mies7
profili

  • delirmemek için edinilen basit alışkanlıklar

    başka bir hayvanın zihnine girip hareketlerini kontrol eden, dünyaya onun gözlerinden bakan warg'ların yaptığını gündelik hayatta kısmen başarabiliyorum.

    öğlen yemek yediğim yol üstü bir mekanda, motorcular da vardı. tam ekipman motorlarını park etmiş, kasklarını seleye koymuş, korumalı montlarını da sandalyelerine asmışlardı. nereden gelip nereye gittikleri belli değildi, bunu umursadıkları da yoktu. bmw r 1200 gs'leri kara atlar gibi bekliyordu, okyanusu bile yüzerek geçecek gibiydiler. ben ise işe dönecektim yarım saat sonra; yine bir sürü sıkıntılı projenin, hırslı insanın, dünyayı keşfetmek yerine hiç ölmeyecekmiş gibi yerleşmeye çalışanların arasına. mikro ve makro ölçekte köşeye sıkışmıştım ve bu yetmezmiş gibi her gün demeç veren yaşlı politikacılarla imtihan edilmekten midem bulanıyordu.

    elimdeki hamburgerin çift köftesi, her gün aynı şeyleri çalmaktan bıkmış siyahi bir cazcının dudaklarına benziyordu ve o da gitmek istiyordu. hamburger "yolda bir yerde mola veririz, orada yersin" diye söylenmeye başladı. başkası duymasın diye ekmeği sıkıca bastırdım, turşusu ölü adamın dili gibi kenardan sarktı. tek yapmam gereken, karşımdaki herif bana baktığı an onun ruhunu ele geçirmekti. işe sadece bedenimi yollayacak, akşam olmadan da geri dönecektim.

    tam mekandan ayrılırlarken bir tanesiyle yüz yüze geldim; özgür ruhum adamın retinasından içeri nüfuz etti. sadece göz rengi değişti. motoru çalıştırdım, ilk aşık olduğum zamanlarda olduğu gibi karnımın derinlikleri kasıldı ve nefesim otomatik pilottan çıktı. sudan karaya yeni çıkmış bir ara form gibi, her nefesimin farkına vardım. temiz hava ciğerlerimi yaktı, bileklerim hazdan uyuştu. bacaklarımın arasında kara bir ejderha vardı yine ve bu hissi çok özlemiştim. güneş karşıdan geliyordu, hava zerrecikleri yüzüme çarpsın diye vizörü indirmedim. ana yola çıkıp denizi sol tarafıma alarak batıya doğru sürmeye başladım. asfalt, sicim gibi önümde uzanıyor ve beni kadim ruhlara bağlıyordu. tek başıma değildim. birazdan virajlar başlayacak ve rüzgarı bilen kuşlar gibi tüm vücudumu buna hazırlayacaktım. biraz daha gaz açtım, ejderha gözlerini açıp hırladı. demirden pullarının arasından geçen rüzgar, tüm bedenimi sarıp sarmaladı.

    mesainin bitmesine daha vardı, bedenim muhtemelen işe dönmüş ve ağrıyan sırtıyla boynuna dokunarak ekranı izlemeye başlamıştı. zaman ve mekan geride kalmış, günler anlamını yitirmişti. güneş ufka yaklaştıkça ışık yumuşadı, pembeleşti ve dünya yavaştan kendini diğer güne hazırlamaya başladı. kırmızı ışıkta beklerken, arabanın camını açan iki kardeş hayranlıkla motoru inceledi. onlara baktım, vizörü kaldırıp gülümsedim. yeşilin yanmasıyla tekrar ileriye atıldım, asfalt bir tapınağın zemininde ibadet ediyordum. zaman azaldı; ruhum, motoru ve sürücüsünü bırakıp hemen gökyüzünde süzülen martının ruhuna karıştı ve iyi bir rüzgar yakalayıp geri döndü. ofisimin açık penceresinin denizliğine konan martı, kafasını kaldırıp masanın başında ekranı izleyen adama gakladı. derin bir uykudan uyanan adam, tebessümle martıya baktı.

    adamın, iki ruhu ve tek bedeni yine bir aradaydı.

  • yeni rakı'nın o gün geldiğinde reklam filmi

    29 ekim ya da 14 mayıs'ı değil de, aklıma gebereceği günü getiren reklam. kimin gebereceği? onun. o kim? gizli özne. adam, tarihin en bilinen gizli öznesi oldu. bunu sonuna kadar hak etti. her gün bu nefret duvarına on tuğla kendisi koyduysa, bir tuğla da ben koydum. o kaba sıvayı yaptı, incesini de ben sabırla, her gün dişimi sıkarak hallettim. kazığı o çaktı, ipi ben çektim ve sonunda uzun demlemenin sonuna geldik.

    bundan sonrası herkes için yokuş aşağı. kaçış rampaları tıkandı, bölüp parçalama taktiğini çok geç de olsa çözdük. kalan sayılı günlerinde ne kadar çirkinleşeceğini de göreceğiz. önce yenileceksin, sonra da attaya gideceksin.

    hah işte o zaman balkona masamı atar, tiril tiril beyaz bir örtü, birkaç meze ve rakıyla müzeyyen senar'ı aynı anda açar keyfime bakarım. toprağın altı kendini vazgeçilmez sananlarla dolu, terracotta savaşçıları gibi yandaşlarından oluşan orduyla gömül istersen. bundan sonrasi milli değil şahsi irade.

  • merkez bankasının 30 milyar tl bağışlaması

    türkiye bir simülasyon olsaydı, sadece bu kısımda bile sistem hata verir ve bir sürü hata penceresi sıra sıra açılırdı. güç düğmesine uzun süreliğine basar, kasanın fişini çeker, evden çıkıp temiz hava almaya giderken de sigortayı komple kapatırdık. kimse akıl sağlığımızdan şüphelenmesin diye gördüklerimizden kimseye bahsetmezdik. garsonun bırakıp gittiği çay soğurdu, merkez bankasının para bağışladığını her hatırladığımızda.

    kurgusunun bile saçma geldiği teorilerle sınanıyoruz, bizim de lanetimiz bu oldu. ekonomistler artık akıl vermeyi bıraktı, antidepresanlardan şık bir kolye yapıp canlı yayında sinir krizi geçiriyor. delilik yeni normalimiz oldu, sanki her şey emine hanım'ın çocuk zannedip başını okşadığı cücenin ot içtiği bir gece aklından geçenler gibi. henüz filme çekilmemiş bir filmin içindeyiz, gülecek bir şey yok ama gülüyoruz. duvarda bir noktaya sabitlenip gülüyoruz hem de, bağımsız gözlemciler olsa halimizden endişe duyacak da kimse bağımsız değil artık. hepimiz bu işe bulaştık.

    hani 30 milyarı direk basmasanız, para basma makinesini öyle elden ele dolaştırsanız. biz kendi imkanlarımızla basıp yollasak balya balya. bitmeyen kartuş, on top a4, sıcak paranın insana verdiği geçici mutluluk. kağıtlar bir an önce kurusun diye antalya'nın güneşinde ipe sersek ahtapot kurutur gibi. 500'lük, 1000'lik banknotlar olsa mesela. hem kağıttan tasarruf olur hem de asrın liderinin vesikalığını yapıştırırız ki sonuna kadar hak ediyor.

    yapay zeka işimizi elimizden alacak diye endişe ediyordum, artık o da yok. yapay zeka "abi çok kötüyüm sürekli kusuyorum" deyip az önce siktir oldu gitti. bir ben kaldım benden içeri.

  • izlenmiş en iyi gerilim filmi

    düğün videom. bir kere bile izleyip tamamlamak nasip olmadı, sadece başrolde oynadım. galaksinin uzak diyarlarından gelmiş parlayan bir sürü tür var, kimin kim olduğu bile belli değil amk.

  • ekşi itiraf

    * sürücü adaylarının sürdüğü arabalar beş kilometre öteden belli oluyor. sanki yelkeni yırtılmış, kaptanı çoktan ölmüş bir tekne gibi okyanusta başıboş sürükleniyorlar. araba bile hissediyor bu tedirginliği ve gitmek istemiyor.

    * geçen sene marketten pekbir şey almadım mı 60-70 lira bir şey öderdim, şimdi 130'dan aşağı çıkamıyorum. pekbir enflasyonu %100'e yaklaşmış. kimi kime şikayet edeceksin, koca bir ülkeyi billurlarından yakaladılar.

    *pekbiiirr! allahuekber. a'sı büyük.

    * yılbaşı öncesi içki, et ya da değerli görünen bir şey almadığım sepete bakıp 138 lira tutacak dedim ve tam da 138 lira tuttu. kasiyer kız bana peygamber torunuymuşum gibi bakınca, oğluma bir çeyrek bilet çektirdim. ödemeyi de kredi kartıyla yaptım. parasını bile ocakta ödeyeceğim biletle zengin olacaktım, kahrolası plan buydu fakat amorti çıktı. kendimi kara para aklamış güney amerikalı uyuşturucu baronu gibi hissediyorum.

    * bir daha piyango bileti almam.

    * bir daha büyük konuşanı siksinler.

    * üzerinde kaymaksız kaymak gibi yazan yoğurt gördüm, hangi özelliğiyle öne çıkacağını şaşırmıştı. daha önce kafası karışık yoğurt görmediğimden hemen aldım.

    * şeytana uymamak için içki reyonunun önünden son hızla geçiyorum, bugün şeytana uymak en az elli liradan başlıyor. kırmızı tuborg'u özel günlerde içer oldum.

    * 15 temmuz gecesi neredeydin diye sorarlarsa, evde kırmızı içip playstation oynuyordum. oyun bitti, beşinciyi dolaptan çekip çıkardım ve bir baktım tanklar geçiyor. ulan o kadar içki içtim senin gibisi gelmedi diye sayıklarken, benden bağımsız bir şeyler olduğunu anlamam biraz zaman aldı. cuma akşamı boğaziçi köprüsünde darbe yapmak mı... ımhhh.

    * zaman makinam olsa, dün bu saatlere giderdim. 0-0 biten hazırlık maçına gol olur diye bahis yaptım. trabzonspor'u zaten sevmezdim, şimdi iyice kafayı taktım. ünal karaman'ın 90'lardaki sert kavisli bıyığı formundaki zaman makinamla bu maça engel olurdum. ulan 90 dakika atacağınız birkaç gol, lecce misiniz siz amk?

    * tanısı konmamış bir sürü manyakla yaşıyorum; porno sektörüne atılmak için ücretsiz izne çıkıp performansı beğenilmeyince işe geri dönen kepçe operatörü var. mesai saatinde geyik vurmaya giden fayansçı var. kadife takım elbiseyle işe gelip, pofuduk ayı gibi dolaşan var, kareli gömleğin üzerine diyagonal kravat takıp yürüyen pink floyd klibi gibi dolaşan var, gece köpek yakalamaya giderken altı bira içip başkana yakalandığı için işten atılan var. ben de gece köpekçisi olsam, boş gitmezdim ama neyse hayal kurmayalım şimdi.

    * radyo dinlemeyi pek sever oldum, radyoda çıkan şarkının etkisi on kat fazla oluyor. bir şeye istediğin zaman ulaşmak sadece anlamını azaltıyor. sabah rodrigo'nun gitar konçertosu vardı radyo 3'te, aziz allah o nasıl bir cennetin güneyindeki beyaz kumlu sahilin sonunda parmakları tellerin üzerinde dolaşmaktır. tanrı varsa müzikte var, iki insanın birbirlerini anlayabilme çabasında, led zeppelin'in since i've been loving you'sunda dans eden zamansız hippilerde, aynı anda aynı hislerle dolup taşmakta var. radyo o yüzden önemli, kolektif bilinç gibi, doğru zamanda doğru frekansta bir araya gelen bir avuç insanın kimseler tarafından kayda alınmamış gizli tarihçesi.

    * çalışmadığım zamanlar kendimi iyi hissediyorum. hele dağ yürüyüşünün son dakikalarında yeni doğmuş bir oğlak gibi bacaklarım titreye titreye yürürken acıdan haz alıyorum. önceden boynumda çan gibi kocaman d-slr makina ve iki üç tane lens taşırdım şimdi telefonum beklentilerimi büyük oranda karşılıyor. büyük konuştuğum her şeyle imtihan edildim; 2000'lerin başında insanları teknoloji budalası olmakla itham edip bir sene cep telefonu kullanmamıştım. zannettim ki bu duruş nobel komitesi tarafından da ödüllendirilecek ama öyle olmadı. ertesi sene barda çalışıp kazandığım paranın 1/6'sıyla nokia 33 10 alıp sektöre girdim. o zamandan beri de telefon elimden düşmüyor.

    * yürüyüşe başlarken herkes bu dünyadaki mesleğiyle, titriyle, içindeki sıkıntılarla, çatık kaşlarıyla başlıyor ve kendi gezegenin kral ya da kraliçesi gibi de bitiriyor. aynı minibüste gidip aynısında dönüyoruz ama dönüşümüz kraliyet korteji gibi oluyor. yalanlarımızdan arınıyoruz ve mavi göğün altında kendi ayaklarımızla bir şeyler başarıyoruz. insan içinden gelen kadim güçle inisiyatif alınca sorunlar da basit engeller gibi kalıyor.

    * bu hafta sonu, olimposlu korsan kral zeniketes'in roma donanması tarafından kuşatılınca içindekilerle birlikte ateşe verdiği kalenin tepesine çıkıp manzarayı izlerken uzun zamandır olmadığım kadar özgür hissettim. kaleden inip paratoner ormanı da denilen yanık ağaçların yanından, güneş ışığının ulaşmadığı karanlık patikalardan, yenilebilir mantarlarla kaplı çamlı yamaçlardan, gizli saklı kanyon havuzlarından, 1/10 ölçekli şelalelerden geçerken de yaşadığımız dünyaya olan algılarım genişledi, yarım metre ötemdeki monitörü göremezken yüzlerce metre yukarıdaki kartalın kanatlarını dolduran rüzgarı gördüm. asıl olympos antik kentinin, deniz seviyesinden 3-4 saat mesafede olduğunu yeni öğrendim ki ben altı yaşımdan beri olympos'a gidiyorum ulan! milattan öncenin son efsanesi zeniketes'în sahile ulaşmadan hemen soldaki mezarının önünden defalarca geçmiş, üzerindeki tepeden bir kartal gibi yükseldiğimi rüyalarımda defalarca görmüştüm.

    * cennet ya da cehennem fark etmez, mekan takıntım yok ama tarihin bu renkli insanlarıyla, kural tanımazlarıyla, kafa tutanlarıyla, adı binlerce sene sonra bile hatırlananlarla bir arada olmak isterdim. ya da bu akepeli şeffaf saçlılar nerdeyse, beni diğer tarafa gönderin.

    * televizyon izlemeyi uzun zaman önce bıraktım ama geçen selman diye bir herifin kısa bir kesitini izledim, mermeri yumrukladım amk sinirden. kafa bomboş olunca saç bile yeşermiyor heralde, suç bunlarda değil bunlara ısrarla prim veren, insanların sinirlerini sanki bir sosyal deneymiş gibi kasten geren o namussuz kanallarda. şöyle güçlü bir mancınık yaptırıp cnn turk stüdyosunu basmak istiyorum. her gün bir talihli yallah arabistan'a.

    * tamam sakinim.

    * ekşi itiraf ne güzelmiş lan ama bence sözlüğün en iyi başlıkları sıralı tam liste:

    türkiye'den siktir olup gitmek

    2019 ekonomik krizi

    öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler

    ekşi itiraf

    iz bırakan kitap cümleleri

    en güzel bira

  • ekşi itiraf

    *yer sofrası kurulmuşsa, ne kadar aç olursam olayım tok olduğumu söylüyorum. geçen sene muhtarın evindeki bağdaş kurma şampiyonasında, tek erkeklerde arkaya devrildiğimden beri böyle. giderken iki kişiyi de götürdüm yanımda. tek kolumun üzerine yanlayıp, üzüm yiyen napolyon gibi yatmak da ahaliye ayıp oluyor.

    *köylerden zerre hoşlanmıyorum. köyde geçirdiğim bir saat, dünya takvimine göre altı gün sürüyor. çocukken de sevmezdim, teleteksli bir televizyon bulur ve tüm sayfaları dolaşarak hayatta kalmaya çalışırdım. şimdi internet çıktı da mertlik bozuldu, enfes zamanlar geçirebiliyoruz. köylüler çok zamanda az iş yapıyor, verimlilik sıfıra yakın. dedeleri de verimli değildi. torunları da o köyde kalmayacak.

    *tatil köyleri hariç.

    *karamsar değilim, bazen kendi kendime "beyaz şoğ gibi adamsın namussuz" deyip kıkırdadığım oluyor.

    *arabanın para yemesinden bıktım usandım. geçen ay aküsü bitmişti, bu ay muayenesine götürdüm bebeği, plakasını yenilemem gerekiyormuş, gelecek ay yine vergisi, ekstrede sigortası kaskosu, yakıtı derken iflahımı sikiyor ama şimdilik mecburum. çocuğu kreşe mancınıkla fırlatıp paraşütle indiremem, yatık atışlarım o kadar iyi değil. keşke lisede daha önem verseydim fiziğe.

    *bu bilgi gerçek hayatta ne işimize yarayacak dediğim her şey gerçek hayatta işime yarayacak oldu ama tam öğrenemediğimden beceremedim.

    *ev ekonomisi dersinde halı dokurduk, küçük el kadar halılar. ortaya doğru büzüldüğünden bikini altı gibi olmuştu benim halım. o zamanlar utanmıştım ama şimdi olsa, kim kardashian'a yollardım. o seviyor böyle egzotik el dokumalarını.

    *sabah oğlumu kreşe bırakıp, deniz kenarından geri gelirken yağmur başladı. skeeter davis'ten end of the world de çalıyordu, dedim bu ne güzel bir hayat aq. işe gitmek yerine yollara düşmek ve kahve bulana kadar durmamak istedim. fakat zaten her gün geç gidiyordum, insanların sabrını zorlamak istemedim.

    *dün ciğerlerimden gelen ses, 76 model bir renonun karbüratör hırıltısına gönderme yapınca sağlık ocağına gittim. eski solcu olduğuna inandığım bi doktor ciğerlerimi dinleyip, sigara içiyor musun diye sordu. hayır dedim. sigara içmeden ciğerleri elime almayı başardım sanırım. küçük bi kağıda kod yazıp ezcaneye yolladı. kodu yanlış yazmış, x'i k görmüş. boşa gelgit yaptım tüm hayatımda yaptığım gibi.

    *binlik antibiyotikler çok büyük, fitil gibi. neyse ki ağzımıza sokuyor üzerine su içiyoruz. bir de öksürük şurubu vermiş, içince kendimi çocuk gibi hissettim. neredeyse yirmi senedir şurup içmiyordum. bir ara öksürük şuruplarının kafa yaptığını söylerlerdi. o kadar düşmedim daha.

    *tüm gündüzlerimi işe, tüm akşamlarımı velede verince bana tabağın dibindeki sarı leblebi gibi birkaç saat ancak kalıyor. onda da star wars dizisi mi izleyeyim, at gibi yatan ps4'ü açıp pes mi atayım, kitap mı okuyayım bilemiyorum altan. biraz daha büyüdükçe her şey daha kolay olacak. en azından karşılıklı oyun oynasak yeter, şimdi koltukların üzerine çıkıp üzerime atlarken düzenli olarak çarpışıp ağlaşıyoruz.

    *oğlumu galaksideki her şeyden çok seviyorum, şikayet ediyor gibi gözükmek istemem. her babanın az çok aklından geçen şeyler ve burası ekşi itiraf beybikuşum.

  • memur olup sıradan bir hayatla geberip gitmek

    boncuğu andıran kara gözlerini, gözlerime dikip "dede, gerçekten sıradan bir hayatla geberip gidiyor musun?" diye sordu. yatağımın sırt kısmını yükseltmeleri için hemşirelere işaret ettim, solunum cihazımı da kuru bir ağaca benzeyen ellerimle aralayıp adını benden alan torunuma baktıktan sonra da "sadece kötü insanlar geberir, ben ise yola çıkıyorum oğlum" dedim.

    okula başlamadığı için merak ve cesareti henüz köreltilmemişti, günde bir saatliğine de olsa yanıma uğruyor ve başka hiçbir arkadaşının duymadığı masalları yeniden anlatmamı istiyordu. konuşacak gücüm kalmamıştı artık, nefesim kendime bile yetmediğinden cihaza bağlı yaşıyordum. sol avucumdaki kısa hayat çizgisine güvenmekle hata etmiştim, elim büyük olduğundan öyle göründüğünü anlamak atmış senemi almış ve atmışın üzerine bir yirmi sene daha eklemiştim. cumartesi çalışmamak için memur olmuş, çalışmamak hevesimi aldıktan sonra istifa ederim derken de yanlışlıkla emekli olmuştum.

    tüm hayat koca bir yanlış anlamadan ibaretti ve bunu altı yaşındaki çocuğa anlatmam o şartlarda zordu, nefesim cümlenin sonuna varmadan bitiyordu. artık kısa cümleler kuruyorum diyen bir kadın vardı yüzyıl başında, şebnem miydi neydi, beyin hücrelerim de nefesim gibi azaldığından her gün daha da az hatırlıyordum ama torunuma anlatmam gerekiyordu. "yaklaş oğlum" dedim, "sıradan bir hayat diye bir şey yok, hiç olmadı. hayat varsa orada sihir vardır, ne iş yaparsan yaparsan o sihirle yaşar ve siyasetçi olmadıysan da o sihirle yeni bir yola çıkarsın, yalnızca siyasetçiler geberir"

    kaşlarını çattı, sihir meselesini tam anlayamadığını sezmiştim ve hayatımın son numarasını ona yapmak istedim. 19 aralık 2068'te, deniz gören bir hastane odasındayken hemşirelere bizi yalnız bırakmalarını söyledim. torunumun yumoş ellerini tuttum ve gözlerimi kapatıp "ben aslında 19 aralık 2018'te bir devlet dairesinin pencere kenarında çalışan 36 yaşında bir memurum. 2 yaşındaki oğluma iyi bir gelecek için uğraşan, akşam altı olmadan onu babaannesinden almaya giden, öğlen uykusuna yatarken onu yatıran, saçma ninniler söyleyen bir adamım. cumartesi çalışmak ile zaman kaybetmek yerine sınırların nispeten daha belli olduğu bir kurumda hayatıma devam ediyorum ve hayal kurdukça da bu sıradanlıktan uzaklaşıyor, bu sihirli hayatın her gününün farkına varmaya çalışıyorum" dedim.

    gözlerimi tekrar açtığımda adımı taşıyan torunum yoktu, 19 aralık 2018'e geri dönmüştüm ve elli sene sonra olduğu gibi geberip gitmenin bazılarına özgü olduğunu düşünüyor ve linç kültüründen nasibimi almamak için her zaman yaptığım gibi içime atıyordum. öyle sıradanlık bir durum yoktu, sınırsız çay vardı.