile "peki" dedi... başladık konuşmaya.
tam altı ay birbirimizi görmeden telefon ile flört ettik. o zamanlar telefon bir kez aranan hatta bağlanınca bir "mükaleme" yazardı. yani dakika başı kontör atmazdı. internet değil, bilgisayar diye birşey bile olmadığından (bilgisayara "aybiem" [ıbm], "elektronik beyin" veya "kompütür" denirdi, ayrıca bu aletin günün birinde kişisel kullanımının olacağı bile pek akla uygun gelmezdi)resimlerimizi zarf içinde ptt aracılığı ile yolladık. (belki de bu yüzden yaşıtlarımın tersine, gençlerin birbirlerini görmeden internet aracılığı ile aşık olabilmeleri bana hiç garip gelmemiştir.)
bir sene sonra evliydik.
acaba kader denen fenomen, bilimsel düşünceye sahip kişilerin inandığı gibi bir saniyelik mekanik hatalara bağlı mı yazılıyor? yoksa saniyelik mekanik hatalara egemen bir şeyin yönetiminde sürüklenen canlılar mıyız? yani kader üzerinde erkimiz yok mu? yoksa ürettiğimiz düşüncelerin frekansları ile davet ettiğimiz enerjiler (metafizikte "benzer, benzeri çeker") kendi yapılarına uygun biçimde eklemeler mi yapıyorlar gelecek modelimize?
ben son seçeneğin doğru olduğuna inanmışımdır, bunun altıını çizeyim. çünkü yaptığım herşeyin geri yansıması olduğunu müşahede edecek bir yapım var, ya da öyle sanıyorum. bu durumu ise yaşamda "kesin, sekmez, bir adaletin olduğu" şeklinde de yorumluyorum. eş deyişle kişinin yüzleştiği çok şeyin tohumları kendisi tarafından atılıyor önceden.
eşim ile tanışmama neden olan o telefon bağlantı hatası için ne gibi bir tohum mu attım? basit: çok aradım! arandım! telefonda ona söylediğim gibi gerçekten yeni dönmüştüm türkiye'ye, ama yalnız değildim. birini bulmak için önüme gelene atlıyordum. hayır, kalp kırmıyordum, can yakmıyordum... sadece arıyordum, savaşıyordum.
yaşam, savaşanlara, ama doğru metotla savaşanlara, savaşmak ile saldırmak arasındaki kesin çizgiye saygı duyarak çabalayanlara bu yüzden daima, eninde sonunda, bir yeni sayfa, bir kapı açar. yardımsever tanrılar da, allah da, insanın kendi yönlendirici bilinç altı da (inanç her ne ise) boş oturup herşeyin kendisi tarafından verilmesini bekleyenlere uzaktırlar. kuran'da "siz beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim" (bakara 152) denmiş olması, "cihanşümul" olduğuna inanılan bir yaratıcının bile "ilk adım" beklediğini deklare ettiğini göstermektedir!
başarısızlıktan korkmak ise anlamsızdır; çünkü zafer, daima hasar ister. mevlana'nın dediği gibi: "ayağa batan diken, güle yaklaştığını gösteriyor olabilir.
nerden başladık, nereye geldik...
sözün özü: haydi, kalın ayağa... ve yeniden meydan okuyun hayata...