sinire gerek yok6
profili

  • 28 şubat 2016 ekşisözlük direnişi

    günde hatrı sayılır süremi ekşi sözlük okumaya ayırırdım. şimdi ise bir iki entry okuyorum sonra gmail'e giriyorum ekrana biraz boş boş bakıyorum; vörld kart hesap özetimi incelemekten imanım gevredi neden kuruyemiş'e 11 tl vermişim ki diye üzülüyorum her bakışta. sonra tekrar sözlüğe dönüyorum yine bir kaç entry okuyorum hop sahibinden.com'a geçiş yapıyorum üstü açık arabalara bakıyorum. arabaları alamayacağımı anlıyorum canım sıkılıyor tekrar ekşi'ye dönüyorum yine bir kaç entry okuyorum sonra milliyet.com'a geçip haber galerilerine bakıyorum. internet hayatım yeni tema yüzünden dengesiz bir hal aldı. bazen odatv'deyim bazen hepsiburada'da bazen de poltio'da anket açıyorum resmen bir internet dervişiyim. sözlük ve internet zevkim yerlerde. sözlük'te enrty okumak istiyorum ama gözlerim kamaştığı için okuyamıyorum. canım çok sıkkın. neden böyle yaptın ki dürümadam?

  • polifonik melodi

    lise yılları asosyallikle yok olup gitmiş insanlar üniversiteye geldiğinde bir gruba, bir yerlere, bir şeylere ölümüne atlarlar ve onlara bağlanmak isterler. ben de üniversiteye girdiğimde hiç bir yeteneğim ve hobim olmadığı için işin kolayına kaçtım ve beşiktaş'a bağlandım. ailemin okumak için verdiği üç beş kuruş parayı formalara, beşiktaş dergisine yatırıyor digitürk alacak kadar bir gelirim olmadığı için de kahve köşelerinde beşiktaş maçlarını izliyordum. tam bir beşiktaş fanatiği olmuştum. insan futbol fanatiği olunca sevgilisinin olmaması, mal gibi bir adam olması asla göze batmaz çünkü futbol fanatiğinin cevabı hazırdır; "benim aşkım yeni nallıhanspor, ben ömrümü güdüllügücü’ne verdim" dediği anda karşısındaki herkes ona saygı duyar ve onu kimse yargılamaz.

    her şeyi abartma olayım burada da kendini göstermişti. beşiktaş’la yatıyor beşiktaş’la kalkıyordum. okul arkadaşlarım bahçeli’de, tunalı’da serengeti aslanı gibi karı kız kovalarken ben pascal nouma'nın posterine bakıp sigaramdan bir fırt çektikten sonra "ben de psikopatım ulan" diyordum. her şey o kadar güzeldi ki kimse bana karışmıyor, sevgilimin olmamasını, beşiktaş’tan başka muhabbet edemememi kimse sorgulamıyordu. hatta beşiktaş'ın maçlarının olduğu günlerde kimse beni aramıyordu. benim gibi asosyal adam için fanatiklik biçilmiş kaftandı.

    günlerden bir gün atv'de beşiktaş’ın kupa maçını izlerken alt yazı geçmeye başladım. "beşiktaşım benim biricik sevgilim melodisini cep telefonuna hemen yükle" diye. o dönemde kontör dünyanın en değerli şeyiydi. çöllere düşsem üç gün susuz kalsam bir bardak su mu yoksa 100 kontör mü diye sorsalar 100 kontörü seçerdim. ve bu melodi tam 64 kontördü. insan bazen gerçekten abandone oluyor şimdi bedava verseler almayacağım şeyi o dönem tam 64 kontör vererek aldım. artık telefonum çaldığından çarşı grubunun stadı yıktığı gibi ortamı yıkacaktı, benden mutlusu yoktu.

    ertesi gün okuluma gittim. arkadaş grubumun masasına oturdum. aylardır hiç kız olmayan masamızda ne hikmetse o gün kızlar cirit atıyordu. bir an ferhat'a döndüm “ne ayak la” der gibi bakış attım. o da çıkık çenesini hafifçe öne çıkararak “keyfimiz gıcır sorgulama” bakışı attı. insan ne kadar mal olursa olsun üniversitede masasına kızlar oturduğunda bir pişekara bir kavukluya dönüşür. muhabbetler, şakalar ve komik mallıklardan oluşan hikayelerimle ortama neşe saçmaya başladım. neticede aylardır ilhan mansız, pascal nouma'nın suratlarını gören biriydim. her şey harika giderken bir anda telefonum çalmaya başladı. nedense o ortamda, indirdiğim "beşiktaşım benim biricik sevgilim" melodisinde çarşının ruhundan eser yoktu resmen bu muazzez ersoy'un " dert ortağım benim biricik sevgilim"di. ortam bir anda buz kesti. kısa bir sessizlikten sonra kızlar aşağılayın kıkırdamalar başladı. ahh o kıkırdamaları kim bilir kaç defa duymuştum. telefonuma şöyle bir baktım arayan annemdi. bütün ortam benim polifonik melodim nedeniyle üçüncü sınıf bir bara, flash tv'deki evlendirme programlarına döndü. telefonumla bir kaç saniye daha bakıştıktan sonra içimden "hay zikiim senin gibi melodiyi" diyerek no tuşuna bastım. o anda ferhat bu sefer çıkık çenesini iyice öne çıkarmıştı. ferhat’ın çıkık çenesi bana bakarak "yapacağın işi zikeyim bok ettin ortamı” dedi.

  • poğaça

    her sabah iş yerinde 2 adet poğaça yemek adetimdir. iş yerimde öğlen yemekleri genelde kötü çıktığından sabahları sağlam kahvaltı yaparım. yine tanesi 75 kuruştan 2 adet poğaça aldığım bir sabah kapıda patronum emre bey ile karşılaştık. emre bey günaydın bile demeden elimdeki poğaça paketine baktı ve eliyle poşeti yokladı ve “ne var bunun içinde sinire gerek yok” dedi. ben de poğaça var emre bey yer misiniz diye sordum. emre bey bir çok konuda cimri olsa da çalışanının yemeğine, sigarasına tenezzül etmezdi. bu nedenle ikram ederken içim rahattı. ancak emre bey poşeti yavaşça açtı ve içinden bir adet poğaçamı alıp “hadi bi çay söyle” dedi. inanılmaz sinirlenmiştim. neden benim poğaçama çöktü diye içimden tonlarca küfrettim ve çay ocağına gittim. sinirimin yatışması için çay ocağında ablalarla biraz muhabbet ettim.

    ertesi gün otobüste işe giderken telefonum çaldı. arayan emre bey’di. hayırdır inşallah diyerek telefonumu açtım ve emre bey direkt konuya girdi. gelirken aynı poğaçadan alıp alamayacağımı sordu. ben de çok aç olmama rağmen “emre bey ben evde kahvaltı yaptım ama isterseniz size alabilirim” dedim. beklemediğim şekilde “tamam bana 2 tane kap o zaman sıcak olsun” dedi. mecburen pastaneye gittim ve emre bey’e 2 adet poğaça aldım. çok aç olsam da emre bey’e kahvaltı yaptım diye yalan söylediğim için kendime alamadım. o sıcacık bol yağlı ve ekşimsi peynirli poğaçalarla beraber iş yerine gittim. yolda emre bey’den poğaça parasını isteme konuşma provaları yaparak yürüdüm. her ay bana net 1.400 tl veren adamdan ki bu adam benim patronumdu nasıl 1.5 lira isteyebilirdim ki. resmen her yerimi ateş bastı ve terledim. yol boyunca stresten kendi kendimi yedim. bu duruma da sinirlendim yine kendi kendimi yedim.

    iş yerime ulaştım ve emre bey’in odasına gittim. poğaçalarını teslim ettikten sonra emre bey’in poğaça paralarını vermesini birkaç saniye bekledim. o kısacık sessizlik “hadi bi çay söyle” ile son buldu. hem poğaçalarımın parasını ödemedi hem de bana poğaçalardan ikram etmedi. çayı söyledikten sonra yerime geçtim. şimdi de içimi “emre bey ya benden her gün poğaça isterse” korkusu kaplamıştı. her gün 1.5 lira emre bey için harcayamazdım. kendim de poğaça yersem bu tutar 3 tl olacaktı.

    düşündüm taşındım. ego otobüs güzergahlarını inceledim. milliyet.com’dan eski çocuk yıldızlar ne oldu haber galerisine baktım. emre bey eğer benden yine poğaça almamı isterse poğaçasına kıl atmayı düşündüm. belki onlarca şeytanlık geldi aklıma neticede benim de kendime göre hinliklerim vardır. ancak ahlak ve sağlık kuralları içerisinde hiçbir çözüm bulamadım. inanılmaz hüzünlenmiştim. hem poğaça parası verecektim hem de her sabah emre bey ile sohbet etmek zorunda kalacaktım. derken bir anda telefonum çaldı ve arayan genel müdürümüz hakan bey’di. “sinire gerek yok sabahları poğaça alıyormuşsun. emre bey talimat verdi; o pastaneye gideceksin ve her sabah personele tanesi 50 kuruştan 20 poğaça getirmeleri konusunda görüşeceksin” dedi. inanılmaz mutlu olmuştum. hem poğaçam bedavaya gelecekti hem de emre bey’den kurtulmuştum. çayımdan bir fırt aldım. karnım aç olduğu için şirketteki misafire sunulan bonbon şekerlerden sarı olanları ayırdım ve 3 tanesini sevinçle ağzıma attım.

  • istifa edilen işyerine geri dönmek

    arkadaşım akrabasının şirketinde çalışan pozisyonunun açık olduğunu, düşünüp düşünmeyeceğimi sordu. patronum emre bey'den ve kibirli ekibinden ciddi anlamda sıkılmıştım. yaptığım görüşmeler neticesinde arkadaşımın akrabasının şirketine geçmeyi kabul ettim. her ne kadar arkadaşım uyarılarda bulunsa da 1.500 tl maaş oldukça cazip gelmişti. eski patronum ve şu anki yeni patronum emre bey ile gidip görüştüm ve şirketten ayrılacağımı belirttim. emre bey pek oralı olmadı. “sen sevdiğim bir elemansın ancak gidene kal diyemem ama ocak ayına kadar sabredersen maaşını 1.400 tl yaparım” dedi. emre bey'e "ya emre bey zaten temmuz ayındayız maaşıma bu zammı şimdi yapsan altı üstü cebinden 1.000 tl fazla çıkacak" diyemedim ve kendisinden helallik alıp şirketten ayrıldım.

    ertesi gün yeni işime hemen başladım. arkadaşımın patronumun tuhaf bir adam olduğunu ısrarla belirtmesini ilk günden anlamıştım. şirket'te ben, sekreter kız bir de sürekli oflayıp puflayan ve ne iş yaptığını anlamadığım bir kadın vardı. sözüm ona teknoloji şirketiydik ama çalıştığım 3 hafta boyunca gördüğüm teknolojik aletler; patronum muzaffer bey'in sürekli video izlettiği ayfonu ve güvenlik kameralarıydı. patronum muzaffer bey garip bir adamdı. beni sürekli şirket dışına götürüyordu. kah beraber alışveriş yapıyor kah oğluna piley siteyşın oyun arıyorduk bazen de tavuk döner yiyorduk. hatta bir keresinde muzaffer bey'in evine gidip oğluyla pes atmışlığım bile oldu. pes’ten falan anlamadığım için büyüyünce hekır olmak isteyen dombik patron çocuğuna 8-0 yenilmiştim. gezmeler, alışverişler derken şunu kısa zamanda anlamıştım ki muzaffer bey ne yazık ki bir çalışandan çok bir kanka arıyordu. kanka olmak, badi olmak ne bileyim bro olmak pek bana göre şeyler değildi. ayrıca şirketin de geleceğini pek parlak görmüyordum neticede bir gelirimiz yoktu en azından benim bildiğim yoktu.

    aslında işimi seviyordum ama bir anormallik vardı ve bu beni rahatsız ediyordu. ofiste olduğumuz zamanlarda hiçbir iş yapmıyorduk ve hiç konuşmuyorduk. iş arkadaşlarımın adını dahi bilmiyordum. bir gün yine ofiste otururken muzaffer bey’in odasından “ğğğğıhhhh, eğğğğhhh” tarzı sesler gelmeye başladı. açıkçası biraz korktum ve üfleyip püfleyen kadına ne olduğunu sordum. kadın da “muzaffer bey arapça çalışıyor” dedi. bu bana pek ilginç gelmedi ancak önümden bembeyaz kefen giymiş takunyalı bir adam tak tak tak koşarak geçince bir anda irkildim. kalitesiz bir türk korku filminin içindeymişim gibi hissettim. patronum muzaffer bey meğerse abdest almaya gidiyormuş. çok dindar bir adammış. yeni patronumun bir huyunu daha öğrenmiştim.

    ikinci haftamızda muzaffer bey iyiden iyiye benimle kanka olma yolunda ilerliyordu. sigarama çöküyordu, aşk hayatımı soruyordu, ailesinin kendisini sadece parası için sevdiğini anlatıp hüzünleniyordu. ben patron samimiyetine ve sevgisine asla inanmam. muzaffer bey her ne kadar kankam olsa da iki gün maaşımı vermezse kendisiyle ağız dalaşına girmekten ve teke tek çıkmaktan çekinmem. para ilişkisinin, sgk priminin olduğu yerde kankalık olmaz.

    yine bir gün odasında sigarama çökerken seyyar karpuzcunun sesini duydu ve bana “sinire gerek yok git de şu karpuzcuyu çağır” dedi. ofisimiz cam bir binaydı ve camlar alttan yarım açılıyordu. o açıklıktan kafamı çıkardım ve karpuzcu diye bağırmaya başladım. karpuzcu neredesin abi diyordu ben buradayım abi diye bağırıyordum. en sonunda anlaşabildik karpuzcu abiyle de ofise çağırdım kendisini. karpuzcu ofisimize geldi. ben, muzaffer bey ve karpuzcu patronun odasında oturmaya başladık. hayatımda bulunduğum en ilginç ortamlardan biriydi. birbiri ile alakasız üç insan bulma oyunu gibiydik. muzaffer bey başladı karpuzcu ile pazarlığa. karpuzcu karpuz başına 5 lira istiyordu muzaffer bey 1 lira veriyordu. muzaffer bey yılmıyor karpuzcu direniyordu. yarım saat süren pazarlığı ben ki yılların cimrisi (cimri demeyelim geçim derdi diyelim) şaşkınlıkla izliyordum. muzaffer bey en sonunda karpuzcu abimizi bezdirdi ve 1 tane karpuzu 1.5 liraya aldı. karpuzu afiyetle yedikten sonra bir anda duraksadım ve yanlış iş yerine transfer olduğumu anladım.

    muzaffer bey ile inişli çıkışlı üç haftamız tamamlanmak üzereydi. beni odasına çağırdı kartvizitine ceo yazdırıp yazdıramayacağımı sordu. yeri geldi beni azarladı yeri geldi bana sarıldı ağladı. hatta bir keresinde özel tuvaletine sıçtığım konusunda bana iftira bile attı. ben de kamera kayıtlarından özel tuvaletine milletvekili aday adayı arkadaşının sıçtığını ona gösterdim. kısacası dengesiz bir iş yaşantım olmuştu.

    yeni işyerimde 3. haftanın sonuna doğru cep telefonum çaldı ve arayan eski işyerimdeki muhasebe müdürüydü. halimi hatırımı sorduktan sonra emre bey’in maaş konusunda düşündüğünü ve istersem 1.400 tl maaş ile geri dönebileceğimi, kıdemimin de kaldığı yerden devam edeceğini söyledi. hatta emre bey’in de geri dönmem konusunda ısrarcı olduğu ve beni çok sevdiğinden bahsetti. bir iki gün düşüneceğimi söyleyip telefonu kapattım.

    bu konuşma beni önce oldukça mutlu etmişti. sonuçta kankam da olsa muzaffer bey’den kurtulacaktım hem de ekmeğimden olmadan. ama sonra birden hüzünlendim. bu kapital sistem beni bir muzaffer bey’in kollarına bir emre bey’in kucağına savuruyordu. ayrıca emre bey’in de beni çok sevmesi ciddi anlamda beni rahatsız etti. bir patron bir çalışanını neden sever ki diye düşündüm. sonra yine mutlu oldum ve muhasebe müdürünü arayıp eski işime seve seve döneceğimi belirttim.

  • 1200 tl maaşla geçinmenin yolları

    1241 tl maaş aldığım dönemlerde ekşi sözlük'te bir bir anlatmıştım bu yöntemleri. sonrasında adım mezarcıya, forum donanımhaber ölücüsüne kadar çıkınca vazgeçtim. çalıştım çabaladım; iş değiştirdim eski işime geri döndüm. şimdi çok şükür kemiksiz 1400 tl temiz maaş alıyorum. keyfim gıcır. naza etmeyin ne olur; çalışın sizin de olur.

  • türkiye'de sevgili bulmanın zor olması

    2015 yılı aylardan haziran ya da mayıs. her şey hayatımı sorgulamam ile başlamıştı. bütün olumsuzlukların sebebini nedense "sap" olmama bağlamıştım. hayatımı düzene sokmamın çıkışını elleri ve gözleri güzel bir kadına endeksledim. ancak bu kadını bulabilmek benim gibi biri için oldukça güçtü. neticede 32 yıllık saptım; ne bir ortamım vardı ne de geri dönebileceğim eski sevgililerim. çaresizce telefonuma sarıldım. listeme şöyle bir baktım ki rehberim ülkede seferberlik ilan edilse silah altına alınacaklar listesi gibiydi. önce rehberimdeki evli erkekleri aradım, baldızları falan varsa bana ayarlasınlar diye. hem de ne güzel bacanak muhabbeti yaparız diye düşündüm. bacanak muhabbetlerini ve bacanak sözcüğünü çok severim. ancak aramalarım sonuçsuz kalmıştı. dost dediğim düğünlerinde çeyrek altınımı gözümü kırpmadan taktığım bu insanların ya baldızları yoktu ya da benimle bacanak olmak istemiyorlardı. sonra annemi aradım. "ana bana köyümüzden kız bul" diye yalvardım ancak anam önce "oğlum sen ana sözcüğünü kullanmazdın. iyi misin? bizim köyümüz de yok ki evladım" diyerek telefonumu suratıma kapattı. çaresizce tv8'de survivor izleyip planlar yapmaya başladım. aklıma çok çapkın ve yakışıklı bir arkadaşım geldi. bu lavuğun yancısı olabilirsem belki ben de kız düşürebilirim diyerek telefona atladım ve nerde olduğunu sordum; "kanki tint cafe'de oturuyorum yanımda kızlar var atla gel" dedi. koşa koşa tint'te gittim. hakikaten de yanında kızlar vardı. hemen masaya çöktüm ve direkt konuya girdim. yanındaki kızlar bana bakmayacağı için onlara yükselmek aklımın ucundan geçmedi. oğuzhan önce durdu sonra beni bir süzdü ve "abi ankara'da kızlarla tanışmak istiyorsan pasaja git" dedi. lafını bitirmeden koşa koşa yanından ayrıldım ve tunalı hilmi caddesindeki pasajları gezmeye başladım.

    günlerce tunalı hilmi'deki pasajları gezdim ama ortada kız falan yoktu. ertuğ pasajı, aynalı çarşı bütün abuk sabuk pasajları mecnun gibi dolaştım. takı toka satanların mesken tuttuğu bir pasajda sinir krizi geçirdim ve telefona sarıldım ve oğuzhan'ı aradım. "lan yavşak nerde bu pasaj çabuk söyle" diyerek oğuzhan'a giriştim. oğuzhan yakışıklılığın verdiği özgüven ile bana gülerek "kızılay'da oğlum" dedi. hemen suratına telefonu kapattım ve koşa koşa kızılay'a gittim. gama iş merkezi dahil onlarca pasaj gezdim ancak yine sonuç alamadım. en son izmir caddesinde bir pasaja girdim. kpss hazırlık soruları satan bir dükkanın önünde cehennem gibi kız kaynıyordu. haa doğru pasaj sanırım burası diyerek pasajda beklemeye başladım.

    fotokopi dükkanının yanında ganyan bayi vardı. kızlara bakarken birden dikkatim ganyan bayiye kaydı ve bu sefer at yarışlarını izlemeye başladım. boldpilot isimli efsanevi atın ölümünden çok etkilenmiştim. onun gibisi acaba var mıdır diyerek tüm yarışları izledim. en son kendimi o kadar kaptırmışım ki kuponum olmamasına rağmen "hadi oğlum bahtıaçık hadi koçum" diye bağırıyordum. sonra duvarda "lütfen bağırmayın çünkü atlar sizi duyamaz!!111" yazısını gördüm ve irkildim. bağırmadan sessiz sessiz yarışı izlerken "ya hani öldü ya büyük yazar bence onu sorarlar kpss'de" cümlesi dikkatimi çekti. yarıştan gözümü ayırmadan ve cümlenin sahibine bakmadan "yaşar kemal" dedim. tiz bir kız sesi "teşekkür ederim. at yarışıyla ilgilenen biri olarak genel kültürünüz baya iyiymiş" dedi. bu iğneleyici cümlenin sahibine iki kelam edeyim diyerek kafamı çevirdim ve o da ne masmavi gözleri olan minyon bir kız gördüm. resmen hayatımın aşkını pasajda bulmuştum. içimden "ulan oğuzhan sen ne yavşak adamsın işini biliyorsun" dedikten sonra kıza at yarışıyla ilgilenmediğimi hatta hayatımda hiç oynamadığımı ama izlemenin güzel olduğunu söyledim. kız beni deli sanıp güldükten sonra arkadaşıyla vedalaştı ve yanıma geldi. "sen hangisini tutuyorsun" diye sordu. aslında bahtıaçık'ı tutmama rağmen kıza kendimden tiksinerek "gözlerinin rengindeki yeleği giymiş atı tutuyorum" dedim. kız gülümsedi elini uzattı ve "ben gökçe" dedi. ben de gülümseyerek "sinire gerek yok" dedim. biraz sohbet ettikten sonra kızılay'da yürüdük. gökçe'ye otobüs durağına kadar eşlik ettim ve tüm cesaretimi toplayıp bakışlarını insanlardan kaçıran utangaç bir eşşek gibi telefon numarasını istedim. gökçe baya bir naz yaptıktan sonra tam otobüsü geldiğinde telefon numarasını hızlıca verdi ve otobüsüne bindi. gökçe otobüse biner binmez oğuzhan'ı aradım. "abi haklıymışsın pasajda kızı buldum" dedim. oğzuhan gayet kendinden emin bir şekilde "herhalde oğlum biz biliyoruz da söylüyoruz. cumartesi gecesi mi buldun ben de ordaydım lan" dedi. oğuzhan ile işim bittiği için nefretimi kusma vaktinin geldiğini düşünerek "lan mal cumartesi gece hangi pasaj açık olur" dedim. oğuzhan telefonda gülme krizine girmişti bir türlü konuşamıyordu. sonunda "oğlum sen ne pasajından bahsediyorsun?" diye sordu. "ne pasajı olacak abi bildiğin pasajlar işte" dedim. oğuzhan kahkahalar atarak "benim pasaj dediğim yer kızılay'da mekan lan ördek" dedi.