anton çehov, az anlayan, çok inanandır der.
hayatta önemli olan bir olayı anlamaktır. bir olayı anlamaya çalışmaktır. o olayın gerçekleşmesi sırasında gerekli analizleri yapmaktır. çünkü anlamaya çalışmak aynı zamanda araştırma yaparak o olayı daha da iyi öğrenmeye çalışmak demektir.
inanmak ise çok ayrı bir konudur anlamdan uzaktır. aynı zamanda inanmak kolaya kaçmaktır. basit olanı kabullenmek, bu basit olan olayla yetinmek demektir.
hayatımızda her zaman anlam yaratmaya çalışırsak o zaman bir değer yaratabiliriz ve gerçekten o zaman mutlu olmanın bir formülünü bulabiliriz. sadece inanarak ve insanların eylemlerine bakarak duygusal adım atmak, hayatta kalmak ve mutlu olmak için yetersizdir.
insanlar her zaman kendilerini farklı insan olarak göstermeye çalışırlar bu konuda albert camus, insan kendini olduğundan farklı gösteren tek canlıdır demiştir. bu sebeple bizler sadece inanmakla yetinemeyiz aynı zamanda anlamaya çalışmalıyız aynı zamanda araştırma yapmalıyız aynı zamanda yaratmış olduğumuz tezler üzerinden bir sentez yaratmak zorundayız.
önemli olan her zaman anlam yaratmaktır.
rans468 profili
-
dünyada en tehlikeli insan tipi
-
sahtesi olmayan tek duygu
fyodor mihayloviç dostoyevski nefret der.
''nefrete sevgiden fazla güvenirim. çünkü, nefretin sahtesi olmaz!''
suç ve ceza'dan. -
erkekler neye aşık olur
kendilerini anlayan kadınlara aşık olurlar. bir kadın eğer şikayet etmeden sizi dinliyorsa değerini bilin ben daha böyle bir kadınla tanışmadım.
para kazanılır, ev alınır, araba alınır ama şu ömür denilen yalan rüyasında keyifli 2 saat oturmanın alımı satımı yoktur. -
zeki insanların bir baltaya sap olamaması
fyodor mihailoviç dostoyevski'nin de ifade ettiği gibi bir doğa kanunudur.
zeki bir insan bir baltaya sap olamıyor.
hayatım boyunca okumayı seven, yeni şeyleri keşfetmekten haz duyan, hayatın gerçek anlamda ne olduğunu araştırıp, genel olarak her konuda öze inmeyi görev edinen bir insanım. zeki olduğumu ileri sürmüyorum fakat bazı gerçekleri farkettiğimi düşünüyorum.
bana göre hayat çok farklı bir kavram. yani bu hayat bir meslek sahibi olunca, evlenerek çocuk büyütmek değildir. bana göre hayat bunun çok daha ötesinde bir şeydir. hayat bir hazinedir. sürekli araştırılması gerekir. yeni şeyler yapmak gerekir. hayattan tat almak gerekir.
hayatım boyunca bütün bunları düşündüğümden hiçbir zaman bir baltaya sap olamadım.
kız kardeşim yarın antalya'ya arkadaşlarının yanına gidecek. kardeşime para vermek için cüzdanımı açtığımda sadece 5 liram vardı. anlamsızca o kağıt parçasına bakıp kaldım. paranın dilinden anlamıyorum. nasıl kazanılır bilmiyorum. yani paradan tiksiniyorum. midemi bulandırıyor. fakat mutlu olmak için bile paraya ihtiyacı var insanın. böyle garip dünya.
büyük ihtimal hayatım böyle devam edip gidecek.
zaten bu konuda, fyodor mihailoviç dostoyevski şöyle bir özet geçer;
"insanlar bir düşünceye sahip olmak için dünyaya gelirler. bu düşünce onları bilinçsiz olarak hayatları boyunca oradan oraya sürükler. bu olay istedikleri bir işe başlayıncaya kadar devam eder. bundan sonrada artık kafaların kullanmalarına bir ihtiyaçları kalmamıştır. elde ettikleri güçle tanrılaştıklarını hissederler ayna karşısında. bu güç büyürken öfke, nefret ve kin gün geçtikçe eritir bedenlerini. artık bunu bile göremeyecek derecede hırslarına yenik düşmeye devam ederler. bir zaman sonra saplantılarının kendilerine sunduğu zehri içerek bu dünyadan ayrılırlar."
ben hayatı bir mesleğe sabitlemek istemediğim için bir baltaya sap olamadım.
bu durumdan aslında şikayetçi de değilim. insanlığın yapay ürünlerine bağlı kalmıyorum. saatlerce misafirlikte araba özelliklerini konuşmuyorum. yatırım konuşmuyorum. tarla, bağ, arsa meselesi konuşmuyorum. bir tane termos aldım, çayımı demliyorum gidiyorum bir tane ağacın gölgesine. zamanımı keyifli geçiriyorum. o ağacın altında kendimi mutlu hissediyorum. çoğu insan bu durumla dalga geçiyor ama mal ve mülk hırsı gözleri kör ediyor.
aristoteles insan yaşamının kazanımlarını üçe ayırmıştı: dışsal olanlar, ruha ait olanlar ve bedene ait olanlar. bunlar arasında ruha ait olanları yüceltmişti. arthur schopenhauer'da insan yaşamının kazanımlarını üçe ayırmıştı: bir insanın ne olduğu, bir insanın neye sahip olduğu, bir insanın neyin temsilcisi olduğu. schopenhauer'da bir insanın ne olduğu ilkesini yüceltmişti. bir insanın ne olduğu geniş anlamda kişiliğidir. bir insanın neye sahibi olduğu geniş anlamda mal ve mülküdür. bir insanın neyin temsilcisi olduğu geniş anlamda o insanın başkalarının düşüncesinde ne olduğudur. bence de en önemlisi schopenhauer'ında ifade ettiği gibi insanın içidir. özünde ne olduğudur.
bu gün mala mülke değer verenleri değil arthur schopenhauer'ı hatırlıyorum. bence bu güzel bir şeydir. -
türkiye iş bankası
türkiye cumhuriyeti'nin en köklü, en güvenilir, en anlayışlı bankasıdır.
bir miktar borcum olduğu halde hiçbir zaman beni aramayan bankadır aynı zamanda. aylık düzenli olarak efendi efendi faizini koyar işini yapar.
özellikle diğer bankalarla çalışınca iş bankası'nın ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anlama şansına sahip oldum.
hiçbir zaman aramazlar. insanı rahatsız etmezler. ve gerçekten bu mükemmel bir ayrıcalık.
elbette zamanı gelince, işlerim düzelince borcumu tamamen ödeyeceğim. bu konuda hiçbir şüphe yok.
bilirsiniz bazen durumu olmayan insandan borcunu istemek o insana gerçekten ağır bir hakaret gibi olur.
teşekkür ederim iş bankası. sana saygı duyuyorum. -
türkiye'nin en zeki çocuklarının doktor olması
ülkenin kötü gidişatını açıklar bir durumdur.
türkiye'de, en zeki öğrenciler, tıp sektörünü seçerek hasta bakıcı oluyorlar. matematik, fizik, biyoloji ve kimya alanında çok güzel başarı elde eden öğrencilerin tek yaptığı iş, hastaneye gelen hasta ile ilgilenmek oluyor.
mühendisler bu ülkede para kazanamıyor. dolayısıyla öğrencilerde kolay yoldan meslek sahibi olmak için tıp sektörünü seçiyorlar.
üreten bir ekonomi yok. çalışan bir ekonomi yok. araştırma kültürü yok. ar-ge kültürü yok. önemli olan bir ülkede mühendise yatırım yapmaktır. çünkü mühendis, teknoloji anlamında ülkenin gelişimine en büyük katkı olacaktır. mühendisin yapmış olduğu bir ürün dış pazarda satılarak türkiye'ye gelir olacaktır. bu sebeple mühendis el üstünde tutulmalıdır. mühendise verilen maaş fazla olmalıdır. fakat böyle olmuyor.
tıpa giden öğrencileri yargılanıyorum. sonuçta garanti meslek. fakat devletin artık bazı konularda ciddi bir şekilde çalışma yapması gerekiyor. bakın bu çok ciddi bir konudur. dünya hızla ilerlerken türkiye sadece ucuz kredilerle kalkınmaya çalışıyor.
örneğin bir arkadaşımdan bahsetmek istiyorum. çocukta zehir gibi zeka vardı. türkiye'de ilk 500'e girmişti. bu çocuk iş bulamam diye mühendislik yerine tıp fakültesinde gitmeyi tercih etti. hacettepe üniversitesi tıp fakültesinde okudu. bu çocuk mühendis olsaydı, devlette bu çocuğa sahip çıksaydı, iyi bir maaşı olsaydı, bu çocuğun yapmış olduğu arabayı yurt dışında satsaydık işte o zaman türkiye'nin gelişmesinden bahsedebılırdik.
yazık günah şu ülkenin haline.
bu ülkede herkes siyaset uzmanı gibi, cahilce eleştirdiği siyasi partileri savunurken, dışarıya ne kadar gereksiz göründüğünü fark etmiyor.
eğer gerekli bir şey yapmak istiyorsanız gelecek nesile yatırım yapın. eğer gerekli bir şey yapmak istiyorsanız sürekli siyaset konuşmayın. biraz da eğitim konuşun.
burada ifade ettiğimiz satırlar içerisinde sadece doktor olmak ya da sadece mühendis olmak tek seçim değildir. bir ülkenin gelişmesinde bütün bilim dalları bu ülkenin gelişmesine katkı olur.
bu ülkeye felsefede lazımdır. bu ülkeye psikolojide lazımdır. bu ülkeye edebiyatta lazımdır. bu ülkeye tarihte lazımdır. türkiye'de zaten sadece tıp sektöründe iş imkanı vardır. sorun da bu.
ayn rand, 1950'li yıllarda, kapitalizm sistemini inşa edecek fikirlerini kaleme alırken, atlas silkindi isimli eserinde, işadamlarının sadece paraya değil felsefeye de ihtiyacı olduğunu yazıyordu. felsefe olmadan gerçek dünyada ticaret yapmanın imkansız olduğunu yazıyordu bu yazar.
amerikalılar bu konuda çok şanslıydı. çünkü ayn rand gibi bilim insanları onlara yol gösteriyordu. bugün amerika birleşik devletleri küresel süper güç. çünkü sadece paraya değil aynı zamanda felsefeye de önem veren insanlardır.
bu konuların derin bir şekilde analizi yapılmalıdır. karl marks ve adorno'nun bahsettiği endüstrinin kültür üzerindeki sorunlarına dair analizler yayınlanmalıdır. devlet, sadece tıp değil diğer meslek gruplarına da gereken özeni göstermelidir. adorno'nun "aydınlanmanın diyalektiği" çalışması incelenmelidir.
tıp fakültesine giden öğrencilerde çok mutlu değildir. sadece iş garantisi olduğu için bu bölümleri tercih ediyorlar. heidegger'in değindiği gibi, bu zorlanmışlık; "atılmışlık ve terkedişlik" duygusu içeriyor.
sekülerleşen toplumun bir yansıması içinde, bu konular ayrıntılı incelenmelidir. eleştiri yapılmalıdır.
daha ne kadar bu durumlar inançla manipüle edilecek?
herşeyin hayırlısı olsun demekle olmuyor bazı işler. -
türkler evlat yetiştirmeyi bilmiyor
tespitlerime dayanarak, ileri sürdüğüm düşüncem.
bizim millette cahilliğin verdiği hazla aşırı derecede evlat düşkünlüğü var. normal şartlarda, sosyoloji kavramına göre, aile ortamında 18 yaşını doldurmuş gençler tamamen kendi ayakları üzerinde durmak zorundadır. bu aynı zamanda gençlere yapılan iyiliktir. çünkü sorumluluk almasını bilirler. hayatın sert rüzgarlarına karşı önlem almasını bilirler. mücadele ruhu aşılanır.
bizim toplumda böyle olmuyor. çocuk her zaman anne ve babanın gözünde 5 yaşındaki çocuk. iş yerinde 30 yaşındaki arkadaşımı annesi arıyor. oğlum ofiste klima çalışıyorsa üzerine hırka al üşütme diyor. teyzeciğim oğlun 30 yaşına gelmiş. bir zahmet bırak da ne yapacağına kendi karar versin. bu arkadaşımız her stress ortamında ağlayan bir insan. kendine güveni yok. özgüveni yok. hiçbir şey yok. şimdi bu çocuğun suçu günahı ne?
ben üzülüyorum. bütün çocuklar yanlış yetiştiriliyor aile ortamında. sürekli bir koruyuculuk hakim. bunu gerçekten çok abartıyorlar. çocukların üzerine titriyorlar. bu öyle aşamadan başlıyor ki, evlilikte ki tek amaç, çocuk yapmak olabiliyor. üniversite okurken, beraber kaldığım ev arkadaşımın annesi sürekli memleketinden gelir oğluna yemek yapardı. ben küçük yaşta anne ve babasını kaybeden bir insanım. hayatta kalmanın ne demek olduğunu biliyorum. doğada tek başına hayatta kalma üzerine birçok kitap okudum. kertenkele, kurbağa, yılan yiyebilirim ve bunları gerçekten mükemmel bir şekilde hazırlayabilirim. ama annesinin korumasında olan üniversite arkadaşım soğan bile soyamıyordu.
bir ara işim gereği sürekli şehir değiştirmek zorundaydım. otogarlar arasında gidip gelirken, neredeyse kendi ağırlığının 10 katı fazla bir yükle yolculuk yapan ihtiyarları hep görmüşümdür. elinde torbalar, bidonlar, poşetler olan teyzeler o kadar rezil bir halde eşyalarını oradan oraya koyarlardı ki, görünce gerçekten içim acırdı. genelde sıcakkanlı bir insan olduğum için sohbet etmeyi severim. sorardım bu insanlara taşınıyor musunuz diye?
yemin ediyorum aldığım cevapların hepsi aynı. hepsi de memleketinden çocuklarına erzak taşıyan yaşlılar. teyzenin oğlu 35 yaşında ama teyze hala çocuğuna tereyağı götürme derdinde. ceviz götürme derdinde. fındık götürme derdinde.
o otobüs kaptanlarına allah yardım etsin. aldıkları eşyanın hesabı yok. böyle yaşlı insanlarda bir zaman sonra zaten rezilliğe alışıyorlar. gelmişsin kaç yaşına evlatlarını yetiştirmişsin, biraz dinlen. otur bir kahve iç. bir çay iç. niye sürekli bu koşuşturmaca?
ah o turşu bidonları.. çökelek kapları... sarımsak, soğan torbaları.. parça parça poşetler.. yoğurt bidonları.. süt bidonları.. neymiş efendim yavrusu doğal şeyler yiyecekmiş. hasta olmayacakmış.
kars'tan istanbul'a malzeme mi taşınır teyze? kadın bildiğin patates çuvalı taşıyor. 40 yaşındaki oğluna sen zaten yapacağını yapmışsın çocuk o yaşa gelmiş, bırak bari bundan sonra rahat et. ama olmaz yapamazlar. rezil olmak zorundalar.
eğer çocuğunuz varsa ya da ilerde çocuk sahibi olmak istiyorsanız, hayatta bazı gerçekleri çocukların keşfetmesine izin verin. çocukları sürekli denetim altında tutarak onları boğmayın. bir yaştan sonra bırakın başının çaresine baksın. yoksa ya o çocuğu kaybedersiniz ya da o çocuk hayatı boyunca hiçbir şeyi başaramayan insan olarak kalır.
konuyu fazla uzatmak istemiyorum ama küçük bir anımı da aktarmak isterim. istanbul'da bir arkadaşım vardı. çocuk ailenin tek oğlu olduğu için sürekli annesinin ve babasının denetimindeydi. ararlar, akşam ne yemek yiyeceğini sorarlar, hava durumu kötüyse uyarırlardı. abartısız söylüyorum bu çocuğun telefonu ciddi anlamda susmazdı. sırayla bir annesi, bir babası arardı. arkadaş istanbul'da güzel bir işe sahiptir ve ailesi de gayet varlıklıydı. çocukları o yaşa gelinceye kadar bir dediği şey iki edilmemişti. fakat enteresan olan şu ki arkadaş sürekli bunalımlı ve sıkıntılı görünüyordu. bazen görüşürdük. hayat nasıl gidiyor diye sorardım. her zaman, kötü derdi. iyi olması için çabala lan o zaman derdim. abi iyi olmasının tek yolu anne ve babamın ölmesi demişti.
zamanında biz görmedik, bizim zamanımızda yoktu diyerek çocuğu da imkanlara boğmayın. her istediğini elde eden insan mutsuzluğu fazlasıyla yaşar, çünkü değer bilmez.
evlat yetiştirmek önemli bir konudur. bu konu anne ve babanın sevgi ihtiyacını giderme uğraşı değildir. sevgiyi önce karınız ya da kocanızda arayın.
edit: kimsenin özel hayatına karışma meraklısı da değilim. zaten böyle bir sorumluluğu, para da verseler, üzerime almak istemem. özelden hala memleketten gönderilen erzakların bir kültürü yansıttığını, organik olduğunu ve bunun toplumun bir değeri olduğunu yazanlar var. gerçek insanların olduğu gerçek bir dünyanın içinde hayatta kalmaya çalışıyoruz. ben defalarca şahit oldum ki, anadolu'da, evlatları için yollara düşen gariban analar babalar, aç susuz ellerinde ne varsa yavrularına taşıyorlar. bir defasında, yine böyle bir ana, dinlenme tesislerinde oturmuş bayat bir simit yemeye çalışıyordu. bu insanların yemeğini biz ısmarlıyoruz. ne zaman böyle insanlar görsem 2 porsiyon sipariş veririm. annelerinizin, babalarınızın sizden sakladıklarını görmezden gelerek, pişkin pişkin bir besinin organik değerini anlatmaya çalışmayın. ben, toplantım olmasına rağmen ankara otogarında yaşlı bir teyzenin çocuklarına getirdiği süt bidonlarını, yoğurt bidonlarını taşıyorum, teyzenin evladı anasını karşılamak için perona bile gelmeye tenezzül etmiyor. ağzında sakız aylak aylak bekliyor. benim burada eleştirdiğim hem bu ahmak teyzelerdir. hem de ne yaptığını bilmeyen acınası evlatlardır.
ayrıca konuyu basitleştirmenin bir anlamı yok. genelleme yapmak her zaman için yanlıştır. istisnalar her zaman için yaşanır. özellikle kendilerinin farklı olduğunu göstermek için şahsıma mesaj gönderen insanları da acıyarak izliyorum.
bütün bu durumlar cahillikle doğrudan bağlantılıdır. çocuk yetiştirmeyi bilmeyen anne ve babalar, çocuklarını adeta cam bardak gibi sakınıyorlar. çocuk piknik alanında henüz toprağa basmadan hemen anne ve babası çırpınıyor, "dikkat et düşme, bak vallahi bir daha getirmem." diyerek.
bu duruma özellikle dikkat ettim. o sırada çocuk durgunlaşıyor. etrafına anlamayan gözlerle bakıyor ve olduğu yerde sabit dikiliyor. daha sonraları bu çocuklar her eyleme farklı tepki vermek yerine aynı tepkiyi veriyorlar. bu ise, sonraları korkunun, içine kapanıklığın, çekingenliğin en net sebepleri.
unutmayın ki balyoz camı kırar ama çeliği daha sağlam hale getirir. bırakın çocuk koşsun, düşsün hayatı öğrensin. -
kaybedilen kadını geri kazanmanın yolları
her zaman sonuç vermeyen yollardır.
rus yazar sevgili tolstoy'un sevdiğim, çok güzel bir sözü vardır der ki;
"çok sevdiğiniz ama geri döndüremediğiniz insanların en kötü yanı, onları her hatırladığınızda sizi tekrar tekrar terketmeleridir."