remineralizasyon4
profili

  • 30 haziran 2016 andrews hava üssü saldırısı

    a haber'in yaklaşık 1.5 saattir kesintisiz haber olarak geçtiği olay. ulan iki gün önceki atatürk havalimanı patlamasını bu kadar göstermediniz şerefsizler.

    işinize geliyor tabii. ''bakın sadece bizim başımıza gelmiyor'' diye abarttıkça abarttınız

  • kızılay'ın sex hayatı olanlardan kan almaması

    para karşılığı ilişkiyi ''sex hayatı'' diye tanımladığın için olabilir mi acaba?

  • öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler

    uyuşturucunun öyle çok da ''tu-kaka'' birşey olmadığı, bağımlılığının da ‘bizim tahmin ettiğimiz gibi' bir şey olmadığı, onunla mücadele etmekte hata yaptığımız, bu sebeple uyuşturucunun kötü sonuçlar doğurduğu.

    biliyorum, bu yukarıdaki cümle ‘biraz’ ürkütücü, mide bulandırıcı ve konudan tiksindirici bir cümle. özellikle uyuşturucu bağımlılarını, bu sebeple hayatlarını kaybedenleri, ailelerine ve çevresindeki herkese zarar verenleri falan düşününce. ayrıca uyuşturucunun insan vücuduna geri dönüşü olmayan zararlar verdiğini, sağlığa çok çok zararlı olduğunu ve uyuşturucu kullanmanın kesinlikle ‘tavsiye edilecek bir yönü'nün olmadığını hepimiz gibi ben de biliyorum. ama sizden ricam, bu metni sonuna kadar okuyun. okumadan önce de önyargılarınızı, konu ile ilgili görüşünüzü ve daha önceden öğrendiklerinizi şuraya bırakın: ..................................................................................................................................
    yazının sonunda tekrar alabilirsiniz eğer isterseniz. teşekkürler. :)
    (ayrıca bu yine uzun bir yazı olacak, sabırla okuyup sonuna gelenlere şimdiden teşekkür ederim.)

    şimdi başlangıç olarak eroini ele alalım. eroini ‘bildiğimiz şekliyle’ 20 gün kullanırsın ve vücudun vahşice uyuşturucu ister. çünkü uyuşturucunun içinde kimyasal ‘kanca’lar vardır ve bu kancalar, seni uyuşturucuya daha çok bağlar.

    ama ‘bağımlılık’ dediğimiz şeyle ilgili bildiklerimiz yanlış. mesela bir yerimizi kırdığımızda hastanede yattığımız süre boyunca bize bol miktarda ‘diasetilmorfin’ verirler. diasetilmorfin, eroindir. üstelik herhangi bir bağımlının arka sokaklarda bulabileceğinden daha güçlü bir eroin. çünkü uyuşturucu satıcılarının seyreltmek için kullandığı şeyler tarafından kontamine edilmemiştir. yani bu ‘kaliteli’ uyuşturucudan hastanelerde şuan bol miktarda bulunmaktadır. peki neden hastaneden çıkan insanlarda -bir tanesinde bile- uyuşturucu bağımlılığı oluşmuyor?

    ‘bağımlılık’ kavramının tam olarak anlaşılmasıyla ilgili 60'lı ve 70'li yıllarda bir dizi deney yapılmış. bu oldukça basit bir deney. bir fareyi bir kafese koyuyoruz, yine aynı kafese 2 su şişesi koyuyoruz. şişenin birinde su, diğerinde de su bazlı eroin veya kokain bulunuyor. bu deneyi ne kadar tekrarlarsanız tekrarlayın, fare sulu uyuşturucuya takıntılı hale gelecek ve normal suya ağzını dahi sürmeyecektir. üstelik buna kendini öldürene kadar devam edecektir.

    fakat 1970’li yıllarda profesör bruce k. alexander, bu deneyi farklı bir şekilde denemek istedi. fareyi yapayalnız bir kafese koymanın fareyi uyuşturucuya ittiğini düşündü ve bir ‘fare parkı’ inşa etti.

    bu park özetle fareler için bir cennetti. yemyeşil, kocaman bir alan içinde rengarenk toplar, içinde gezinmek için tüneller, bolca yiyecek, arkadaşlarıyla oynamak ve çiftleşmek için bolca zaman bulunan bu park, bir farenin isteyebileceği her şeyi barındırıyordu. ilk kafesten çıkarılan fare, arkadaşlarının bulunduğu bu parka konuldu. ve içeriye yine önceki kafeste olduğu gibi 2 şişe yerleştirildi. birinde uyuşturuculu su, diğerinde normal su. bilin bakalım ne oldu? evet, fare, içinde uyuşturucu bulunan suyu ısrarla tüketmek istemedi. parktaki onlarca fareden hiçbiri, kendini bu suyla zehirleyip öldürmeye kalkışmadı.

    tamam, farelerden yola çıkmak biraz ‘basit’ oldu. insanlarla yapılan ‘gerçek’ bir deneyi ele alalım o halde. vietnam savaşı’na gidiyoruz.

    vietnam’daki amerikan askerlerinin %20’sinden fazlası eroin kullanıyordu. savaş bitip askerler evlerine dönmeye başladıklarında vatandaşlar ve devlet panikledi. çünkü düşününce yüzbinlerce esrarkeş, amerika sokaklarında başıboş bir şekilde dolaşmaya başlayacaktı. fakat durum böyle olmadı. bir araştırma komisyonu, evlerine dönen askerleri uzaktan takibe başladı. savaş sırasında yoğun olarak uyuşturucu kullanan askerler rehabilitasyona, kontrole falan gitmiyorlardı. üstelik uyuşturucu da kullanmıyorlardı. savaştan dönen uyuşturucu bağımlılarının %95’i, eve döndüklerinde eroin kullanmayı bıraktı. prof. alexander’ın teorisi burada da işe yaramıştı.

    şimdi bir düşünün. tanımadığınız bir ülkenin balta girmemiş ormanlarındasınız. oraya –kısmen de olsa- zorla götürülmüşsünüzdür. orada olmak istemezsiniz. her an ölebilirsiniz ve sürekli birilerini öldürmek zorundasınızdır. eroin, böyle bir ortamda zaman geçirmek için güzel bir alternatif olarak görülebilir. fakat güzel evinize, arkadaşlarınızın ve ailenizin yanına döndüğünüzde, ilk kafesten çıkıp fare parkına bırakılan fare örneğindeki gibi uyuşturucu eski cazibesini kaybeder.

    işin özü özetle şu: ‘’kimyasallar tek başına sizi kendine bağlayamaz. sizin bağlanmak için bir şeye ihtiyacınız varsa uyuşturucu, bazı durumlarda çekici hale gelir. hepsi bu.’’

    yani ‘’bağlılık’’ ve ‘’bağlanmak’’ insan doğasında varolan bir durum. mutlu ve sağlıklı olduğumuz zamanlarda çevremizdeki insanlarla bağ kurarız. ruhsal olarak olumsuz hissettiğimiz dönemlerde, toplum tarafından dışlanıp kendimizi izole ettiğimizde bize rahatlama duygusu veren bir şeyle bağ kurmak durumundayız. bu sadece uyuşturucu olmak zorunda da değil her zaman. akıllı telefonları sınırsızca kontrol etmek, pornografi, vidyo oyunları ya da kumar da olabilir.

    ---------------------------------------------------------------------------------------------

    şimdi bu ‘uyuşturucu’ sorununa farklı bir perspektiften bakalım.

    1971 yılında amerikan başkanı richard nixon, ‘madde bağımlılığı’nı ‘bir numaralı halk düşmanı’ ilan ettiğinde dünya tarihinde bir eşine daha rastlanmayan bir ‘uyuşturucu savaşı’nın da fitilini ateşlemiş oldu. aradan geçen 45 yılda elimizdeki rakamlar bu ‘savaş’ın, aslında o kadar da etkili olmadığını, hatta zararlarının yıkıcı etkileri olan büyük bir başarısızlık olduğunu söylüyor. tüm dünya için.

    yani amerika’daki toplu hapis cezalarına, latin amerika, asya ve avrupa’da yolsuzluğa, politik kararsızlığa ve şiddete sebep olduğu bir gerçek. ve tabii dünya çapında insan hakları suistimallerine sebep olduğu da. özetle bu savaş milyonlarca kişinin hayatını olumsuz yönde etkiledi, yüzbinlerce kişinin de katledilmesine sebep oldu.

    üstelik bu sonuçları doğuran şey, amerika’nın her yıl, yılda milyonlarca dolar harcayarak yaptığı ‘önlem'lerle eskisinden daha güçlü uyuşturucu kartelleri yaratması ve onları daha da körüklemesi olurken, bugün gelinen durumda, eskiye oranla önüne geçilmesi daha zor etkilere kavuştu.

    ‘uyuşturucu savaşı’nın merkezinde yatan strateji, ‘’uyuşturucu yoksa sorun da yok’’tu. yani onlarca yıldır devlet tüm enerjisini varolan uyuşturucu kaynaklarının kökünü kurutmaya ve uyuşturucu üretip satanları tutuklamaya odakladı. fakat bu odak, tüm ticaret modellerinde geçerli olan ana kuralı hiçe sayan bir stratejiydi aslında. ‘arz - talep dengesi’. bu modele göre eğer talebi azaltmadan bir şeyin arzını (üretim ve tedarik) azaltırsanız, fiyatı yukarı fırlar. bu durumda birçok üründe satışlar düşebilir. ama söz konusu ürün uyuşturucuysa, onun satışında bir azalma göremezsiniz. uyuşturucu pazarı, fiyata hassas değildir. uyuşturucu, ne kadar pahalı olursa olsun tüketilmeye devam edecektir.

    tabii bu durum illegal yöntemlerle daha fazla uyuşturucu üretimine ve daha fazla insanın üretim ve tedarik aşamasında çalışmasına sebep oldu. çünkü talep hala aynı oranda fazlaydı ama arzı karşılamaya çalışan az miktardaki karteller, daha çok para kazanmak için daha çok insan gücü kullanmaya başlamıştı.

    bunun mükemmel bir örneği de ‘metamfetamin’dir (kristal meth). abd yönetimi, bu uyuşturucunun üretilmesinde kullanılan malzemeleri sıkı denetime tabi tutarak üretimi durdurmaya çalıştı. bu durum, büyük metamfetamin üreticilerini iflasa sürükledi evet. ama çoğunluğu kasabalarda ve kırsal alanlarda bulunan küçük çaptaki binlerce ‘ev tipi meth’ üreticisi, denetlenmeyen kimyasallarla faaliyetlerine devam etti, üstelik ülkenin hemen her yerinde daha da çoğalarak. buna cevap olarak bazı eyaletler daha fazla kimyasalı denetime alarak ev yapımı metamfetamin stoklarını da azaltmayı denedi. bu durumda da küçük çaplı işletmelerin üretimi temelden sarsılmış oldu.

    ama ülkedeki metamfetamin stoğu hala aynı düzeydeydi. meksika’lı uyuşturucu kartelleri kalan metamfetamin üretimi işini devraldı ve üretim faaliyetlerini hızlandırdı. meksika metamfetamin’i amerika’nınkinden daha kaliteliydi ve meksika'lılar, kaçakçılık konusunda da bir hayli deneyime sahiptiler. sonuç olarak devletin harcadığı tüm bu enerji, sadece metamfetamin'in daha profesyonelce ve daha tesirli bir şekilde üretilip tüketiciye sunulmasını sağlamış oldu.

    bu savaşı kazanmaya yönelik hamlelerin başarısızlıkla sonuçlandığı tek alan üretim ve tedarik süreçleri değil tabii ki. ‘yasak’ kavramının insanların üzerindeki psikolojik etkisi de her zaman geri tepmiştir. yani yasaklama, uyuşturucunun tesirini güçlendirir. küçük alanlarda daha etkili uyuşturucular saklayabilirseniz, daha çok kar edersiniz. alkolün yasaklandığı dönemlerde de bu böyle olmuştur. alkol oranı yüksek olan likörün, yasaklı dönemde biraya oranla daha çok tüketilmesine sebep olması bu duruma güzel bir örnektir.

    bu savaşın bir diğer dezavantajı da dünya çapında daha fazla cinayete ve şiddet olayının ortaya çıkmasına sebep olmasıdır. çeteler ve karteller, husumetleri çözmek için yasal yollara başvurmazlar. şiddet onlar için en temel çözümdür. araştırmalara göre amerika’nın uyuşturucuya açtığı savaş sonrasında cinayet oranları, öncesindeki döneme göre %75 artış göstermiştir. ve bu savaşın ön cephesinde bulunan meksika’da 2007 - 2014 yılları arasında 164.000 kişi, uyuşturucu kartelleri tarafından katledilmiştir. bu sayı, aynı dönem afganistan ve ırak’taki savaşlarda öldürülen insanların toplam sayısından fazla.

    tabii bir de şiddete meyli olmayan bireysel tüketicilerin tutuklanması ve hapse atılması durumu var. amerika, dünya nüfusunun %5’ine sahipken, hapishane nüfusunda dünyadaki tutukluların %25’ine sahip. özellikle azınlıklar bu durumdan çok etkileniyor. afroamerika’lılar abd’deki tüm tutukluların %40’ını oluşturuyor. yani ‘beyaz’ların uyuşturucuya ulaşması daha kolayken, ‘siyah’ların uyuşturucudan tutuklanma ihtimalleri 10 kat daha fazla.

    sonuç ortada. uyuşturucuyla mücadele, ilk aklımıza gelen yöntemle bir işe yaramıyor bunu anladık. peki ne yapabiliriz?

    1980’li yıllarda isviçre, eroin kullanımına bağlı olarak toplumsal bir sağlık krizi yaşadı. hıv virüsü bu dönemde tavan yaptı ve toplumsal suçlar aynı oranda halk arasında sıklıkla görülmeye başladı. isviçre’li yetkililer, bu sorunla mücadele etmek için abd’nin izlediği yolu izlemedi. farklı bir strateji belirledi. daha ''insancıl'' bir strateji.

    uyuşturucu bağımlılarının tedavi görüp durumlarını dengeleyebileceği rehabilitasyon merkezleri kurdular. burada bağımlılara yüksek kalitede ve tamamen ücretsiz uyuşturucu sağlanmaya devam edildi. temiz iğnelerle, güvenli enjeksiyon odalarıyla, banyoları, yatakları, düzenli sağlık kontrolleriyle tamamen devlet kontrolü altında insanlar uyuşturucularını kullanmaya devam ettiler. bu merkezdeki görevliler bağımlılara ev buldu, hayatlarındaki düzensizlikleri yok etmek için ellerinden geleni yaptı. ve tahmin edersiniz ki olumlu sonuçlar çok kısa sürede görülmeye başladı.

    uyuşturucu yüzünden oluşmaya başlayan suçlar keskin bir şekilde düştü, merkezlerde yaşamaya başlayan kişilerin üçte ikisi kısa sürede toplum hayatına tekrar entegre edilip sürekli işlere girdi. çünkü artık uyuşturucuya para harcamaya uğraşmak yerine daha iyi şeylere odaklanabiliyorlardı. bugün isviçre’deki bağımlıların %70’i bu merkezlerde devlet tarafından ücretsiz sağlanan uyuşturucuyla hayatlarına devam ediyor. ama bu kısa süreli rehabilitasyon sürecinden sonra eroin'den tamamen arınıyorlar. hıv enfeksiyonunun yayılımı tamamen durdu. aşırı eroin dozları yüzünden ölümler yarı yarıya düştü. ve uyuşturucuya bağlı fuhuş ve suç işleme oranı da gözle görülür şekilde azaldı.

    yani görece daha ‘pahalı’ olan bir yolu seçmek, uyuşturucuya ve ona olan bağımlılığa karşı savaşmakta en etkili yöntem olarak görülüyor. uyuşturucuyu yasaklamak insan haklarını hiçe sayan, insanları sefil durumda ve toplumdan dışlanmış şekilde bırakan, aynı zamanda yine çok büyük masraf çıkaran bir yöntem.

    özetle, bağımlılıktan insanları kurtamanın yolu, onları hapse tıkmak değil, tedavilerine yardımcı olmaktan geçiyor. ayrıca bağımlılığı yaratan etkileri baştan yok edebilmek, -şuan hayal bile olsa- ‘’insanlar için fare parkları’’ inşa edebilmek, uyuşturucunun insanlara cazip gelmesini baştan engelleyebileceğini de bilmek gerek.

    bu uzun yazının kaynağı ''kurzgesagt'' adlı youtube kanalının iki vidyosunun derlemesidir. başınızı ağrıttım, kusura bakmayın. yukarıya bıraktığınız önyargılarınız buradan alabilirsiniz............................................................................................................ :)

    ‘’bağımlılık’’ konusuna farklı bir perspektiften bakan ve yukarıda yazılı her şeyi içeren vidyo burada

    ‘’uyuşturucuyla savaş’’ın büyük bir başarısızlık örneği olduğunu anlatan ve yine yukarıda yazan her şeyi içeren vidyo da burada

  • öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler

    daha önce birçok kez hem bu başlık altında hem de kendi başlığı altında konuşuldu ama ben de tekrar anlatmak istiyorum dilim döndüğünce: (bkz: fermi paradoksu)

    öncelikle bir soruyla başlıyoruz. ''eğer evrende türümüzden (ya da gezegenimiz üzerindeki yaşamdan) farklı bir canlı türü varsa, nerede?''

    şimdi evrenimizi kısacık tanıyalım:
    içinde bulunduğumuz evren, 'gözlemleyebildiğimiz kadarıyla' '90 milyar ışık yılı' gibi aşşırı büyük bir çaptadır. evren, -ortalama olarak- 100 milyar galaksi barındırır ve her galaksi de ortalama 100 milyar ile 1 trilyon arası yıldıza ev sahipliği yapmaktadır. son zamanlarda yapılan araştırmalarla 'yaşamın olma ihtimali' olan gezegenlerin de gayet yüksek sayılarda olduğu ortaya çıkmıştır. evrende, muhtemelen trilyonlarca yaşanabilir gezegen olduğu söylenebilir. yani olaya bu şekilde bakarsak evrenin uzay gemileriyle dolu olması gerekiyordu.

    eğer başka galaksilerde ''uzaylı uygarlıklar'' varsa bile, bizim onları görmemizin hiç bir yolu yoktur. galaktik komşularımızla bizim oluşturduğumuz 'lokal grup'un dışında hiç bir şeye, hiç bir zaman ulaşamayacağız. çünkü evren, hayal edebileceğimizden çok daha hızlı bir şekilde büyüyor ve bu 'uzak galaksiler' bizden hızla uzaklaşıyor. gerçekten çok hızlı giden uzay gemileri yapıp yola çıksak, diğer bir galaksiye ulaşmamız milyarlarca yıl sürerdi.

    pekala, onlara asla ulaşamayacağız. bu yüzden sadece bizim de içinde bulunduğumuz samanyolu galaksi'sine odaklanalım o halde. samanyolu, içinde ortalama 400 milyar yıldız barındırıyor. ayrıca samanyolu'nda 20 milyar tane güneş benzeri yıldız bulunmakta. ve bu yıldızların 5'te 1'i, 'güvenli yaşam kuşağı'nda, dünya büyüklüğünde bir gezegen barındırıyor. yani bu hesaba göre bu gezegenlerin %0.1'inde bile yaşam olsaydı, sadece samanyolu galaksi'sinde 1 milyon civarında hayat dolu gezegen olurdu. ayrıca farklı bir konu daha var. samanyolu galaksi'si 13 milyar yaşında. bu tatlış galaksimiz başlangıçta pek de yaşama elverişli değildi. üzerinde birçok patlama oluyordu. aradan geçen 1-2 milyar yıl sonra ilk yaşama elverişli gezegenler oluşmaya başlamıştı. dünyamız ise sadece 4 milyar yaşında. yani dünya'mızdan önce, milyonlarca 'tamamen yaşanabilir' gezegenin oluşmuş olma olasılığı da bir hayli fazla. fakat biz şu ana kadar bunlardan herhangi birine rastlamadık.

    'peki eğer böyle bir yaşam oluşmuşsa ya da varsa, neye benziyor?'

    burada devreye ''kardashev ölçeği'' giriyor. rus astronot prof. nikolai kardashev 1964 yılında, dünya dışı yaşamı ölçebilmemize olanak sağlayan bir ölçek tanımı yaptı. bu tanıma göre uygarlıklar üçe ayrılıyor.

    tip 1 uygarlıklar, kendi yaşadıkları gezegenin tüm enerjisine erişip onu kullanabilen uygarlıklara deniyor. biz insanlar şuan bu ölçekte 0.73 civarlarındayız. çünkü dünya'daki tüm yeraltı ve yerüstü kaynaklarını, yenilenebilir enerjileri, doğa-hava-volkan enerjilerini ve füzyonu tam anlamıyla hala kullanamıyoruz. ve bu gidişle önümüzdeki birkaç yüzyıl içinde tam olarak bir tip 1 uygarlık olabileceğiz.

    tip 2 uygarlıklar, kendi yıldızının ve yıldız sisteminin tüm enerjisini kullanabilen uygarlıklardır. kendi evrimini kontrol altına almıştır ve kaynakların tümünü maksimum verimle kullanabilir. gezegeninin yörünge hareketlerini kontrol edebilir. ayrıca hücresel ve atomik seviyede yaşamı kontrol edebildiği için hastalıkları ortadan kaldırmıştır. bununla ilgili (tabii ki sadece teoride) bir proje de var aslında elimizde. ''dyson küresi''. bu küre güneş'i tam olarak kapatacak şekilde çevreleyecek ve ihtiyacımız olan enerjiyi çok daha verimli bir şekilde bize ulaştıracak. neyse, bunu yapabilmemize daha çok var sanırım
    smile ifade simgesi

    tip 3 uygarlıklar ise galaksinin tamamını kontrol edebilecek, gezegenler arası istediği gibi kolonileşebilen, terraform ve gezegen mühendisliği becerisi en üst seviyede olan, doğrudan doğruya yıldızların ürettiği füzyon enerjisinden faydalanan uygarlıklardır. ne kadar 'tanrısal' değil mi?

    neyse, belki de bu bahsettiğimiz uygarlıkların hiç biri aslında yok. belki 'kompleks bir yaşam'ın gelişmesi, bizim düşündüğümüzden daha karmaşık. ya da yaşamın başlamasını sağlayan süreci henüz tam olarak anlayamadık. veya belki evrenin herhangi bir yerinde çok gelişmiş bir tip 3 uygarlık var ve 'onlara göre' yeterince gelişen tüm uygarlıkları yokediveriyorlar. ve yine belki, biz gerçekten eşsiziz ve evrendeki ilk uygarlığız. ve bizim türümüzde yaşayan son insan öldüğünde, bu koskoca evrendeki son yaşamda son bulacak. sonsuza dek. ki bu son söylediğim doğruysa, nemli bir toprak parçasına sıkışıp yaşamaktansa dünya'nın bu narin yaşam ışığını sürdürmek ve yaymak için gözümüzü karartıp diğer yıldızlara doğru yelken açmak ve ilk tip 3 uygarlık olmak zorundayız. çünkü evren, birileri tarafından tecrübe edilmemeki tadılmamak için fazla güzel.

    şimdi bu 'işin içinden çıkılmaz haldeki' paradoksa çözüm getirebilecek birşeyler okuyalım.

    bir soru ile başlayalım: 'peki biz şimdi yok mu edileceğiz yoksa muhteşem bir gelecek bizi mi bekliyor?'

    uzayda yolculuk yapmak mümkün ama zor. fakat diğer yıldızlara gitmek imkansıza yakın. yıldızlararası seyahat edebilecek bir gemi yapmak için inanılmaz miktarda malzemenin yörüngeye çıkarılıp birleştirilmesi gerekiyor. ayrıca (belki) binlerce yıl boyunca hayatta kalmaya yetecek büyüklükte bir insan topluluğunun da bu gemide bulunması gerekiyor. bu arada bu 'yıldızlararası yolculuğu' sağ salim tamamlayabilecek bir uzay gemisi inşa etmek yeterince zorken bir de gideceğimiz gezegende çok da misafirperverlikle karşılanmayabiliriz.

    şimdi dünya'mıza geri dönelim. dünya'da ortalama 3.6 milyar yıldır yaşam var. 'zeki insan' formu ise 250 bin yıldır. ayrıca uzak mesafelerle iletişim kuracak teknolojiye ulaşmamızın üzerinden yaklaşık bir yüzyıl geçti.oralarda bir yerde binlerce gezegene yayılmış ve milyonlarca yıldır hayatta olan devasa uzaylı imparatorluklar bulunabilir. fakat biz onları sadece ıskalamış olabiliriz. ayrıca dünya'daki türlerin %99'u yokoldu. bu bizim de başımıza yakında gelecek gibi görünüyor. belki çok uzak galaksilerdeki herhangi bir yıldıza bağlı bir gezegende doğup, etrafındaki birkaç gezegene yayılıp sonra birden yokolmuş binlerce tür olmuş olabilir. böylece galaktik medeniyetler, asla birbiriyle buluşamadan yok olup gidiyor olabilirler. yani belki de başka bir gezegende bir canlı, tepesindeki yıldızlara bakıp ''herkes nerede?'' diye soruyordur şuan. bunu da asla bilemeyeceğiz.

    fakat işin bir de şu boyutu var. eğer uzaylılar varsa bu canlıların bizim gibi olduğunu, mantığımızın da aynı işlediğini farzetmek için bir neden maalesef yok. belki bizim iletişim yöntemlerimiz çok ilkel ve çağdışıdır. şimdi karşımıza dünyanın en akıllı sincabını alalım. ve ona bu yazının başından beri okuduklarımız anlatmaya çalışalım. sizce bizi anlar mı? tabii ki hayır. çünkü sincap için sadece ağaç vardır ve o ağaç, hayatta kalması gereken, onun gibi gelişmiş bir canlıdır. sincabın yaşadığı tüm ormanı kesmenin delilik olduğunu düşünür fakat biz ağaçları, sincaplardan nefret ettiğimiz için yok etmeyiz. biz sadece kaynak isteriz. sincabın istekleri ve hayatta kalıp kalmaması bizi ilgilendirmez. tıpkı bunun gibi kaynağa ihtiyaç duyan tip 3 bir uygarlık, bizim sincaba davrandığımız gibi davranabilir. belki aralarından biri okyanuslarımızı buharlaştırıp kaynakları kendi gezegenine naklederken birkaç saniyeliğine ''ya ne tatlış şeyler bunlar, çok tatlış betondan yapılar yapıyorlar. ama ne yazık ki hepsi öldü
    unsure ifade simgesi
    '' gibi şeyler düşünebilir.

    şimdi tam burada birşey daha öğreneceğiz. ''grey goo''. grey goo, k. eric drexler adlı bir mühendis tarafından ortaya atılmış bir kıyamet senaryosu. bu senaryoya göre çok gelişmiş bir uygarlık, tamamen nano makinelerden yapılmış ve kendini kopyalayabilen bir uzay sondası. önlerine çıkan herşeyi anında moleküllerine ayırma yeteneği olan ve kendi kendini tekrar üretebilen bu sondaya 4 komut vermeniz yeterli. 1) 'yaşam barındıran bir gezegen bul.' 2) 'gezegendeki herşeyi bileşenlerine parçala.' 3) 'kaynakları yeni uzay sondaları yapmak için kullanıp kalanını bize yolla.' 4) 'tekrarla!'

    kulağa saçma geliyor değil mi? ama tip 3 bir uygarlığın yapamayacağı birşey değil ve böyle bir kıyamet silahı, tüm galaksiyi birkaç milyon yılda tamamen temizleyebilir. neyse, belki de bunu yapacak bir uygarlık yoktur. umarım.

    şimdi birşey daha öğreneceğiz. ''matrioshka brain''. bu da, yukarıda bahsettiğim dyson küresi'ni düşünen robert n. bradbury adlı abinin çılgın projesi. matrix filmlerinden de aşina olduğumuz bu teoriye göre bir yıldıza (dolayısıyla onun tüm enerjisine) bağlı dev bir bilgisayar, o uygarlıktaki tüm canlıların bilinçlerini kendine bağlıyor ve onları sanal-gerçek bir evrende aslında hiç doğmadan, üzülmeden, sonsuz mutluluk ve mükemmel hayatı olanaklı kılarak 'yaşatıyor'. ne kadar tanıdık değil mi?
    smile ifade simgesi

    son olarak ve özetle, fermi paradoksuna geri dönecek olursak, bu paradoksun tek bir sorunu var, biz, şuan halen geliştirmekte olduğumuz teknolojinin sınırlarını bilmiyoruz. belki sınırına çok yaklaştık veya tamamen en başında olabiliriz. bize ölümsüzlük sağlayacak, diğer galaksilere seyahatimize hatta oralarda kolonileşmemize olanak sağlayacak bir teknolojik gelişmeye çok yakın olabiliriz. ve kabul etmemiz gereken tek bir şey var. gerçekten hiç bir şey bilmiyoruz. insanlık yaşam süresinin %90'ını avcı-toplayıcı olarak geçirdi. 500 yıl önce evrenin merkezinde olduğumuzu düşünüyorduk. 200 yıl önce köleliği ana enerji kaynağı olarak kullanmayı bıraktık. 30 yıl önce kıyametimizi getirecek silahları politik anlaşmazlıklar gereği birbirimize doğrulttuk. iki gün önce yolda önümüze kıran birini bıçakladık falan.

    yani evet, teknolojik olarak bazı hamleler yaptık. ama hala evrene kıyasla birer embriyoyuz. ve gelişmek için çok yol katetmemiz gerekiyor. (bitti)

    bu uzun metnin büyük çoğunluğu, kurzgesagt adlı youtube kanalının sizin ve benim gibi insanlar olan sahiplerinin ortalama 800 saatte hazırladıkları, animasyonlarla süslü ve türkçe altyazı destekli iki vidyosundan hareketle yazıldı. arada sırada da wikipedia, ekşisözlük ve google amcalara fikirleri soruldu. öğrenmem 20 dakikamı, oturup yazmam 2 saatimi aldı.

    yazının bu kısmına gelenlere tekrar teşekkür ederim. umarım sizleri fazla sıkmadan, biraz da olsa günlük rutinlerinizde 'biraz dışarıya bakmaya' teşvik edecek birşeyler söyleyebilmişimdir.

    dileyenler burada yazanları bir de vidyo olarak izleyebilirler.

    bu taraftan:
    bölüm 1
    bölüm 2