yalicapkini3
profili

  • öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler

    yüzüklerin efendisinin hobbitten daha gerçekçi görünmesi!

    ekşi sözlük ahalisi olarak neredeyse hepimiz 6 filmi de izledik. hatta büyük bir çoğunluğumuz birden fazla kez izledi. peki 2001-2003 yılında yayınlanan (ki post-production aşaması 2000 yılında bitmiştir diye tahmin ediyorum) yüzüklerin efendisi filmleri nasıl oluyor da görsel açıdan kendisinden 12 yıl sonra gelen halefinden daha güzel ve gerçekçi görünüyor?

    muhtemelen çoğumuzun farkettiği bu durumu biraz internette araştırdım ve siz romalıların ilgisini çekeceğini düşündüğüm bazı bilgilere ulaştım. afiyetle yiyiniz*

    yazıda görsel efekt sektörünün içinden kişilerin söyledikleri, artı ilgili fan yorumları ve gazete haberlerini harmanlayıp araya kendi yorumlarımı ekledim (bu arada konuyla ilgili doyurucu yorumların olduğu ilgili reddit sayfalarından birine buradan ulaşabilirsiniz):

    ilk üçlemedeki görsel efektler yaratılırken hem maket, hem de mat tablolama kullanılıyor, bunun üzerine cgi efektleri giydiriliyordu (ki sektörde çalışanlar genelde bunun en iyi teknik olduğunu söylüyor). yani görüntünün son halinde, maket, tablolama ve cgi efektleri birbiri içinde yedirilmiş bir şekilde izleyiciye sunuluyor, bu sayede çok büyük ölçekteki mekanlar ve planlar daha gerçekçi bir şekilde sunulabiliyordu. ayrıca bu teknik sayesinde, maketin çekimi gerçek bir kamera ile yapıldığı için kamera hareketleri de gerçeğe bağlı kalıyordu. hobbit filmi ise tamamıyla cgi olduğu için hiçbir şekilde bu türden kısıtlamalara maruz kalmayan peter jackson, resmen çıldırıp, aşırı derecede gerçeklikten uzak sahneler çekmeye başladı. hatırlayın mesela, cüceler fıçıların içinde kaçarken, legolasın nehirdeki hareketleri. bunun gibi legolas ve tauriel'in bir sürü sahnesi var ve hepsi full cgi. şimdi diyebilirsiniz legolas yüzüklerin efendisinde de bu türden hareketler yapıyordu. evet, yapıyordu ama onda hareketler (birkaç istisna hariç) gerçekten yapılıyordu, cgi değil. alın bir örnek. dolayısıyla full cgi kullanımı peter jackson'ın gerçekdışı kamera hareketleri kullanmasına ve gerçekdışı hatta sürreal sayılabilecek ortamlar yaratmasına neden oldu. bütün bunlar da hobbit izlerken, yüzüklerin efendisini izlerken buram buram hissettiğimiz o gerçeklik hissini almamıza engel oldu.

    ikinci sebep ise filmin dijital 48 fps ve 4k olarak çekilmesi. bu kadar yüksek fps ve çözünürlükte çekim yaparsanız yapılan makyajlar ve kullanılan maketler o kadar net görünüyor ki biz her şeyin maket ve makyaj olduğunu anlayabiliyoruz... film bu yüzden maalesef o gerçeklik lezzetini veremiyor (yüzüklerin efendisini izlerken bu kadar net izleyemiyorduk, demek ki göz görmeyince gönül de katlanıyormuş*). ayrıca konuyla ilgili bir başka teknik sebep ise kullanılan renk paleti. neredeyse tüm film boyunca yeşil ve sarı tonların ağırlıklı olduğu bir palet kullanılmış ve bu da maalesef cüceleri plastik, çoğu gerçek sahneyi de cgi gibi göstermiş. evet haklarını yemeyelim, bu filmde de gerçekten inşa edilen sahneler ve maketler var. örneğin dale bunların en büyüklerinden birisi, adamlar gerçekten dale'ı inşa etmiş neredeyse. ama gelin görün ki ilk filmin başında fall of erebor sahnelerinde böyle görünüyor.

    ayrıca makyajların bırakılıp yerine full cgi orklar kullanmak da filmin gerçekçiliğine darbe vuran en büyük etmenlerden. alın bu yüzüklerin efendisindeki lurtz (hani şu boromir'i öldüren abi), bu da hobbitteki azog(thorin'in belalısı). siz karar verin.

    bir de filmlerin 3d çekilmesi mevzusu var. 3d çekimler, yapımcıların forced perspective denilen tekniği kullanamamalarına neden olmuş. örneğin bu teknik fellewship of the ring'in başında frodo'nun, hobbiton'a gelen gandalfı karşılaması sahnesinde ustaca kullanılmıştı (çekim tekniği burada, çekilen sahne ise burada). dolayısıyla gandalf ve cücelerin beraber görüldüğü sahneleri iki defa çekmek zorunda kalmışlar. birisinde cüceler var, diğerinde sadece gandalf. hatta öyle ki gandalf'ı oynayan saygıdeğer üstadımız sir ian mckellen uzunca bir süre gerçek oyuncularla değil de yeşil perde önünde sadece cüce maketleriyle birlikte oynamak zorunda kalmış. bu durum üstadı o kadar çok yıpratmış ki bir gün çekimler bittiğinde sir, mikrofonların açık olduğunu unutup ağlamaya başlamış. "ben böyle bir şey için oyunculuğu seçmedim." diyerek, bu türden yeni jenerasyon oyunculuğu "beceremediğini" dolayısıyla ciddi ciddi oyunculuğu tümden bırakmayı düşündüğünü söylüyor. haberin detayları burada. tabi tüm ekip gidip teselli etmiş üstadı da olay tatlıya bağlanmış.

    yazımızı, hobbit filmini neden beğenmediğini oldukça sade bir şekilde açıklayan bir başka üstadın sözleriyle noktalayalım. yüzüklerin efendisi serisinde aragorn'u oynayan aktör viggo mortensen'e göre bunun en büyük nedeni cgi efektlerinin filmin omurgasını ele geçirmiş olması. ingiltere'nin telegraph gazetesine verdiği bir mülakatta konuyla ilgili şunları söylemiş* (mülakatın tam hali):

    "peter* teknoloji konusunda her zaman bir geekti. her zaman yeni teknikler uygulamayı severdi, fakat bir noktadan sonra teknoloji uçup gitti. peter ise hiçbir zaman önceden uygulamış olduğu tekniklere geri dönüp bakmazdı. yüzüklerin efendisi üçlemesindeki en favori filmimin fellowship of the ring olması da bu yüzden. filmde kullanılan görsel efektler daha ölçülüydü ve diğer filmlere göre daha planlı bir şekilde organize edilmişti. evet, ilk filmde de rivendell ve mordor vardı, fakat bunu bir şekilde organikleştirmeyi başarmışlardı, gerçek aktörler, gerçekten de birbirleriyle rol yapıyorlardı, maketlere değil. manzaralar gerçekti ve bu açıdan cesur bir filmdi.

    ikinci film* efekt açısından şişmeye başlamıştı bile, üçüncü filmde* ise her yerde özel efektler göze batıyordu. ilk filmde ustaca yapılandırılmış her şey, ikinci ve üçüncü filmlerde gitgide kaybolmuştu.

    ve şimdi hobbit'e bakıyorum... söylediğim her şeyi 10'un kuvveti olarak alabilirsiniz.

    ama bana kalırsa, peter bu kadar çok teknoloji kullandığı için bence her şeye rağmen mutlu."

  • öğrenildiğinde ufku iki katına çıkaran şeyler

    jupiterin yuzeyine ayak basarsak ne olur?

    hepimizin malumu olduğu üzere jupiter bir gaz devi. yani gazdan bir gezegen. yani üzerinde koşup zıplayabileceğiniz katı bir yüzeye sahip değil. dolayısıyla gazdan bir gezegene bir astronot ayak basarsa ne olur sorusu uzun zamandır aklımın bir köşesindeydi. bu sabah biraz araştırma yaptım ve amme hizmeti olsun diye de siz romalıların beğenisine sunuyorum. *

    öncelikle atmosferden başlayalım. çok büyük bir kısmı hidrojen. oksijen yok. dolayısıyla bize oksijen sağlayacak bir uzay giysisine ihtiyacımız olacak. ayrıca belirtmekte fayda var, jupiterin atmosferinde aynı dünyanınkine benzer bir şekilde bir üst limit yok. yani atmosferin üst tabakalarındaki gazlar gittikçe inceliyor ve en sonunda "gezegenler arası boşluk"la ayırt edilemez bir halde ihmal edilebilir bir seviyeye kadar düşüyor gaz yoğunluğu. bu arada meraklısı için "gezegenler arası boşluk" ile "boşluk" yani true vacuum farklı şeyler. meraklısı için

    https://en.wikipedia.org/…i/vacuum#electromagnetism

    https://en.wikipedia.org/…iki/interplanetary_medium

    neyse devam edelim. bize oksijen sağlayacak bir uzay giysimiz olduğunu farzedelim ve bir uzay aracı bizi jupiterin görünür atmosferinin dışından jupiter yüzeyine doğru bıraksın. jupiterin yüzeyinden 300,000 km uzağındayken bile hemen ölürüz, çünkü radyasyon had safhada. demek ki bir de radyasyon geçirmez bir süper-giysiye ihtiyacımız var. hadi o da var diyelim. bu durumda jupiterin inanılmaz büyük kütlesinin çekimine maruz kalırız ve daha atmosferin en üst katmanlarındayken bile 2.6g yerçekimi ivmesini yeriz. bu durumda ne mi olur? hani dünya atmosferine giren meteorlar aniden yanıp parıldıyor ya, işte ondan oluruz. hadi süper-giysimiz bunu da halletti diyelim.

    artık jupiterin atmosferinde orta katmanlara geldik. burada atmosfer biraz daha kalın ve etkili ivme dünyadakiyle hemen hemen aynı (1g). atmosferin biraz daha kalın olması sebebiyle terminal hızımız kabul edilebilir seviyede. gerçi kabul edilebilir dediğime bakmayın, gene de saatte 3200 km hızla jupiterin yüzeyine doğru düşüyoruz. bununla birlikte bu hız, bizi sürtünmeden dolayı oluşacak ısınmayla yakacak kadar yüksek değil.

    madem radyasyon geçirmeyen bir süper-giysimiz var, neden bir de süper paraşütümüz olmasın? ve bu paraşüt bizi saatte 360 km gibi yavaş bir hızla yüzeye doğru indirsin. gitgide atmosferin alt katmanlarına doğru yaklaşıyoruz ve artık aşağılarda bulutlar görünmeye başladı. ayrıca bu yüksekliklerde sıcaklık da 0 c civarı yani gayet rahat sayılırız. bu rahatlıkla gitgide yaklaşan bulutları inceliyoruz ve o da ne bulutlar aynı dünyadaki gibi görünüyor, sadece birazcık kahverengi. çünkü bu bulutlar amonyum hidrosülfit ve amonyum sülfitten yapılma. artık basınç 2g (dünyanın atmosferik basıncının 2 katı) civarı ve iç kulağınız ve sinüsleriniz biraz zorlanarak da olsa bu basıncı bir şekilde iç basıncınızla dengelemeyi başarıyor.

    yaklaşık 10 dakika sonra, jupiterin yüzeyine doğru düşmeye devam ettikçe 4g basınç seviyesine ulaşıyoruz (dünyanın atmosferik basıncının 4 katı). bu basınç suyun yaklaşık 30 m altında yediğimiz basınçla aşağı yukarı eşdeğer. bu noktada bir başka sorunumuz da sıcaklık. artık -40 c civarındayız. ama ne kadar şanslıyız ki bir süper-giysimiz var ve bizi bir şekilde ısıtmayı başarıyor. dışarıdaki sıcaklık bu kadar düşük olunca, içinden geçtiğimiz bulutlar bile donmuş. buzul bulutların arasından ışık da çok az miktarda geçiyor. dolayısıyla etraf baya karanlık. ayrıca saatte yaklaşık 720 km hızla esen rüzgarda cabası. işler biraz zorlaşmaya başladı.

    ama süper-giysimiz sayesinde bir 15 dakika daha bütün bu zorluklara dayanıyoruz ve düşmeye devam ediyoruz. artık basınç 10g. bu arada bu zamana kadar süper-giysimizin bize sağladığı hava karışımı da değişmek zorunda, çünkü bu kadar ağır basınç altında yanlış oranlardaki oksijen - azot karışımları kesinlikle zehirleyici. neyse ki sihirli süper-giysimiz bize her türlü basınç altında gereken oksijen-azot karışımını yeterli ölçüde veriyor. ayrıca dışarıdaki sıcaklık da ılık bir bahar günü gibi 23 c civarında.

    bir 25 dakika sonra artık zorlanmaya başlıyoruz. bu seviyede ışık hiçbir şekilde size ulaşmıyor ve artık mutlak karanlıktayız ayrıca sıcaklık da 100 c civarı ve hızla artmaya devam ediyor.

    birkaç dakika sonra sıcaklık 200 c ye çıkıyor. paraşütümüz parçalanıyor ve süper-giysimiz de artık limitlerinde. ama düşmeye devam ediyoruz. basınç ve buna bağlı olarak yoğunluk çılgınca artıyor.

    bu basınçta atmosfer de artık gaz halinden akışkan hale geçmiş durumda. yani sıvısal özellikler gösteriyor. yani suya batıyor gibi yavaş bir şekilde düşmeye (batmaya) devam ediyoruz. atmosferik basınç artık 1000g'nin üzerinde. bu basınçta süper giysimiz basınca dayanıklı olduğu için bütünlüğünü koruyor ama vücudumuz o kadar şanslı değil. ölüyoruz. bu seviyedeki basınç, vücudumuzun katısal bütünlüğünü bozuyor ve artık sıvı şeklinde bir yapıdayız. sıvılar (neredeyse) sıkıştırılamaz olduğu için süper-giysimiz ve içinde sıvı haldeki vücudumuz "batmaya" devam ediyor.

    artık jupiterin yüzeyinin içine düşmüş durumdayız. basınç 10000g'nin üzerinde. sıcaklık 5000 c civarı. süper-giysimiz ve ölü-sıvı bedenimiz batmaya devam ediyor...

    ta ki 2,000,000g civarı bir basıncın olduğu derinliğe kadar jupiterin içine doğru batmaya devam ediyoruz. burada artık duruyoruz, çünkü yoğunluk artık 1000 kg/m3 ya da 1g/cm3'e ulaşmış durumda. yani neredeyse suyun yoğunluğu ve bizim de ölü-sıvı bedenimiz hemen hemen bu yoğunlukta. dolayısıyla bu seviyede kalıyoruz. ölü-sıvı bedenimiz big-cruncha kadar jupiterin derinliklerinde yüzmeye devam edecek...

  • galatasaray

    bakın gençler baştan söyleyeyim, fenerliyim. ona göre okuyun yazdıklarımı.

    ünal aysal geldiğinde, neredeydi bu takım? adnan polat'ın saçmasapan transferleriyle, vizyonsuzluğuyla, çapsızlığıyla gitgide geriliyordu. transfer diye takıma çöpleri topladıkça seviniyorduk. ve biz fenerliler gidişattan memnunduk.

    sonra noldu? ünal aysal geldi. başladı anlatmaya...

    kulüp yönetimi, kurumsallık, finansal durum, profesyonel yöneticiler, marka değeri...

    biz fenerliler dalga geçtik, yav he he diye.

    sonuç?

    2 yıl boyunca bileği bükülmeyen, şampiyonlar ligi 2. turunun gediklisi bir takım. üstüne üstlük bir transfer döneminde ntvspor ekranında duyduk, wesley sneijder'in adını. güldük geçtik ilk duyunca, koskoca sneijder ya, ne işi var allahaşkına galatasarayda dedik. gelse de yatmaya geliyor bu saatten sonra dedik. noldu?

    adam geldi. gelmekle kalmadı, ne yatması, çılgın attı resmen. sonra sneijder transferinden sonra drogba lafları dolanmaya başladı. yok artık dedik.

    o da geldi...

    drogba da yardırdı. gs oynadıkça oynadı...

    sonra noldu? ünal aysal küstürüldü. takımı bıraktı. yerine gelen başkan hamza hamzaoğlu'nu getirdi. gs taraftarları bilmem ne düşünür ama, bence galatasaray "kenetlenmeyi" en iyi beceren takım. takımdaki birkaç kaliteli futbolcunun üzerine yükü bindirip 6-7 tane kazmayla kenetlenip, normalde olmayacak şampiyonluklar almasını iyi biliyor. hemen celallenmeyin "hakettik lan 4. yıldızı" diye. elbette hakettiniz ama emin olun o puanı o takım başka şartlar altında toplayamazdı.

    bu arada dipnot gireyim, bu "kenetlenme" olayı, türk milli takımında da var. normalde bizi evire çevire yenecek takımlar, bizim milli takım kenetledi mi bi mala bağlıyor, olamıyor resmen. bizim takım da coştukça coşuyor... (bkz: euro 2008 türk milli takımı)

    neyse nerde kalmıştık. 4. yıldız. evet 4. yıldızın kaybedilmesinden sonra fener taraftarı olarak büyük bir yılgınlık ve bıkkınlık içindeydik. şampiyonluğu kaybetmiştik ama daha da kötüsü gelecek yılların umutları da yoktu artık. takım 3-5 kendini bilmezin çiftliği haline gelmiş, azizin yüzünü dahi görmek istemez olmuştuk. koca kulüp kombine mombine satamaz hale gelmişti. işte tam da bu noktada bir şey oldu!

    kimisi ali koç'un isteği üzerine geldi diyor, kimisi aziz yıldırım geri planda kalmak için bilerek "kötü polis" getirdi takıma diyor, bilmiyorum hangisi doğru. ama şöyle bir gerçek var, giuliano terraneodiye bir adam getirildi sportif direktörlüğe. kaldı ki yıllardır fenerbahçeyi takip eden bir fenerli olarak, azizin nasıl böyle bir hamle yaptığına inanmak güç. neyse ne yaptı terraneo? avrupalı gibi davrandı ve hareket etti. performansından, takım içi davranışlarından memnun olunmayan herkesi attı takımdan. ki bunların en sansasyoneli, herkesin nefret ettiği (evet birçok fenerli dahil) emre belözoğluydu.

    sonra başladı transfer çalışmalarına. gene objektif olarak söylüyorum ki ne nani ne de robin van persie fenerbahçe "çok büyük" kulüp olduğu ya da fener bu ikisine milyonlarca euro para bastığı için gelmedi. böyle adamları sırf parayla getiremezsin, evet para en önemli etkendir ama her şey demek değildir. niye geldi bu adamlar? giuliano terraneo denen adamın networkü sayesinde geldi. adam manchesterla görüşürken, illa ki önceden iş ilişkisi olmuş biriyle görüşüyor, portoyla görüşürken de. yani fenerbahçe'den ziyade terraneo ile muhattap oluyor karşı taraf. sen o transfer görüşmelerine terraneoyu değil de ilhan ekşioğlunu gönderseydin, bok alırdın o adamları. adamlar, karşılarında hiç tanımadıkları, güvenemeyecekleri bir adam yerine, yıllardır iş yaptıkları terraneoyu görünce işler değişiyor.

    neyse bu hamlelerin karşılığında gs ne yaptı? sportif direktörlüğe cüneyt tanman'ı getirdi. evet doğrudur, tanman galatasarayın efsane kaptanınıdr, milyonlarcasından çok daha iyi galatasaraylıdır. amaaaa.....

    maalesef modern futbolda artık cimbomluluk, fenerlilik para etmiyor. anında alaşağı ediyorlar adamı. yok artık öyle fenerbahçenin çocuğu, galatasarayın evladı gibi boş laflar. hayır kurumu mu lan orası? artık oynamayan adamı anında kapı dışarı etme devridir, "takımın abisi" gibi boş ve safsata ünvanlara prim vermeyip, takımdan temizleme devridir. fenerbahçe yönetimi bunu çoook uzun sürede ve en zor yoldan anladı. kaldı ki hala anlamamış da olabilir, ligler başladıktan 5 hafta sonra terraneoyu ani bir kararla kovabilir bu aziz. yapmadığı şey değil çünkü. (bkz: ersun yanal) gs yönetiminin acilen şunu anlaması gerekiyor ki devir artık cüneyt tanman ya da hamza hamzaoğluların devri değil, efsane kaptanlarla galatasarayın evlatlarıyla yürümüyor işler.

    bir gram şüphem yok ki hamza hamzaoğlu kötü niyetli olsun. aksine adam gayet iyi niyetle (hatta safça bile denilebilir) kalkmış fernandao ile van persie bir arada oynamaz diyor. hocam anla artık, futbol öyle bir hale geldi ki rakibine karşı fiziksel üstünlüğün yetmiyor, psikolojik üstünlük de lazım. sen ne yaptın, tuttun fenerbahçeyi (ki halihazırda zaten transferler dolayısıyla psikolojik olarak üstünken) psikolojik olarak daha da üstün hale getirdin. eminim bu açıklamalar fener taraftarını daha da rahatlatmıştır.

    aynı hatayı fikret orman da yaptı. "istesek van persie'yi alırdık" diyor. hayır fikret orman o açıklamayı yaptın diye bir tane bile beşiktaşlı şunu demedi "ehehehe istesek biz alıyormuşuz lan, istememişiz, fener almış. ıımmmhh kötü ve gereksiz transfer" tam aksine kıskandı beşiktaş taraftarı (haklı olarak).

    neyse lafı fazla uzattık. futbol artık dursun özbeklerin, fikret ormanların ya da aziz yıldırımların bildiği şekilde oynanmıyor. artık devir daha büyük stadların, daha büyük transferlerin, daha çok forma gelirinin, yani kısacası daha çok paranın devridir...

    eninde sonunda bütün kulüpler anlayacaktır bunu....